Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (3)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (3)
Resûlullah’ın (s.a.a.) Tebük Gazvesinde buyurduğu ancak müelliflerinin Emevici bir çizgide oluşları yüzünden nakletmediği önemli bir cümle var. Bu cümleyi Taberânî el-Mucemü’l-Kebir adlı eserinde nakletmektedir. Rivayet Bera b. Azib’den ve Zeyd b. Erkam’dandır. Resûlullah’ın Tebük Gazvesine çıkarken Ali’ye (s.a.a.) “Ya senin ya da benim geride kalmam gerekiyor” buyurduğunu rivayet etmektedirler.

 

 

Sunucu: Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Sizleri ‘‘Mutarahatün fi'l-Akide'' adlı programımızın yeni bir bölümünde selâmlıyorum. Sizin adınıza değerli konuğumuz Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'i selamlıyoruz. Seyyidim hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

 

Seyyidim, İbn Teymiyye'nin Menzile hadisine ilişkin değerlendirmelerine karşılık selefin büyük bilginleri hadisin nassından ne anlamışlardır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır. Biz önceki programlarda Şeyh İbn Teymiyye'nin Menzile hadisinin İmam Ali'ye (a.s.) ait bir fazilete delalet edecek muhtevasını ortadan kaldırmaya çalıştığını görmüştük. İbn Teymiyye hadisi başka bir şekilde açıklamaya çalışmaktadır. O bu konuda ilk önce hadisin niçin söylendiğini göz önüne alarak bu çerçevede yorumlamaya çalışmıştır.

 

O, Minhâcü's-Sünne adlı eserinde birtakım nüktelere işaret eder. Bu nüktelerden biri şudur:

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) Tebük Gazvesinde sadece kadınları, çocukları, acizliğinden dolayı mazur olanları ve münafıkları geride bırakmıştır. Dahası bu istihlaf (yerine bırakma) Resûlullah (s.a.a.) tarafından gerçekleştirilen alışılagelmiş diğer örneklerden daha zayıftır. Hz. Peygamber (s.a.a.) Ali'yi geride yerine bırakınca o ağlamış ve “Beni çocuklarla ve kadınlarla birlikte mi bırakıyorsun?” demiştir.[1]

 

Yani Medine'de önemli bir sosyal statüye sahip kimsenin kalmadığına söylemek istiyor. Medine'de herhangi bir önemli şahsiyet kalmadığına göre İmam Ali'nin onlar üzerindeki bu yönetiminin de hiçbir ayrıcalığı yoktur. Çünkü geride, Medine'de, acizler ya da münafıklar kalmıştır.

 

Hz. Ali'nin geride kalmasını bir yönetim ve hilafet kabul etsek dahi bu en alt seviyeden bir hilafettir.

 

Devamında da önemli bir noktaya işaret ederek şöyle der:

 

Melikler ve komutanlar bir gazveye çıktıklarında beraberlerinde kendilerinden yararlanacakları, değer verdikleri ve hürmet gösterdikleri kimseleri götürürler. Bu götürdükleri kimseler kendilerine yardımcı olurlar. Melikler bu kimselerle müşavere eder, onların reylerinden, dillerinden ve kılıçlarından yararlanırlar. Resûlullah (s.a.a.) çok çaba ve ictihâda gerek duyulmayan yerlere O'nu bırakmıştır. Hz. Peygamber'in sözü mezkûr geride bırakışın eksiklik ve kusurdan kaynaklanmadığını açıklama amaçlıdır.[2]

 

İmam Ali'yi (a.s.) kendisiyle birlikte sefere çıkarmadığına göre O'nun ne dilinde ve görüşlerinde, ne de elinde ve kılıcında bir fayda vardı! Aslında O'nun bu gazvelerdeki varlığıyla yokluğu arasında bir fark bulunmamaktadır! Varlığı ile yokluğu birdir. Ben Şeyh İbn Teymiyye'nin algısını veya okuyucuya dikte etmeye çalıştığı düşüncesini kabul edecek insaf sahibi bir insanın çıkabileceğini düşünmüyorum! Şeyh İbn Teymiyye'nin İmam Ali'ye (a.s.) ilişkin bir fazilet ve menkıbenin ispatı peşinde olduğunu söyleyebilecek insaf sahibi tek bir şahsın olabileceğini düşünemiyorum!

 

Defalarca şu hususa vurgu yaptık. Ümeyyeci yönelişin kurucusu, liderliğini Muaviye'nin çektiği Ümeyyeoğulları, teorisyeni de İbn Teymiyye'dir. Günümüzde ise Vehhâbîler bu düşünce tarzını yaymaya çalışmaktadırlar.

 

Bu yönelişin karşısındaki sahâbenin, tâbiûnun ve İslam âlimlerinin hadisten ne anladıklarını görebilmek için bazı kaynaklara müracaat edeceğiz. Hz. Resûlullah'ın mübarek dillerinden dökülenlerin en sağlam ve en sahihlerinden olan bu hadis gerçekten Ümeyyeci din anlayışının ve İbn Teymiyye'nin içini boşalttığı bir anlama mı gelmektedir, yoksa üzerinde etraflıca durulması gereken en yüce hakikatlerden birine mi işaret etmektedir? Bazı kanıtlara işaret etmeye çalışacağım.

 

İlk kaynak İmam Müslim'in Sahih'idir. Rivayet Sa'd b. Ebu Vakkas'tandır. Sa'd'ı tanıtmaya gerek yok sanırım. Çünkü sahâbenin büyüklerinden, Ehl-i Sünnet nezdindeki sahih rivayetlere göre cennetle müjdelenmiş kişilerden birisidir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Sa'd'dan şöyle rivayet edilmiştir: Muaviye b. Ebu Süfyan, Sa'd'a şöyle dedi: “Ebu't-Turab'a sövmekten seni ne menetti?”

 

O da “Benim diyeceğim üç şey var ki bunları O'nun için Hz. Resûlullah (s.a.a.) söylemiştir. Bundan dolayı ben O'na asla sövemem. Bu üç şeyden birinin benim olması bana kızıl develerden daha makbul­dür. Ben Resûlullah'ı (s.a.a.), gazalarından birinde O'nu yerine bıraktığında Ali O'na “Ey Resûlullah! Beni kadın ve çocuklarla beraber mi bıraktın?” dediği zaman, “Bana göre Musa'ya nispetle Harun yerinde olmaya razı değil misin? Ancak benden sonra Peygamberlik yoktur.” buyururken işittim.[3]

 

Muaviye kesinlikle Sa'd'a İmam Ali'yi övmesini emretmiyor. Ona hakaret etmesini buyuruyor.

 

“Bu üç şey…” ifadesini kullanan kişi sıradan bir insan değildir, cennetle müjdelenen bir kişi olduğuna inanılıyor.

 

Allah aşkına, Sa'd b. Ebu Vakkas'ın hadisten anladığı yergiye mi yoksa fazilet övgüsüne mi daha yakındır?

 

Sunucu: Hangi anlayış hadisin nassına daha yakındır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kararı değerli izleyicilere bırakıyorum. Sa'd İbn Ebu Vakkas bu üç faziletten sadece birinin kendisine ait olmasını yeterli görüyor. Önceki programda da işaret ettiğimiz üzere bu hadiste Ali İbn Ebu Talib'e (a.s.) ait en üst dereceli bir fazilet söz konusudur. Çünkü bu hadis ulvî mazmunları içermektedir.

 

İkinci rivayet Said İbn el-Müseyyeb'dendir. Bu şahıs tâbiûnun imamlarından biri kabul edilmektedir. Hafız Zehebî, İbn el-Müseyyeb hakkında şöyle der:

 

Said İbn el-Müseyyeb; imam, büyük âlim, Ebu Muhammed el-Kureşî el-Mahzumî. Medine ehlinin âlimidir. Kendi dönemindeki tâbiûnun ulusudur.[4]

 

Gelin Sahihü Müslim'in aynı bâbına ve aynı rivayete bir kez daha bakalım.

 

Rivayet şöyledir:

 

Dedi ki: Bize Muhammed b. Münkedir, Said b. Müseyyeb'den, o Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkas'tan, o da babasından naklen rivayet etti:  O, şöyle demiştir: Hz. Resûlul­lah (s.a.a.) Ali'ye “Sen bana Musa'ya nispetle Harun konumundasın. Şu var ki ben­den sonra Peygamber yoktur!” buyurdular.

 

Said diyor ki “Bunun üzerine bunu Sa'd'dan şifahen dinlemek istedim ve Sa'd ile görüşerek bana Amir'in rivayet ettiğini kendisine an­lattım. Sa'd “Ben bunu duydum” dedi.

 

Ben de “Onu sen mi duydun?” diye sordum. O iki parmağını kulaklarına koyarak “Evet! Yoksa bunlar sağır olsunlar!” dedi.[5]

 

Said aslında rivayeti Sa'd'ın oğlu Âmir'den işitmiş. Ancak menkıbenin ve faziletin büyüklüğünden dolayı bizzat Sa'd'ın kendisinden de duymak istiyor. Eğer bu nebevî hadiste bu kadar büyük bir fazilet ve üstünlük bulunmasaydı Said bizzat Sa'd'dan dinlemek için can atar mıydı?

 

Bu da diğer bir kanıttır. Tâbiûnun ileri gelenlerinden ve imamlarından birisinden üstelik. Peki Said bu hadisin isnadını niçin bu kadar merak ediyor? Hadis İmam Ali'yi yerdiğinden dolayı mı? Yoksa bu hadiste işaret edilen büyük makam nedeniyle mi araştırıyor?

 

Üçüncü kaynağımız bu sahanın önemli eserlerinden biri, Nesâî'nin Hasâisü Emiri'l-Müminin'idir. Değerli izleyiciler İbn Hacer'in el-İsâbe adlı eserinde geçen “Nesâî, Hz. Ali'ye mahsus rivayetleri araştırıp bir araya getirmiştir. O çoğunun isnâdı ceyyid / sahih olan bu faziletlerin önemli bir bölümünü toplamıştır.”[6] ifadelerine işaret ettiğimizi bilmektedirler.

 

Soru: Peki Hz. Ali'ye özgü olan bu şeyler övgü, menkıbe, fazilet ve yüce makam mı içeriyorlar yoksa yergi ifadeleri mi? Nesâî'nin İmam Ali'yi (a.s.) yeren hadisleri araştırdığını iddia edebilecek bir akıllının çıkacağını düşünemiyorum. Değerli izleyiciler tahkikini ed-Danî İbn Münir Al Zahvî'nin yaptığı, en-Nesâî'nin Hasâisü Emirü'l-Müminin Ali İbn Tâlib adlı eserine müracaat ederek bu hakikati test edebilirler. Söz konusu eserin 50. sayfasında “Menzile hadisleri” geçmektedir. Yazar birer birer rivayetleri ele almaktadır.

 

Son olarak bir kanıta daha işaret etmek istiyorum. Bu benim açımdan oldukça önemlidir. Ancak giriş kabilinden bir açıklama yapmam gerekiyor. Şöyle ki Emevî döneminin önemli fenomenlerinden biri de hadis uydurma hareketidir. Tabii bu hadis uydurma sadece sahâbenin faziletiyle sınırlı değildir. Ali (a.s.) ve Ehl-i Beyt'in yerilmesi hakkında da hadisler uydurulmuştur. Bu konuyu etraflıca ele almıştık. Ancak şu anda sadece işaret ederek geçmek istiyorum. Bundan dolayıdır ki muhakkiklerin bir bölümünün bu meseleyi ele aldıklarında şu ifadeleri kullandıklarını görmekteyiz: “Ömer b. Abdülaziz babaları ve dedeleri döneminde gerçekleşen bidatlerden birçoğunu kaldırmaya çalışmıştır.” Bunu sadece ben değil çağdaş muhakkiklerden birisi de söylüyor.

 

İşte İbn İmad el-Hanbeli'nin Şezerâtü'z-Zeheb adlı eseri. Eserin muhakkiki dipnotta şöyle diyor:

 

Ömer İbn Abdülaziz'in en önemli yüceliklerinden birisi de kendisinden önceki Emevî Halifelerinin (Ümeyyeoğullarının altı halifesi döneminde) gerçekleşen yaygın bidatleri ortadan kaldırmaya ve engellemeye çalışmasıdır. Ömer b. Abdülaziz'in bu işi dışında başka bir fazileti olmasaydı dahi bu kendisine kıvanç olarak yeterdi.[7]

 

Yani Ümeyyeoğullarının en önemli faaliyetlerinden biri Sünnet'in değiştirilip bidatlerin yayılmasıdır. Bu bidatlerin en önemlilerinden biri de ‘‘hadis uyduruculuğu''dur.

 

Pasaj 100. hicrî yıla kadar Sünnet-i Nebeviyye'nin tedvin edilmediğini ortaya koyuyor. Hadis uydurmak isteyenler için ortam müsaittir. Çünkü başvurulacak hiçbir merci yok. Herkes ben tâbiûn ve sahâbeden işittim, diyor. Dilediği biçimde bir isnâd zinciri sıralıyor ve istediğini rivayet ediyor. Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde “Ben 750.000 rivayet topladım. Şöyle şöyle olanlar uydurmadır.” diyor. Bunun nedeni Ümeyyeoğulları döneminde hadis uydurma hareketinin yayılmasıdır. Gerekçe bellidir. Deyim yerindeyse hadis uydurmalarının biri olumlu diğeri olumsuz olmak üzere iki yönü vardır. Olumlu açıdan sahâbenin faziletleri hakkında hadis uydurulmuştur. Olumsuz noktada ise İmam Ali ve Ehl-i Beyt'inin yerilmesi noktasında hadisler üretmişlerdir.

 

Bu hakikate Şerhü Nehci'l-Belağa adlı eserin müellifi İbn Ebi'l-Hadid el-Mutezilî işaret etmektedir.

 

Seyyidim “İbn Ebi'l-Hadid dayanak alınabilir mi? O Şiilikle itham edilmiş veya Şiilik eğilimleri olan bir kişidir” şeklinde bir itiraz gelebilir.

 

Azizlerim İbn Ebi'l-Hadid'den okuyacağımız bütün bu ifadeleri inşallah uygun bir vakitte sahih, muteber ve dakik rivayetlerle ortaya koymaya çalışacağız.

 

İbn Ebi'l-Hadid “Birisi bidatlere sebep olan ve halk arasında yaygınlaşan çok çe­şitli rivayetler hakkında soru sorunca Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu…” hadisinin şerhinde şöyle der:

 

Muaviye valilerine bütün şehirler ve bölgelerde Osman hakkında hadislerin çoğaltılıp yayılması için mektup yazdı… Sonra valilerine bir mektup daha yazarak şöyle dedi: Osman'ın faziletleriyle ilgili hadisler her tarafta yayıldı. Size bu mektubum ulaştığında insanları sahâbenin faziletleri ve ilk halifeler hakkında hadis rivayet etmeye davet edin… Ebu Turab hakkında Müslümanların rivayet ettiği hangi haber varsa onunla çelişen bir hadisi sahâbe hakkında da rivayet edin. Bu beni çok sevindirir, gözlerimi aydınlatır. Ebu Turab'ın ve Şiilerinin kanıtlarını ortadan kaldırıcıdır. Bu durum onlara Osman'ın menkıbelerinden ve faziletlerinden daha ağır gelir.[8]

 

Muaviye'nin ve Ümeyyeoğullarının stratejisine dikkat ediniz.

 

Peki sonuç nedir? Devamında şöyle diyor:

 

Onun mektupları insanlara okundu. Sahâbenin fazileti hakkında aslı astarı olmayan birçok haber rivayet edildi. İnsanlar bu tür haberleri rivayet etmeye büyük önem verdiler. Minberlerde bunları aktararak kuvvet kazandırdılar. Bu rivayetleri çocuklarına ve gençlerine öğrettiler. Nihayet onlar da bunları naklettiler. Kur'an-ı Kerim'i öğrendikleri gibi bunları da öğrenmeye önem verdiler. İnsanlar bu rivayetleri hanımlarına, hizmetçilerine ve dostlarına bellettiler. Bir müddet böyle devam etti… Sonuç olarak birçok uydurma hadis ve yayılmış bühtan ortaya çıktı. Fakihler ve kadılar da bu rivayetler çerçevesinde hüküm verdiler.[9]

 

Seyyidim “Bu hakikati gösteren delil nedir?” diye bir soru gelebilir.

 

Azizim doğrudan cevaba geçeceğim. İmam Ali (a.s.) hakkında vârid olan ne kadar fazilet varsa aynısını diğer sahâbîler için de uydurdular. Hatta İmam Ali'nin sahip olduğu faziletten daha fazlasını…

 

Hafız Zehebi'nin Mizânü'l-İtidal adlı eserine müracaat ediyoruz. Hafız ez-Zehebî şöyle der:

 

Ali b. el-Hasan b. Ali eş-Şair'den;

 

Muhammed b. Cerir et-Taberî'den uydurma bir haberle şöyle rivayet edilmektedir: Ebu Bekir bana göre Musa'ya nispetle Harun yerindedir.[10]

 

Burada İbn Teymiyye ve bağlılarına bir soru yöneltiyorum. Bu hadis Ali (a.s.) için bir fazilet değilse niçin Ebubekir hakkında da menzile hadisi uydurmak zorunda kalıyorlar?

 

İkinci kaynak aynı eserin bir başka yeri:

 

Bu hadiste şu fazlalık bulunmaktadır: Ebu Bekir ve Ömer bana göre Musa'ya nispetle Harun yerindedir. Bu hadis de uydurmadır.[11]

 

Üçüncü kaynağımız yine aynı eserdendir. Kuza b. Süveyd b. Huceyr el-Bahilî el-Basrî'nin tercüme-i hâlinde, Hafız ez-Zehebî bu şahıs hakkında şöyle der:

 

Onun İbn Ebu Müleyke kanalıyla İbn Abbas'tan merfu olarak rivayet edilen “Eğer dost edinecek olsaydım kuşkusuz Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ancak Allah-u Teâlâ sahibinizi (beni) dost edinmiştir. Ebu Bekir ve Ömer bana göre Musa'ya nispetle Harun yerindedir” şeklindeki münker bir hadisi vardır. Bu hadisi bazıları İbn Kuz'a'dan rivayet etmiştir.[12]

 

Demek ki hadis münkermiş.

 

Soru; bu hadis herhangi bir kıymet ve fazilet vermiyorsa neden bu kadar ısrar ediyorsunuz?

 

Bir diğer kanıt şudur: Bizler biliyoruz ki İmam Ali (a.s.) hakkında vârid olan en önemli hadislerden biri de “Ey Ali! Seni ancak mümin sever; sana ancak münafık hınç duyar” rivayetidir. Hafız ez-Zehebî'nin Siyeru A'laâmi'n-Nübelâ adlı eserinde ise Cabir'den merfu olarak şöyle rivayet edilmektedir: ‘‘Ey Ebu Bekir ve Ömer! Sizleri ancak mümin kimse sever; sizlere ancak münafıklar hınç duyar.'' Haberin râvîsi Mualla terk edilmiştir (metruktur).[13]

 

Yani Mualla'nın haberi terk edilmiştir. Geliniz İbn Hacer el-Askalânî'nin Takribü't-Tehzib adlı eserine bir bakalım. Yazar şöyle diyor: Mualla İbn Hilal İbn Süveyd Ebu Abdullah et-Tahhan el-Kufî. Cerh ve tadil sahasının bilginleri yalancılığı hususunda ittifak etmişlerdir.[14]

 

Eğer Menzile hadisinde bir fazilet söz konusu değilse neden bu fazileti başkasına da vermeye çalışıyorsunuz? Önceki programda İbn Teymiyye'nin “Ebu Bekir ve Ömer hakkında daha faziletli hususlar vârid olmuştur. Ebu Bekir Hz. İbrahim'e benzetilmiştir” ifadelerini okumuştuk.

 

Sunucu: İbn Teymiyye'den birbirini nakzeden açıklamalar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bütün bu kanıtlar defalarca tekrarladığımız şu hususu bize göstermektedir: Hz. Peygamber'den (s.a.a.) aktarılan nasların anlaşılması noktasında iki metot vardır. İlki selefin ve İslam ulemasının metodudur. Diğeri de Muaviye'nin tesis ettiği ve İbn Teymiyye'nin teorisyeni olduğu Ümeyyeci metot.

 

Sunucu: Emîrü'l-Mü'minîn ile ihtilaf edenler dahi O'nun bu faziletlerini inkâr etmemişlerdir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Konumuz bu hadisin Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafet ve imamete delalet edip etmediği meselesi değildir. Bizler bu hadisin İmam Ali'ye özgü faziletler kapsamında olup olmadığını araştırıyoruz.

 

Sunucu: Menzile ve istihlaf etme meselesine tekrar dönelim. İbn Teymiyye hadisin içeriğini boşaltmaya çalışıyor ve Resûlullah'ın bu istihlafının İmam Ali'nin acizlerle, kadınlarla, münafıklarla ve asilerle eş değer olduğu anlamına geldiğini söylemeye çalışıyor. Olayın bir diğer boyutuna geçelim. Hz. Peygamber (s.a.a.) Tebük Gazvesinde niçin Hz. Ali'yi yerine bıraktı? Acaba bu yerine bırakmanın bir önemi söz konusu mudur?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece İbn Teymiyye'nin değil herkesin bu soruyu sorma hakkı bulunmaktadır.

 

Öncelikle tarih bize Resûlullah'ın bulunduğu her yerde Ali'nin (a.s.) de bulunduğunu söylemektedir. Ali (a.s.) hiçbir zaman Resûlullah'tan geri kalmış değildir. Bunu birçok kimse dile getirmektedir.

 

İbn Hacer el-İsâbe adlı eserinde şöyle der:

 

Ali b. Ebî Tâlib; ilim ehlinin çoğuna göre ilk Müslüman olan kimsedir. Sahih olan rivayete göre bisetten 10 yıl önce dünyaya gelmiştir. Hz. Peygamber'in evinde yetişmiş, O'ndan hiçbir şekilde ayrılmamış, Tebük Gazvesi hariç tüm gazvelerde O'nun yanında olmuştur. Dahası birçok gazvede sancak O'nun elindeydi. Muahat (kardeş kılma) gününde O'na “sen benim kardeşimsin” buyurmuştur.[15]

 

Yani Hz. Ali (a.s.) bütün gazvelere katılmıştır. Hayber'e de katılmıştır, bazıları O'nun Hayber Gazvesine katılmadığını söylüyor, bu doğru değildir.

 

Sancağın İmam Ali'nin (a.s.) elinde olduğu yönündeki ibareye değerli izleyicilerin dikkat etmesini istiyorum. Çünkü bu durum O'nun sıradan bir şahsiyet olmadığının göstergesidir. O, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sancağının sahibidir. Haşr-i Ekber'de de O'nun (s.a.a.) sancağının sahibi olmasının ne anlama geldiğini inşallah ilerleyen bölümlerde açıklayacağız. Bu konuda sahih rivayetlerin bulunup bulunmadığını ileride inceleyeceğiz.

 

Soru: Resûlullah (s.a.a.) gittiği bütün gazvelere Hz. Ali'yi (a.s.) de kendisiyle birlikte götürdüğüne göre -ehemmiyet kaidesi gereği- Tebük Gazvesinde O'nu geride bırakmasının ne gibi bir gerekçesi olabilir? Tarihçilerin de bildiği üzere Tebük Gazvesi İslam tarihinin dönüm noktalarından biridir. Bu geride bırakmanın bir hikmeti olmalıdır.

 

Tebük Gazvesinin önemine işaret etmeliyiz. Nitekim İbn Teymiyye Mecmûu Fetâvâ adlı eserinde şöyle der:

 

Hz. Peygamber, Tebük Gazvesine bütün Müslümanların katılmasını emretti. Kimseye bu gazaya katılmama izni vermedi. Çünkü düşman çok güçlü, gidilecek mesafe de oldukça uzaktı.[16]

 

Kural gereği, bütün gazvelerde olmasa da birçok gazada sancağı elinde bulunduran bir şahsın bu savaşa katılması gerekmektedir. Öyleyse bu savaşa katılmamasını gerektirecek oldukça önemli başka bir neden olmalıdır.

 

Düşman çok güçlü olduğuna göre ordu Ali'nin (a.s.) varlığına ihtiyaç duymaktadır. Yolculuk da İslam Devleti merkezinden oldukça uzak bir noktaya yapılmaktadır.

 

Peki Resûlullah (s.a.a.) O'nu niçin geride bıraktı ve İmam Ali neden bu geride kalmaya üzülerek “Beni çocuklar ve kadınlarla mı bırakıyorsun?” dedi?

 

Bir örnek verelim. Yeni kurulmuş bir devletin reisi oldukça önemli ve uzak bir sefere çıkmak istiyor. Ayrıca o koşullar altında devletin merkeziyle bağlantı kurabilmek de kolay olmamış olsun. Böyle bir ortamda devlet başkanı, durumu ve tavırları kuşkulu ve yetersiz olan ikinci, üçüncü dereceden insanları mı yerine bırakır yoksa insanların en güvenilir olanını mı?

 

Ben en güvenilir, en kuvvetli ve en yeterli olanını yerine bırakır, derim. Üstelik Şeyh İbn Teymiyye'nin kendisi Resûlullah (s.a.a.) ile cihada katılmayanları çocuklar, kadınlar, mazur olanlar… veya münafıklar[17] diye sayıyor. Yani münafıklar savaşa çıkmamış, içeride darbe yapmak için fırsat kollamaktadırlar.

 

Kimse bize “Seyyidim münafıklar da var mıydı?” diye bir soru sormasın. Evet münafıklar mevcuttu. Bizler Huneyn'de ve diğer yerlerde münafıkların neler yaptıklarını bilmekteyiz. Esasında onlar Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefat etmesini bekliyorlardı. O'nun “ebter” (soyu kesik) olduğunu söylüyor, vefat edince devletinin de sona ereceğini düşünüyorlardı. Allah-u Teâlâ da “Biz sana Kevseri verdik” buyurarak müjde veriyordu.

 

Öyleyse Resûlullah (s.a.a.) özellikle de bu gazvede münafıklardan yana oldukça endişeliydi. Çünkü geride kendisine güvenilebileceği hiçbir kimse kalmamıştı. Münafıklar için tam bir fırsat doğmuştu. Beri taraftan bu savaş oldukça önemli olduğundan sahâbenin tamamının savaşa katılması gerekiyordu.

 

Sunucu: Seyyyidim diğer gazvelerde Medine'de güvenilir olan kimseler geride kalmıştı.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Zaten İbn Teymiyye de bunu söylemektedir. Diğer istihlaflarda savaşa katılmayanların içinde güvenilir müminler yer aldığından, bunlar Hz. Ali'nin emir olarak bırakıldığı istihlafdan daha kuvvetlidir demeye çalıştığını görmüştük.

 

Ancak bu istihlafın onun lehine değil aleyhine olduğunu görüyoruz.

 

Özetle Resûlullah (s.a.a.) için yegâne çıkar yol şudur: En güvenilir ve en iş bilir olanını değil kendisine en yakın olan kimseyi yerine bırakmak. O da mübahele ayetinin nassıyla kendi nefsi olan kimseyi yerine bırakmıştır.

 

Sunucu: Zaten bu da Menzile hadisinin ne anlama geldiğini tefsir ediyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Resûlullah (s.a.a.) da zaten bunu açıkça belirtiyor. Şeyh İbn Teymiyye'nin belirttiği gibi Nebi (s.a.a.) 20'den fazla gazvede Medine'de yerine birisini bırakmıştır. Ancak bu gazvelerin hiçbirinde “Bana göre Musa'ya nispetle Harun yerindesin” hadis-i nebevisini söylemiş değildir. Bu hadisin Hz. Ali için ifade ettiği hususiyet nedir? Eğer bu hususiyet sadece Medine'de yönetici olmak ise diğerleri de diğer gazvelerde emir oldular. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu hususiyeti neden onlara vermedi de sadece İmam Ali'ye (a.s.) verdi?

 

Dahası var. İzleyicilerin dikkatlerini şu hususa çekmek istiyorum. Resûlullah'ın (s.a.a.) Tebük Gazvesinde buyurduğu ancak müelliflerinin Emevici bir çizgide oluşları yüzünden Sahihü Müslim ve Sahihü'l-Buharî'de geçmeyen oldukça önemli bir cümle var. Bu cümleyi Taberânî el-Mucemü'l-Kebir adlı eserinde nakletmektedir.

 

Rivayet Bera b. Azib'den ve Zeyd b. Erkam'dandır. Resûlullah'ın Tebük Gazvesine çıkarken Ali'ye (s.a.a.) “Ya senin ya da benim geride kalmam gerekiyor” buyurduğunu rivayet etmektedirler.[18]

 

Sunucu: Yani Medine'de ikimizden birinin bulunması gerekiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İnşallah sonraki programda bu olayın aynısının Berae / Tevbe Sûresinin tebliğinde de gerçekleştiğini açıklamaya çalışacağım. Berae Sûresini tebliğ ederken Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Bu sureyi ancak benden olan ve benim de kendisinden olduğum kimse tebliğ edebilir” buyurmaktadır. Kritik dönüm noktalarında ya Allah'ın Resûlü ya da Hz. Ali (a.s.) bulunmalıdır.

 

Aynı rivayet İbn Sa'd'ın et-Tabekât'ında da geçmektedir. Rivayet şöyledir:

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) zorluk ordusuyla sefere çıkmak istediğinde -ki bu sefer Tebük Gazvesidir- Hz. Ali'ye “Ya ben Medine'de kalmalıyım yahut da sen!” buyurarak O'nu yerine bıraktı. [19]

 

Bu rivayetlerin senedi sahih midir diye bir soru gelebilir.

 

El-cevap; Heysemî'nin (ö. 807) Mecmeü'z-Zevâid adlı eserine bakalım. Heysemî rivayeti naklettikten sonra şöyle diyor:

 

Bu hadisi et-Taberânî iki sened ile rivayet etmektedir. Bir tanesinin isnadında Meymun Ebu Abdullah el-Basrî bulunmaktadır. İbn Hibban onu sika saymış, bir grup bilgin ise zayıf kabul etmektedir. İsnad zincirini oluşturan diğer râvîler sahih hadisin râvîleridir.[20]

 

İki isnad zincirinden birinde hakkında cerh ve tadil âlimlerinin hakkında ihtilaf ettiği el-Basrî yer alıyor. Bu ifade diğer isnad zincirinin sahih olduğu anlamına gelmektedir.

 

İbn Hacer el-Askalanî'nin hadisin senedine ilişkin açıklamaları ise bundan daha kuvvetlidir. O rivayeti naklettikten sonra şöyle der:

 

Said İbn el-Müseyyeb'in Sa'd'dan aktardığı rivayette Hz. Ali'nin “Razı oldum, razı oldum” ifadeleri geçmektedir… Bu hadisi Ahmed ve İbn Sa'd, Bera ve Zeyd b. Erkam'dan rivayet etmişlerdir. Bu ikisinin hadisinin başında Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Ali'ye (a.s.) “Ya ben Medine'de kalmalıyım ya da sen” ifadeleri de geçmektedir. Bu hadisin isnadı kuvvetlidir. [21]

 

İbn Hacer'e göre bu rivayet sahihmiş.

 

Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) yerine Hz. Ali'yi neden bıraktığının anlaşıldığını düşünüyorum. Beri taraftan “Ya ben Medine'de kalmalıyım yahut da sen” buyruğundan daha güzel bir ibarenin olabileceğini düşünemiyorum. Bu ifade, dönüm noktalarında ya Allah Resûlü'nün yahut da Hz. Emîrü'l-Mü'minîn'in bulunması gerektiği anlamına gelmektedir. Bu husus da hadisin doğru anlaşılması noktasında bize yeni ufuklar açıyor.

 

Sunucu: Bu açıklamalar sadece tek bir âlimle, araştırmacı veya fakihle yetinmememiz gerektiğini bize gösteriyor. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Değerli izleyicilerimize de teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

   



[1] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 261 Tahkik: Doktor Muhammed Reşâd Salim, Dârü'l-Fazilet.

[2] Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 262.

[3] İmam Ebu'l-Hüseyn Müslim İbn el-Haccâc el-Kuşeyri en-Nisâbûrî, Sahihü Müslim, c. 4, s. 213, 2404 no.lu hadis, Kitâbu Fezâili's-Sahâbe - Fezâili Ali İbn Ebî Tâlib, Tahkik: Şeyh Müslim İbn Mahmud Osman es-Selefî el-Eserî, Dârü'l-Hayr.

[4] İmam Şemsüddin Muhammed İbn Ahmed İbn Osman ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. 4, s. 217, Müessesetü'r-Risale.

[5] Sahihü Müslim, c. 4, s. 213, 2404 no.lu hadis.

[6] İbn Hacer el-Askalanî, el-İsâbe fi-Temyizi's-Sahâbe, c. 7, s. 276, 5714 no.lu tercüme-i hâl, Abdullah İbn Abdülmuhsin et-Türkî.

[7] İmam Şihabüddin Ebü'l-Felah Abdülhay İbn İmad el-Hanbelî, Şezerâtü'z-Zeheb fi-Ahbâri men Zeheb, c. 1, s. 70, Tahkik: Abdülkadir Arnavut ve Mahmud el-Arnavut, Dârü İbn Kesir, Dımeşk-Beyrut.

[8] İbn Ebi'l-Hadid, Şerhü Nehci'l-Belâğa, c. 11, s. 44-49, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye.

[9] A.g.e., a.g.y.

[10] Hafız Zehebî, Mizânü'l-İtidal fi-Nakdi'r-Ricâl, c. 3, s. 133, 5522 no.lu tercüme-i hâl, Tahkik: Muhammed Berekat, er-Risâletü'l-Alemiyye.

[11] A.g.e., c. 3, s. 181.

[12] A.g.e., c. 3, s. 387.

[13] Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. 16.

[14] İbn Hacer el-Askalânî, Takribü't-Tehzib, s. 961, Dârü'l-Asıme.

[15] el-İsâbe fi-Temyizi's-Sahâbe, c. 7, s. 276.

[16] Mecmûu Fetâvâ, İbn Teymiyye c. 4, s. 404.

[17] Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 261.

[18] Hafız Ebü'l-Kasım Süleyman İbn Ahmed et-Taberânî, el-Mucemü'l-Kebir, c. 5 s. 203, Hadis No: 5094, Dârü İhyai't-Turas.

[19] İbn Sa'd, et-Tabekâtü'l-Kübrâ, c. 3, s. 24.

[20] Nureddin Ali İbn Ebubekir El-Heysemî, Mecmeü'z-Zevâid ve Menbeü'l-Fevâid, c. 9, s. 98, Hadis No: 14653, Tahkik: Abdülkadir Ahmed Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye.

[21] İbn Hacer el-Askalânî, Fethü'l-Bârî bi-Şerhi Sahihi'l-Buharî, c. 8, s. 424, Tahkik: Abdurrahman İbn Nasır el-Berrak.