ÖZEL DOSYA: Ehl-i Sünnet’in Gadir-i Hum Hadisi hakkındaki görüşlerinin eleştirisi

ÖZEL DOSYA: Ehl-i Sünnet’in Gadir-i Hum Hadisi hakkındaki görüşlerinin eleştirisi
Diğer İslam mezhepleri Şia’nın Gadir Hadisi hakkındaki görüşleri aleyhinde bazı deliller sunarak bu rivayetin Emirülmümin İmam Ali’nin (a.s.) Hz. Peygamber’den sonraki kesintisiz hilafetine kanıt olamayacağına inanmıştır. Biz burada onların bu görüşlerini 11 başlık altında inceleyeceğiz.

 

 

Ehl-i Sünnet'in Gadir Hadisi hakkındaki görüşlerinin eleştirisi

 

 

Emamat.ir

 

 

 

Diğer mezheplerin görüşleri

 

 

Diğer İslam mezhepleri Şia'nın Gadir Hadisi hakkındaki görüşleri aleyhinde bazı deliller sunarak bu rivayetin Emirülmümin İmam Ali'nin (a.s.) Hz. Peygamber'den sonraki kesintisiz hilafetine kanıt olamayacağına inanmıştır. Biz burada onların bu görüşlerini on başlık altında inceleyeceğiz.

 

 

1) Bir rivayetle istidlalde bulunmanın ilk şartı bu naklin senedinin sahih olmasıdır; başka bir ifadeyle bu bahis hakkında delil olarak ikame edilebilecek tek rivayet, Hz. Peygamber'den (s.a.a.) sâdır olduğu daha önce ispatlanmış olması gereken rivayettir. Özellikle de İmamet gibi itikadi meselelerde haber-i vahidin yetersizliğine ve delilin mütevatir olması gerektiğine inanan Şia'nın nazariyesi gereğince. Peki bu hadisin mütevatirliği, hadis ashabının çoğunluğunca nakledilmemiş oluşu göz önüne alındığında nasıl iddia edilebilir?[1]

 

İbn Hacer Heytemî de şöyle der:

 

Şia fırkaları imamet için gösterilen delillerin mütevatir olması gerektiğinde görüş birliği içerisindedir. Öte yandan bu rivayetin mütevatir olmadığı malumdur. Zira bu hadisin sıhhati hakkındaki ihtilafın bahsi daha önce geçmişti. Dahası bu hadisin sıhhatine itiraz edenlerden bazıları hadis ilminin Ebu Davud Sicistânî, Ebu Hatem Râzî ve diğer büyükleri arasında yer alırlar. Öyleyse bu rivayet haber-i vahiddir ve sahihliğinde de ihtilaf vardır.[2]

 

Bu sözün bir benzerini İbn Hazm ve Teftâzânî de dillendirmiştir.[3]

 

 

Cevap:

 

Bu eleştirinin taassup ve önyargıdan kaynaklandığı tarih ve hadis ilmine vakıf olan herkes nezdinde açıktır. Zira Gadir Hadisinin inkârı Sofistlerin duyu verilerini inkârı ya da İslam tarihinin Bedir, Uhud savaşlarını ve diğer kesin hadiselerini reddetmek gibidir.

 

Biz sözü uzatmamak için bu rivayeti kaydeden usûl ve kaynakların fihristini vermekle yetiniyor ve bu konuda daha fazla araştırma yapmak isteyenleri üç kapsamlı kitaba sevkediyoruz: Allame Eminî'nin el-Ğadir'i, Allame Mir Hamid Hüseyin'in Abekâtü'l-Envâr'ı, Şehid Kadı Nurullah Şusterî'nin İhkâku'l-Hak ve Mulhekâtuh'ü…

 

İhkâku'l-Hak kitabında Ehl-i Sünnet ulemasından Gadir Hadisinin mütevatirliğini itiraf eden 14 kişinin ismi (ezcümle: Suyûtî, Cezerî, Celaleddin Nişâbûrî, Türkmânî, Zehebî) sayılmıştır.[4]

 

İbn Teymiyye de Minhâcü's-Sünne'sinde aynı şeyi söylemiştir.[5]

 

Allame Eminî el-Ğadir'inde Ehl-i Sünnet ulemasının büyüklerinden Gadir Hadisinin tariklerinin senetlerinin sıhhatini itiraf eden 43 kişinin (ezcümle: Salebî, Vahidî, Fahrurrâzî, Suyûtî, Kadı Şevkânî) ismini vermektedir.[6] Aynı şekilde “Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez.” (Maide, 67) ayetinin nüzulunun Gadir hadisesiyle ilgili olduğunu tasrih eden 30 büyük Ehl-i Sünnet müfessiri ve âliminin (ezcümle: Tirmizî, Tahâvî, Nişâbûrî, Kurtubî, İbn Hacer Askalânî, İbn Kesir, Türkmanî) isimlerini kaydetmektedir.[7]

 

İhkâku'l-Hak kitabında da Gadir Hadisi Ehl-i Sünnet'e ait 50 muteber kaynaktan (ezcümle: Sünenü'l-Mustafa, Müsnedü Ahmed, Hasâisü Nesâî, İkdü'l-Ferid, Hilyetü'l-Evliyâ) nakledilmiştir.[8]

 

Şimdi de bazı Ehl-i Sünnet büyüklerinin Gadir Hadisi hakkındaki görüşlerini Allame Eminî'den nakille aktaralım:

 

Ziyaüddin Makbelî şöyle diyor:  Eğer Gadir Hadisi kesin değilse dinde hiçbir kesin haber yoktur. Gazzâlî ‘Müslümanların çoğunluğu Gadir Hadisinin metninde icma etmiştir' demiştir.

 

Bedahşî şöyle diyor: Gadir Hadisi sahih bir hadistir ve mutaassıp inkârcıdan başka hiçkimse sıhhatine itiraz etmez ve böyle birinin sözüne de zaten itibar edilmez.

 

Alusî ise şöyle yazar: Gadir Hadisi sahih bir hadistir ve nezdimizde sıhhati sabittir, hakkında hiçbir sorun yoktur ve hem Resulullah (s.a.a.) hem de bizzat Emirülmüminin'den mütevatir olarak nakledilmiştir.

 

Hafız İsfahânî şöyle der: Gadir Hadisi sahihtir ve sahabeden aralarında aşere-i mübeşşirenin de yer aldığı 100 kişi tarafından aktarılmıştır.[9]

 

Hafız Sicistanî Gadir Hadisini 120 sahabîden nakletmiş, Hafız İbn el-A'lâ Hamedânî bu rivayeti 150 tarikle nakletmiştir.[10]

 

Hafız İbn Hacer Askalânî Tehzibü't-Tehzib'inde Gadir Hadisinin bazı râvî ve tariklerinden bahsederken der ki:

 

İbn Cerir Taberî, Gadir Hadisinin isnadını bir kitapta toplamış ve rivayeti sahih saymıştır. Ebu'l-Abbas İbn Ukde de bu rivayeti sahabeden 70 ya da daha fazla tarikle nakletmiştir.[11]

 

Ve aynı şekilde Fethü'l-Bârî bi-Şerhi Sahihi'l-Buharî kitabında da şöyle denmektedir:

 

Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisini Tirmizî ve Nesâî nakletmiştir. Rivayetin kanal ve senedleri gerçekten de çoktur ve bunların tümünü İbn Ukde ayrı bir kitapta bir araya getirmiştir. Senedlerinin çoğu sahih ve hasendir ve İmam Ahmed b. Hanbel'in de ‘Hz. Ali hakkında bize ulaşan faziletler başka hiçbir sahabî hakkında nakledilmemiştir' dediği aktarılmıştır.[12]

 

Kunduzî Hanefî Gadir Hadisini farklı pek çok kitaptan naklettikten sonra şöyle yazıyor:

 

Muhammed b. Cerir Taberî -Tarih sahibi- Gadir Hadisini 75 tarikle nakletmiş ve bu konuda el-Velayet adlı müstakil bir kitap yazmıştır. Aynı şekilde Ebu'l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Said b. Ukde de hadisi 150 tarikle naklettiği bağımsız bir kitap kaleme almıştır.[13]

 

Hafız Muhammed b. Muhammed el-Cezerî ed-Dimeşkî Emirülmüminin Ali'nin (a.s.) Gadir-i Hum hakkındaki ihticâc ve münâşedelerini naklederken şöyle yazıyor:

 

Bu hadis hasendir ve bu rivayet (münâşede) Hz. Ali'den mütevatir olarak nakledilmiştir, tıpkı bu hadisin (Gadir) Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) nakledildiği gibi. Bunu kalabalık bir topluluk başka bir kalabalık gruptan nakletmiştir. Dolayısıyla bu rivayeti zayıf göstermek isteyenlerin çabasına önem verilmez, zira onların hadis ilminden nasipleri yoktur.[14]

 

Gadir Hadisini Buharî ve Müslim'in Sahih'lerine dercetmedikleri doğru olmakla birlikte bu durum hiçbir şekilde rivayetin senedi için problem doğurmaz, zira Buharî ve Müslim'in kendi görüşlerine göre bile sahih olan (Şeyheyn'in şartlarına göre sahih denen) ve hiçbir şüphe barındırmamakla birlikte yine de bu ikisinin kitaplarına giremeyen rivayetlerin sayısı az değildir. Zaten bu nedenle de bu kitaplar için pek çok “müstedrek” yazılmıştır. Öte yandan tüm sahih rivayetler Sahih-i Buharî'de toplansaydı zaten başka bir sahihe ihtiyaç olmazdı. Ayrıca hiçbir muhakkik ve insaflı kişinin Buharî ve Müslim'in kitaplarına sahip olmakla diğer sahih kitaplardan müstağni olmayacağını herkes bilir.

 

Üstelik Buharî ve Müslim'in bizzat kendileri eserlerinde bir araya getirdiklerinin sahih olduğunu belirtmekle birlikte tüm sahih rivayetleri nakletmediklerini, hatta pek çok sahih hadisi bazı nedenler yüzünden kaydetmediklerini belirtmişlerdir.[15]

 

Tüm bunlara Allame Eminî'nin (r.a.) Gadir rivayetini Buharî ve Müslim'in 29 şeyhinden naklettiği bilgisini de ekleyelim.[16]

 

Bu bölümün sonunda bu soruyu ortaya atanlardan biri olan İbn Hacer'in yazdıklarına bir bakalım:

 

Gadir Hadisi sahih bir hadistir ve onda hiçbir şüphe yoktur. Bu rivayeti Tirmizî, Nesâî, Ahmed b. Hanbel gibi kişilerden müteşekkil bir topluluk nakletmiştir ve pek çok tariki mevcuttur. Ezcümle sahabeden 16 kişi hadisi rivayet etmiştir ve Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde Hz. Emirülmüminin Ali'nin hilafetinde baş gösteren ihtilaf üzerine 30 sahabînin bu rivayeti Resulullah'tan (s.a.a.) duyduklarına şahitlik ettikleri belirtilmektedir.[17]

 

Sonra bunu birkez daha tekrar eder:

 

Gadir rivayetini sahabeden 30 kişi Resulullah'tan (s.a.a.) nakletmiştir ve tariklerinin çoğu da sahih ve hasendir.[18]

 

Öyleyse bu hadisin sahihliğine itiraz edenler için bile İbn Hacer ve benzerlerinin sözlerine itina etmemek gerekir, zira İbn Hacer'in kendisi “Hadisin sıhhatine dil uzatanın sözüne önem verilmez” demektedir.[19]

 

Üstad Muhammed Rıza Hekimî Hamase-i Ğadir kitabında kendi eserlerinde Gadir rivayetini aktaran Ehl-i Sünnet'in 15 çağdaş âliminin isimlerini (ezcümle: Ahmed Zeynî Dehlan, Muhammed Abduh, Abdülmecid Âlusî, Ahmed Ferid Refâî, Ömer Ferruh) ve bu beyanlarının adreslerini vermektedir.[20]

 

Burada şuna dikkat etmek gerekiyor, evet Şia İmametin ispatında gösterilen rivayetlerin mütevatir ve katî olmasını şart saymaktadır ve Gadir rivayeti Şii hadis kitapları açısından mütevatir ve kesindir. Ehl-i Sünnet kaynaklarının çoğunda da nakledilmiştir. Fakat Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin akidesine göre İmametin ispatı için -dinin füru ile ilgili diğer meseleleri gibi- senedin sahih oluşu yeterlidir ve hadisin tevatürünü ispat zorunlu değildir. Bu nokta göz önüne alındığında bu problemin temelsizliği açıklık kazanmaktadır.

 

 

2. İkinci eleştiri Kadı İzzeddin Îcî'nin el-Mevâkıf kitabında dillendirdiği noktadır. O şöyle yazar:

 

Hz. Ali, Veda Haccındaki Gadir gününde Hz. Peygamber ile birlikte değildi, zira Hz. Ali Yemen'de idi.[21]

 

Bu sorunun cevabını vermeden önce Mevâkıf'ın şârihinin sözlerini nakledelim. Mevâkıf'ı şerheden Seyyid Şerif Cürcânî, Îcî'nin bu sözünden sonra şöyle yazar:

 

Bu itiraz reddedilmiştir. Zira Ali'nin (a.s.) gâib oluşu Gadir Hadisinin sahihliği ile çelişmez. Bu itiraz sadece rivayetin naklinde Hz. Peygamber'in Hz. Ali'yi kendi yanına çağırdığı ya da elini kaldırdığının geçmesi durumunda geçerli olabilir ki pek çok rivayette bu cümleler nakledilmemiştir.[22]

 

İbn Hacer Heytemî de bu şüphenin cevabında şunları yazmaktadır:

 

Gadir Hadisini sahih saymayan ve Hz. Ali'nin Yemen'de olduğu yönünde itiraz serdedenin sözüne itina edilmez, zira O'nun Yemen'den döndüğü ve haccını Hz. Peygamber ile tamamladığı sabittir.[23]

 

Emirülmüminin'in (a.s.) Yemen'den dönerek haccını Hz. Peygamber ile gerçekleştirdiği tarihî olarak kesin olsa da biz bu noktaya işaret edenlerden bir kısmının isimlerini yine de verelim:

 

Taberî (Tarihu Taberî, c. 2, s. 205); İbn Kesir, (el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 2, s. 184 ve ayrıca c. 2, s. 132'de İmam Ali'nin Yemen'den dönüşü pek çok kaynaktan aktarılarak ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır); İbn Esir (el-Kâmil, s. 2, s. 302).

 

 

3. En yaygın ve en önemli üçüncü eleştiri “mevlâ” kelimesinin anlamı etrafında serdedilmektedir. Bu kelimenin “evlâ”, “amcaoğlu”, “köle azad eden”, “komşu”, “beraber yemin eden” vs. gibi farklı anlamları vardır. Şia, birazdan ele alacağımız pek çok delille bu hadisteki kelimenin “evlâ”, başka bir ifadeyle “sorumluluk sahibi, uhdedar” ve “veli” anlamında olduğu iddiasındadır. Fakat bazı Sünni âlimler “mevlâ” kelimesinin manasında şüphe ortaya atmıştır. Kanaatimizce bu şüphenin kökeni Fahrurrâzî'nin Nihâyetü'l-Ukûl kitabındadır ve Kadı İzzeddin Îcî[24], İbn Hacer[25] ve Fazl b. Ruzbehân[26] gibi diğerleri de ondan nakilde bulunmuşlardır.

 

Kadı İzzeddin Îcî Mevâkıf'ta şöyle diyor:

 

Gadir rivayetindeki “mevlâ” “nâsır” (yardımcı) anlamındadır; zira ondan sonraki dua cümlesi “Allahumme vâli men vâlâhu” (O'nu veli edinenin velisi ol) bu anlama gelmektedir ve “mevlâ”dan kasıt “evlâ” değildir, çünkü“mefal” vezni hiçbir zaman “efal” anlamında gelmemiştir.[27]

 

İbn Hacer Heytemî de şöyle der:

 

Biz “mevlâ”nın manasının onların (Şiiler) zikrettiği anlama geldiğini kabul etmiyoruz, bizce “yardımcı” anlamındadır; zira “mevlâ”nın hükmü “köle azad eden”, “azad olunan köle”, “işlerde tasarruf sahibi”, “yardımcı” ve “mahbub” gibi farklı anlamlarda müşterektir… Biz ve Şia bu rivayette kastedilenin “mahbub” olması durumunda anlamın sahih oluşunu beraber itiraf ediyoruz, fakat “mevlâ”nın “İmam” anlamına gelmesi üzerinde ne Şeriat ne de lügatta bir uzlaşım vardır. Şeriatta böyle olmadığının gösterilmesi için bahse gerek yoktur ve bu açıktır. Lugatta böyle olmayışına gelince Arap dilinin öncülerinden hiçbiri “mefel”in “efal” anlamına geldiğini söylememiştir.[28]

 

Başkaları da bu ibareleri tekrar etmiştir.

 

Şimdi de Şia'nın bu itirazlara verdiği cevapları ele alalım:

 

Şia şuna inanmaktadır: “Mevlâ” kelimesinin birkaç farklı manaya geldiğini ve  Arap lugat âlimlerinin öncülerinin sonraki dönemlerde bu lafzı “evlâ” olarak anlamlandırmadıklarını farz etsek bile, Hz. Resullah'ın (s.a.a.) döneminde ve bu hadis-i şerifin beyanı esnasında tüm hazirunun “evlâ” manasını anladıklarında şüphe yoktur. Şimdi de bu noktayı ispat için birkaç delili beyan edelim:

 

1. Hassan b. Sabit hadisenin gerçekleştiği yerde hazır idi ve edebi makamını inkâr eden hiç kimse de mevcut değildir[29]. Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) bu önemli hadiseyi şiire dökmek için izin istemiş ve bu bağlamda şu beyti serdetmiştir:

 

 

Fekâle lehû kum ya Ali feinnenî

 

Radîtuke min ba'dî imâmen ve hâdiyen.

 

Ve O'na dedi ki kalk ey Ali

 

Şüphesiz ki ben kendimden sonra imam ve yol gösterici olmana razı oldum.

 

 

Allame Eminî bu şiiri Ehl-i Sünnet'in 12 ve Şia'nın 26 kaynağından nakletmiştir[30].

 

Kays b. Sa'd b. Ubade de şöyle inşâd etmiştir:

 

 

Ve Aliyyun imâmunâ ve imâm

 

Lisevânâ etî bihi't-tenzîl.

 

Yevme kâle Nebiyyu men kuntu mevlâhu

 

Fehâzâ mevlâhu hatebun celil!

 

Ve Ali imamımızdır ve bizim dışımızdakilerin imamı

 

Ve bu Kur'ânda gelmiştir.

 

O gün Nebi “Ben kimin mevlâsı isem bu da onun mevlâsıdır” buyurdu

 

Ve bu ne büyük bir haberdir!

 

 

Allame Eminî bunu 12 kaynaktan nakletmektedir[31].

 

Amr As ise hadiseyi şöyle şiirleştirmiştir:

 

 

 

Ve kâle femen kuntu mevlâ lehû

 

Feheza lehul yevm nime'l-velî

 

Peygamber dedi ki “Ben kimin mevlâsı isem”

 

İşte bu da bugün onun mevlâsıdır! Ne güzel velidir!”

 

 

Bu şiirleri de Allame Eminî Ehl-i Sünnet ve Şia'nın 8 kaynağından nakletmiştir[32].

 

Allame Eminî el-Ğadir kitabında bunlara ilaveten Gadir Hadisindeki “mevlâ” kelimesinden imamet ve velayet manasını anlayan Arap şair ve ediplerin sözlerini nakletmektedir[33].

 

Mevlâ İmam Ali'nin (a.s.) kendisi Muaviye'ye yolladığı mektubunda bu manayı doğruluyor ve orada şöyle diyor:

 

 

Ve evcebe lî vilâyetehu aleykum

 

Rasulullâhi yevme Ğadiri Hum.

 

Gadir-i Hum gününde Resulullah

 

Benim vilayetimi üzerinize farz kıldı.

 

 

Allame Eminî bu şiiri Şia'nın 11, Ehl-i Sünnet'in de 26 kaynağından aktarmaktadır[34].

 

Ve aynı şekilde hadisten bu anlamın çıkarılmasının gerektiğinin en iyi delillerinden biri Resulullah'ın (s.a.a.) Gadir'deki hutbesinden sonra Ebu Bekir ve Ömer'in ellerini Ali'nin (a.s.) elleri üstüne koymaları ve O'nu bu veya buna yakın lafızlarla tebrik etmeleridir: Behhin behhi leke yebne Ebî Tâlib, asbahte mevlâye ve mevlâ kulli muminin ve muminetin.” (Tebrikler ey Ebû Tâlib'in oğlu! Benim ve tüm mümin erkek ve kadınların mevlâsı oldun!)

 

Allame Eminî, Ebu Bekir ve Ömer'in bu tebriğini 60 Ehl-i Sünnet kaynağından (ezcümle: Müsnedu Ahmed, Tarihu'l-Umem ve'l-Mulûk -Taberî Tarihi-, Tarihu Bağdat -Hatîb el-Bağdâdî-, Musannefu Ebî Şeybe) nakletmiştir[35].

 

Gerçekten, Hz. Peygamber “Ali sizin mevlânızdır” derken O'nun tüm müminlerin yardımcı ya da mahbubu olduğunu kastetseydi böyle bir tebriğe gerek olur muydu? Bu mananın diğer şahitlerinden biri de Gadir sahnesinde hazır olanlardan Haris b. Numan Fihrî'nin “Eğer bu gerçekse Allah'ım bana gökten azap yolla!” diye dua etmesidir.  

 

Allame Eminî bu olayı Ehl-i Sünnet'in 30 kaynağından (ezcümle: el-Keşf ve'l-Beyân, Duâtu'l-Hudâh, Ahkâmu'l-Kur'ân) nakletmiştir[36].

 

Gadir Hadisinin anlamı sadece “yardımcı” veya “mahbup” olsaydı Haris ve benzerlerinin bu denli öfkelenmelerine gerek kalır mıydı? Müminleri muhabbete davet eden pek çok ayet ve rivayetin yanında Emirülmüminin İmam Ali (a.s.) ve diğer sahabe hakkında da pek çok rivayet vardı. Bunlar niçin benzer bir öfkeye yol açmamıştı?

 

Bu anlamı destekleyen diğer tanıklardan biri de Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) insanların Gadir Hadisini kabulü için ortamı uygun görmediğinden bunun beyanından çekindiği ve bu nedenle de ayet nazil olduğunu gösteren pek çok rivayetin mevcudiyetidir. Acaba münafıkların işine gelmeyen İmam Ali'nin (a.s.) mahbubiyet ve yardımcılığının açıklanması mıydı ve Hz. Peygamber (s.a.a.) de bu durum insanlar tarafından kabul edilmeyeceğinden mi bu denli endişe ediyordu? Çok açıktır ki Ali'nin (a.s.) sevilmesi gerektiğinin ve müminlerin yardımcısı olduğunun açıklanmasının Hz. Peygamber'i endişelendirecek bir tepki doğuracağını düşünmek ihtimal dahilinde değildir. Dolayısıyla, Gadir Hadisiyle “yardımcı” ya da “mahbup” anlamının kastedilme ihtimalinin dışarıda bırakılması durumunda geriye doğru şık olarak “evveliyet” manası kalmaktadır.

 

Allame Eminî “Allah seni insanlardan korur” (Maide, 67) ayetinin Gadir hadisesi hakkında nazil oluşu ve Hz. Peygamber'in bu konunun açıklanmasındaki endişesine değinen 30 Ehl-i Sünnet kaynağının ismini vermektedir[37].

 

Allah Resulü'nün bu hadisin beyanındaki endişesini gösteren rivayetlere gelince, Emirülmüminin'in (a.s.) Osman'ın hilafeti dönemindeki münaşede ve ihticâcı Hamevînî tarafından Ferâidü's-Simtayn'da nakledilmiştir[38]. Ve ayrıca Allame Eminî de bunu Suyûtî'nin Tarihu'l-Hulefâ'sından, Bedahşî'nin Nezlü'l-Ebrâr'ı ve Hafız Haskânî'nin Şevâhidu't-Tenzil'inden, Hafız b. Merduveyh ve başkalarından nakletmektedir[39].

 

Bu endişenin Hz. Resulullah (s.a.a.) için hâşâ eksiklik olmadığında şüphe yoktur, zira O'nun korkusu kendisi için değil ümmetinin ihtilafı ve münafıklar tarafından fitne ve kargaşa çıkarılması cihetindendi. Yüce Allah Hz. Musa (a.s.) hakkında “Bunun üzerine Mûsâ, içinde bir korku hissetti.” (Taha, 67) buyurmaktadır.

 

Tüm bu bahsedilenlere ek olarak Allame Mir Hamid Hüseyin, Gadir Hadisini farklı tariklerden de naklediyor ki bunlarda “Men kuntu mevlâhu” cümlesi yerine başka ibareler bulunmaktadır. Bunlar, râvîlerin Resulullah'ın (s.a.a.) bu ifadelerinden neyi anladıklarını çok iyi göstermekte ve muhalifler için “evlâ” anlamını kabul etmekten başka yol bırakmamaktadır. Bu nakillerde Gadir Hadisi şu şekilde gelmiştir: “Men kuntu evlâ bihi min nefsihi fe-Aliyyun veliyyuhu.” (Ben kime kendi nefsinden evlâysam Ali de onun velisidir.)[40] Hamevînî'nin Ferâidu's-Simtayn'ındaki nakillerinden birinde de “Men kuntu evlâ bihi min nefsihi ve Aliyyun evlâ bihi min nefsih” diye geçmekte ve şöyle devam etmektedir: Ardından da Allah şöyle buyurdu: “Bugün size dininizi tamamladım.”[41]

 

Şimdi Gadir Hadisi hakkında dillendirilen bazı dilbilimsel iddialara göz atarak Arapçada “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamında kullanılıp kullanılmadığına bakalım ve onların hiçkimsenin bu kullanımı doğru bulmadığı şeklindeki görüşlerinin sıhhatini inceleyelim. Bu eleştirinin temelsizliği o kadar açıktır ki Çelebi, Mevâkıf'a yazdığı haşiyenin bu kısmında Kadı İzzeddin Îcî'nin sözüne geldiğinde şöyle yazıyor: 

 

Bu eleştiriye şöyle cevap verilmiştir: “Mevlâ”, “mütevelli”, “emir sahibi ve tasarrufta evlâ olan” anlamları Arapçada yaygındır ve Arap lugatının imamlarından nakledilmiştir. Ebu Ubeyde şöyle demiştir: “Huve mevlâkum ey evlâ bikum.” Ve Hz. Peygamber buyurmuştur: “Mevlâsının izni olmadan evlenen kadın…”. “Mevlâ”nın “evlâ” anlamında oluşunun manası “mevlâ”nın “evlâ” sıfatı anlamına gelen bir isim olduğudur, yoksa “mevlâ” kelimesinin sıfat olduğu değil. Dolayısıyla da, “mevlâ” “evlâ” anlamına geliyorsa niçin “evlâ” yerinde kullanılamadığı itirazı doğru olmayacaktır.[42]

 

Allame Mir Hamid Hüseyin Abekât kitabının bir cildini tamamen ve başka bir diğerini de kısmi olarak “mevlâ” kelimesininin “evlâ” anlamında kullanılışını doğru bilen kişilerin sözlerine ve açıklanmasına hasretmiştir.[43]

 

Allame Eminî Arap edebiyatının öncüsü sayılan pek çok kişiden bu noktayı itiraflarını nakletmiştir; ezcümle: Ferra, Sicistânî, Cevherî, Kurtubî, İbn Esir.[44]

 

Başka hadislerde de “mevlâ”, “evlâ” anlamında gelmiştir. Lugat âlimlerinin çokça atıf yaptıkları bu rivayetlerden biri de Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şu buyruğudur: “Eyyuhâ imreetun nukihat bi-ğayri izni mevlâhâ fenikâhuhâ bâtılun.” (Mevlâsının izni olmadan nikahlanan kadının nikahı batıldır.)[45]

 

Allame Eminî “mevlâ” kelimesi için zikredilen 27 anlamı inceledikten sonra bunların tamamını “evlâ”ya döndürmüş ve hepsinde “evveliyet” cihetinin yer aldığını ve “mevlâ” kelimesinin tamamına itlak edildiğini iddia etmiştir. Ve “mevlâ” kelimesi zihne “evlâ” anlamını getirdiği için Müslim de Sahih'inde Hz. Peygamber'den (s.a.a.) şöyle rivayet etmiştir:

 

“Köle, sahibine mevlâ demesin, zira mevlâ Allah'tır.”[46]

 

Bu konunun daha da aydınlanması için Mısır Ezher Üniversitesi'nin şeyhi Selim Bişrî'nin, Seyyid Şerefeddin'in Gadir Hadisindeki “mevlâ”nın “evlâ” anlamına geldiğini gösteren istidlallerinden sonra söylediklerine bakalım:

 

Ben hadisin sizin dediğiniz anlama (evlâ) delalet ettiğine eminim.[47]

 

Bu noktada şu da hatırlatılmalıdır ki İbn Hacer ve bazı başka kişilerin iddia ettiği ve Gadir rivayetini ona hamlettikleri gibi Arap dilinde “mevlâ” hiçbir yerde “mahbup” anlamına gelmemektedir. Allame Mir Hamid Hüseyin'in yazdığı gibi:

 

Aşağıdaki lugat kaynaklarının hiçbirinde mahbup mevlânın anlamları arasında gösterilmemiştir: Sıhahu'l-Luğa, Kamusu'l-Luğa, Fâik, Mecmeü'l-Bihâr, Tâcü'l-Mesâdir, Müfredâtü'l-Kurân, Esâsü'l-Belağa, el-Muğreb, Misbâhu'l-Munir.[48]

 

Bu bölümün sonunda İbn Hacer'in kendi sözlerinin bir bölümüne yer veriyoruz. O, “mevlâ” kelimesinin “evlâ” anlamına gelişine şiddetle muhalif ise de birkaç satır sonra kendi sözlerini unutuyor ve “Ebu Bekir ve Ömer, Gadir Hadisinden aynı evlâ manasını anlamışlar” diyor. İbn Hacer şöyle yazmaktadır:

 

Gadir Hadisinden muradın “evlâ” anlamı olduğunu kabul etsek bile “evlâ”dan kastın imamet olmadığını söylemek zorundayız. “Evlâ” itaat anlamındadır ve doğru anlam budur. Zira Ebu Bekir ve Ömer bu manayı anlamış (itaatte evlâ olmak) ve bu nedenle de “Ey Ebu Talib'in oğlu, tüm mümin erkek ve kadınların mevlâsı oldun” (Emseyte yebne Ebi Talib mevlâ külli mümin ve müminetin.) demiştir.[49]

 

Aynı şekilde Mir Hamid Hüseyin'in nakline göre, Şehabeddin Ahmed b. Abdülkadir Şafiî, Zehiretü'l-Meâl kitabında aynı şeyi iddia etmiş ve “Murad velayettir, yardım edici arkadaş ya da ittibada ve yakınlıkta evlâ olmadır ve Ömer'in hadisten anladığı da ‘Ey Ebu Talib! Sana mübarek olsun…' dediğine göre budur” demiştir.[50]

 

 

4. Dördüncü problem, Şia'nın Emirülmümin Ali'nin (a.s.) hilafetini delillendirmek için kullandıkları şahitlerinden birini inkâr etmeleridir. Bu da Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hadisin başında “Elestu evlâ bikum min enfisukum; acaba ben size kendinizden daha evlâ değil miyim?” diye sorması ve ardından da “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” diye buyurmasıdır.

 

Bazı Ehl-i Sünnet uleması hadisin başındaki bu cümleleri reddetmiştir. Mesela Kadı İzzeddin Îcî şöyle yazar:

 

Bu hadisin sahih olduğunu kabul etmemiz durumunda râvîlerin hadisin ilk kısmını nakletmediklerini söylemek zorundayız. Öyleyse bu cümleleri (elestü evlâ bikum) Gadir hadisindeki “mevlâ”nın “evlâ” anlamına geldiğini ispat etmede kullanmak mümkün değildir.[51]

 

Bu itirazın cevabında denmelidir ki; rivayetin söz konusu baş kısmı mevcut olmasa bile önceki istidlallerin ışığında “mevlâ” kelimesinden muradın “evlâ” olduğunda şüphe kalmamaktadır. Şimdi bu iddianın tarihsel gerçeklerle ne denli uyumlu olduğuna bir bakalım. Daha önce naklettiğimiz metinde hadisin başlangıç cümlelerinin Ehl-i Sünnet'in muteber kaynaklarında mevcut olduğunu görmüştük.

 

Allame Eminî bu cümleleri Ehl-i Sünnet'in 64 hadis büyüğünden -ezcümle Ahmed b. Hanbel, Taberî, Zehebî, Beyhakî, İbn Mâce, Tirmizî, Taberânî, Nesâî, Hâkim Nişâburî, Darekutnî vs…- nakletmektedir.[52]

 

Allame Mir Hamid Hüseyin de bu itirazı Fahrurrâzî'nin Nihâyetu'l-Ukûl'undan nakletmiş ve cevabında bu hadisin giriş kısmını nakleden pek çok Ehl-i Sünnet kaynağını tanıtmıştır, ezcümle: Ahmed b. Hanbel, İbn Kesir, Nesâî, Semhudî, Kenzü'l-Ummâl'de Hindî, Taberânî, Semânî ve pek çok başka yer.[53]

 

İbn Hacer ise Savâiku'l-Muhrika'da bu itirazın temelsizliğini farkettiğinden ona yer vermemiş ve hadisin başlangıç kısımlarının sahih rivayetlerdeki mevcudiyetini ikrar etmiştir.[54]

 

 

5. Gadir Hadisi karşısında mazaretleri geçersiz olanlardan bir bölümünün bahaneleri de, hadisteki “evlâ” manasını kabul ettikten sonra, tasarruftaki evleviyete itiraz sadedinde “Ali (a.s.) evlâdır fakat kendisine itaat ve yakınlaşmada evlâdır, yoksa hilafetine delil olacak şekilde tasarrufta öncelikli oluşu söz konusu değildir” diyenlerin kavilleridir.

 

Bunlar Kadı Îcî'nin sözleridir.[55] İbn Hacer de bu itirazın beyanının zımnında hadisteki kastın evleviyet olmakla birlikte bunun itaat ve yakınlaşmada olduğunu söylemiştir. Ona göre Ebu Bekir ve Ömer de hadisten bunu anlamıştır ve zaten Hz. Ali'ye (a.s.) “Emseyte yebne Ebî Talib mevlâ kulli müminin ve müminetin” (Ebu Bekir) ve “İnnehu mevlây; şüphesiz O benim mevlâmdır” (Ömer) yöneltilen cümleler aynı anlamdadır.[56]

 

Bu sözün benzerinin daha önce Şehabeddin Ahmed b. Abdülkadir Şafiî'den de nakledildiğinden bahsetmiştik.

 

Bu itirazlara cevap verebilmek için daha önce bazı kaynaklarını gösterdiğimiz rivayetin tamamına baktığımızda durum çok açıklık kazanmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.a.) ilk önce bu topluluğa hitap ederek onlara şöyle sorar: “Ben size kendi nefislerinizden daha evlâ değil miyim?” Topluluğun olumlu cevabı üzerine de “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır!” buyurmuştur. Aslında sözün girişi bir anlamda sonraki cümleler için delillendirme hükmündedir. İlk bölümdeki “evlâ” kelimesi ikinci bölümdeki “mevlâ” kelimesinden farklı olsaydı, sözde bir karışıklık olurdu. Bu durum, tıpkı bir şahsın bir topluluğa hitap edip onlara “Acaba ‘ayn' (altın anlamında) değerli bir maden midir?” dedikten ve muhatapları bunu itiraf ettikten sonra “Öyleyse ‘ayn' (göz manasındaki) madenden yapılmıştır!” demesine benzer.

 

Burada İbn Batrik'in şu güzel sözlerini nakletmek çok yerinde olacaktır:

 

Eğer şöyle denilirse: Acaba benim falan mekândaki filan evimi biliyor musunuz? Ve muhataplar da evi bildiklerini itiraf etseler ve sonrasında da “Evimi vakfettim” dense, bu kişinin pek çok farklı evi olsa bile bu durumda hiç kimse onun bu vakıf sigasının daha önce sözünü ettiği ve dinleyicilerinden itiraf aldığı eve müteallık oluşundan şüphe etmez.

 

Ve yine şöyle sorulsa: Acaba falanca kölemi tanıyor ve onun da benim kölem olduğunu kabul ediyor musunuz? Muhataplarının itirafından sonra hiç vakit geçirmeden “Kölemi azat ettim” dense, her akıllı insan bu özgürleştirme fiilinin bahsi geçen köle hakkında olduğundan şüphe etmeyecektir ve bu fiilin hiç sözü edilmemiş, konu olmamış başka bir köle için gerçekleştiğini söylemek anlamsız kalacaktır.[57]

 

Bu nedenledir ki Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) ikinci cümlesinde kullanılan “evleviyet” ilk cümlede kullanılan “evleviyet”tir ve Allah'ın Resulü (s.a.a.), Allah'ın ve kendisinin müminler üzerinde olduğunu ispat ettiği “evleviyet”in aynısını, İmam Ali (a.s.) için de genişletmiş ve O'nu bu makama atamıştır. İşte bu azim makam, “dinin tamamlanması” olarak tanımlanmış ve O, “Allah'ın Ehl-i Beyt'ime bahşettiği bu yüce makamdan dolayı beni tebrik edin” buyurmuştur. Ardından Ebu Bekir ile Ömer ve sonrasında da oradaki tüm Müslümanlar İmam Ali'yi (a.s.) tebrik etmişlerdir.[58] Hassan b. Sabit bu hadiseyi şiire dökmüş, bazı münafıklar ise bunu reddetmiş ve kendileri için gökten azap istemişlerdir. (Seele sailun bi azabin vâki / Birisi, azabın gelmesini istedi.) (Meâric, 1)

 

Buna ilave olarak, diyelim ki evleviyet itaat ve yaklaşmada olsun, acaba Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafet hadisesinde, Hz. Ali itaat eden miydi yoksa itaat edilen mi? Acaba O'na danışıp görüşünü kendi reylerinin önüne mi geçirdiler yoksa tarihçilerin itiraf ettiği üzere O biat etmekten yüz çevirip kenara mı çekildi ve onların bu davranışlarına rıza göstermedi mi? Bazı tarihçilerin itirafına göreyse O'nu ölümle tehdit edip evini yakmakla bile tehdit ettiler ve ancak Hz. Fâtıma'nın (selâmullâhi aleyhâ) şehadetinden sonra biat etti. 

 

Aslında kâmil itaat mezkur şahsın toplumun hâkimi olması halinde gerçekleşir, aksi durumda itaat edilen konumunda bulunmayacak, istese de istemese de başkalarının emrinde olacaktır. Bu durumda evlâ rivayetini itaat ve yakınlaşma anlamında alsak bile Emirülmüminin Ali'nin (a.s.) fasılasız hilafetine delil olacaktır.

 

 

6. Bir grup insan da şöyle itiraz etmiştir: Gadir Hadisinin tasarrufta evleviyeti (ki anlamı hilafet ve imametle aynıdır) ispatladığını kabul etsek dahi bu durumda da kastın bütün sürecin en sonunda, yani diğer üç halifenin ardından tahakkuk ettiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle, Ali (a.s.) kendisi ile biat edildiğinde halifedir ve kendisiyle üç halifeden sonra biat edildiğine göre bu rivayet Ali'nin (a.s.) diğer üç şahıstan sonraki evleviyetine delalet etmektedir. Bu durum da Hz. Peygamber'den (s.a.a.) sonra üç kişinin halife olması ve nihayetinde İmam Ali'nin velayet makamına gelmesiyle çelişmez. Bu şüpheyi Fahrurrâzî öne atmış ve sonrasında da Kadı İzzeddin Îcî[59], Katip Çelebî[60], İbn Hacer[61] ve Şeyh Selim el-Bişrî[62] gibi şahıslar tekrar etmiştir.

 

Acaba Hz. Peygamber (s.a.a.) pek çok diğer rivayette buyurduğu üzere“Men kuntu mevlâhu fehâzâ Aliyyun mevlâhu ba'dî”[63] demiş olsaydı onlar “Buradaki sonralıktan kasıt diğer üç halifeden sonra anlamındadır” demeyeyecekler miydi? Ya da “Ali fasılasız olarak benim halifemdir” deseydi de yine “Buradaki fasılasızlıktan murad mutlaktır ve ilk üç halifenin hilafeti, kullanım icması delili ile Hz. Peygamber'in (s.a.a.) sözünü tahsis etmektedir” diye itiraz etmeyecek ve bundan kastın “Ali bu üç halife haricinde fasılasız halifedir” mesajı vermek olduğu iddiasında bulunmayacaklar mıydı? Ve Resulullah'ın (s.a.a.) halkın biatı esnasında Ali'nin (a.s.) evleviyet ve hilafetini vurgulamasından kastı 25 yıl sonrası için olsaydı bu İmam Ali (a.s.) için ne tür bir fazilet doğuracak ve tebrik etmeye ne gerek kalacaktı?

 

Acaba tüm o korku ve endişe ve bu rivayetin nakli ve faziletin açıklanmasından duyulan tüm bu mutluluğun hepsi boş ve saçma mıydı ve sadece apaçık ve müsellem bir durumun beyanı için miydi? Ali (a.s.) için hiçbir özel seçkinliği, imtiyazı ispat etmiyor muydu? Gerçekten de bu azim ilahî, dinî ve dünyevî hadiseyi sadece dünyevî bir seçim derecesine indirmemiz nasıl mümkün olabilir? Bir ülke lideri, milletinin tüm fertlerini toplayarak onlara benim ölümüm yakın, aranızdan ayrılacağım ve şimdi şu şahsı hepiniz için kendim sahip olduğum velayet ve hükümdarlığa atıyorum dediğinde, hangi akıllı şahıs onun hilafet ve velayetten kastının tüm serancamın sonunda gerçekleşecek bir durum olduğunu, ondan önce birkaç kişinin yöneticiliği ele almasının ve uzun yıllar boyunca tayin edilen bu kişiyi en küçük resmi makamlardan bile uzak tutmalarının bununla çelişmediğini iddia edebilir? Hilafet, Kur'an-ı Kerim'in nassıyla -“Size dininizi tamamladım” ayetinin nazil olması- dinin tamamlanması ve bunun ilan edilmeyişi tüm ilahî risaletin iblağ edilmemesi ile aynı anlama geliyorsa -“Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun”-, bunun hazirundaki üç kişinin hilafetinden sonraki biri hakkında olması ve Hz. Peygamber'in bu önce gelecek üç kişiye işaret etmemesi -bu meselenin çok büyük ihtilafa yol açacağını ve bu yolda pek çok kanın döküleceğini bilmesine rağmen- nasıl mümkün olabilir?

 

Ebu Bekir ve Ömer, Gadir hadisesinden sonra İmam Ali'yi (a.s.) kendi mevlâları saymış ve O'nu tebrik etmişlerdir. Gadir Hadisinden murad, Ali'nin üç halifenin vefatı sonrasındaki velayeti olsaydı, Ali onların mevlâsı olmazdı, zira onlar O'nun velayet döneminde dünyada değillerdi ki üzerlerinde tasarruf ve velayeti olsun.

 

 

7. Bazılarının dillendirdiği bir diğer itiraz da şu şekildedir: Gadir Hadisi Ali'nin (a.s.) imamet ve hilafetine delalet etseydi Hz. Peygamber (s.a.a.) sağ iken Ali'nin imam olması gerekirdi, zira Gadir Hadisinde “Ali benden sonra mevlânızdır” denmiyor, demek ki Gadir Hadisinden kasıt Hz. Peygamber'in hayatı esnasında da Ali (a.s.) için geçerli ve sabit bir şey idi ve bu da muhabbet, nusret ya da benzer bir anlamdır.

 

Bunun cevabında şu noktaya dikkat edilmelidir; nakledilen şahitler ve delillere dikkat edildiğinde Gadir Hadisinden kastın Hz. Ali'nin velayet ve imameti oluşu anlaşıldığından ve bu sözün hakikati, O'nun hilafetinin Gadir Hadisinin sâdır olmasından sonra başlamasını gerektirmesine rağmen bunun mümkün olmaması yüzünden, genel ve daimi bir kurala başvurmak gerekir. Buna göre hakikatin anlatılması esnasında en yakın mecazlara başvurulur ve Gadir Hadisinde hilafetin Hz. Peygamber döneminde başlaması mümkün olmadığından bu durumda en yakın mecazi manasına hamledilir ve bu da Hz. Peygamber'in rıhletinden sonraki kesintisiz hilafettir.

 

Başka âlimler de şöyle demişlerdir: Aslında Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) hayatı zamanında da Ali'nin (a.s.) hilafeti başlamıştı ve İmam Ali o makama atanmıştı, fakat bunun fiiliyata geçmesinin şartı Allah Resulü'nün (s.a.a.) irtihaliydi. Tıpkı fakihlerin vasiyet babında “Temlikin vasiyet edilmesi zamanında, vasiyette bulunan kişi vasiyi malik kılıyor fakat mülkiyetin fiiliyete geçmesinin şartı vasiyet edenin ölümüdür” demeleri gibi. Siyasi makamlara veliahd tayininde de durum bu şekildedir ve önceki hükümdar kendisinden sonraki hükümdarı kendi hayatı esnasında atar, fakat bunun tahakkuk şartı önceki hükümdarın ölümüdür. Resulullah (s.a.a.) kendi irtihal zamanının yakınlaştığını söyleyerek, Gadir gününde gerçekleşen intisabının kendi vefatı sonrasında İslam ümmetine vazife tayin etmek için olduğunu net bir şekilde aydınlatmıştır.

 

 

8. Bir diğer itiraz da İbn Hacer'in şu sözüdür:

 

Eğer Resulullah'ın Gadir Hadisindeki kastı Hz. Ali'nin hilafet ve imameti idiyse niçin “mevlâ” kelimesi yerine “halife”yi kullanmamıştır? Hz. Peygamber'in “halife” kelimesi yerine “mevlâ”yı kullanması, kastının Ali'nin (a.s.) hilafeti olmadığını gösterir.[64]

 

Bunun cevabında denmelidir ki rivayetleri tevcih edip yersiz tefsirleri ve uydurulan bahaneleri temel alırsak hiçbir ibareyle hiçbir konuyu ispat etmek mümkün olmaz. Acaba Hz. Peygamber (s.a.a.) “mevlâ” kelimesi yerine “halife”yi kullansaydı, Gadir Hadisini bu denli açık olmasına ragmen tevcih edenler “Halifeden kasıt emanetleri ehline ulaştırmak, borçları ödemek vs.dir” demeyecekler miydi? Ya da halifeden murad edilen evet imamettir ama işin en sonunda, yani diğerlerinin hilafete önce gelmesiyle bu durum çelişmez iddiasında bulunmayacaklar mıydı?

 

İşin gerçeği şudur ki Hz. Resulullah (s.a.a.) İmam Ali'nin hilafet ve imametini mümkün olan her dille beyan etmiştir. Üstelik pek çok rivayette Hz. Ali “benim halifem” diye vasfedilmiş değil midir? İbn Hacer ve benzerlerinin bu rivayetlere cevabı nedir?

 

Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) Hz. Ali'yi (a.s.) kendi halifesi olarak vasfettiğine Ehl-i Sünnet kaynaklarından örnek verelim:

 

1. Tarihu'l-Umem ve'l-Mulûk, Hafız İbn Cerir et-Taberî, c. 1, s. 541.

 

2. el-Kâmil, İbn Esir, c. 2, s. 62.

 

3. Kenzü'l-Ummâl, Allame Muttekî Hindî, c. 3, s. 133.

 

4. et-Telhîs, Hafız Zehebî (Hâkim'in Müstedrek'inin haşiyesinde), c. 3, s. 133.

 

Allame Eminî Hz. Resulullah'tan (s.a.a.) gelen rivayetlerde geçen “halifem” lafzını, bunlara ilaveten Ehl-i Sünnet'in pek çok hadis, tefsir ve tarih kitabından (ezcümle: Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i, Salebî'nin Keşfü'l-Beyân'ı, Suyûtî'nin Cemu'l-Cevâmi'si ve Nesâî'nin Hasâis'i) da nakletmiştir.[65]

 

 

9. Diğer bir şüphe de şu şekildedir: Bu rivayet Hz. Ali'nin (a.s.) fasılasız hilafetine delalet ediyorsa, İmam Ali ve ashabı niçin onunla delillendirmede bulunmadılar?

 

İbn Hacer Heytemî şöyle yazıyor:

 

Gadir Hadisi Hz. Ali'nin imametine nasıl nass olabilir? O, Abbas ya da bir başkası bunu kendi lehlerine delil göstermemiştir. Dolayısıyla kendi hilafetine dek bu rivayetlerle istidlalde bulunmaması ve sükutu, azıcık aklı olan herkes için O'nun bu rivayetleri kendi hilafeti için delil saymadığının kanıtıdır.[66]

 

Cevap:

 

Tarihsel kaynaklara şöyle bir göz atmakla bile bu türden itirazların yanlışlığı açığa çıkmaktadır. Allame Eminî, Emirülmüminin Ali'nin (a.s.) Gadir rivayeti ile pek çok kez delil getirdiğini farklı Ehl-i Sünnet kaynaklarına ve büyük tarihçilerine atıfla göstermektedir. (ezcümle: Hârizmî Menâkıb, Hamevînî Ferâidü's-Simtayn, Nesâî Hesâis, İbn Hacer Askalânî el-İsâbe, Hafız Heysemî Mecmau'z-Zevâid, İbn Meğazilî Menâkıb ve Halebî Sîre'si ve pek çok başka yer). Bu ihticâcların bir bölümü Hz. Emir'in (a.s.) hilafetinden önce, bir bölümü de hilafeti esnasında gerçekleşmiştir.[67]

 

Muhammed b. Muhammed el-Cezerî Dimeşkî de Hz. Fâtıma'nın (selâmullâhi aleyhâ) bu hadis-i şerifle delil göstermesini naklediyor.[68]

 

Kunduzî Yenâbîu'l-Mevedde'de İmam Hasan Muctebâ'nın (a.s.) bu hadisle ihticacını nakletmiştir[69]. Aynı şekilde tâbiînin büyüklerinden olan Süleym b. Kays da İmam Hüseyin'in (a.s.) bu hadisle sahabe ve tâbiîn önünde Mina'da delil gösterdiğini nakleder.[70]

 

el-Ğadir kitabında pek çok diğer ihticâcı görmek mümkündür.[71]

 

Emirülmüminin'in (a.s.) üç halife dönemindeki sükutu hakkında açıklamalarda bulunurken bu delil göstermelerin sadece hücceti tamamlama ve hakikati beyan babında olduğu, ispat ve izah için daha fazla ısrar edilmediği açıklığa kavuşacaktır. Bu yazıda Hz. Ali'nin Şii kaynaklarda yer alan farklı yerlerdeki istidlallerinden sarf-ı nazar ettik.

 

 

10. Başka bir soru da şu şekildedir:

 

“Herkesin malumudur ki Emirülmüminin (a.s.) her ne kadar Ebu Bekir'in hilafetinin başlangıcında ona biat etmemişse de -O'nunla birlikte Haşimoğulları da biat etmemişti- bilahare kendi fikirleri ve yol göstermeleriyle bu halifelere yardım etmiştir. Gadir Hadisi ve benzerleri O'nun hilafetine delalet ediyorduysa ve diğerlerinin halifelikleri gasp idiyse niçin onlar aleyhinde kıyam etmemiş ve bu büyük zulüm karşısında boyun eğmiştir?”

 

Bu soru, İbn Hacer Heytemî[72] ve Şeyh Selim Bişrî[73] gibi Sünni âlimlerce dillendirilmiştir. Şeyh Selim el-Bişrî şöyle yazıyor:

 

Biz Ebu Bekir'e biatın meşveret, tefekkür ve tahkik sonucu gerçekleşmediğini inkar etmiyoruz, aniden ve araştırma yapılmaksızın yapılmıştı. Ensar ve liderleri, Haşimoğulları ve Muhacirler arasındaki dostları buna itiraz ettiler fakat en sonunda herkes Ebu Bekir'in hilafetine boyun eğdi ve razı oldular. Böylece Ebu Bekir'in hilafeti üzerinde icma hasıl oldu.[74]

 

Bu itirazın cevabında deriz ki:

 

Evet, Ebu Bekir'e biatın en nihayetinde bazı Müslümanlarca kabul edildiğini inkar ediyor değiliz; her ne kadar suikasta uğrayıncaya dek bunu kabul etmeyen Sad b. Ubade gibilerden müteşekkil bir topluluk mevcut olsa da. Ama şuna bakmalıyız: Acaba bu kabul ediş Ebu Bekir'in hilafetinin hakkaniyetini, delil üzere benimsemek anlamında mıydı yoksa başka bir sırrı mı vardı? Rivayetlere baktığımızda Hz. Peygamber'in (s.a.a.) kendisinden sonra gerçekleşecek bu haksızlığa bizzat işaret ettiğini ve Müslümanlara bu şartlarda İslam'ın aslını korumak için sükut etmelerini tavsiye ettiğini görüyoruz. Ehl-i Beyt'ten (a.s.) gelen rivayetlerde ve Emirülmüminin'in (a.s.) hutbelerinde de bu konuya işaret edilmiştir. Bu nedenle Velayet çizgisindeki Müslümanlar Müseyleme, Secah ve diğer irtidat hareketleri yüzünden İslam'ın aslının tehlikede olduğunu düşünüyorlardı ve bundan dolayı söz konusu sapkınlıklar karşısında gözlerinde diken ve boğazlarında kemik olduğu halde sabrettiler.[75]

 

Hz. Peygamber'den nakledilen bu anlama dönük bazı rivayetler mevcuttur: Müslim Sahih'inde Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu naklediyor:

 

Benden sonra hakkınız yenecek ve hoşunuza gitmeyecek şeyler göreceksiniz. Ashab “O zamana erişeceklere ne emrediyorsunuz?” diye sorduğunda “Sorumlu olduğunuz haktan vazgeçin ve hakkınızı Allah'tan isteyin” buyurdu.[76]

 

 

11. Şimdi sonuncu itiraza geliyoruz ve bize göre en esaslı soru budur. Diğer problemler bundan kaynaklıdır ve bunu tevcih etmek için dillendirilmiştir. Bu itirazın siyasi bir ruhu ve içeriği vardır.

 

Bazı Ehl-i Sünnet âlimleri şöyle demişlerdir:

 

Hz. Peygamber'in tüm sahabeyi Hz. Ali'nin imametine davet etmesi ve onların da buna muhalefet etmeleri nasıl mümkün olabilir? Başka bir ifadeyle tüm nass ve istidlalleri reddetmek için Resulullah'ın (s.a.a.) sahabesinin bununla amel etmediğini görmemiz yeterlidir. Bu rivayet ve nassları kabul edersek (mütevatir olsalar da) mecburen Hz. Resulullah'ın sahabesini ve selef-i salihi hakkı ayaklar altına almakla itham etmek zorunda kalırız ki bu mümkün değildir. Öyleyse nassları terk etmek ve nasslar ve rivayetlerde başka bir şeyin kastedildiğini söylemek zorundayız.

 

Bu mazmunda sözler İbn Hacer'in Savâık'ında[77] geçmektedir. Şeyh Selim el-Bişrî de Mürâceât'ında tam olarak böyle demektedir:

 

Basiret ehli, derin ve sahih düşünce sahipleri sahabeyi Resulullah'a (s.a.a.) muhalefetten münezzeh bilirler, öyleyse bir şahsın imameti hakkında bir nassı duyup da yüz çevirmeleri, ikinci ve üçüncü bir şahsa yönelmeleri mümkün değildir.[78]

 

Başka bir yerde de şöyle yazar:

 

Ben bu hadislerin sizin dediklerinize delalet ettiğine eminim, sahabenin amelinin sıhhatine emin olmamız gerekmeseydi sizin hükmünüze itaat eder ve sözlerinizi kabul ederdim. Fakat selef-i salihe iktida edebilmek için bu rivayetlerin zahirinden el çekmekten başka çaremiz de yoktur.[79]

 

Ayrıca şunları söylüyor:

 

Sahabenin amelini sıhhate hamletmek ve amellerini doğru bilmek ister mütevatir olsun ister olmasın Gadir Hadisini tevil etmemizi gerektirmektedir.[80]

 

Bu itirazı yanıtlamak için öncelikle İbn Ebi'l-Hadid Mutezilî ile Nakib Ebu Cafer Alevî arasında gerçekleşmiş bir diyaloğu nakledecek ve sonrasında ayrıntılı bir cevap vereceğiz:

 

İbn Ebi'l-Hadid şöyle diyor:

 

İmam Emirülüminin'in (a.s.) “Bir grup ona tamahlandılar. Başkaları ise (Biz Peygamber'in Ehl-i Beyt'i) cömertçe ondan vazgeçti” (Nehcü'l-Belağa, 62. Hutbe) cümlesini Ebu Cafer Alevî'nin huzurunda okurken şöyle dedim:

 

“İmam Ali'nin kastı hangi gündür, Resulullah'ın rıhletinden sonra teşkil olan ve Ebu Bekir'e biat edilen Beni Saide Sakifesi mi yoksa Osman'ın seçilmesiyle sonuçlanan hilafet şurası mı?”

 

“Kastı Sakife günüdür” diye cevap verdi.

 

Ona “Gönlüm Resulullah'ın (s.a.a.) sahabesine itaatsizlik ve masiyet nispet etmek ve O'nun açık nassını reddettiler demek istemiyor” dedim.

 

Bana “Evet ama ben de Resulullah'a (s.a.a.) ümmetin imamet meselesinde ihmal ve gevşeklik nispet etmeye, halkı kargaşa içinde başıboş ve öndersiz bırakıp gitti demeye razı değilim. O, kendisi sağ olmasına ve Medine'den çok uzak olmamasına rağmen bir emir tayin etmeden bu şehirden dışarı çıkmıyordu. Peki ölümünden sonra ve ardından gerçekleşecek hadiseleri ıslah imkânı yokken hiçkimseyi tayin etmemiş olması nasıl mümkün olabilir?” dedi.[81]

 

Allame Eminî de el-Ğadir'de bu çok önemli noktaya şu şekilde işaret etmektedir:

 

Hilafet meselesine dahil olan selef hakkında diğerlerin hüsnüzannı Hz. Peygamber'in sarih nass ve rivayetlerini değiştirmelerine yol açtı, fakat bizim Resulullah'a (s.a.a.) duyduğumuz yakinî hüsnüzan bizi ümmeti için zaruri olan bir şeyi asla terketmeyeceği ve bu konuda müsahama göstermeyeceğini söylemek zorunda bırakıyor.[82]

 

Üstelik tarihe baktığımızda da maalesef bazı durumlarda Resulullah'ın (s.a.a.) sahabesinin O'nun açık emirlerine uymadıklarını görmekteyiz. Bunları göstermeden önce Allame Seyyid Şerefüddin'in sahabenin İmamet hakkındaki nassları önemsemeyişi bağlamındaki açıklamalarını sunalım. O şöyle yazıyor:

 

Müslümanlar ibadetle ilgili meselelerde Resulullah'a (s.a.a.) itaat etmekteydiler. Siyasi konularda ise bazen itiraz ediyorlar ve bu türden konularda ibadî meselelerde olduğu gibi itaatin zorunlu olmadığını ve Resulullah'ın sözü hilafında görüş bildirmeye hakları olduğunu zannetiklerini gösteren özürler beyan ediyorlardı. Hilafet macerasında sahabenin bir bölümü halkın Hz. Ali'nin (a.s.) hilafetine razı olmayağını düşünüyordu, zira İslam savaşlarında farklı kabilelerden pek çok kişi O'nun kılıcıyla öldürülmüştü. Öte yandan O'nun şiddetli adaletinden korkuyor ve saf hak ile amel edeceğini biliyorlardı. Pek çok kişi ise O'nun faziletlerini kıskanmaktaydı. Tüm bu noktalar İmam Ali'nin (a.s.) hilafetinin istikrarlı ve devamlı olmayacağını düşünmelerine yol açtı. Ve ümmet ihtilaf etmesin diye -Hz. Peygamber'in (s.a.a.) Ali'yi (a.s.) hilafete naspettiğini bilmelerine rağmen- nasslardan el çektiler ve başkalarına biat ettiler. Elbette bu, Resulullah'ın açık nassları karşısında ictihad etmek idi ve onların bu türden ictihadları çoktu.[83]

 

Şimdi de sahabenin Resulullah'ın (s.a.a.) katî nasslarına muhalefetlerine birkaç örnek verelim:

 

Sahabenin ictihadlarınının ve Hz. Peygamber'in açık emirlerine muhalefetlerinin en önemli örneklerinden biri rıhlet günü “Gelin size bir şey yazayım ki asla sapıtmayın” buyurduğunda Ömer'in “Peygambere ağrısı baskın çıktı”[84] veya başka bir nakle göre “Peygamber hezeyan söylüyor”[85] demesidir.

 

Bu hadisenin ayrıntıları ve aynı şekilde bazı mazaretçi yorumlara verilecek çok güzel ve delilli cevaplar için el-Mürâceât kitabına (s. 240) bakılabilir.

 

Bunun örneklerinden biri de Hudeybiye Barışı macerasıdır. Hz. Peygamber barış imzaladığında üç kez “Kalkın ve ihramdan çıkarak başlarınızı burada tıraş edin!” buyurmuş, fakat oradaki topluluktan hiçbirinin buna kulak vermemesi üzerine Resulullah (s.a.a.) hışımla Ümmü Seleme'nin çadırına gitmiştir. İslam tarihçileri aşağıdaki eserlerinde bu olaya yer vermişlerdir:

 

İbn Kesir el-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 4, s. 170-178,

 

Taberî Tarihu'l-Umemi'l-Mülûk, c. 2, s. 124,

 

İbn Esir el-Kâmil, c. 2, s. 205.

 

Başka bir örnek de Mute tarafına doğru hareket etme emri verilen ordunun başına Üsame b. Zeyd'in getirilmesine sahabenin yaptığı itirazdır. Üstelik Resulullah'ın (s.a.a.) sahabeye Üsame ile gitmelerini tekitle buyurmasına rağmen ordu O'nun vefatına kadar savaş meydanına hareket etmemiştir.[86]

 

Başka örneklerden biri de Huneyn Savaşı ganimetlerinin paylaşılmasında yaptıkları genel itirazdır. Bu hadise el-Bidâye ve'n-Nihâye[87] ve Tarihu'l-Umemi'l-Mülûk'ta[88] kayıtlıdır.

 

Bu olaylar Sünnî alimlerden birinin şu görüşünü kanıtlar niteliktedir:

 

Esasında “sahabenin adaleti” nazariyesi siyasi bir teoridir ve Emevî projesidir. Emevîler kendi İslam karşıtı politikalarını meşru göstermek için bunu üretmiş ve pek çok yerde kullanmışlardır.[89]

 

Öte yandan Gadir sahnesinde hazır olan herkesin Resulullah'ın (s.a.a.) Medine'deki sahabesinden olmadığı gerçeği de malumdur. Sahabe geniş İslam ülkesinin dört bir yanında yaşamaktaydı ve Medine'de en fazla 3-4 bin insan ikamet etmekteydi. Bunların önemli bir bölümü mevâlî muhacirlerdi ve fazla bir siyasi ve toplumsal ağırlıkları yoktu. Fikirlerine önem vermiyor, kendileriyle iştişarede bulunmuyorlardı. Bütün bunlara ilaveten o günün toplumuna hakim olan kabileci sistem siyasi bir fikir sahibi olup ülke yönetimine katılmayı sınırlı sayıda kabile liderine, aksakallıya hasretmişti.

 

Medine'deki sahabeden sonra da sadece bazı kabile liderlerinin söz hakkı vardı ve bunların en seçkinlerinin bir bölümü -Hz. Peygamber'in amcası Abbas, Ali (a.s.), Zübeyr ve diğerleri gibi- biatten uzaklaşmış ve Hz. Ali'nin (a.s.) evine sığınmışlardı. Ayrıca S'ad b. Ubade ve oğlu Kays b. S'ad gibi Ensar büyükleri bu biate ve Hz. Peygamber'in nasslarına yüz çevirmeye olan muhalefetlerini açıkça izhar etmişlerdi.

 

Dolayısıyla Resulullah'ın (s.a.a.) bu mütevatir nassları karşısındaki açık muhalefet kalabalık olmayan bir grubun işiydi. Aniden ve iştişare olmaksızın gerçekleşen (felteh) Ebu Bekir ile biatten sonra halk bir oldu bittiyle yüz yüze gelmişti. Üstelik tam da o gün ortaya, birisi birine biat ettiğinde herkes ona biat etmelidir, aksi takdirde öldürülürler şeklinde bir nazariye atıldı. Bu nedenledir ki Emirülmüminin (a.s.) halka Hz. Peygamber'in mütevatir nasslarını hatırlattığında onlar özür belirterek işin işten geçtiğini ve olmuş bitmiş bir durum karşısında kaldıklarını söylediler.[90]

 

Öte yandan dönemin iletişim imkanlarının sınırlılığı yüzünden Medine'de bulunmayan sahabîlerin Ebu Bekir'e biat edildiğini öğrenmeleri fazla zaman almıştı. Onlar doğal olarak Medine'nin sözünü dinliyorlardı ve kendi kendilerine “Onlar son ana dek Hz. Peygamber'in başında idiler, belki de Resulullah hilafet meselesinde yeni bir şey demiştir” diye düşündüler. Elbette bunlardan bazıları plandan haberdar olduğunda buna karşı çıkmış ve bu yolda can vermiştir (Malik b. Nuveyre).

 

İşte böylece Gadir unutulmuş ve inkâr edilerek tarihin ilginç mevzularından birine dönüşmüştür.

 

 

 

Çeviri: Ozan Kemal Sarıalioğlu

 

 

 

Medya Şafak  

 

 

 

emamat.ir/%D8%A7%D9%85%D8%A7%D9%85%D8%AA-%D9%BE%DA%98%D9%88%D9%87%DB%8C/%D9%85%D9%82%D8%A7%D9%84%D8%A7%D8%AA/item/2834-%D8%A2%D8%B1%D8%A7%D8%A1-%D8%A7%D9%87%D9%84-%D8%B3%D9%86%D8%AA-%D9%BE%DB%8C%D8%B1%D8%A7%D9%85%D9%88%D9%86-%D8%AD%D8%AF%DB%8C%D8%AB-%D8%BA%D8%AF%DB%8C%D8%B1.html

 

 

 

 


[1] Şerhü'l-Mevâkıf, Cürcânî, Mısır, Matbeatü's-Seâde-Kum, Râzî, c. 8, s. 361.

[2] es-Savâiku'l-Muhrika, İbn Hacer Heytemî, Beyrut, Dârü'l-Kutubi'l-İlmîyye, h. 1405, s. 64.

[3] el-Fasl fi'l-Milel ve'l-Ehvâd ve'n-Nihel, İbn Hazm, c. 4, s. 224.

[4] İhkâku'l-Hak, c. 2, s. 423.

[5]el-Ğadir fi'l-Kitâb ve's-Sünne ve'l-Edeb, Allame Eminî, Beyrut, Dâru'l-Kitâbi'l-Arabî, h. 1387, c. 1, s. 320.

[6] A.g.e., c. 1, s. 294.

[7] A.g.e., s. 222.

[8] İhkâku'l-Hak, c. 2, s. 426.

[9] Ehl-i Sünnet'in inancına göre Hz. Peygamber'in katî suretle cennetle müjdelediği on kişi.

[10] el-Ğadir, c. 1, s. 314.

[11] Tehzibü't-Tehzib, İbn Hacer Askalânî, Beyrut, Dârü'l-Kutubi'l-İlmîyye, h. 1415, c. 7, s. 288.

[12] Fethü'l-Bârî, İbn Hacer Askalânî, Dârü'l-İhyâi't-Turâs, h. 1405, c. 7, s. 61.

[13] Yenâbiu'l-Mevedde, Kundûzî, Kâzimîyye, Dârü'l-Kutubi'l-Irakîyye, h. 1385, c. 1, s. 35.

[14] Esmâ'l-Menâkıb fi Tehzibi Esnâ'l-Metâlib, Cezerî Dimeşkî, s. 22.

[15] Sahihu'l-Müslim bi-Şerhi'n-Nevevî, Beyrut, Dârû'l-İhyâi't-Turâs, c. 1, s. 24; el-Müstedrek ale's-Sahiheyn, Beyrut, Dârü'l-Marife, c. 1, s. 3.

[16] el-Ğadir, c. 1, s. 320.

[17] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 64.

[18] A.g.e., s. 188.

[19] A.g.e., s. 64.

[20] Hamase-i Ğadir, s. 35.

[21] Şerhü'l-Mevâkıf, c. 8, s. 361.

[22] A.g.e., a.y.

[23] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 64.

[24] Şerhü'l-Mevâkıf, c. 8, s. 361.

[25] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 65.

[26] Delâilu's-Sadûk, c. 2, s. 83.

[27] Şerhü'l-Mevâkıf, c. 8, s. 361.

[28] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 65.

[29] el-Eğânî, Ebu Ferec İsfehânî, c. 4, s. 143: Tüm Araplar Medine halkının en şair insanlar, onlar arasında da Hassan b. Sabit'in en büyük şair olduğunda ittifak etmiştir.

[30] el-Ğadir, c. 2, s. 34.

[31] A.g.e., s. 67.

[32] A.g.e., s. 114.

[33] el-Ğadir, c. 1, s. 342; 28 kişiyi ve diğer ciltlerde de pek çok farklı şahsı ve şiirlerini örnek veriyor.

[34] A.g.e., c. 2, s. 25.

[35] A.g.e., c. 1, s. 272-283.

[36] A.g.e., s. 246.

[37] A.g.e., c. 1, s. 214.

[38] Ferâidü's-Simtayn, Hamevînî, Beyrut, Müssesetü'l-Mahmudî, h. 1398, c. 1, s. 315.

[39] el-Ğadir, c. 1, s. 52, 217, 218.

[40] Abekâtü'l-Envâr, Mir Hamid Hüseyin Hindî, Kum, İntişarat-i Şeyyidüşşuhedâ, h. 1410, c. 8, s. 226.

[41] Ferâidü's-Simtayn, c. 1, s. 315.

[42] Şerhü'l-Mevâkıf, c. 8, s. 261.

[43] Abekâtü'l-Envâr, 8. cildin tamamı, 9. ciltten 80 sayfa ve diğer farklı yerler.

[44] el-Ğadir, c. 1, s. 361.

[45] en-Nihâye, İbn Esir, Kum, İsmailiyyân, c. 5, s. 228.

[46] el-Ğadir, c. 1, s. 370.

[47] el-Mürâceât, Allame Seyyid Şerefuddin, Kahire, Matbûâtu'n-Necâh, h. 1399, s. 141.

[48] Abekâtü'l-Envâr, c. 10, s. 410.

[49] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 67.

[50] Abekâtü'l-Envâr, c. 8, s. 221.

[51] Şerhü'l-Mevâkıf, c. 8, s. 361.

[52] el-Ğadir, c. 1. s. 371.

[53] Abekâtü'l-Envâr, c. 10, s. 288.

[54] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 65.

[55] Şerhü'l-Mevâkıf, c. 8, s. 362.

[56] A.y., s. 67.

[57] el-Umde, s. 116.

[58] el-Ğadir, c. 1, s. 274 (Şerefu'l-Mustafa, Ebu Said Nişâbûrî ve diğerlerinden naklen).

[59] Şerhü'l-Mevâkıf, c. 8, s. 361.

[60] A.g.e., s. 361'deki dipnot.

[61] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 67.

[62] el-Mürâceât, s. 182.

[63] el-İsâbe, c. 3, s. 641; Ferâidü's-Simtayn, c. 1, s. 315; Hilyetü'l-Evliyâ, c. 1, s. 86; Allame Eminî el-Ğadir'de (c. 1, s. 86) bu rivayeti Tirmizî, Hâkim, Nesâî, İbn Şeybe, Taberî ve diğerlerinden nakletmektedir.

[64] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 69.

[65] el-Ğadir, c. 2, s. 278.

[66] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 69.

[67] el-Ğadir, c. 1, s. 159.

[68] Esmâ'l-Menâkıb fi Tehzîbi Esnâ'l-Metâlib, s. 32.

[69] Yenâbîu'l-Mevedde, s. 482.

[70] Mevsûati Kelimâti'l-İmâmi'l-Hüseyn (aleyhisselâm), s. 370.

[71] el-Ğadir, c. 1, s. 198-213.

[72] es-Savâiku'l-Muhrika, s. 76.

[73] el-Mürâceât, s. 232.

[74] el-Mürâceât, s. 232

[75] Nehcü'l-Belâğa, Hutbetu Şıkşıkiyye.

[76] Sahih-i Müslim, c. 12, s. 232.

77 es-Savâiku'l-Muhrika, s. 68.

78 el-Mürâceât, s. 237.

79  A.y., s. 141.

80  A.y., s. 177.

81 Şerhu Nehci'l-Belâğa, c. 9, s. 248.

82  el-Ğadir, c. 1, s. 401.

83  el-Mürâceât, s. 237.

84 Sahih-i Buharî, c. 4, s. 7, Babu Kavli'l-Merîz…

85  A.y., c. 3, s. 91.

86 Tarihu'l-Umemi'l-Mülûk, İbn Cerir Taberî, Beyrut, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, h. 1408, c. 2, s. 225.

87 el-Bidâye ve'n-Nihâye, İbn Kesir ed-Dimeşkî, c. 4, s. 353.

88 Tarihu'l-Umemi'l-Mülûk, c. 2, s. 122. Daha fazla bilgi için el-Nass ve'l-İctihâd kitabına bakınız.

89 Nezariyyetu Adâleti's-Sahâbe, Ahmed Hüseyin Yakub, Londra, Müessesetü'l-Fecr, tarihsiz, s. 107.

90 el-İmâme ve's-Siyâse, İbn Kuteybe ed-Dîneverî, Mektebetu Mustafâ (s.a.a.), h. 1388, s. 12.