İbrahimi Dinani: Aşk, Güzellik ve Marifet

İbrahimi Dinani: Aşk, Güzellik ve Marifet
Her âşığın aşkı marifeti ölçüsüncedir. Siz eğer âşığın aşkını yani ne kadar âşık olduğunu ölçmek istiyorsanız onun marifetinin ne kadar olduğuna bakın. Aşk, marifetle iç içedir; güzellikle iç içedir. Yani güzellik, aşk ve marifet, bir üçgendir; bir hakikatin üç yönüdür.

 

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim,

 

Beharet ger hoş u şur aferin est

Behar-é husn-é to zibaterin est.

Biya bolbol tora erzani in gol

Ma ra ruy-é canan bihterin est.

 

Senin baharın gerçi hoş ve heyecan vericidir

Senin güzelliğinin baharı en güzelidir.

Gel bülbül bu gül senin için ucuz

Bizim için sevgilinin yüzü en iyisidir.

 

Selam sevgili izleyiciler, dostlar ve Marifet programının takipçileri. Bildiğiniz gibi aziz üstadımızla birlikte birkaç programdır estetik konularından ve Sevânihu'l-Uşşâk'taki (Âşıkların Halleri-Ahmed Gazzalî'nin kitabı) irfanî inceliklerden bahsediyoruz. Aşk ve güzellik konusundan bahsedilince siz değerli izleyicilerimizden “acaba asıl olan aşk mıdır yoksa güzellik midir?” şeklinde sorular geldi. Bir başka deyişle “acaba güzellik mi aşkı doğurur yoksa aşk mı güzelliği?”

 

Evet üstat, çok güzel bir soru izin verirseniz ben bu soruyla konuyu açmış olayım.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim, evet çok güzel bir soru; fakat “asıl-temel olan” meselesiyle ilgili olarak bir yanlışa düşülmemelidir. Asıl olan nedir diye sorulunca insanın aklına “asıl olan varlık mıdır yoksa mahiyet midir?” sorusu geliyor. Güzellik ve aşk varlık (vücud) ve mahiyet gibi değildir, dolayısıyla güzellik ve aşkla ilgili olarak “varlık asıl, mahiyet itibârîdir” yahut “mahiyet asıl varlık itibârîdir” gibi bir şey söyleyemeyiz.

 

Aşk ve güzellik her zaman birliktedir. Aşk neredeyse güzellik oradadır, aynı şekilde güzellik neredeyse aşk da oradadır. Âşık, sevgilide güzellikten başka bir şey görmez. Güzellik olmadan âşığın olması imkânsızdır. Âşık, sevgilisinde sadece güzellik görür. Güzelliğin ise etkisiz bir şey olduğunu düşünmemek gerekir. Her nerede güzellik varsa, o güzellik öylesine cazibeye sahiptir ki aşkı beraberinde getirir. Güzellik olur da aşk olmaz mı?

 

Hangisinin asıl olduğunu sormanın bir sakıncası yok; ama bunlardan birinin diğerine tâbi olduğunu düşünmemeliyiz. Bunların ikisi de aynı derecede önemlidir. Bu Allah'ın sıfatlarıyla ilgili olarak “rahman sıfatı mı, hayat ya da ilim sıfatı mı asıldır?” diye sormaya benzer. Hâlbuki Allah “hayy”dır, “âlim”dir, “kadir”dir, ne hayy oluşu ne de âlim oluşu asıldır. Yani bunlardan hangisi hangisine tâbidir diye bir soru soramayız. Bunların hepsi önemlidir. Bunlar bir kesrette vahdet içerisindedirler. Allah'ın sıfatları kesirdir (çoktur); ama varlıksal açıdan vahdete sahiptir.

 

Dolayısıyla aşk ve güzellik daima iç içedir. Gerçi Hâfız bir şiirinde şöyle diyor:

 

Der ezel pertov-é hosnet tecelli dem zed

Aşk peyda şod u ateş hemé âlem zed

 

Ezelde güzelliğinin ışığı bir an tecelli etti

Aşk ortaya çıktı ve âleme ateş düştü

 

Yani aslolanın güzellik olduğunu söylüyor. Yani önce güzellik vardı ve aşk ortaya çıktı. Fakat buradaki öncelik ve sonralık zamansal değildir. Konu buraya gelmişken izin verirseniz ben bu soruyla ilgili yeni bir şey söyleyeyim. Hem aşk hem de güzellik, bunlardan biri diğerinin gereğidir, her zaman birliktedir, nerede aşk varsa güzellik de vardır, nerede güzellik varsa aşk da vardır. Ancak bu ikisi ancak marifet (bilme, tanıma) varsa vardır. Bir an için marifetin olmadığını düşünün, marifet olmaksızın güzellik (hüsn) nedir? Marifet yoksa güzelliğin ne anlamı olur? Aynı şekilde marifet yoksa aşk nedir?

 

Ben burada akıl ve aşk savaşı başlatmak istemiyorum. Bu da önemli bir meseledir; ama ben burada marifetten bahsediyorum. Her âşığın aşkı marifeti ölçüsüncedir. Siz eğer âşığın aşkını yani ne kadar âşık olduğunu ölçmek istiyorsanız onun marifetinin ne kadar olduğuna bakın. Aşk, marifetle iç içedir; güzellikle iç içedir. Yani güzellik, aşk ve marifet, bir üçgendir; bir hakikatin üç yönüdür.

 

Aşkta marifet ve güzellik vardır. Güzellikte aşk vardır ve marifet vardır ve marifette de her ikisi mevcuttur. Bunların hepsi bir aradadır. Evet, Hâfız'ın şiirine göre önce güzellik, ardından aşk ortaya çıkıyor.

 

Laricani: Elbette Hâfız bazı yerlerde de aşkın asıl olduğunu söylüyor. “Âşık ol yoksa bir gün dünyanın işi biter” diyor. Ayrıca güzelliğin asıl olduğunu söyleyenler de kendilerine göre delil getiriyorlar. Bu delillerden biri de Hz. Yusuf'un hikâyesidir. Hz. Züleyha, toplum önünde rezil olunca Mısırlı kadınları topluyor, onların eline bir bıçak ve meyve veriyor ve Hz. Yusuf'a içeri girmesini söylüyor. “Kadınlar Yusuf'u görünce, onu pek büyüttüler ve şaşkınlıkla ellerini kestiler. “Hâşâ! Allah için, bu bir insan değil, ancak şerefli bir melektir” dediler.”

 

O kadınlar âşık değildiler; ancak onun güzelliğini görünce ellerini kestiler. O halde öncelik güzelliktedir.

 

Üstat Dinani: Fakat birini asıl diğerini teferruat olarak nitelemek biraz zordur. Evet, aşk güzelliğin olduğu yerdedir ve güzelliğin olduğu her yerde de aşk vardır. Bunların birlikteliği olduğunu söylemek istiyorum. Aşk güzelliğedir; ama aşksız güzellik nedir? Aşksız ve marifetsiz güzellik nedir? Eğer bu şekilde bakarsak evet genel olarak bilindiği üzere aşk güzelliğin olduğu yere gelir. Güzelliğin olduğu her yerde aşk vardır.

 

Güzellik (hüsn) varlığın işlerinden, tecellilerindendir (şuûn). Varlık güzeldir; elbette varlığın ‘şuûnu' olduğunu söylediğimizde bu aynı zamanda Hakk'ın ‘şuûnu' olmuş olur. Çünkü Hak güzeldir. Hak mutlak güzelliktir. Hak, mutlak hayırdır, mutlak güzelliktir, mutlak fazilettir. Güzelliği varlığın bir şuûnu olarak gördüğümüz gibi muhabbeti de varlığın şuûnu olarak görürüz. Biz “yuhibbuhum” ve “yuhibbûnellâh” (Allah onları sever, Allah da onları sever) ayetinden bahsetmiştik.

 

Allah hem “muhib”dir, (seven) hem de “mahbub”dur (sevilen). Mahbub Allah'ın sıfatlarındandır. Allah'ın peygamberleri de örneğin Âdem “Safiyullah”tır, İbrahim “Halilullah”tır, Nuh “Neciyullah”, İsa “Ruhullah”, Musa “Kelimullah”tır, Hz. Hatemu'l Enbiya ise “Habibullah”tır.

 

Yusuf Suresi, aşk suresidir, aynı zamanda güzellik suresidir. Hem bir güzellik mazharıdır hem de onda aşk öyküsü anlatılmıştır. “Nahnu nekussu aleyke ahsene'l-kasas.” (Sana bu Kur'ân'ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. / Yusuf: 3) Neden bu kıssa “ahsenu'l kasas”dır, en güzel öyküdür, çünkü en güzel şekilde anlatılmıştır. Neden en güzeldir? Bu konuda çeşitli tefsirler yapılmıştır. Kimileri bu öyküde güzellikler var derler, bazıları fesahat ve belagat var derler, bazıları Yusuf'un çok güzel olduğunu vs. söyler. Fakat galiba bunların hepsinden daha güçlü olan bunda bir aşk hikâyesinin anlatılmış olmasıdır. Yani “ahsenu'l-kasas” olan aşk hikâyesidir.

 

Aşk “ahsenu'l-kasas” olduğu gibi, bunda güzellik de vardır. Burada Hz. Yusuf'un güzelliği de söz konusudur. Ayrıca bu surede muhteşem incelikler ve hikmetler bulunmaktadır. Sizin de değindiğiniz gibi Züleyha, şehrin kadınlarının kınamasına uğrayınca beni o kadar kınamayın dedi ve surede anlatıldığı üzere hepsini çağırıp önlerine meyve koydu. Onlar Yusuf'u görünce güzelliğine hayretle bakarken ellerini kestiler. Yusuf'un cemâlinde mahvoldular.

 

Züleyha'nın Yusuf'la yalnız kaldığı an Kur'ân'da şöyle anlatılıyor: “veğallekati'l-ebvâbe vekâlet heyte lek” (Kapıları kilitleyerek, “Haydi gelsene!” dedi. / Yusuf: 23) Müfessirler bu konuda farklı şeyler de söylemiştir. Ayetin zahirine göre kapıyı kapadı ve sevgilisi olan Yusuf'a aşkını göstermek istedi. “Heyte lek”, her şey hazırdır.

 

Bazı ârif tefsirciler ise “veğallekati'l-ebvâb” ifadesinin “nefsaniyetinin kapılarını kapattı” anlamına geldiğini söylüyor. Onlara göre Züleyha, nefse ve heveslere sahipti; ancak nefsaniyetinin tüm kapılarını kapattı. Peki nefsinin tüm kapılarını kapatınca ne olur, tam anlamıyla hâlislik (özgürlük, ihlas; hulûs) olur, “heyte lek” de ilahî hâlisliktir.

 

Gerçekten de Yusuf kıssasında hem aşk hem de güzellik vardır. İnsanın önemli bir unsuru da, insanın hakikati de aşkta, muhabbette ve güzellikte zahir oluyor. Her insanda aşk istidadı vardır. Fakat maalesef hevâ ve nefsine uyma sebebiyle bu aşk ortaya çıkamıyor.

 

Allah bu istidadı insana vermiştir, yani hem güzelliği idrak etmeyi hem de âşık olmayı. Âşık olmak, yani aşk beslemek; her şeye, herkese muhabbet duymak. Hak Teâlâ'ya ve yaratıklarına sevgi duyma insanda güçlenir ve insan bu istidadını geliştirirse dünya ne kadar güzel olur! Biz dünyayı ne kadar çok seversek dünya da o kadar güzelleşir. Aşk duymak güzelleştirir.

 

Laricani: Hâce, bu konuya değiniyor ve “ben neden aşkı asıl kabul ediyorum” diyor ve sizin buyurduğunuz şeyi söylüyor. Bu, belki mecazî aşk için de geçerli olabilir. Bir kimse çok güzel olabilir ama nasıl bir güzellik taşıdığını bilmeyebilir. Ama diğer kişi onu gördüğünde onun güzelliğine âşık oluyor. Burada da diyor ki güzelliği avlayan aşktır, insan âşık olmayınca güzelliği de tanımıyor.

 

Üstat Dinani: Zaten âşıkça bakış, güzelliği görme bakışıdır. Bir kimse sevgiyle baktığı zaman iyi görüyor. Bununla ilgili bir darbımesel de vardır: Sevgiyle, muhabbetle bakan biri kusurları görmez. Büyük âriflerden biri olan Zünnun-ı Mısri'den bir hikâye naklederler. Zünnun-ı Mısri, bir meclise girer, bir genç kendisinden hoşlanmaz. Ona kötüleyerek bakar. İçinden ne kadar çirkin, bacakları ne kadar ince, rengi ne kadar siyah vs. der. Onun hakkında bu şekilde kötü şeyler düşünür.

 

Zünnun, o gencin içinden geçirdiklerini okur ve ona kendisi hakkında içinden geçirdiklerini söyler. Bunun üzerine o genç benim içimden geçenleri okudu, ne düşündüğümü bildi diye kendine gelir ve o kötü düşüncelerinden tövbe eder, Allah'tan bağışlanma diler. O da bunun üzerine evet artık tövbe ettiğine göre kötü görmezsin der. Bunun üzerine bir anda daha önce çirkin olarak gördüğü Zünnun'u ay parçası gibi güzel görmeye başlar. Biraz önce çirkinlikler görürken artık güzellikler görmeye başlar.

 

Onun bakışının değişmesi, güzellik getirdi. Bakışı kötüydü kötü görüyordu, şimdi bakışını değiştirince artık güzellik görmeye başladı. Bu da insanın sevdiğinin kusurlarını görmediğine dair o sözü doğruluyor. İnsan, Allah'ın yarattıklarına sevgi duyar ve sevgiyle bakarsa hep güzellik görür. Güzellik aşkı getirir, aşk da güzelliği artırır.

 

Laricani: Çok güzel bir açıklama oldu. Böylesi bir ifade Mevlana'da da var. Halife, Leyla'yı çağırtır ve Mecnun'u bu şekilde deli divane edenin nasıl biri olduğunu öğrenmek ister. Onu görünce diğer güzellerden bir üstünlüğün yok der. O ise “Kes sesini çünkü sen Mecnun değilsin” der. Aynı şekilde Feridüddin Attar da “Eğer Mecnun'un gözüyle bakarsan Leyla'da güzellikten başka bir şey görmezsin” diyor.

 

Bu noktaya Hâce de işaret ediyor ve işin ilginç yanı Munisü'l-Uşşâk (Sühreverdî'nin) adlı kitabı ateşli bir sevgi, muhabbet, coşku ve aşk galeyanı ile dolu olmasına rağmen orada “Güzelliği idrak eden akıldır” diyor. Tıpkı sizin dediğiniz gibi her ikisini birlikte görüyor. Yani güzelliği teşhis edenin akıl olduğunu söyleyince iş bitmiş oluyor. Yani artık asıl olan aşktır veya asıl olan güzelliktir diyemeyiz.

 

Üstat Dinani: Evet, marifet geldiğinde her şey halloluyor. Aynu'l-Kudad'ın Temhidât adlı eserinde geçen bir cümlesi çok ilginçtir. Diyor ki marifeti bir duvara resim olarak yapsalardı, güzelliğinin şiddetinden dolayı ölmedikçe hiç kimse o resmi göremezdi. Evet, her şey marifete bağlıdır.     

               

Laricani: Evet üstat, çok güzeldi. İzin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Laricani: Evet, üstat asıl olan aşk mıdır, yoksa güzellik midir bahsi söz konusu olduğunda kimileri aşktan, kimileri de güzellikten yanadır. Fakat işin ilginç yanı Sühreverdî, her ikisini de idrak edenin akıl olduğuna inanıyor. Bu da akıl, aşk ve güzelliğin birlikteliğini ispat ediyor. Yani insan aklıyla güzelliği görüyor ve aynı akılla da âşık oluyor.

 

Üstat Dinani: Evet aynen öyle, onu idrak ettiği zaman âşık oluyor. İdrak edemezse âşık olmaz. Âşık olmak marifeti-bilgisi ölçüsüncedir. Biz burada marifet kelimesini kullanıyoruz. Elbette marifeti idrak etmek de akıl yoluyladır. Akıl kelimesi Allah için kullanılmamıştır. Akıl ve aşk kavramları arasında tarih boyunca bir kavga koparılmıştır. Ancak bence bu anlamsız bir savaştır. Bu savaşın olmaması gerekir. Akıl ve aşk birbirinin düşmanı değildir. Ancak bazıları bir düşmanlık icat etmiş ve bunlar arasında bir savaş olduğunu düşünmüştür.

 

Laricani: Bu savaş daha çok edebiyatta olmuştur. Ana metinlerde savaş pek görülmüyor.

 

Üstat Dinani: Evet ârifler kesinlikle böylesi bir şeyi gündeme getirmemişlerdir. Ancak edebiyatçılar böylesi bir anlamsız ve sonuçsuz savaştan dem vurmuşlardır. Bunun sebebini biraz akıl kelimesinde aramak gerekir. Akıl, “ikal” kelimesinden gelir. Bu kelime Allah için kullanılmamıştır. Yani hiç kimse Allah'tan “Ya Âkil!” (Ey Akıl Sahibi!) diye bahsetmemiştir. Ayetlerde de, hadislerde de böyle bir kullanım yoktur. “Ya Âlim” vardır; ama “âkil” yoktur, daha çok âlim kullanılmıştır.

 

Kimilerine göre bunun sebebi “ikal” kelimesiyle ilgilidir. İkal ayak bağıdır. Develerin ayaklarının bağlandığı şeye ikal denir. Bazılarına göre ise “ikal” kelimesiyle dahi olsa bunun bir sakıncası yoktur; çünkü bu nefsaniyetin ikalidir, yani nefsaniyetin ayaklarının bağlanmasıdır. Yani insan eğer insan nefsini ve şehvetlerini ikal ederse marifeti rüşd kazanır. Her halükarda esas olan marifettir. Çünkü marifet olmadığı zaman güzellik (hüsn) idrak edilemez. Aşk da âşığın marifeti ölçüsünce anlam taşır.

 

Âşığın aklında fedakârlık vardır, çünkü âşık sevgilisinden başka kimseyi görmez, her şeyden vazgeçer. Buraya kadar fedakârlık, vahdet, her şeyini sevgiliye feda etme, vefa vs. vardır doğru. Ancak o, marifeti kadar bir sevgiliye sahiptir. Yani onun sevgilisinin kim olduğuna bakmalıyız. Kim, hangi sevgiliye âşıktır? Biz sevgilinin ne kadar önemli olduğunu nereden anlarız? Âşığın marifetine bakarız. Herkesin sevgilisi onun bilinci ve marifeti kadardır. O ne kadar aşağıysa diğeri de aşağıdır, o ne kadar yüceyse diğeri de o kadar yücedir.

 

Dolayısıyla bir üçgen olarak bahsettiğimiz aşk, marifet ve güzellik, birbirine düğümlüdür. Yani bunlar iç içe geçmiştir. Her zaman birliktedirler. Nerede marifet varsa aşk, nerde aşk varsa güzellik vardır…

 

Laricani: Peki aklın, marifetin haddi / sınırı olduğunu söyleyebilir miyiz?

 

Üstat Dinani: Evet tabii ki akıl, marifetin haddidir. Sizinle daha önce bu konuyu işlemiştik. Akıl yoksa marifet de yoktur. Belki birileri “şuhûd”, “mükâşefe” vs. gibi şeyleri söz konusu edebilir. Ancak “şuhûd” da aklın “bâtın”ıdır. İnsan müşahede ve mükâşefe yaparken, aklın bâtınıyla mükâşefe ve müşahede yapar. Aklın seviyeleri vardır. Her şeyin bir bâtını olduğu gibi aklın da bâtını vardır. Bunların tümü marifetin şuûnudur. Marifet, akılsız olmaz fakat aklın birçok mertebeleri vardır.

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi aklın günlük hayatla ilgili olan zâhirî bir anlamı vardır. Siyasi akıl, toplumsal akıl, ekonomik akıl, teknik akıl vs. Bunların hepsi de akıldır, ama akıl sürekli olarak kabuk değiştirir ve gelişir, yükselir. Sonuç itibariyle akıl bir anlamda marifetle aynı şeydir. Dolayısıyla da bunlar her zaman birliktedirler. Allah'ın sıfatları için de aynı şey söz konusudur. Allah'ın sıfatları da birliktedir. Kesret içinde bir vahdettir. Hak Teâlâ'nın sıfatları bir vahdet içindedir, orada çokluk yoktur. Rahman, Rahim, Ğaffar, Kadir, Hâlik vs. gibi zâtî sıfatları, fiilî sıfatları bütün bunlar tek bir şeydir.

 

Laricani: Benim Sevânih kitabında gördüğüm bir diğer önemli konu da gaflet ile bilgi arasındaki haddi akıl olarak kabul etmesidir. Bu çok ilginçtir. Diyor ki “Eğer insan aklını bilgiyi ve varlık âleminin hakikatlerini idrak etmeye yormuyorsa gaflete düşmüştür.” Hatta bunu bir şirk olarak görüyor.

 

Üstat Dinani: Yani aklını zayi etmiştir. Akıl zâtı itibariyle faaldir. Hekimler, “akl-i faal”dan bahsederler, bir “akl-i faal” olduğunu kabul ederler. Aslında akıl zâtı itibariyle faaldir. Eğer bir kimse aklını kullanmıyorsa kendini zayi ediyor demektir. Evet, söylediği çok doğru.

 

Laricani: Pekâlâ, o ayrıca ilâhî celâl ve cemâl isimleri arasında aklın uçuş dairesinden söz etmektedir. Diyor ki akıl, celâl ve cemâl isimleri arasında bir cazibedir. Meşhur bir hadiste güzel bir tabir vardır. O hadiste “Muhakkak Âdemoğlunun kalpleri Rahman'ın iki parmağının arasındadır, onu istediği gibi değiştirir” deniyor.

 

O daha sonra şöyle diyor: “Bütün sülûk, insanın kendisini bu iki ismin arasında görmesidir. İşte o zaman onun aklı varlık dünyasının gezgini olacaktır. Aşk da bu gezintinin eseri olarak ortaya çıkacaktır.” Çok güzel bir anlatım.

 

Üstat Dinani: Evet, bunlar önemli sözler. Sizin işaret ettiğiniz hadis kalple ilgilidir. “Müminin kalbi, Rahman'ın iki parmağının arasındadır.” Bu bir teşbihtir. Bu iki parmak Hak Teâlâ'nın celâl ve cemâl sıfatları olarak tefsir edilmiştir. Kalp de aklın cevheridir. Akıl, kalpten ayrı bir şey değildir. Kalp, aklın bâtınıdır. Kalp, niçin kalp diye isimlendirilmiştir? Kalp, “tekallub”; değişmek, bir halden bir başka hale geçmek demektir. Kalp diye isimlendirilmiştir çünkü başkalaşmaktadır. İşin tuhaf tarafı bu değişim hem zahirde hem de bâtındadır. Hatta fiziksel olarak kalp de bu şekildedir. Kalp kanı vücudun her yanına ulaştıran organdır ve sürekli olarak çarpma halindedir. Kalp daima çarpar ve bu çarpma hali de değişimdir. Kalp bu şekilde farklı şekiller alarak kan pompalar. Aynı şey manevî kalp için de geçerlidir. Yani insanın ruhu, bâtını, sırrı, aklı da sürekli bir değişim içindedir. Bu hadiste değişimin Allah'ın iki parmağı arasında olduğu söyleniyor. Yani Allah'ın celâl ve cemâl sıfatları arasında. Celâl, Allah'ın kahır sıfatıdır, Cemâl ise Hak Teâlâ'nın rahmeti, sevgisi ve şefkatidir.

 

Yaşadığımız günlük hayat her zaman murada uygun değildir. Bazen de murada aykırıdır. Bazen sıkıntı bazen genişlik, bazen iyilik bazen kötülük vardır. Bazen neşeliyiz bazen de hüzünlü. Bütün bunlar insanın kalbine etki eder. O halde insanın kalbi her zaman iki aşamalıdır. Neşe ve gam, gece ve gündüz, bazen küfür ve iman, dünya ve ahiret, yemin (sağ) ve yesar (sol), üst ve alt, vs. her zaman bu ikisi arasındadır. “Rahman'ın iki parmağının arasındadır.”

   

O halde insan bu fırsatı bir ganimet bilmeli ve her an Allah'ın huzurunda olduğunu görmelidir. Her gelen şey Hak Tebarek ve Teâlâ'nın katından gelmektedir. İnsan kendini her an Allah'ın iki parmağı arasında görürse nasıl yanlış yapar? Daha önceki programda bahsettiğimiz “birliktelik” (maiyyet) halini kazanır. İşte birliktelik (maiyyet) yolu buradadır. Hak Teâlâ her zaman insanla birliktedir, insan da Allah'la birlikte olursa o zaman her şey düzelir.

 

Laricani: O, daha sonra şöyle bir sonuca varıyor: Eğer insan, Celâl ve Cemâl arasında dönüp durursa Rahman'ın iki parmağı arasındadır. Ama eğer bu hale sahip olmazsa, o zaman başkalarının celalinde olması da mümkündür. Her zaman Rahman ve Rahim parmakları arasında değildir. Mevlana da böyle diyor:

 

Ey kalem benger ger iclalisti          

Ki miyan-ı esbain-i kisti.

 

Ey kalem eğer celalde isen bak

Ki kimin parmakları arasındasın

 

Yani eğer her zaman celâlde isen belli ki başkalarının parmağına da düşebilirsin. Ama Rahman'ın iki parmağı arasında olman için her zaman Celâl ve Cemâl arasında olmalısın.

 

Üstat Dinani: Elbette dengenin korunması gerekir. Korku (havf) ve umut (reca) dengesi çok önemlidir. Mutlak havf (korku) olamaz, insan yok olur. Hiçbir korku, akıbet endişesi olmaksızın mutlak reca da olamaz. Her zaman korku ve umut, celâl ve cemâl dengesi sâlik olan şahıs için zaruridir. Eğer bu dengeye riayet ederse sırat-ı müstakim üzere gider. Sırat-ı müstakim de işte zaten budur.

 

Laricani: Pekâlâ, güzel bir bahis oldu. İnşallah sevgili izleyicilerimiz de asıl olan güzellik midir yoksa aşk mıdır sorusunun cevabını almıştırlar. Ne güzellik ne de aşk asıldır, bunların her ikisi de birbiriyle bir aradadır. Hem aşk güzelliği tanır, hem güzellik aşkı doğurur ve bunların her ikisi de aklın hizmetindedir. Bu oyunun sahası da ilâhî Celâl ve Cemâl'dir. İnşallah hepimiz bu halden nasipleniriz.

 

Bir başka programda buluşmak dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

        

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=jqvWgA7OMeI&list=UUBQUgbqL7ZXLUpMIKqJJRnQ&index=64