İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (11) (SON)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (11) (SON)
Kendine ulaşınca başkasından kurtulur. Kendi yalnızlığını bulunca da kendi yalnızlığının Hak Teâlâ’nın yalnızlığının bir mazharı olduğunu görür. İnsan Allah’a sahip olduğu zaman artık başka ne isteyebilir? Arifin dediği gibi eğer O’na ait olursan artık her şey senin olur, her şey sana yönelir.

 

İsmail Mansuri Laricani:

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Dün kızgın çehresiyle geldi yine

Hangi acı çeken aşığın yüreğini yaktığını görsün diye

Aşığını öldürme âdeti ve şehri birbirine katma tarzı

Onun endamı için dikilmiş bir elbiseydi.

 

 

Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bildiğiniz gibi geçen programda Hekim Sühreverdi'nin Risale fi- Haleti Tufuliye risalesinden üstadın huzurunda paragraflar okumuş ve kendisinin açıklamalarından istifade etmiştik.

 

Konu şu çerçevedeydi: İnsan kendini kaybediyor, kendini kaybedince de isteklerini de kaybediyor. İsteklerinin doğru istekler mi yalan istekler mi olduğunu bilmiyor. Bu da bizim hayatımızda ne yapacağını bilemez bir hale düşmemize sebep oluyor; özellikle de teknoloji ve çeşitli araçlar tarafından tanımlanan hayat tarzımız içerisinde… İşte bu şartlar altında insan kendini tanımalıdır. Buluğ, yani akıl insanın doğru yolu bulmasının tek yoludur. Bu, önceki bölüme dair kısa bir özetti. Bu bahse yine devam etmek istediğimiz için bunu yeniden özetleme ihtiyacı duyduk.

 

Sayın üstat, Sühreverdi, geçen bölümde okuduğumuz kısımda şöyle bir hikâye anlatmıştı. Servet sahibi bir insan tüm servetini harcayarak herkesin hayranlık duyduğu bir bina yaptı. Ölüm meleği kendisine gelince, adam ona “İzin ver şu binayı tamamlayayım” dedi. Bunun üzerine ölüm meleği de ona “Peki farz edelim ki tamamladın, bu senin ne işine yarayacak?” dedi. Hekim Sühreverdi bu hikâyeden şu sonucu çıkarıyor: O kişi o kadar arzularının ve heveslerinin esiri olmuş ki neyin kendisinin faydasına, neyin ise zararına olduğunu bilmiyor. Burada ise yeni bir bahis açıyor ve diyor ki gerçek hastalar işte bu tür kimselerdir. Onların doktorları da Allah'ın velileri ve hekimlerdir (filozoflar). Sonra da yeni bir örnek veriyor. İzin verirseniz şimdi onu okuyayım, daha sonra sizin açıklamalarınızdan istifade edelim.

 

Diyor ki: “O hasta, içinden diyor ki önce sahraya gidip istemelisin. Sahrada bir böcek var. O böcek gündüz deliğinden çıkmaz, sadece geceleri çıkar. O böceğin öyle bir özelliği var ki nefes verdiği zaman onun ağzından bir ışık çıkar. Adeta taşların arasından ateş parlıyor gibi olur. (Hekim Sühreverdi burada ateş böceğinden bahsediyor.) O böcek sahrada bu şekilde ışık saçarak yiyeceğini bulur. O böceğe “Sen neden sahrada gündüz dolaşmıyorsun?” diye sorduklarında “Benim kendimde ışık var ben neden güneşin minneti altına girip onun ışığıyla dünyayı görecekmişim?” diyor. Zavallı çok dar görüşlüymüş, çünkü kendi içindeki ışığın da güneşten kaynaklandığını bilmiyor. Hasta kalpli o böceği bulduğunda o böceğin ışığıyla böceğin yiyeceğinin hangi otta olduğunu görür. O da aynı özelliğe sahip olmak için o ottan yemeye başlar. Böylece kendi içinde ışık sahibi olmak ister.”

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim, evet Sühreverdi, bu hikâye ile çok önemli bir konuyu gündeme getiriyor. Ateşböceğini misal veriyor. Bu böcek gündüzleri dışarı çıkmıyor. Gece dışarı çıkıyor, parlıyor. Ona “Neden gündüz değil gece dışarı çıkıyorsun?” diye sorduklarında o da, “Buna ihtiyacım yok; çünkü ben kendi ışığıma sahibim. Güneşin minneti altına girmiyorum, kendi ışığıma sahip olduğum için gece çıkıyorum. Gündüz dışarı çıkanlar ışığı olmayanlardır. Işığı olanların güneşe ne ihtiyacı var” diye cevap veriyor. Ancak zavallı ateşböceği bir şeyden gafildir. O da şudur: Eğer güneş olmasaydı o ışığına sahip olamayacaktı. Yani o ışık da aslında kendisinden değil, yine güneştendir. O ışık onun zatından değildir, o ışığı başka bir yerden elde etmiştir.

 

Bu çok güzel bir misaldir, sizin verdiğiniz örnekte de olduğu gibi sonsuza ulaşmaktır. İnsan kendi başına hiçbir şeye sahip değildir. Hak ile olduğu zaman her şeye sahiptir. Maalesef biz kökeni kaybettiğimiz için o esası da unutmuş olduk. Ne yapacağını bilemez bir hale yani şaşkınlığa düştük. Bu şaşkınlık hali bizim çağımızda artmıştır. İnsan bu âleme geldiğinde bir sürü şaşkınlığın içine düşüyor. Arzular, istekler, şehvetler oldukça fazladır; dolayısıyla bu türlü türlü arzular içerisinde şaşkınlığa düşüyor ve ne yapacağımızı bilemez hale geliyoruz. Bu insanın yaratıldığı günden beri olan bir şeydi; ancak günümüzde, teknolojinin ve yeni bilimsel gelişmelerin ortaya çıkmasıyla birlikte insandaki şaşkınlık hali daha da arttı.

 

İzin verirseniz ben insanın bu modern çağdaki gurbetini bir başka şekilde tefsir edeyim. İnsan, kendi aslından çok daha fazla gafil oldu. İnsanın kendi aslı sonsuza ulaşmaktır. İnsanın diğer varlıklar gibi bir varlık olması bir hüner değildir. Örneğin bir aslanı, bir fili düşünün aslan sadece bir yırtıcıdır ölür gider, fil de büyük bir hayvandır ölür gider, o kadar.

 

İnsan, ezeli ve ebedidir, insan ölümsüzdür. Bir başlangıçtan geldi ve o başlangıca geri dönecek. Bütün bir varlık âlemini geçmeli, aşmalıdır. İnsan bunları unuttu ve zevahirle meşgul olmaya başladı. Arttığını söylediğim insanın şaşkınlığıyla ilgili olarak tarihte son dönemde üç olay meydana geldi; şu anda da dördüncüsü meydana geliyor. Bunlar insanın şaşkınlık halinin artmasına neden oldu.

 

Ben daha önceki programda da söylemiştim: İnsanın varlık âlemindeki yeri özeldir. Bu âlemde hiçbir varlık, meleklerden tutun da böceklere varıncaya kadar insanın yerine sahip değildir. Bu bir abartı değil, burada insanı övmeye çalışmıyoruz. Hatta insanı sıradan bir hayvan olarak gören biyologlar bu tür sözlerden rahatsız da oluyor. Onlar, insanın manevi konumunun nasıl olduğunu bilmiyorlar. Günümüz dünyası manadan gafildir. Hâlbuki insanın hayatının manası vardır, varlığının manası vardır ve insanın hayatının ve varlığının manasının bilincinde olması gerekiyor. Hayatının ve varlığının manasını bilmeyen birinin hayatının ne değeri olabilir? Sadece hayvani düzeyde bir değeri olabilir.

 

Konunun daha iyi anlaşılması açısından bir örnek vereyim: Biyologlar, insanın biyolojik evrim içerisinde hayvanlar arasında yer aldığını söylüyor. Her hayvan, her varlık kendi varlığı için sonuna kadar çaba gösterir. Bir sineği kovalarsanız o hayatta kalabilmek için sonuna kadar çaba gösterir. Böcek, sinek, yırtıcı vs. her türlü hayvan hayatını korumak için mümkün olabildiği, elinden geldiği kadar, sonuna kadar çaba gösterir. Çünkü hayatta kalma istiyor. Hayvan, her ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya çalışıyor. Bu ne demektir yani iyi kötü ayırt etmiyor, ne pahasına olursa olsun, hayatta kalabilmek için çaba gösteriyor.

 

Peki insan hayatta kalmak için her ne pahasına olursa olsun çaba gösteriyor mu? Örneğin bir insanın dini tehlikede olursa, haysiyeti, ülkesi, idealleri tehlikede olsa, hayatta kalabilmek için bunları verir mi? İnsanlar bazen ideallerini korumak için ölürler; dinlerini, kimliklerini korumak için ölümü hayata tercih ederler. O mana için ölürler, neye gönül bağladığına bağlı olarak değişen o öngördüğü mana için ölür. Sevdiği için ölür, insanın fedakârlığı vardır. İnsandan başka hiçbir varlığın fedakârlığı yoktur. İnsan kendini feda eder, insan dışında kendini bilinçli olarak başka biri için feda eden bir varlık gösterin. Bazen hayvanların da fedakârlık yaptığını söylerler ben o tür içgüdüsel davranışları kastetmiyorum. Bilinçli bir şekilde fedakârlıktan bahsediyorum. Yani insan sadece nefes almaya devam etmek şeklindeki bir hayatta kalmayı her ne pahasına olursa olsun mu istiyor? Hayır insan her ne pahasına olursa olsun yaşamak istemiyor. Neden, çünkü hayatının manası var. Hayatının manasını kaybetmek istemiyor. Hayatının bir manası var ve o mana var oldukça hayattadır. Eğer o mana ortadan kalkarsa yine de yaşamak ister mi?

 

Hayır istemiyor, manası olmayan bir hayatı istemiyor. İntihar edenler neden intihar ediyorlar; çünkü hayatlarının manasını kaybediyorlar. İnsanın hayatında bir mana olduğuna göre insanın o manayı bilmesi, anlaması gerekir. Tabi burada mana nedir konusu da kendi başına önemlidir. Yani mananın manası nedir, mananın yeri nedir? İnsan neden bir manaya ulaşmak ister vs. bütün bunlar açıklanması çok uzun sürecek konulardır.

 

Bugünün dünyası manayı anlamaya çok da önem vermiyor. Ben bugünkü dünyayı, moderniteyi bir cümle ile özetliyorum. Modern nedir, gelenek nedir vs. konuları üzerinde çok şey söylenmiştir. Ben moderniteyi şu cümle ile özetliyorum. Modernitenin şiarı şudur: “Yarın daima bugünden iyidir.”

 

Peki yarın her zaman bugünden iyi midir? Modernite, yarını her zaman bugünden iyi olarak görüyor; çünkü tekâmülü zamanın geçişiyle bağlantılı görüyor. Peki acaba insan yarın hayatın manasını kaybederse yarın bugünden iyi olabilir mi? Yani tekamülü, doğrusal olarak görüyor, yani zamanın geçişiyle birlikte doğrusal olarak gerçekleşiyor diyor. Peki insan sadece bir zaman çizgisi içinde mi tekamül edip ilerliyor?

 

Bizim hekimlerimiz buna hayır diyorlar. İnsan sadece yatay olarak ilerlemez. Evet, insanın yatay olarak ilerlemesi mümkündür, bunda bir sorun yok; ancak insanın ilerlemesini sadece düz bir çizgi olarak görmüyorlar. Dairesel bir genişleme de söz konusudur; yani doğrusal ilerleme olduğu gibi dairesel bir genişleme de vardır. İnsanın tekâmülü, doğrusal bir çizgi şeklinde mi ilerliyor, yoksa varlığının dairesi mi genişliyor? Bunun ikisinin arasında çok fark var. Bizim hekimlerimiz insan varlığının dairesinin genişlediğini söylüyor.

 

Laricani: Burada şu soru gündeme geliyor. Acaba insan önceden tayin edilmiş bir tekâmül dairesine mi ulaşıyor? Yoksa o daireleri kendisi mi oluşturuyor, daire içinde daire mi oluyor?

 

Üstat Dinani: Şimdi sizin gündeme getirdiğiniz bu konu “cebr ve ihtiyar” meselesiyle sonuçlanır. Elbette Hakk'ın ilmi ile her şey belirlenmiştir; ama insanın kendisi belirlenmiş değildir. İnsana istidat verilmiştir. İnsan bu daireyi genişletme istidadına sahiptir. İlk başta bilfiil değildir, kendini eğitmeli, geliştirmelidir. Yani kendini, varlık alanını genişletmelidir.

 

Laricani: Mevlana “İlim denizi bir nemde gizlenmiştir” diyor.

 

Üstat Dinani: Evet ama bilkuvve olarak. Yani bilkuvve olarak ilim denizi bir nemdedir. Yani ilim denizidir; ancak bir nem içindedir. O deniz nem içinde bilkuvve olarak bulunuyor, bilfiil olarak değil. Bilfiil olarak deniz bir nemde yer alamaz. Ama bilkuvve olarak nem bir deniz olabilir.

 

Laricani: Yani insan bir yaratılış mucizesidir.

 

Üstat Dinani: Tabi ki bir yaratılış mucizesidir.  Ben de bunu söylemek istiyorum. Mevlana sizin okuduğunuz bu şiirinde feleğin yani bugünkü ifadeyle sonsuz galaksilerin insan cevherine nisbetle bir araz olduğunu söylüyor. Bunu söylerken mübalağa yapmıyoruz. İnsanın makamı birkaç sebepten dolayı tanınmamıştır. Neden olduğunu söyleyeyim. Dünyada şimdiye kadar üç olay gerçekleşti ve şu anda da dördüncüsü gerçekleşiyor bunlar sebebiyle insanın gerçekliği gizli kalmıştır.

 

Birinci olay, Kopernik'in keşfidir. Ondan öncesinde dünyayı âlemin merkezi olarak kabul ediyorlardı. Dünyayı âlemin merkezi gördükleri için de insanı da âlemin merkezi olarak görüyorlardı. Kopernik geldi ve dünyanın âlemin merkezi olmadığını, diğer gezegenler gibi sıradan küçük bir gezegen olduğunu gösterdi. Zahir ehli olanlar bundan hareketle eğer dünya merkez değilse insan da merkez değil diye düşündüler. Yanlışları işte buydu. Evet Kopernik'in söylediği doğrudur, dünya merkez falan değildir; ancak yeryüzü âlemin merkezi olmasa da insan merkezdir. İşte okuduğunuz Mevlana şiirinde dendiği gibi: Felek arazdır, insan ise cevherdir.

 

Biz yeryüzünde yaşıyoruz, bu doğru; ancak biz merkez olduğumuz için yeryüzü merkezdir, yeryüzü merkez olduğu için biz merkez değiliz. Ben şunu demek istiyorum: Biz merkez olduğumuz için yeryüzünü de merkez haline getirebiliriz. Yoksa yeryüzü bir gezegenden ibarettir. Kopernik'ten sonra bazıları şu hataya düştüler ve yeryüzü sıradan bir gezegenden başka bir şey değildir o halde insan da hayvandan başka bir şey değildir dediler. Bu, Batı düşüncesine etki yaptı. Dünya merkeziliğini kaybedince, insanın da merkeziliğinin olmadığını düşündüler. Hâlbuki insanın merkeziliğinin, yeryüzünün merkezi olup olmamasıyla bir ilgisi yoktu. Bu, birinci olaydı.

 

İkinci olay, Darwin'in sözüydü. Bir biyolog olan Darwin, bilimsel delillerle insanın hayvanların evrim sürecinde mutasyonla maymunumsu bir varlıktan insana dönüştüğünü söyledi. Bu sözün doğruluğu, yanlışlığı ayrı bir mesele, burası bu bahsin yeri değil. Ben de bu meseleye girecek değilim; ancak ben bu meselenin teması üzerinde durmak istiyorum. Bu meselenin teması “insan, hayvandan öte bir şey değildir” şeklindedir. Yani insanın değeri sadece bir hayvan kadardır veya insan biraz daha gelişmiş bir hayvandan ibarettir.

 

Yani insanın manevi makamı ve konumu ya da tüm âlemden araz, insandan ise cevher olarak bahseden Mevlana'nın şiirindeki konumu, feda ediliyor. İnsan sadece biraz daha gelişmiş bir hayvan olarak kabul ediliyor. Sözün teması budur ve sözün kendisinin ne olup olmadığı bir yana, sözün teması tehlikelidir. Çünkü insanın makamı hayvan düzeyine düşürülüyor. İşte bu da ikinci olaydı ve getirileri iyi olmamıştır.

 

Üçüncü olay ise zaman açısından çok uzak değildir ve çok kötü etkiler bırakmıştır. Bu da Freud'un teorisidir. Freud diyor ki insanın her şeyi bilinçaltıdır. İnsanın onda biri, yüzde biri zahirdir. İnsanın varlığını bir buzdağına benzetiyor. Bu buzdağının yüzde doksan dokuzu denizin altındadır, sadece dağın zirvesi denizin üstündedir. Ona göre insanın her şeyi bilinçaltında geçiyor, sadece yüzde biri, onda biri zahirde görünüyor. Ona göre insan günlük hayatında dahi farkında olmadan hareket ediyor. Bakın insan bilincini ne kadar alçaltıyor. Yani adeta bir hayvan düzeyine, hayvansal içgüdü düzeyinde indirgiyor.

 

Bu teorinin kendisi bir yana -ki kendisi de oldukça iticidir- etkileri çok önemlidir ve çok kötü etkiler bırakmıştır. Bunun etkisi nedir? Etkisi şudur, ona göre biz bilinçsizce iş yapıyoruz. Bilincin bizde çok az rolü var. Yani bizim işlerimizin yüzde doksanı bilincimiz dışında gerçekleşiyor. (Dolayısıyla iyilik ve kötülüğün ölçütü kalmıyor, insan, iradesi dışındaki güçlerin mahkûmu, nesnesi oluyor, özgürlüğünü yitirdiği için de artık insanlıktan çıkıyor; Medya Şafak).

 

Hâlbuki insanın büyüklüğü bilinci sebebiyledir. İnsanın seçkinliği ve tüm kâinatın cevheri oluşu, aklı ve bilinci nedeniyledir. Akıl ve bilinç olmayınca hayvandan ne farkı kalıyor. Hayvanlar da içgüdüleriyle hareket ediyor. Bundan bir farkı yok. Bu, insanı sadece yiyip içen içgüdüsel bir varlık düzeyine indirgiyor. Evet bu da üçüncü hadisedir. Bu üç olayın kendisi her ne olursa olsun sonuçları çok kötü olmuştur. Bugünün dünyasında ve Batı dünyasında ortaya çıktılar ve Doğu dünyasını da etkilediler. (Din, maneviyat, ahlak ve sanatı ekonomik altyapının yansıması olan üst-yapı kurumları addeden Marksizm'i de bu indirgeyici-maddeci ekollere ekleyebiliriz; Medya Şafak)

 

Şu an ise bir başka olay gerçekleşme halindedir. Şimdilerde insanın beynini bir bilgisayara benzetiyor, insanın beyninin bir bilgisayar olduğunu söylüyorlar. Elbette şu an bilgisayarlar karar vermiyor, ben daha önceki programda karar verme konusundan bahsetmiştim. Bilgisayarlar kendilerine verilenleri gösteriyor. Siz bilgisayara veri girmezseniz o da size bir şey vermiyor. İnsan beyni ise kendine verilenleri sadece yansıtmıyor veya taklit etmiyor. Yaratıyor, insan yaratıcıdır.

 

Laricani: Üstat kısa bir ara vermemiz gerekiyor.

 

***

 

Evet Sayın Üstat, Kopernik'ten günümüze kadar modernite ile ilgili dört teoriyi çok güzel bir şekilde açıkladınız. İnsan Kur'an ayetlerine baktığında hiç kimsenin insanı Allah kadar güzel tanımlayamadığını görüyor. Akla şu soru geliyor: Modernite insanı gerçekten tahrip etmedi mi? Hatta teorik anlamda da…

 

Üstat Dinani: Ben de bütünüyle bunu söylemek istiyordum. Evet gerçekten de bu dört olay, insanlığı alçalmaya sürükledi. Bugün bilim ve teknolojideki ilerlemeleri ve bilimin önem ve değerini inkâr etmiyoruz. Fakat şimdiye kadar tanık olduklarımız bize insanın manevi yönünün azaldığını gösteriyor. En sonunda da insan bir bilgisayar düzeyine indirgendi. Freud'a göre içgüdü düzeyine, Darwin'e göre bir hayvan düzeyine düşürüldü.

 

Bizim hekimlerimizin sözlerinden ise şu ortaya çıkıyor: İnsan içgüdüleriyle hareket etmiyor. İnsan bir hayvan değildir ve insan bilgisayarı yapıyor. Bir şeyi yaratan mı üstündür yoksa yaratılan mı? İnsan yaratıcıdır, bilgisayarı da diğer şeyleri de yapandır. Bu da bir yana insanın manevi makamı nereye gitti? Meselenin aslı, kayboldu, mana kayboldu.

 

Bilgisayarlar çok harika ve şaşkınlık verici işler yapıyorlar. Ancak bilgisayar mananın ne olduğunu bilir mi? Bilgisayar, kendisinin bir bilgisayar olduğunu biliyor mu? İnsan onu bir araç olarak kullanıyor; ama kendisi, bir iş yaptığını bilmiyor. Kendini tanımıyor, yalnızca iş yapıyor. Peki mana nedir? Burada asıl mesele mananın kaybolmasıdır. Hayatın manası, anlamı kaybolmuştur. İnsan, hayatında bir mana olduğu için yaşar.

 

Elbette herkes kendi düzeyinde hayatına bir mana verir. Manalar neden farklıdır? İdrakler farklıdır da ondan. İnsanın istekleri farklıdır. Günlük işlerinin esiri olan bir şahsa hayatın manasını sorun size kendi açısından bir anlam söyleyecektir. Ama Allah'ın bir velisine, mesela Beyazid Bestami'ye, Molla Sadra'ya, İbn Arabi'ye, Sühreverdi'nin kendisine hayatın manasını sorarsanız, o size başka bir mana söyler.

 

Bugün mana kaybolmuştur. Bu durum insanın ne yapacağını bilmez halde oluşu, şaşkınlığı ve gurbetiyle ilgilidir. Sühreverdi'nin Kıssatu'l-Gurbeti'l-Ğarbiyye diye bir eseri var. Elbette onun burada bahsettiği “ğarp” coğrafi anlamda değildir. Buradaki “ğarb” insanın varlığındadır. Yani insan garip (yabancı) olmuştur. Hayatın manasına garip olmuştur. İnsan kendi hakikatine yabancılaşmıştır. İnşallah bu eserden de bahsederiz. Şeyh Sühreverdi, 800-900 yıl önce bu meseleye parmak basmış ve Kıssatu'l-Gurbeti'l-Ğarbiyye'yi yazmıştır. Sühreverdi, adeta bugünün diliyle konuşuyor. Yani adeta bizim hangi noktaya varacağımızı biliyordu.

 

Biz bugün büyük ilerlemeler kaydetmiş bulunuyoruz, hayat refahımızın maşallahı var. Bunları inkâr etmiyoruz ve bunlar kötüdür falan da demiyoruz. Ancak bunlar neyin pahasına sağlandı. Yani bu elde ettiklerimizi neyin pahasına elde ettik. Bunların olması çok iyi; ama bunlara karşılık hayatın manasını mı vermeliydik? Kendi varlığımızın manasını ve hayatın cevherini mi kaybetmeliydik? Bir içgüdü düzeyine mi indirgenmeliydik. Kendimizi bir bilgisayar düzeyinde mi görmeliydik? Bunlar bana göre insana zulümdür.

 

Laricani: Hz. Sühreverdi de aynen bunlara değiniyor ve insan “ben niye güneşe minnet edeyim” diyen ateşböceği gibi olmamalı diyor. Yani demek istiyor ki bu güzel gözü kimin yarattığına bak, bu övündüğün işitme organını kimin yarattığına bak, aynanın karşısına geçip hayranlıkla izlediğin o bedenini kimin yarattığına bak. Sizin de buyurduğunuz gibi insan, resimden hareketle ressama ulaşmalıdır, yaratılmış olandan hareketle Yaratıcıya ulaşmalıdır. İnsanın resimdeki güzelliği görüp de ressamını düşünmemesi, insanın düşüşünün en uç noktasıdır. Bununla birlikte Sühreverdi'nin hikâyesindeki kişi hala yanlışında devam ediyor ve ateşböceğinin yediği otlardan yiyip ateşböceği gibi ışıklı olmaya çalışıyor.

 

Üstat Dinani: Tıpkı bugünün yapaylığı gibi… Yani başkaları ne yaptıysa ben de onlar gibi olmak için aynı şeyi yapayım anlayışı… Hâlbuki hayatın manasını kaybettikten sonrası taklitten başka bir şey değildir. Bakın Hekim Sühreverdi, ne kadar güzel anlatıyor. Üstelik bu sadece ameli hikmetle ilgili söyledikleridir. Onun nazari hikmetle ilgili söyledikleri ise bambaşkadır. Sizin seçtiğiniz metin ameli hikmetle ilgili sözleridir.

 

Laricani: Evet Şeyh Sühreverdi, sözlerinin devamında “tabib-i can” diye bahsettiği “Şeyh”e hitaben şöyle diyor: “Şeyhe dedim ki tüm bağlardan kurtulmuş bir kişi var mıdır?” Şeyh dedi ki: “Kişi, işte o kişidir. (Yani gerçek kişi işte bunu yapabilen kişidir.)” Dedim ki “Peki hiçbir şeye sahip olmazsa hayatını ne ile sürdürür?” Şeyh dedi ki: “Böyle düşünen hiçbir şey vermez; ama her şeyi veren de böyle düşünmez.”

 

Üstat Dinani: Bir kimse kendini bağlardan kurtarırsa ve kendi varlığının cevherine ulaşırsa artık ben ne yaparım diye düşünmez. Bundan kaygı duymaz. Eğer varlığının cevherine vakıf olursa Hakk'a ulaşmış olur ve o zaman da artık bu andan veya yarından endişe etmez.

 

Laricani: Şeyh'in sözü şöyle devam ediyor. “Tevekkül âlemi güzel bir âlemdir. Onun zevki herkese ulaşmaz.”

 

Üstat Dinani: Evet, bu zevk gerektirir. Sühreverdi, burada “zevk” kelimesini kullanıyor. “Zevk” tatmak demektir. Bu artık kavram değil, kavram üstü bir şey. Güzelliği tatmak herkesin işi değildir. Güzellik kavramı üzerinde çok durulmuştur. Estetikçiler, sanatçılar “Güzellik nedir? Âlemde güzellik görülebilir mi?” diye birçok tarif yapmıştır. Güzellikle ilgili belki de yüzlerce tarif yapılmıştır ve bu konuda son söz denebilecek bir tanım da yoktur.

 

Ben güzelliğe dair bir tarif görmüştüm ki şimdi bu vesile ile bunu söylemezsem yazık olur. Bizim hekimlerimizden biri güzelliği tarif etmiştir. Diyor ki “Güzellik, insanın tüm varlığının, cismiyle ruhuyla tüm varlığının tahrifsiz bir şekilde zahir olmasıdır.”  Yaratılışta Hak Teâlâ'nın varlığı zahir olmuştur. Dikkatinizi çekerim. Sanatçı, tüm varlığı ile eserinde zahir olan kimsedir. Ama tahrif olmaması gerekiyor, yani bir yerde eksilti veya artırma yapılmışsa artık o güzellik değildir. Eğer tüm varlığı gerçekten ve doğru bir şekilde eserinde zahir olmuşsa, fikri, ruhu, cismi onda zahir olmuşsa sanatçı için o en güzel eserdir.

 

Şimdi bu âlemi yaratan Hak Teâlâ da tüm sıfatlarıyla zahir olmuştur. Öte yandan Hak Teâlâ, tüm sıfatlarıyla insanın varlığında zahir olmuştur. Allah Teâlâ, tüm sıfatlarıyla tahrifsiz olarak nerede zahir olmuştur? İnsan aynasında… O halde insan âlemin en güzel varlığıdır ve insan bu âlemde güzellikleri görebilir.

 

Key refti z'dil ki temenna konem tora

Key budei nehufte ki peyda konem tora

Gaybet ne kerdei ki şevem talib-i huzur

Pinhan ne geştei ki huveyda konem tora

Ba sed hezar cilve borun amedi ki men

Ba sed hezar temaşa konem tora

 

Ne zaman gittin gönülden ki arzulayayım seni

Ne zaman gizlendin ki bulayım seni

Ortadan kaybolmadın ki bulunmanı talep edeyim

Gizlenmedin ki ortaya çıkarayım seni

Yüz binlerce tecelli ile dışarı geldin ki ben

Yüz binlerce kez temaşa edeyim seni.

 

Laricani: Çok güzel bir bahis oldu. Hekim Sühreverdi, gerçek bir hekimdir. Hastalığı belirledi, tedaviye başladı, örnekler verdi ve tevekkül yolunu gösterdi. Siz de geçtiğimiz programda tevekkülü çok güzel bir şekilde açıklamıştınız. Şimdi bunu yeniden tekrarlamak istiyorum. Tevekkül, insanın kendisiyle yalnız kalmasıdır. İnsan kendisiyle yalnız kaldığında talep ettiği her derdin ilacı ona geliyor, Allah onu veriyor.

 

Üstat Dinani: Kendisini bulmadıkça ve kendi yalnızlığını bulmadıkça gerçek bir tevekküle sahip değildir. Çünkü bir başkasına bağlıdır. Kendine ulaşınca başkasından kurtulur. Kendi yalnızlığını bulunca da kendi yalnızlığının Hak Teâlâ'nın yalnızlığının bir mazharı olduğunu görür. İşte bu kendi başına bir tevekküldür, bu kendiliğinden bir tevekküldür. Artık tevekkül için karar almasına gerek yoktur.

 

Laricani: “Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter.”

 

Üstat Dinani: Evet, Allah yeter. İnsan Allah'a sahip olduğu zaman artık başka ne isteyebilir? Arifin dediği gibi eğer O'na ait olursan O'ndan başka hiçbir şeye yönelmezsin, eğer O'nun olursan artık her şey senin olur, her şey sana yönelir. Onunla olmazsan da başkalarına bağlısın. Tevekkül çok önemlidir, ama bu sadece sözde ve şeklen olmaz. Biz lafta “Allah'a tevekkül ettim” deriz; ama kalbimizde bin bir bağlılık bulunur. Bu tevekkül değildir. Ben bazen Allah'a inancı dahi olmayan bazı insanlardan da “tevekkeltu alellah” dediğini duyarım. Bu tevekkül değildir. Gerçek tevekkül başka her şeyle bağını kesip o vahdeti bilmektir. Allah'tan başka her şeyle bağlantıyı kesme gerçekleştiği zaman artık kendiliğinden Allah'la birliktesin.     

 

Laricani: Hekim Molla Sadra da buyuruyor ki “İnsan hayatın iniş çıkışları içinde bazen bir taşa çarpar ve herkesten umudunu kestiği zaman içeriden bir ses ona gel der. İşte o Allah'tır.”

 

Üstat Dinani: İnsan tam yalnızlığa ulaştığı zaman, işte bahsettiğimiz budur. İmam Sadık'ın (a.s.) İbn Ebu'l Avca ile tartışmalarıyla ilgili meşhur bir rivayette tam da bu anlamda bir örnek veriliyor. İbn Ebu'l Avca inkârcıydı ve onu delille ve burhanla ikna etmek mümkün değildi. İmam ona: “Denizde yolculuk yaptın mı?” diye sorunca o “evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine dedi ki: “Bir an düşün ki gemi batıyor ve sen de denizin ortasındasın, yüzme bilmiyorsun ve hiç kimse de yardımına yetişmiyor.”

 

Bir an için düşünün, insan bir denizin ortasındadır, kendisini kurtarabilecek hiç kimse de yok. Böylesi bir durumda insan kendi yalnızlığına ulaşmaz mı? İnsan bu şekilde yalnız kaldığında kime sığınır? Ateist dahi olsa Allah'a sığınır. O sırada yalnız olduğunu anlıyor ve bir sonsuza sığınıyor, işte o Hak Teâlâ'dır. Ben bunu karar alma konusunda açıklamıştım. Kimileri ancak denizde boğulacağı zaman yalnızlığına varabiliyor. Fakat insan eğer bilinçli olursa günlük hayatında da, karar alacağı zamanki son noktada kendisinin karar aldığını bilerek yalnızlığına ulaşıyor. Bu hal de denizde boğulmak üzere olan kişinin haliyle aynıdır.

 

Laricani: Evet insan ancak bu halde ariflerin uzlet ve yalnızlık dediği hali anlayabiliyor. Şeyh Sühreverdi, burada başka bir örnek de veriyor onu okumaya zamanımız yeterli değil. Ancak özetle şöyle diyor: Birkaç tüccar bir gemiye inciler ve mücevherler yükledi. Gemi aniden fırtınaya yakalandı. Çiftçiler dediler ki gemide ne kadar yük varsa hepsini denize atın ki gemi hafiflesin. Tüccarlar da böyle yaptılar, canları tehlikede olduğu için tüm mücevherlerini denize döktüler. Bu şekilde kurtuldular ve kıyıya çıktıklarında artık o mücevherlerin bahsini bile etmediler. Yani bir anda tüm bağı kopardılar.

 

Üstat Dinani: Yani onları dökünce artık tertemiz oldular. Eğer o olay başlarına gelmeseydi, dünya bağlarını kesmeleri söz konusu olmayacaktı.

 

Laricani: Aslında gündelik hayatımızda da bu tür olaylar oluyor. Evet üstat çok güzel bir bahis oldu; ama maalesef programımızın süresi bize daha fazlası için izin vermiyor. Başka bir programda yeniden birlikte olmak dileğiyle üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net                                    

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=sKfWL3gk49w