İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (4)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (4)
Kıyısı olmayan denize benzetiyor. Kıyı o kalıplardır. Öyle bir yere varıyor ki orada kalıplar bitmiştir. Büyük ariflerin bahsettiği şuhûd işte budur, yoksa ben cin ve peri gördüm demiyorlar. Akıl, adım adım ilerliyor ve kalıpların bittiği bir yere varıyor, ama bunu yapan da yine akıldır.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri. Bildiğiniz gibi birkaç programdır Hekim Molla Sadra'nın felsefefesi ve düşünceleri ile ilgili olarak aziz üstadımız İbrahimi Dinani'den dersler alıyoruz.

 

Önceki programda biz, varlığı hangi dille tanımlayabileceğimizi konuşmuş ve şu sonuca varmıştık: Varlığın dili varlığın kendisidir ve bir anlamda bizim dilimizin mahiyeti varlıksal-vücudî bir mahiyete sahiptir. Yani bu sadece felsefede söz konusu edilen bir şey değil, bizim hayatımızla da iç içe geçmiş bir şeydir.

 

Eğer iyi dikkat edersek bizim her bir nefesimiz marifet defterinden bir sayfadır. Üstat, bugünkü programda da biraz hikmet ve irfanın muammalı meselelerinden biri olan ‘enaniyet' ve ‘inniyet' meselesinden söz açmak istiyorum.

 

Biz bir önceki programda ‘inniyet-i vücud' yani varlığın hakikati tenebbuh (uyanış) etmeyi gerektirir, tenebbuh için de insanın her türlü kaydı hatta kendi kaydını bile bir kenara bırakması o “ıtlak” ile tenebbuh etmesi gerekir demiştik.

   

Peki bu durumda şu soru gündeme geliyor: Allah'ı bulmak istiyorsak ama Allah'ı bulmanın şartı da kendimizi bırakmamızsa, peki ben kendimi bıraktığımda ve     ‘fani' kıldığımda Allah'a neyle ulaşırım? Burada bir paradoks olduğu hissedilmiyor mu?

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Evet zahiren paradoks var gibi ama gerçekte paradoks yok. İnsanın her zaman bir ‘kendi'si yoktur. İnsanın her lahza bir ‘kendi'si vardır. Bunu söyleyince yine Mevlana'nın sözüne geldik. Mevlana Molla Sadra'dan çok önce bakın ne demişti:

 

Zin du hezaran men u ma ey eceba men çi menem (Bu binlerce ben ve biz içinde acaba ben hangi benim?)

 

Bakın şimdi ben, yani şu an sandalyede oturmuş sizinle konuşan ben, bir ‘ben'im. Bu sandalyeye oturmadan önce başka bir ‘ben'dim. Bu sandalyeden kalktıktan sonra başka bir ‘ben', her konuştuğum kelimede başka bir ‘ben' söz konusudur. Bu sandalyeye oturmadan önceki ‘ben' ile bu sandalyede oturan ‘ben' farklıdır. Şu anki ‘ben' ile daha sonraki ‘ben' farklıdır.

 

Elbette bir istikrar var, bir hüviyet var, insan sonuç itibariyle bir hüviyete sahiptir. Ama geçen her lahzada ‘ben'ler değişir. Bu bir farktır ve bu iyi bir şeydir, bunda bir sorun da yoktur.  Ama bazen tehlike de söz konusu olur. İnsan gerçek bir ‘ben'e sahiptir. O, olduğu şeydir. Ben gerçeklik olarak olduğum şeyim. Ama bir diğer ‘ben' ise, olmak istediğim şeydir.

 

Ben bir an için olduğum şeyim, başka bir zaman ise kendimi olmak istediğim ama henüz olmadığım şeyin kalıbına sokuyorum. Bir şeyleri istiyorum, kendimi o olmak istediğim şeylerin kalıbına sokuyorum. Bazen ise gerçekte olduğum şekildeyim. Kendimi olmak istediğim şeylerin kalıbına soktuğumda o ‘ben' sahte bir ‘ben' oluyor. O, gerçek ‘ben' değildir. İşte bu tehlikelidir.

 

Şahısların çoğu işte bu enaniyetlerin yani bencilliklerin esiridir ve kendini olmadığı şekilde gösterir. Kendini olmak istediği şekilde gösterir. Şahıslar çoğu zaman oldukları şekilde değil, olmak istedikleri şekilde görünmeye çalışır. Bu yüzden Batılı filozoflardan biri insanın daima maskeli olduğunu söyler. Yani gerçek yüzünü gizler, kendini olmak istediği gibi göstermeye çalışır.

 

Bizim şahıs ya da şahsiyet kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı ‘person'dur. İlginçtir ki bu şahıs anlamına gelen bu person kelimesinin gerçek anlamı perde veya nikaptır (peçe), maskedir. Yani insan hep maskeyle dolaşır, olmak istediği gibi görünmeye çalışır. Gerçek kendisini göstermez, işte bu enaniyettir ve tehlikelidir. Bunun tehlikelerinden biri de insanın kendi gerçekliğini kabul etmemesi, beğenmemesi gerçekte olduğu gibi olmak istememesidir.

 

Fakat o gerçek ‘ben' daha önceki programda da arz ettiğim gibi her zaman mukayyettir. Siz doğru söylediniz, insan her zaman mukayyettir. Ama dikkat ederseniz ben size şu felsefi ve akli ilkeden bahsettim: ‘Mutlak' olmaksızın hiçbir ‘mukayyet'in anlamı yoktur. İnsan eğer ‘mutlak' ve ‘mukayyet'i iyi anlarsa birçok şeyi anlayabilir. Fıkıh usulü alimleri bu mutlak ve mukayyet meselesinden çok iyi bahsederler. Mutlak nedir mukayyet nedir çok iyi anlatırlar.

 

‘Itlak' kelimesiyle aynı kökten olan ‘mutlak', her türlü kayıttan kurtulmuş olan demektir. ‘Mukayyet' ise bir şeyle kayıtlı olan demektir. Biz her zaman mukayyetiz. ‘Ben' bir kayıttır, enaniyetin kendisi bir kayıttır. ‘Ben' daima her lahza bir kayıtla zahirim. Peki o mukayyetlerle zahir olan nedir? Adem (yokluk) değildir. Her lahza bir kayıt olan şeyin kendisi ise kayıt değildir.

 

Sizin sorunuz şuydu: ‘Ben' mutlak hakikatle nasıl karşı karşıya gelebilir? ‘Ben' kendinden nasıl kurtulabilir? Evet aynen öyle, gerçekte kurtulamaz. İnsanın gözünün önünden kalkan şey perdedir.

 

Merhum Şeyh Mahmud Şebusteri, bu konuyu çok güzel açıklıyor. Şiir şeklinde söylediği için çok iyi anlaşılıyor. Şiir dili ağır konuları çok iyi açıklar. Bu, ariflerin bahsettiği ‘fena' makamıyla ilişki kuruyor. İnsanın eğer fena makamına gittiği söyleniyorsa fena olan bir şey yok olduğuna göre peki nereye ulaşacak? O halde bir ‘ben' olmalı ki ulaşabilsin. Eğer ‘kendi' yoksa o halde hiçbir şey yoktur. Bunu derken sanıyorlar ki bir şey yok oluyor bir başka şey var oluyor. Hâlbuki böyle bir şey söz konusu değil.

 

Merhum Şebusteri (Gülşen-i Râz'da) bir beyitle işte bunu çok güzel açıklıyor. Ben bunu anlatırken o beyitten yararlanıyorum. Diyor ki:

 

Taayyun bud ki ez hesti coda şod.

Ne Hak şod bende, ne bende Hoda şod.

 

Taayyün varlıktan ayrıldı

Ne Hak kul oldu, ne de kul Tanrı oldu.

 

Yani olan şey bir taayyünün, bir kaydın kaldırılmasıdır, yoksa ne kul Tanrı olmuştur ne de Tanrı kul olmuştur.

 

Laricani: Üstat ben sorumu bir başka şekilde tekrar edeyim: Bir yandan salike, insanlara diyoruz ki “Kendini bilen rabbini bilir” ya da İkbal-i Lahori'nin tabiriyle:

 

Eğer bencilliğin altındaysan üstüne çık

Eğer Tanrı'yı istersen kendine daha yakın ol.

 

Ama diğer taraftan da diyoruz ki Allah'a ulaşman için kendini ezip yok etmelisin. Peki bunun hangi şekli nerede işe yarıyor? Şimdi siz buyurdunuz ki bizim bir gerçek kendimiz var. Bu, bizim şahsiyetimiz, hüviyetimiz. Peki acaba bizim gerçek ‘ben'imiz olan bu hüviyetimiz ondan ayrı bir şey midir? Eğer ondan ayrı bir şey değilse mesele çözülüyor. O halde bizimle onun arasında olan engeli kaldırmamız gerekir. Peki eğer ayrı ise o zaman, o nedir?

 

Üstat Dinani: Pekala, bu bir bakıma bir sehl-i mümtenidir. Yani basit gibidir; ama zordur. ‘Mutlak' ile ‘mukayyet'i tasavvur edelim. ‘Mukayyet' dediğimizde, ‘mukayyet'i ‘mutlak'ın karşısına yerleştiriyoruz. Yani ‘mutlak'ın şurada, ‘mukayyet'in de burada olduğunu düşünüyor ve onları karşı karşıya getiriyoruz. Halbuki bu mutlak ile mukayyetin anlamına tamamen aykırıdır. Mutlak ile mukayyeti karşı karşıya getirmek tam bir hatadır. Bunlar eğer karşıt olursa mutlak, mukayyet olur. Yani eğer mutlak, mukayyeti, mukayyet de mutlakı engelliyorsa o zaman her ikisi de mukayyet oluyor. Bunu dediğinizde ‘mutlak'ı ‘mukayyet' yapmış oluyorsunuz.   

 

Eğer ben mukayyetsem, ki öyle olduğumu geçen programda açıklamış ve daima mukayyet olduğumuzu, hiçbir zaman kayıtsız olamayacağımızı söylemiştik, burada fena olmanın anlamı yok olmak değildir. Hiçbir varlık yok olmaz. Varlık asla adem (yokluk) olmaz. Yani ne vücud (varlık) adem (yokluk) olur ne de adem, vücud olur. Hata yapılıyor. Varlık yok olmaz. Yokluk da var olmaz, bu bizim yanlışımızdır.

 

Biz kaydı ortadan kaldıralım derken bir şeyi ondan sökelim demiş olmuyoruz. Her mukayyet aynı zamanda bir mutlaktır; ama ‘kayıt' kalıbı içinde… Buradaki ifadeler irfanidir, ‘fani ol' derken kendini ateşe ver yak demiş olmuyoruz. Böyle bir şey yok. Yalnızca marifet öyle bir aşamaya gelmeli ki işte o ‘kayıt'ı göz ardı etmeli. ‘Kayıt'ı göz ardı edince mutlaktan başka bir şey kalmaz. Bu bir çelişki değil.

 

Kaydı, marifet makamında göz ardı etmelidir. Buradaki ‘fena' marifetle ilgilidir. Kendini yakmak değildir. Yoksa hiçbir varlık yok olmaz, hiçbir varlık kendini yok edemez.

 

Larcani: Şimdi anlaşıldı. Fena, marifetle ilgilidir.

 

Üstat Dinani: Evet, ‘fena' marifetle ilgilidir. Yoksa ‘fena', varlığın yok olması değildir. Daha önce arz ettiğim gibi bu akla aykırıdır, çünkü varlık, yokluk olmaz. Mevcut da yok olmaz. Burada bahsi geçen ‘fena'yı Molla Sadra felsefi olarak açıklıyor. Zira Molla Sadra felsefesinde irfani yön çok fazladır.

 

Buradaki fena marifetle ilgilidir. Yani demek istediği şey şudur: Bilin ki bu kayıt arızidir. Halbuki biz kaydı arızi değil esas kabul ediyoruz. Mukayyet olmayı esas kabul ediyoruz. Fakat biz eğer kaydın arızi olduğunu ve ‘mutlak'ın çehresine oturduğunu bilirsek, ‘fena' denilen şeyin ‘mutlak'ın çehresinden kaydı silmek demek olduğunu anlarız.

 

Eğer bunun marifeti hasıl olursa bu iş çok kolaydır. Tabi bunun marifetine ulaşmak zordur. Özetle yapmamız gereken şey ‘kayıt' tozunu ‘mutlak'ın çehresinden silmektir. Elbette ‘kayıt' tozunu ‘mutlak'ın çehresinden silmek ‘mutlak' olmaktır. İşte bu sizin “ben ona nasıl ulaşacağım” şeklindeki sorunuzun cevabıdır.

 

Laricani: Mevlana da bir şiirinde İnşirah Suresine işaret ederek şöyle diyor:

 

Ta dileş ra şerh sazed an ziya

Pes ‘elem neşrah' mi fermayed Hoda

 

O ziya kalbini şerh etsin, açsın

Allah da ‘elem neşrah' (biz senin göğsünü yarıp açmadık mı) buyuruyor.

               

Üstat Dinani: İşte buradaki şerh (açma) ‘ıtlak'tır. Şerh etmek (açmak) kayıt tozlarını silmektir. Göğsün yarılıp açılması, kayıtların silinmesidir. Yoksa hiçbir şey fani olmaz. Âlemdeki hiçbir şey yok olmaz. Başka bir şekle dönüşür. Mesela siz bu masayı ateşe verin ne olur küle dönüşür, yok olmaz ki. Ahşap şekli gitmiş, kül şekli gelmiş olur.

 

Bu âlem bir değişim âlemidir. Hiçbir şey fani olmuyor, olan şey bir başka varlığa dönüşmesidir. Burada söz konusu olan varlıksal fena değil, marifetle ilgili fenadır. Yani sonunda insan ‘mukayyet'i ‘mutlak' sanarak yanlış yaptığını anlıyor. Eğer kendisinin mukayyet olduğunu bilir ve o kaydı marifet gözünden kaldırırsa işte o zaman mutlakla aynı olur. İşte fena makamı da budur.

 

Laricani: “Ki derun-ı sine şerhet dadeim / Şerhra be sineet nihadeim” (Ki göğsünün içini açtık ve göğsüne açıklık verdik) “Elem neşrah leke sadrek” ayetini ne kadar güzel ifade etmiş.

 

Üstat Dinani: Göğsünü açtık ifadesindeki göğsü, bazıları gerçek göğüs sanıyor. Kalp hastalığı mı var ki göğsü açılsın. Burada göğsü açmak derken kastedilen göğüs zahiri göğüs değildir. Buradaki göğüs (sadr) akıldır, ‘şuhud'dur, ‘huzur'dur. İnşirah ise açmaktır, kayıtlardan kurtarmaktır. Yani tüm kayıtlardan ve taalluklardan geçmektir. Burada göğsü açmanın marifet dışında bir anlamı yoktur.

 

Laricani: Yani Hz. Mevlana demek istiyor ki bu sadece filozofların ve ariflerin sözü değildir…

 

Üstat Dinani: Evet tabi ki, o bunu şiirin ve irfanın diliyle söylüyor, Mola Sadra ise felsefenin diliyle… Hakikat aynıdır, kalıplar fark ediyor. Zaten kaç hakikat var ki? Hakikat bir taneden fazla değildir. Fakat bu hakikatin muhtelif kalıpları vardır. Herkes kendi ölçeğinde hakikate ulaşır.

 

Laricani: Pekala, insan kendini ‘fani' kılmalı, ‘fena'ya varmalıdır ama bu ‘fena', varlıksal fena değildir, marifet fenasıdır.

 

Üstat Dinani: Varlık da o marifetten ibarettir. Daha sonra değiniriz, Mola Sadra varlıkla ilmi aynı şey olarak görüyor.  

 

***

 

Laricani: Üstat, sizin de buyurduğunuz gibi Molla Sadra şu soruyu soruyor. Neden sözün başında kendini tanı ki rabbini tanıyasın diyor ve kendini tanımanın önemini ve Allah'a ulaşmanın başlangıcı olduğunu vurguluyor? Daha sonraki aşamada ise Allah'a ulaşmak için ‘fena' ol diyor. Eğer fenaya ulaşırsa o halde Allah'ı neyle görecek?

 

Evet bu soru önemli. Ayrıca sizin de açıkladığınız gibi eğer marifet ‘fena'sına ulaşırsan varlığının marifetinden ibaret olduğunu görürsün. Aslında insanın marifetten başka bir hüviyeti yoktur. Daha sonra şu ayeti delil getiriyor. "Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın." Sonra şu sonuca varıyor: Eğer Allah'la birlikte olursanız, kendinize de sahip olursunuz; ama eğer kendinizle birlikte olursanız Allah'la beraber olup olmayacağınız belli değildir. Bu çok ilginç değil mi üstat.

 

Üstat Dinani: Bu da yine marifet meselesiyle ilgilidir. Eğer yalnızca kendine bakarsan Hakk'ı göremezsin. (Hodbin olursan Hakbin olamazsın.) Eğer yalnızca Hakk'a bakarsan kendini göremezsin. Bunun her ikisi de marifettir. Hodbin olan, yani sadece kendine bakan, kendini Hakk'ın yerine koyuyor. Hakbin olan yani Hakk'a bakan ise kendini görmüyor ve kendisi hakkaniyete sahip oluyor. Enbiya ve evliya neden haktır; çünkü enaniyetleri olmadığı için. Onların kendileri haktır, hakkaniyete sahiptir.

 

Laricani: Kimileri diyor ki siz ‘insan-ı kâmil' konusunda egzistansiyalistlerden bile daha fazla ve aşırı söz ediyorsunuz. İnsanın esas olduğunu vurguluyorsunuz. Ama bununla bu tür itirazlara da cevap verilmiş oluyor. Burada bahsedilen insan-ı kâmil, Batı'daki ferdiyetçilikten çok farklı bir şeydir.

 

Üstat Dinani: Evet, tabi ki… Asıl olan insandır, eğer insanın anlamı doğru anlaşılırsa ve insan-ı kâmil gibi olunursa enaniyete düşülmez. Egzistansiyalistler de iki kısımdır. Tevhide inanan muvahhid egzistansiyalistler var. Onlar varlığı esas alıp insanı varlıkla anlıyor ve tevhide ulaşıyorlar. Buna karşı bir de mülhid egzistansiyalistler var. Onlar da aynı hatayı yapıyorlar. Tevhid ile küfrün farkı çok incedir. Sırat-ı müstakimin kıldan ince kılıçtan keskin olması işte budur. Bu sınır çok incedir ve insanın küfre düşmemek için bu sınırın çok ince olduğunu bilmesi gerekir. Yani asla ‘mukayyet'i, ‘mutlak'ın yerine koymaması gerekir. Bu, son derece önemlidir.

 

Gördüğünüz gibi Molla Sadra'nın tüm akli sözleri, sonunda irfani bir boyuta ve varlığın ‘ıtlak'ına dönüyor.

 

Laricani: Molla Sadra burada başka bir şey daha söylüyor, insanın o makama ulaştığında Allah'ı unutmadığını ve Allah'ı unutmayarak kendini göreceğini belirtiyor. Bu noktada güzel bir şey söylüyor ve şöyle buyuruyor: “Burada salikin imana ihtiyacı var. Bu, akıl nuru olan bir imandır.'' Yani bu durumda o aklın mahiyetini iman ile özetliyor.

 

Üstat Dinani: Ve imanı da akıl ile… İşte fark burada… Bakınız işte temel nokta burası… Sadru'l-Muteellihin, çok mümin biridir ve imandan çok söz eder. Fakat onun anladığı iman, akılsız iman değildir. Bu çok önemli bir meseledir.

 

Bakınız iman kelimesi gönül bağlamak demektir. Mümin kimdir? Gönlünü bir şeye bağlamış olan kimsedir. Gönül bağlamadan iman olabilir mi? İman, gönlünün tamamını bir yere bağlamak demektir. Gönlün tamamını bir şeye bağlamak, tüm varlığınla ona bağlanmak demektir. Peki gönlünü neye bağlıyorsun? Neye bağladığını biliyor musun? Gönlünü bir puta veya adi bir şeye bağlamış olmayasın. Eğer öyle bir şey olursa esir olmuş olursun.

 

Tüm putperestler, tüm cahiller, iman ederler; ama cahilce bir şeye iman ederler. Dolayısıyla varlığınızın aslı olan o cevheri, yani sizin kalbiniz olan o cevheri nereye bağladığınızı, ya da bilerek mi yoksa bilmeden mi bağladığınızı bilmeniz gerekir. Peki bunun için akla ihtiyacımız yok mudur? İşte Molla Sadra bu işi yapıyor.

 

Laricani: Bağlarken düğümü akıl atıyor.

 

Üstat Dinani: Bunu Molla Sadra diyor. İman akıldır, akıl da imandır derken işte bunu söylemek istiyor. Yani demek istiyor ki sakın ola ki varlığının cevheri olan kalbini yaraşır olmayan bir şeye düğümlemeyesin. Böyle yaparsan sonsuza kadar mahcur, perdeli kalırsın. Tüm varlığınla bağlanacağın şeyin en kıymetli şey olması gerekir. Peki o en kıymetli şey Allah Tebarek ve Teâlâ'nın zat-ı pakından başka nedir? İşte burada aklın rolü vardır. Molla Sadra, akılcı iman derken işte bunu söylemek istiyor. Siyasi aklı, ekonomik aklı, ticari aklı demiyor. Neyin en yüce olduğunu bilecek olan aklı diyor. Ve kendindeki o en yüce şey olan kalbini ona düğümlemek istiyorsun yani en yüce şeyi, en yüce şeye bağlamalısın. Burada dirayet lazım değil mi?  İşte Molla Sadra'nın sözü budur.

 

Laricani: Daha sonra diyor ki “Bu, söz mücadeleleri ve polemiklerle elde edilmez. Hatta tartışmacı felsefelerle elde edilmez, sufi tahayyülleriyle elde edilmez.''

 

Üstat Dinani: Yani demek istiyor ki kelamcılar cedelci oldukları için bir yere ulaşamazlar. Çünkü cedelde karşı tarafı alt etme çabası vardır. Tartışmaya gömülmüş felsefeler bu işi yapamaz. Hayaller içindeki sûfîlere de değiniyor. Sufiler bir mürşide gönül bağlıyorlar ama acaba o gönül bağladıkları mürşid kendilerinden daha mı iyidir belli değil. Bunların hepsi sorunludur.

 

Burada gerekli olan; ilahi nur, akılcılık ve melekûtu tefekkür etmektir. Akıldan başka melekutu ne düşünebilir? Aslında aklın kendisi melekûtî bir şeydir. Akıl bu dünyadan değildir, melekûttandır. Akıl nereden gelmiştir? Akıl maddeden mi gelmiştir, laboratuvardan mı gelmiştir? Akıl melekûttandır, insan niçin melekûtidir; çünkü akla sahiptir. Hayvan melekûtî değildir çünkü akla sahip değildir. Akıl melekûtidir ve melekûta ulaşacak yola sahiptir.

 

İşte sizin bulacağınız yol buradadır. İnşirah Suresinde buyurulduğu üzere akıl dirayeti demek olan o göğüs açılmasıyla nereye gönül bağladığını bilmektir. Yani kendini ucuza satmamalısın, bu çok tehlikelidir. Yani neye gönül bağlamışsan sen de ondansın.

 

Laricani: Daha sonra şöyle devam ediyor: “Bil ki bu ilmi yol ve hakiki iman çok nadir görülür…”

 

Üstat Dinani: Evet çok azdır, gerçekten çok azdır. Nitekim Kur'an-ı Kerim de aynı şekilde “Kullarımdan akleden, şükreden azdır” diye buyuruyor.   

 

Laricani: Sonra da: İslam ehlinin ekseni zahiren İslam batınen müşriktir. Allahu Teâla'nın buyurduğu gibi: “Vema yumin ekseruhum billah illa vehum muşrikun'' (Onların çoğu Allah'a ortak koşmadan iman etmezler; Yusuf Suresi, 106) diyor.

 

Üstat Dinani: Ne kadar güzel, bakın bu Kur'an ayetidir: “Vema yuminu ekseruhum billah illa vehum muşrikun.” Yani o iman ettikleri iddiasında bulunanların çoğu aslında müşriktirler ama farkında değildirler. Bu Molla Sadra'nın sözü değil ayettir. Yani zahiren kendisini mümin görüyor ama kalbinde binlerce esareti var. Heva ve hevesleriyle batınen müşriktir.

 

İşte tenebbuh ve tedebbur burada lazımdır. Yani kendini tanı, şeytanın esiri olma, kendini tanımazsan şeytanların esirisin.

 

Laricani: Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Molla Sadra'nın peşinde olduğu şey, ilahi ve imani olan şeyin kendisidir.

 

Üstat Dinani: Evet, dediğim gibi insan kutsidir. İnsan zatı itibariyle kutsidir, melekûtidir. Arızi şeyler onu şeytanlaştırıyor. İnsanın zatı kutsidir, insanın zatı melekûtidir, insanın fıtratı temizdir, insanın aklı nuranidir. Arızi şeyler geliyor ve insan ona esir oluyor.

 

Laricani: Molla Sadra, felsefeye saygı duyuyor, kelama saygı duyuyor, diğer tüm ilimlere saygı duyuyor; ama hakikati açıklarken ve onu ayet ve hadislerin alanına götürdüğü zaman hiçbir çekince koymuyor.

 

Üstat Dinani: Evet aynen öyle hiçbir çekince koymuyor. Biraz önce okudunuz işte: Kelamcılara hücum etti, tartışmacı filozoflara hücum etti, sûfîlere çok şiddetli bir şekilde hücum etti. Evet o, bu konularda hiçbir şeyden çekinmiyor. Hakikat neyse onu beyan ediyor.

 

Laricani: Onun ahlaki bahisleri de insanı kendinden alıyor üstat. Buyuruyor ki “Ey salik, eğer ‘onlar müşriklerdir' ayetinin karşılığı olmak istemiyorsan üç şarta riayet et. Birincisi hikmet tahsili sırasında servet peşinde olma. İkincisi makam ve şöhret peşinde olma. Üçüncüsü de günah işleme.''

 

Üstat Dinani: Tabi en büyük günah da ilk ikisidir. Servet peşinde olmak ve şöhret istemek, her ikisi de günahtır ve diğerleri bunlardan daha küçük kalır. Eğer bir kimse servet istiyorsa aslında hikmet istemiyor demektir. Hikmet, bir şey için öncül değildir. Hikmet bir şeyler için değildir, her şey hikmet içindir. Molla Sadra hikmeti esas kabul ediyor.

 

Laricani: Üstat, ben her programda zatıalinizden Molla Sadra'nın kendisi ile ilgili görüş almak istiyorum. Ben Mola Sadra'nın adeta insanın kalbiyle çatışmaya girdiğini hissediyorum. İnsanın varlığına el atıyor, onun düşünceleri insana çok şeyler söylüyor.

 

Üstat Dinani: Bu, Hikmet-i Müteâliye'nin şiddetinden dolayıdır. Ben daha önceki bir programda onun hikmetinin neden müteâli (aşkın, yüce) olduğunu arz etmiştim. Onun hikmeti gerçekten de müteâlidir. Yani felsefi tartışmaları, kelam polemiklerini aşıyor. Daha önceki programlarda yine arz etmiştim ‘bidayet'te, başta benzer laflar ediyor, tıpkı diğerleri gibi konuşuyor; ama ‘nihayet'te onlardan tamamen ayrılıyor. Hikmet-i Müteâliye'de aşamalı bir yücelme vardır. Her lahza yükselmektedir. Yani onun işinde durma yoktur. Düzenli olarak yükseliyor ve oradan ‘göğsün açılmasına', yani inşiraha ulaşıyor. Hikmet-i Müteâliye işte budur. Molla Sadra gerçekten çok büyük bir insan.

 

Laricani: Zatıalinizin Molla Sadra ile ilgili yaptığınız araştırmalarınızda yani “Felsefi Düşünce Macerası” ve “Akıl Defteri ve Aşk Ayeti” gibi eserlerinizde Molla Sadra'dan bahsettiğinizde kaleminizin ve yaklaşımınızın şeklinin adeta değiştiği hissediliyor. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum.     

 

Üstat Dinani: Buyurduğunuz çok doğru. Bu farkında olmadan oluyor. Benim felsefecilerin, kelamcıların eserleriyle bir ömürlük aşinalığım var. Neredeyse tamamını okudum. Fakat Sadru'l-Muteellihin'in üslubu bambaşkadır. Hali de gerçekten bambaşka bir haldir.

 

O, İslam dünyasının akli kültürünün özünü kendinde toplamıştır. Tüm kelamcıları okumuştur. Tartışmacı felsefeyi, Meşşai felsefesini, hatta İşraki felsefeyi bilir. Arifler hakkında da tam bir bilgi sahibidir. Tüm irfani kitapları okumuştur. Eserlerini adeta çiçeğe konan bal arısı yapmıştır, bal tadı vermektedir. Gerçekten adeta sözlerinden bal damlar. Maarif çiçeklerini almış ve onları bir bala dönüştürmüştür.

 

Sadece ben değilim, Molla Sadra'yı tanıyan her insaf sahibi insan, adeta onun meczubu olur. Molla Sadra gerçekten sarsıcıdır. Onun sahip olduğu taabbud (kulluk) marifetinin, marifeti ise taabbudunun ta kendisidir.

 

Laricani: Bu akılcı taabbud ne kadar güzeldir.

 

Üstat Dinani: Evet hem de çok… Bizim işte bu tür düşünceye ihtiyacımız var. Bunun önünde âlem de diz çöker. Keşke dünya Molla Sadra'yı tanısa… Daha önce de arz ettim, maalesef dünya Molla Sadra'yı çok fazla tanımıyor. Bu, bizim suçumuzdur, onu iyi tanıtamadık.

 

Ben yurt dışında katıldığım konferanslarda Molla Sadra'dan bahsettiğimde ve onun düşüncelerini naklettiğimde oradaki düşünürlerin kendinden geçtiklerini ve ona cezp olduklarını görüyordum.

 

Henri Corbin gelip de onun düşüncelerini tanıdığı zaman meczubu oldu. Arap dünyası dahi Henri Corbin sayesinde Molla Sadra'yı yeni yeni tanıyor. O, eserlerini Arapça yazmış olmasına rağmen onun eserlerini okumamışlardı. Endonezya, Fas ve Mısır gibi ülkelerde yeni yeni onu tanıyorlar. Tüm dünyada Molla Sadra'nın eserlerini okuyup da hayran olmayan çok az insan vardır.       

 

Laricani: Onun düşüncelerinin taçlandığı alanlar velayet ve imametin sırlarıdır ki inşallah bunlardan birkaç program bahsederiz.

 

Üstat Dinani: Molla Sadra, tam anlamıyla Şii bir hekim ve filozoftur.          

 

Laricani: Ehl-i Beyt'e ne kadar bağlıdır. Marifetin sırrının Ehl-i Beyt'te gizli olduğunu söyler. Şimdi bir soru daha sorayım ve ardından da asıl konumuza geçelim. O, hakiki iman konusunda şöyle buyuruyor: “Eğer saliki akla yerleştirirsen marifet okyanusunun kıyısı yoktur.''

 

Üstat Dinani: Bakın ne kadar güzel ifade etmiş. Saliki akla yerleştirmek ne demektir? Salik, yani yola çıkıp yürümekte olan, akıldır. Yani sen aklınla mı yürüyorsun yoksa heveslerinle mi?

 

Sülûk etmekte olan salik, bazen bencildir, bazen şöhret, bazı makam peşindedir. Tarih boyunca gördüğümüz veya işittiğimiz türlü türlü şeyler ardındadır. Salik bazen de akıldır, yani yolda yürümekte olan bu salik aklıyla sülûk etmektedir. Yani adımlarını akılla atmaktadır. Cehaletle, hevesle, hayalle, kuruntuyla değil. Kimileri kuruntuyla adım atıyor, kimileri hayallerle adım atıyor, kimisi hisleriyle… Akılla adım adım ilerleyen, akılcı saliktir. Bu gitmekte olan salik, öyle bir denize adım atıyor ki onun kıyısı yoktur. Sahili yok, nereye ulaşacak ve vardım diyecek?

 

Bakın Molla Sadra sınırsızlığı akılla ifade ediyor. Nereye ulaşacak ki tamam oldu, bitti diyebilecek? Yani akıl nereye ulaşırsa ben artık düşünemem ve daha fazla ilerleyemem diyebilir? Bu ilginç bir sözdür, burada Kant'a ve Kant taraftarlarına sormamız lazım.  

  

Ben akıl sınırsızdır demek istemiyorum; fakat akıl kendine sınır tayin ettiğinde bile sınırlarının ötesini (maverasını) de görmek istiyor. Ben buradayım ama benim maveram da var diyor. Aklın sınırı, kavramsal kalıpların bittiği yerdir. Kavramsal kalıpların sonu vardır. Akıl öyle bir yere ulaşıyor ki orada artık kavram yoktur. Orada artık sugra ve kübra yoktur. Peki kavramsal kalıpların olmadığını, sugranın ve kübranın olmadığını bilen kimdir? Aklın kendisidir. Kalıpların bittiğini anlayınca kalıpsızlıkla hareket ediyor.

 

Kıyısı olmayan denize benzetiyor. Kıyı o kalıplardır. Öyle bir yere varıyor ki orada kalıplar bitmiştir. Büyük ariflerin bahsettiği şuhûd işte budur, yoksa ben cin ve peri gördüm demiyorlar. Akıl, adım adım ilerliyor ve kalıpların bittiği bir yere varıyor. Artık kalıpların maverasında hareket etmek zorunda. Ondan da kötüsü kalıpsızlıkla hareket etmek zorunda ama bunu yapan da yine akıldır.

 

Laricani: “Be deryayi furu oftadem ey dust / Ki can-ı sad hezaran gark-ı der ust'' (Ey dost, öyle bir denize battım ki yüz binlercesi onda boğulmuştur.)

 

Üstat Dinani: Bu da insan aklıdır. Bizim aklımız tümel aklın (akl-ı küll) bir hissesidir. Yalnızca aralarına sınırlar koyuyoruz. Tümel akıl, bizim ölçeğimizde bizde tecelli etmiştir. Kayıtları ve tozları sildiğimizde ulaşılan tümel akıl olur.

 

Benim aklım tümel aklın zuhurudur. Tek tek insanların akılları farklıdır; ama bunların hepsi tümel aklın ışığının bizdeki tecellileridir. Eğer kalıplar ortadan kaldırılırsa geriye ne kalır? Sadece tümel akıl. Tümel aklın ise sınırı yoktur, maverası yoktur. Tümel aklın maverası akıl dışıdır. Böylece Hakk'ın ilmine ulaşılır. Tümel akıl Hak Teâla'nın ilminin şuunundandır.

 

Laricani: Molla Sadra'nın ifadesinin güzelliklerinden biri de akıl ile dini birbirinden ayıran bahisleri ortadan kaldırıyor. Bunu da hem keşif diliyle hem burhan diliyle ifade ediyor, onun dili gerçekten de müteâli bir dildir. Üstat çok istifade ettik, inşallah izleyicilerimiz de yararlanmışlardır. Üstadımızla birlikte tüm izleyicilerimize hoşça kalın diyoruz.                

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

   

 

https://www.youtube.com/watch?v=dMS6MChghuc