İbrahimi Dinani: Varlıkbilim (Ontoloji / Varlık Felsefesi)

İbrahimi Dinani: Varlıkbilim (Ontoloji / Varlık Felsefesi)
Biz yokluğa dair bir anlayışa sahibiz, yokluğun ne demek olduğunu biliriz. Biliriz ki yokluk olmayan, var olmayan şeydir. Bunu biliriz ancak yokluk mevcut değildir. Gerçekliği yoktur, yokluk nerededir? Yokluğun bulunduğu bir yer yoktur ki… Fakat benim ona dair bir tasavvurum var. (kendisine değil, kavramına; haz.)

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim, selam sevgili izleyiciler ve sevgili dostlar. Takip ettiğiniz üzere konumuz akıl ve aşk çevresindeydi. Muharrem ayı günlerinde akıl ve aşkın ayak izlerini Aşura destanında takip etmeye çalıştık. Bu programda ise başka bir konuya geçiyoruz.

 

Aziz üstadımıza sorumuz şuradan başlıyor: Her fikri ve felsefi sistem, belirli bir bedihi (apaçık) esasa dayalıdır. Büyük filozoflar bu konuda görüş birliği içerisindedir. Felsefi sistemlerinde temel aldıkları bedihi esaslar birbirinden farklıdır. Mesela Molla Sadra, varlık kavramını kendi fikri ve felsefi sisteminin bedihi esası olarak almıştır. Şeyh Sühreverdi nuru, mesela Dekart, “düşünüyorum öyleyse varım” diye özetlenen “cogito”yu, Mevlana da aşkı esas almıştır.

 

Üstat, sonuç olarak sorumuz şu: Bedihi olmanın ölçüsü nedir? Özellikle de varlıkla ilgili olarak… Acaba varlık kavramı her şeyden daha açık ve aydınlık olduğu için mi bedihidir? Yoksa beşer, varlığı idrak etmekten aciz olduğu için mi bedihidir? Yoksa bu işte başka bir sır vardır da akıl ile aşkın kemali sayesinde mi o sır keşfedilmektedir?

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. En temel meselelerden birini burada söz konusu ettiniz. Elbette sizin buyurduğunuz meseleler içerisinde iki soru yer alıyor ve ben bunların her birini açarak konuşmak istiyorum. Bunlardan biri şu şekildedir; felsefi sistem ve ekoller belirli bir esasa dayalıdır. Siz bunu bedihi ifadesiyle dile getirdiniz, elbette bu bir anlamda doğrudur. Diğer soru da “bedihi nedir?” sorusudur.

 

Evet, her felsefi sistem, belirli bir esasa dayanıyor, bunda hiç kuşku yok. Bir felsefi sistem bir esasa dayanmıyorsa o adeta temeli olmayan bir bina gibidir. Dolayısıyla o bina ayakta duramayacaktır. Fikri sistemler de bu şekildedir.

 

Sadrü'l-Müteellihin'in varlık kavramını bedihi olarak kabul ettiği yönündeki ifadenize gelince… Evet, elbette varlık kavramı bedihidir ancak Molla Sadra'nın felsefi sisteminin altyapısı varlık kavramı değil varlığın kendisidir. Varlığın kendisi nasıl bir felsefi sistemin altyapısı olur? Bu başlı başına bir konudur ve bütün mesele de buradadır. Yani varlık kavramı değil, varlığın kendisi. Yani kavram kaydı olmaksızın varlığın kendisi.

 

Acaba Sadrü'l-Müteellihin'in düşüncesinin altyapısı varlık mıdır? Yoksa varlık kavramı mıdır? Tabii ki varlık kavramı değildir. Sizin de buyurduğunuz gibi varlık kavramı bedihi olmakla birlikte Sadrü'l-Müteellihin'in fikri altyapısı varlıktır. Aynı şekilde varlık da bedihidir. Varlığın hem kavramı bedihidir, hem de kendisi bedihidir. Şimdi ikinci sorunuza dönelim: Peki bedahet nedir? Kavramda bedahet nedir? Varlığın kendisinde bedahet nedir? Bu gündeme getirdiğiniz çok temel bir meseledir.

 

Bedihi nedir sorunuzla ilgili olarak öncelikle şunu belirteyim ki bedihi basit olan, bir terkibi olmayan, bir şeyden yapılmış olmayandır. Yani bedihi olan bir şey başka bir şeyden yapılmış değildir. Kendisi asıldır, basittir, zihinde açıktır, anlaşılması için başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Basittir, vasıtasızdır, anlaşılması başka bir şeye dayalı değildir, bizzat kendisi bilinir.

  

İzin verirseniz bu konuyu daha da aydınlatmak için birkaç örnek vereyim, sonra varlığa geçelim. Elbette ben örnek veriyorum bunun varlıkla ilgisi yok, varlıkta bedahetin ne olduğuna daha sonra değiniriz.

 

Bedihi kavramını örnekle anlatabilmek için şu örneği vereyim: Mesela “tümel, tikelden büyüktür” dediğinizi varsayalım. “Tümel, tikelden büyüktür.” Bu bedihi bir kavramdır. Peki bu ne demek? Yani sizin bunu anlamanız için bir başka konuyu anlamanız gerekmiyor. Yalnızca “tümel” ve “tikel”in anlamını bilmeniz yeterlidir.

 

“Tümel, tikelden büyüktür” dediğinizde bu önermede “tümel”i ve “tikel”i kullandınız ve tümel tikelden büyüktür diye bir hüküm verdiniz. Bunları yaparken “tümel”e ve “tikel”e dair bir tasavvurunuzun olması gerekir. Eğer her ikisine dair doğru tasavvurlarınız varsa bedihi olarak (apaçık) tümelin tikelden büyük olduğuna hükmedersiniz, bunun için bir vasıta da gerekmez; çünkü bu çok bedihi bir mefhumdur.

 

O halde kavramın bedahetinin tanımı, o kavramın anlaşılmasının başka bir kavramın anlaşılmasına dayalı olmamasıdır. Yani başka bir şey ona aracılık etmemelidir, o kendi başına bizim zihnimizde açık ve bilinir olmalıdır. İşte bedahetin anlamı budur.

 

Tabii bu önerme için geçerlidir. Yani “tümel tikelden büyüktür” bir önermedir. Ancak tasavvurlar için de aynı şekildedir. İdrakler iki şekildedir: tasavvur ve tasdik… İnsan idraki genel olarak “tasavvurlar” ve “tasdikler” diye ikiye ayrılır. Bu, basit olmakla birlikte en derin meselelerden biridir.

 

Zira günümüz dünyasında tasavvurlar için biraz farklı şeyler söyleniyor, kimileri hepsinin tasdik olduğunu söylüyor. Yeni mantıkçılar, tasavvurların da tasdik olduğunu söylüyorlar. Bu bir bakıma doğrudur; çünkü benim her tasavvurum, ben tasavvur ettiğimi bildiğim için tasdik de olmuş oluyor. Fakat bununla birlikte her tasdik tasavvur edilemez. Her tasavvur bir bakıma tasdiktir ama her tasdik tasavvur edilemez. İdrakin tasdik ve tasavvur diye nasıl taksim edildiği meselesi biraz karmaşık bir konudur.

 

Tasavvurda sizin hükmünüz (yargınız) yoktur. Tasdikte ise sizin hem tasavvurunuz ve hem de hükmünüz vardır. Demin bir örnek verdim: “Tümel, tikelden büyüktür.” Burada “…tür” ifadesini kullanarak bir hüküm veriyorsunuz ve tümelin tikelden büyük olduğuna hükmediyorsunuz. Ama tasavvurda hüküm yoktur; sadece basit bir tasavvurdur, sadece bir şeye ait bir görüntüdür.

 

Her ikisinin de “bedihi”si ve “nazari”si vardır. Hem tasavvurun hem de tasdikin bedihisi ve nazarisi vardır. “Nazari”, “bedihi”nin karşıtıdır ve onu ancak düşünerek kavrayabilirsiniz.

 

Bedihi tasdikin üzerinde düşünmeniz gerekmez, vasıta gerekmez. Mesele tümel tikelden büyüktür dediğinizde sadece tümelin ve tikelin tasavvuru, sizin tümelin tikelden daha büyük olduğuna hükmetmeniz için yeterlidir. Ancak nazari tasdik, üzerinde düşünme veya vasıta gerektirir.

 

Mesela “âlem hadistir” (âlem sonradan var olmuştur) ifadesi bir tasdiktir ama bedihi değildir. Üzerinde düşünmeniz gerekir. Niçin hadistir? Çünkü âlem “mütegayyir”dir (değişken) ve her mütegayyir olan ortaya çıkar ve ortaya çıkan her şey ise hadistir. Yani bunu anlamak için vasıta gerekir.

 

O halde bizim idraklerimiz öncelikle tasdik ve tasavvur diye ikiye ayrılır. Bu taksim aklidir ve önemlidir. Tasavvurlarımızın hangi bölümü oluşturduğuna, tasdiklerimizin hangi bölümü oluşturduğuna dikkat etmemiz gerekiyor.

 

Tasavvurlarda doğru (sıdk) ve yalan (kizb) yoktur. Doğru ve yalan yahut doğru ve yanlış sadece tasdiklerde vardır. Tasavvurda doğru veya yanlış yoktur, tasavvur sadece tasavvurdur. Mesela Simurg'u tasavvur edin; ama herhangi bir hüküm vermemelisiniz. Eğer “Simurg vardır” derseniz bu yanlış bir hükümdür. Bizim tasavvur etmekte olduğumuz Simurg mevcut değildir.

 

Mesela on başlı veya peri şeklinde bir insan tasavvur ediyorsunuz. Sadece tasavvur edip herhangi bir hüküm vermiyorsanız bunda ne doğru vardır ne yanlış. Ama eğer buna bir hüküm verilirse, mesela vardır veya yoktur denirse veya şu sıfata sahiptir veya değildir, şöyledir veya böyledir denirse o vakit bu tasdik olur ve tasdikte ise hem yalan vardır hem gerçek, hem yanlış vardır hem doğru. Ancak salt tasavvurda herhangi bir hüküm olmadığı için doğruluk veya yanlışlık söz konusu değildir.

 

O halde buradan şu sonuca varıyoruz: “Doğru” veya “yanlış”, “hata” veya “sevap”, “sıdk” veya “kizb” insanın hükmüne ait bir şeydir. Yani insan eğer hüküm veriyorsa doğrudan veya yanlıştan sorumlu olabilir; ama eğer herhangi bir hüküm vermiyorsanız doğru veya yanlıştan, hata veya sevaptan sorumlu olmazsınız.

 

Laricani: Üstat, “tümel tikelden büyüktür” önermesi ile ilgili olarak öncelikle tümele ve tikele dair bir tasavvurumuzun veya tanımımızın olması gerektiğini buyurdunuz ve ancak ondan sonra tümel tikelden büyüktür diyebileceğimizi söylediniz. Peki bu acaba bedahetin tanımıyla çelişmiyor mu?

 

Üstat Dinani: Hayır bir kimse tümele ve tikele dair bir tasavvura sahip değilse zaten asla “tümel tikelden büyüktür” diye hüküm veremeyecektir. Demin de arz ettiğim gibi salt tasavvur etmek hüküm değildir. Tasavvurun bedaheti, tasavvurla, tasdikin bedaheti de tasdikle ilgilidir.

 

Bunlar iki ayrı âlemdir. Tasavvur âlemi ile tasdik âlemi tam olarak iki ayrı âlemdir, iki ayrı dünyadır. Tasavvur dünyasının içinde hüküm mevcut değildir. Tasdik dünyası ise hükümle kaimdir. Bir dünya için geçerli olan diğer dünya için geçerli değildir. Bununla birlikte birbirleriyle son derece irtibat halindedirler. Dolayısıyla tasavvurun bedaheti ayrı, tasdikin bedaheti ise ayrı bir meseledir.

 

Şimdi zatıâlinizin sorduğunuz ilk soruya geri dönelim. Sadrü'l-Müteellihin varlığın bedahetinden bahsediyor. Evet, onun temel aldığı şey varlıktır ve ontoloji felsefenin esasıdır. Molla Sadra da ontoloji yapıyor. Varlıktan, varlık felsefesinden bahsediyor. Ona göre felsefenin asıl meselesi varlıktır.

 

O, hem varlık kavramını bedihi olarak görüyor hem de varlığın kendisini. Varlık tasavvuru bedihi bir tasavvurdur. Herkesin varlığa, en azından kendi varlığına dair bir tasavvuru vardır. Varlığın ne olduğuna dair bir hüküm vermeksizin herkesin varlıkla ilgili bir tasavvuru vardır.

 

Varlığın birçok taayyünü vardır, birçok meselesi vardır, bunlara dair bir hüküm vermeksizin, zihinsel varlığa, maddi varlığa, soyut ve somut varlığa vs. dair bir tasavvur bulunmaktadır. Varlığın kendisi bir tasavvurdur, evet bu anlamda bedihidir. Herkes başka bir tasavvura ihtiyaç duymaksızın varlığa dair bir tasavvura sahiptir. Yani varlık tasavvuru, her türlü tasavvurdan öncedir.

 

Hace Nasırüddin Tusi'nin bir cümlesini okumuştum. Sadrü'l-Muteellihin de bazı eserlerinde bunu nakletmiştir. Bu çok ilginç bir cümledir, şu an aklıma gelmişken bu cümleyi söyleyeyim. Diyor ki: “El vücudu a'ref min külli tasavvurin ve külli min mutasavverin.” Yani varlık her tasavvurdan ve her mutasavverden (tasavvur edilenden) daha bedihi ve daha bilinen bir şeydir.

 

Varlık tasavvurundan önce başka bir tasavvura sahip olamazsınız. Hiçbir tasavvur, varlık tasavvurunun önüne geçemez. Eğer varlık tasavvuruna sahip olamazsanız, başka hiçbir şeyi tasavvur edemezsiniz. Her tasavvurdan önce varlık tasavvuruna sahip olmanız gerekir. O halde varlık tasavvuru her tasavvurdan öncedir ve aynı zamanda her mutasavverden de öncedir. Bu meseleyi bir başka zaman ele alırız, şimdi zatıâlinizin sorunuza geri dönelim.

 

Varlık tasavvuru elbette bedihidir ama Sadrü'l-Müteellihin, o da bedihi olmakla birlikte varlık kavramından bahsetmiyor. Onun felsefesinin konusu varlık kavramı değil, varlığın aslıdır. Şimdi temel soru şu: Varlığın aslı nedir?

 

Evet varlığı tasavvur etmek mümkündür ve tasavvuru da bedihidir, bunu daha önce de söyledik. Peki ama acaba varlığın aslını tasavvur edebilmek mümkün müdür? Acaba varlık, olduğu şekliyle benim zihnime gelebilir mi?

 

Evet her insan varlık konusunda bir tasavvura sahiptir, bu bedihidir ve de doğrudur. Bunun olmaması imkânsızdır. Ama acaba benim bu tasavvurum varlığın aslının bedenine uyacak bir elbise midir?

 

Şunu açıkça söyleyeyim ki benim zihnimin varlık için diktiği bu elbise, yani benim varlık tasavvurum varlığın o mükemmel ve sonsuz bedeninden çok dar ve kısadır. Ben zihnimde varlığın bedenine uygun gelebilecek bir elbise dikemem. Varlığın bedeni o kadar yücedir ki asla benim zihnimde yer edinemez ve benim zihnim varlığa olduğu şekliyle ve kendi ölçeğinde yer veremez.

 

O halde benim zihnimin varlık tasavvuru bedihi olmakla birlikte, her insan bir varlık tasavvuruna sahip olmakla birlikte ve onun bu tasavvuru bedihi olmakla birlikte bu tasavvur varlığın o yüce ve sonsuz bedenine uygun değildir. İşte burada “tenebbüh” gerekiyor, yani uykudan uyanmamız gerekiyor. Burası, uykudan uyanma makamıdır.

 

Laricani: Üstat izninizle kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

Evet üstat, konu şuraya gelmişti: Her insan, varlıkla ilgili bir tasavvura sahiptir. Ancak bu tasavvur, varlığın sonsuz bedenine uygun bir elbise değildir. Bu şekilde çok güzel bir açıklama yapmış ve büyük muammanın da bu olduğunu söylemiştiniz. Tıpkı Hafız'ın dediği gibi:

 

Çist in sakf-é bolend-é sade-yé bisyar nakş?

Zi'n muamma hiç dânâ der céhan âgâh nist

 

Bu çok süslü ve sade yüksek tavan nedir?

Dünyadaki hiçbir bilgin bu muammayı bilmiyor.

 

Bu muammanın bilgisini siz buyurun üstat.

 

Üstat Dinani: Hafız'ın okuduğunuz şiiri tam yerinde oldu. Hafız gerçekten de her konuyu müthiş ifade ediyor. Evet, her insan varlık konusunda bir tasavvura sahiptir. Fakat bu tasavvur, varlığın yüce endamına uyan bir elbise değildir. Varlık, bizim tasavvur kalıbımıza sığmayacak kadar büyüktür.

 

Aslında varlık hiçbir yere sığmaz, çünkü varlığı kapsayabilecek bir kap yoktur. Her şeyi kapsayan varlıktır. Her şey dediğimiz varlıktır. O halde varlığın karşısında başka bir şey yoktur ki onu kapsasın, içine alabilsin. Çünkü varlığın karşısında bir şey yoktur, varlığın karşıtı yoktur.

 

Varlığa karşıt olarak zihnimizde tasavvur edebileceğimiz tek şey yokluktur. Yokluk da zaten yoktur. Yani eğer varlığa karşıt bir şey tasavvur edecek olursak o şey yokluktur. Yokluk da mevcut değildir. Varlığın karşıtı yokluktur ama yokluk da yoktur. Dolayısıyla varlığın karşıtı yoktur ve varlığı içine alabilecek bir kap da mevcut değildir. Varlık hiçbir şeye sığmaz, varlık yalnızca varlıktır.

 

Hekimlerden birinin tabiriyle bizim varlıkla ilgili tasavvurumuz yoklukla ilgili tasavvurumuz gibidir. Aralarında bir fark yoktur nitekim yokluğun kendisine dair de tasavvura sahip değiliz. Ancak bizim için hem varlığın hem de yokluğun tasavvuru apaçıktır.

 

Biz yokluğa dair bir anlayışa sahibiz, yokluğun ne demek olduğunu biliriz. Biliriz ki yokluk olmayan, var olmayan şeydir. Bunu biliriz ancak yokluk mevcut değildir. Gerçekliği yoktur, yokluk nerededir? Yokluğun bulunduğu bir yer yoktur ki… Fakat benim ona dair bir tasavvurum var. (kendisine değil, kavramına; haz.)

 

Aynı şey varlık için de geçerli. Ben varlık konusunda bir tasavvura sahibim ama varlık nerededir? Tabii ben varlık yoktur demiyorum, varlık var ama benim tasavvuruma sığmaz. Varlığa ulaşacak yolu bulmamız gerekiyor. Varlığın derinine giden yol tasavvur değildir.        

 

Laricani: Varlığın, Allah'ın varlığına nispeti nedir? “Basit hakikat”i mi kastediyorsunuz?

 

Üstat Dinani: Evet, varlık “basit hakikat”tir. Korkmasam “Hak Teâlâ, varlığın ta kendisidir” derim. Hak Tebarek ve Teâlâ, mutlak varlıktır, mutlak varlığın ta kendisidir. İşte bundan dolayıdır ki Hak Teâlâ bizim tasavvurumuza sığmaz.

 

Herkes özellikle de muvahhidler Allah'la doğrudan ilişki halinde olsalar da, Allah'a yönelip O'na aşk duysalar, açık ve gizli olarak dua etseler de hiç kimse Hak Tebarek ve Teâlâ'yı tasavvur edemez. Hak Tebarek ve Teâlâ'ya dair hangi tasvire sahip olursanız olun o tasvir Hak Teâlâ değildir.

 

Ben burada Velayet Makamından ulaşan çok irfani ve bilgelikli bir hadis nakledeyim: “Kullema meyyeztumuhu bi-evhamikum, fi edikka maani fehuve mahlûkun mislikum merdudun ileykum.” “Sizin tasavvurunuza gelen her şey, tasavvur ettiğiniz her şey, tasavvurunuz ne kadar incelikli ve hassas olursa olsun, ne kadar yüksek olursa olsun, o tasavvur Hak değildir. O, sizin zihninizin yarattığı bir şeydir. Sizin zihninizin ürettiği bir şeydir ve o size geri döner.”

 

Hak Teâlâ tasavvura sığmaz. O halde hakikate, Hakk'a giden yol tasavvur yolu değildir; “huzur” (hazır olma) yoludur. “Huzur” yolunun açılması gerekir.

 

Laricani: Mevlana şöyle diyor:

 

Kaş ki hesti zebani daşti

Ta z'hestan perdeha ber daşti

Her çé guyayi dem hesti ez ân

Perdei diger besti bedan

Afet-i idrak ân kal est o hal

Khun be khun şusten muhal est o muhal.

 

Keşke varlığın dili olsaydı

Ta ki böylece var olanların (hakikatini gizleyen) perdeyi kaldırsaydı       

Varlıktan dem vuran her sözünle

Onu bir başka perdeyle kapatmış oldun

O halde idrakin afeti laftır, sözdür

Kanı kanla yıkamak imkânsızdır.

 

Üstat Dinani: Kanı kanla yıkamak imkânsızdır. Evet, yani siz bir önceki tasavvurunuzu düzeltmek için yeni bir tasavvurda bulunuyorsunuz ancak bu gerçekte düzeltmek değil yeni bir perde eklemektir. Siz Mevlana'nın çok güzel bir şiirini örnek verdiniz, tam da bu meseleyi açıklıyor. Evet, siz tasavvur yoluyla bir yere varamazsınız. Sizin tasavvurunuz ancak sizin kadardır.

 

Siz Mevlana'nın şiirini okudunuz, izin verirseniz ben de başka bir şiiri örnek vereyim. Tek bir beyittir ama çok güzel:

 

An çi piş-é to gayr ez ân reh nist

Gayet-é fékr-é tost Allah nist.

 

Ondan başka senin önünde olan

Senin fikrinin nihai noktasıdır, Allah değildir.

 

Yani sizin düşünceniz ne kadar yüce olursa olsun, ulaştığınız nihai düşünce kendi fikrinizin son noktasıdır, Allah değildir. Allah, sizin düşüncenizin, dünyadaki tüm düşünürlerin düşüncesinin son noktasından çok daha yücedir.

  

İşte Sadrü'l-Müteellihin'in sözünün esası da budur. Molla Sadra'nın felsefesinin temeli budur. Diyor ki varlık kavramı bedihidir, varlığın kendisi de bedihidir ama varlığın bedaheti artık kavramın bedaheti değildir. Bu konuyu eserlerinin başında yazmıştır ama çok az kimse buna dikkat ediyor.

 

Hem Esfâr'da hem de Şevâhidü'r-Rububiyye'nin başında söz konusu etmiştir. Demin naklettiğim “El vücudu a'ref min külli tasavvurin ve min külli mutasavverin” cümlesi, Şevâhidü'r-Rububiyye kitabının başlarında geçer.

 

Varlık kavramı bedihidir ve varlık kavramı varlığın kendisi değildir, aynı şekilde varlığın kendisi de bedihidir. Ancak varlık kavramının bedaheti ile varlığın kendisinin bedaheti farklıdır. Varlık kavramının bedaheti, kavramsal bir bedahettir yani bunun anlaşılması başka bir kavrama bağlı değildir. Varlığın bedaheti ise artık kavramsal değildir, siz onu “huzur” ile bulursunuz. Peki onu “huzur” ile nasıl bulurum işte meselenin kilit noktası burasıdır.

 

Ben varlığı huzurla nasıl bulurum? Çünkü kendimi buluyorum. Kendim varlıktan bir parçayım. Ben her şeyden önce kendimi bulurum. Peki, acaba ben her şeyden önce kendimi bulup sonra kendi dışımdakileri mi buluyorum, yoksa önce kendi dışımdakileri bulduktan sonra mı kendimi buluyorum? Bu çok temel bir sorudur. Eğer Sühreverdi konusuna girersek bu meseleyi ele alırız, çünkü o bunu söz konusu etmiştir.

 

Yani acaba idrakimin ilk adımında hatta “huzur”umu bulmada önce kendimden başlayıp diğer şeylere mi ulaşıyorum, yoksa diğer şeylerle başlayıp kendime mi ulaşıyorum? Burası meselenin esasıdır: Ben ve başkası, ben ve benim dışımdakiler… Tüm meseleler buradan başlıyor. Bir ben var, bir de benim dışımdakiler.

 

Benim dışımdakiler, ben olmayan her şey demektir. Benden gayri olan her şey benim dışımdakidir. Bu masa, bu sandalye, bu ışık, gördüğüm veya işittiğim her şey benim dışımdaki şeydir. Bir de ben varım, tabi “ben” nedir konusu da değinilmesi gereken ayrı bir meseledir.

 

Acaba “ben”den başlayıp benim dışımdakilere mi ulaşıyorum, yoksa benim dışımdakilerden başlayıp “ben”e mi ulaşıyorum? “Ben”den gafil olarak ve “ben”e sahip olmaksızın “ben” dışındakilere ulaşmak mümkün müdür? Eğer “ben”e sahip değilsem benim dışımdakilerden başlayabilir miyim? Ben, “ben”e sahip değilim ama benim dışımdakilerden başlıyorum, böyle bir şey olabilir mi?

 

Dekart, “düşünüyorum öyleyse varım” sözüyle düşünceden başlıyor. Yani benim varlığım düşünceyle başlıyor diyor. Peki acaba düşünce mi öncedir yoksa ben mi? Acaba ben mi düşünüyorum, yoksa düşünce mi beni düşündürüyor? O, ben düşünüyorum öyleyse varım diyor. Düşünce mi bana ulaşıyor, yoksa ben mi düşünüyorum? Problem budur: Yani benin dışındakilerden mi başlıyor, yoksa benden mi başlıyor? Ben ile benin dışındakinin ilişkisi nedir? Bu meseleden daha sonra bahsedeceğiz, bu çok ayrıntılı bir konudur.

 

Şimdi Sadrü'l-Müteellihin'e geri dönelim, o bedahetten bahsetmiştir. Sadrü'l-Müteellihin bedahetten bahsederken hem varlık kavramının bedahetinden hem de huzur ile kavranan varlığın kendisinden bahsediyor. Çünkü ben her tasavvurdan önce kendimi bulurum. Ben dille söylemesem bile kendimim, hatta onu düşünceme getirmesem bile kendimim.

 

Acaba ben kendimin kendim olduğumu düşünmesem kendim olmaz mıyım? Acaba ben, benim demesem; ben, ben değil miyim? Tabii ki ben benim. İşte bu söz varlığın anlamının huzur makamındaki bedahetidir. İşte Molla Sadra'nın sözünün esası budur.

 

Ben şunu da ekleyeyim: İslam dünyasında bu meseleyi ilk defa Şeyhü'r-Reis Ebu Ali Sina söz konusu etmiştir. İşin tuhaf tarafı da şu ki maalesef, İbn Sina'nın sözü yaklaşık bin yıl geçmesine rağmen hala özellikle de Batılılar tarafından doğru tefsir edilememiştir. Çünkü onlar İbn Sina'nın sözlerindeki “huzur âlemini” çok da anlayamamıştır. 

 

İbn Sina bu meseleyi nasıl söz konusu etmiştir? “Muallak insan” yani “boşluktaki insan” ifadesi ile... Eğer onun İşârât kitabına bakarsanız o, bu kitapta “muallak insan”dan bahsediyor. Muallak insan ne demektir? Bu sadece bir tasvirdir ve hiçbir şekilde tecrübe edilmesi mümkün değildir. Bu tasvir, tecrübe edilemez. İnsan ona ancak “tenebbüh” ve “uyanma” ile ulaşılabilir. İnsan yalnızca “tenebbüh” ederek bu tecrübe edilmesi mümkün olmayan şeyi farz edilebilir.

 

İbn Sina orada havada, boşlukta bir insan farz ediyor. O hava için “havaun telq” diyor, “telq hava” ne sıcaktır ne de soğuk. Çünkü eğer soğuk olursa üşüme hisseder ve üşüme hissi de dışsaldır. Sıcak olsa sıcaklık hisseder ve sıcaklık da dışsaldır. O, havanın “telq” olduğunu belirterek havanın ne sıcak ne soğuk olduğunu söylüyor, böylece o insanın dışsal bir şey hissetmediğini belirtmek istiyor.

 

Havada boşlukta bulunuyor, yeri hissetmemesi için ayağı yere değmiyor. Bir şeye asılı da değildir, sadece havadadır yer ile gök arasında boşluktadır. Bu hava ne soğuk, ne sıcaktır. Hatta parmakları bile birbirini hissetmemesi için birbirinden ayrıktır. Hiçbir parmağı, bir diğer parmağına dokunmuyor. Boşlukta bulunuyor, bir şeye dokunmuyor, bir şeyi görmüyor ve bir şeyi duymuyor.

 

Bu insanla ilgili olarak İbn Sina'nın sorusu şudur: Acaba dışarıdan hiçbir şeyle en küçük bir teması olmayan, havayı bile hissetmeyen bu insan kendinde midir değil midir? Kendinin farkında mıdır değil midir? Evet kendindedir ve işte “huzur” odur.

 

“Huzur” kavramını açıklamak çok zordur, Sayın Laricani. İnsanlar “huzur”u açıklamaya çalışıyor ancak şunu anlamıyorlar. Siz huzuru açıklamaya başladığınız anda o artık “husul” olur. Çünkü ben size huzuru açıklamaya çalıştığımda onu size tasvir etmeliyim. “Huzur” ise tasavvura geldiği anda artık “huzur” değildir. Tasavvura gelen “huzur” artık “husul”dur.

 

Bunu söylerken tasavvurun eksik ve değersiz olduğunu söylemiyorum. Tasavvur önemlidir; ama “huzur” tasavvura gelmez. İbn Sina bu örneği verirken boş yere örnek vermiyor. Muallak insan, kendine sahiptir ama kendine dair tasavvura sahip değildir zira ortada hiçbir tasvir yoktur. Gözü bir şey görmemiş, kulağı bir şey duymamış, hiçbir şeye dokunmamıştır, hiçbir şeyle irtibatı olmamıştır. “El-insanu'l muallak” mutlak boşluktaki bir insandır.

 

Batılılar bu “muallak insanı” “uçan insan” diye yanlış tercüme etmişlerdir. Onlar muallak insanın uçan insan olduğunu sanmışlar.

 

Laricani: İnsanın kendisine dair “ilm-i huzûrî”si varlığın bedaheti ile aynı şey midir?

 

Üstat Dinani: Varlığın huzurudur, varlıktır.

 

Laricani: O halde şu sonuca varabilir miyiz? Bizim Hak Teâlâ'ya dair “ilm-i huzûrî”miz diğer her şeyin mukaddimesidir.

 

Üstat Dinani: Her şeyin mukaddimesidir. Huzur yoksa hiçbir şey yoktur. “Huzur”un tarifi zor diyeceğim ama zaten huzur tarif edilemez. Huzuru tarif etmeye kalkan biri havanda su döver. Huzur tarif edilebilecek bir şey değildir. Ben de bütün bunları sadece tenebbüh (uyanma) için söylüyorum.

 

İbn Sina'nın kitabının ismine de dikkat edin. İbn Sina kitabının isminin “el-İşârât ve Tenbihât” koymuştur. Bu kitap bir felsefe kitabıdır, istidlale dayalı bir kitaptır. Neden bu kitabına “İşarât ve Tenbihât” diyor? Size demek istiyor ki: Siz tenebbüh etmelisiniz. Çünkü esası “huzur”dur.

 

“Muallak insan”dan başlamıştır. Muallak insanın esası huzurdur. Ben size söylerim ama siz benim söylediklerimi tasavvur etmekle uğraşmayın. Ya da tasavvur edin, tasavvur da iyidir ama bu tasavvurdan huzura ulaşamazsan, ona artık kendin ulaşmalısın, onu size ben veremem. Siz o perdeleri kaldırmalı ve “husul”den “huzur”a varmalısınız. Eğer “huzur”a gitmişsen “tenebbüh” etmişsin demektir. Kitabın adı “Tenbihât”tır, yani sizi uyandırıyor.

 

Husul âleminde uykudasınız, uyandığınızda huzur âlemindesiniz. Kitabın adındaki diğer şey ise “işaret”tir. Çünkü kitabın bazı yerleri tenbih, bazı yerleri de işarettir, işaret ise istidlaldir. Bu kitabında “işaret” adı altında söz konusu edilen meseleler, daha husûlî ve daha istidlale dayalı şeylerdir. “Tenbih” başlığı altında söz konusu edilen meseleler ise daha çok “huzûrî”dir.

 

İbn Sina'nın kitaplarına seçtiği isimler çok ilginçtir. Diğer büyük kitabının adını “eş-Şifâ” koymuştur. Tıp kitabının adı ise “Kanun”dur. Bedeni tedavi etmek için yazdığı tıp kitabının adı “Kanun”dur. “Şifâ” kitabı ise bir felsefe kitabıdır; hâlbuki zahiren tıp kitabına “Şifâ” felsefe kitabına ise “Kanun” demeliydi. Ama İbn Sina böyle yapmamış felsefe kitabına “Şifâ”, tıp kitabına da “Kanun” adını vermiş.

 

Laricani. Çok teşekkür ederiz üstat, vaktimiz sona erdi. Bir başka programda buluşuncaya kadar hoşça kalın.

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

                       

https://www.youtube.com/watch?v=AtO0WeEDUoo&list=PLnkv67jnIKP1Y3x9THccKgYQSFAVNAZtt&index=2&t=0s