Ayetullah Kemal Haydari: İbn Teymiyye’nin Gadir Hadisine bakışı (6) (SON)

Ayetullah Kemal Haydari: İbn Teymiyye’nin Gadir Hadisine bakışı (6) (SON)
Birinci ve ikinci karine kabul edilmese dahi Ömer b. Hattab’ın sözlerinden “mevlâ” kelimesinin işlerin yönetimini ele alan kimse anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Aksi takdirde "Benim ve bütün mümin ve müminelerin mevlâsı oldun!" sözünün hiçbir anlamı kalmaz.

 

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla.

 

Salat ve selam Efendimiz Muhammed'e ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Selamun aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuhu. Kum Kevser TV stüdyolarından “Mutarahatün fi'l-Akide” adlı programımızın bu bölümünde sizlere merhaba diyoruz. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e merhabalar diyerek programa başlıyoruz. Saygıdeğer Seyyidim önceki programın özetini sunabilir misiniz acaba?

 

Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Kanaatimizce son programlarda yapılan açıklamalarla şu husus açıklığa kavuşmuştur: Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) kendisinden sonra Hz. Ali'nin bazı özel makamlara sahip olduğunu açıklamıştır. Resulullah'ın İmam Ali için zikrettiği bu makam ve dereceler sahabeden hiçbir kimseye ait değildir. “Senin nezdimdeki konumun (menzilet) Harun'un (a.s.) Musa'ya (a.s.) olan konumu gibidir”, “Ey Ali! Sen benden sonra bütün müminlerin velisisin”  hadisleri bu türdendir. Altıncı programına ulaşmış olduğumuz Gadir Hadisi de böyledir. Bu tür bir sıfatın ve bu mevleviyetin Ali (a.s.) dışında başka bir sahabî için de sabit olduğuna inanan varsa delilini ortaya koysun ve bunu bize ispat etsin.

 

Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) İmam Ali hakkında söylediği sözler hiçbir sahabî hakkında söylenmiş değildir. Bizim kaynaklarımızı geçtim kendi kaynaklarında dahi durum böyledir. En azından “Ben kimin mevlâsı isem işte falanca da onun mevlâsıdır” diye bir hadis yoktur. Ya da Menzilet Hadisi, “Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder”, “Ali'yi seven beni sevmiş olur, O'na düşmanlık eden Allah-u Teâlâ'ya buğz etmiş olur” benzeri bir hadis söylenmiş de değildir.

 

Aziz dostlarım, Hz. Resulullah'tan ittifakla aktarılan bu beyanlardan daha kuvvetlisine ihtiyaç duyacak bir mümin ve Müslümanın varlığını tasavvur edemiyorum.

 

Aziz dostlarım önceki programa ilişkin sözlerimi şöylece özetliyorum: Resulullah'ın (s.a.a.)  İmam Ali (a.s.) hakkında Gadir-i Hum'da söylediği “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisinin mütevatir olduğunda muhaddisler ve diğer âlimler görüş birliği içindedirler. Ayrıca İmam Ali (a.s.) için sabit olan bu mevleviyet (evlâ oluş) Resulullah (s.a.a.) için sabit olan mevleviyetin seviyesindedir. Çünkü Resulullah (s.a.a.) “fa-i tefriiye” edatını kullanarak “Fe-men kuntu mevlâhu fehâzâ Aliyyun mevlâhu” buyurmaktadır. Yani bu mevleviyet ve bu derecenin Ali (a.s.) için de sabit olduğunu ortaya koymuştur.

 

Ayrıca O, sahih ve muteber rivayetlerde geçtiği üzere kendisi için sabit olan bu mevleviyetin Allah-u Teâlâ için sabit olan mevleviyetle aynı seviyede olduğunu açıklamaktadır. Yani Allah Resulüne verilen bu mevleviyet Allah'a ait olan mevleviyetin uzantısıdır. (Yani Resul'e itaat gerçekte Allah'a itaattir, yoksa Allah ve Peygamber birbirinin paralelinde değildir; Medya Şafak)

 

İnsaf sahibi bütün hakikat taliplilerine şunu demek istiyorum: Hiç kuşkusuz İmam Ali'nin bu mevleviyeti, Allah Resulüne; Allah Resulünün mevleviyeti ise Allah-u Teâlâ'ya aittir, O'na döner.

 

Tabii ki kaynak Allah-u Teâlâ'dır.

 

Elbette. Allah-u Teâlâ için söz konusu olan mevleviyet mutlak ve bağımsız, diğerleri için olansa bi-iznihidir (O'nun izniyle). Yani bu sıfat onlara Allah-u Teâlâ tarafından bağışlanmıştır. İkisi arasındaki ayrım, ğaniyy-i mutlak (mutlak zengin) ile mutlak fakir arasındaki fark gibidir. “Ey insanlar sizler Allah'a muhtaçsınız. Allah ise gani ve hamid olandır.” Bizler bir şeyin Allah-u Teâlâ dışında başka birisine ait olduğunu söylüyorsak bu sahipliğin Allah-u Teâlâ'nın sahip oluşu ile aynı seviyede olduğu düşüncesi zihinlere gelmesin. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın mevleviyeti ve velayeti mutlak, diğer velayet ise mukayyettir (sınırlı). Ayrıca Resulullah (s.a.a.) bu mevleviyeti bize iki yönüyle de açıklamaktadır.

 

Evvelen evleviyet olarak tefsir etmektedir. Çünkü Gadir Hadisinin baş bölümü şöyledir: “Ben müminlere kendi nefislerinden daha evlâ değil miyim? İşte ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” Bu ilk tefsire göre “mevlâ” kelimesi “evlâ” anlamına gelmektedir.

 

İkinci tefsire göreyse “mevlâ” kelimesinden maksat “veli”dir. “Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir.”

 

Resulullah'ın (s.a.a.) tefsirine göre “mevlâ” ya “evlâ” ya da “veli” anlamına gelmektedir. Geçen programın özeti budur.

 

Günümüzde şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: İmam Ali (a.s.) ile sahabe arasındaki mücadele, Ehl-i Beyt ile diğerleri arasındaki mücadele hak batıl mücadelesi midir? Bu tür konularla geçmişi kaşımak, insanların artık önemsiz hale gelmiş geçmiş konulara takılıp kalmalarına neden olmamakta mıdır? Bu meselelerin önemi nedir?

 

Soru oldukça önemlidir. Fazla uzatmadan kısa cevap vermekle yetineceğim.

 

Bu tür konuları ele almamızın nedeni mezhebî duyguları harekete geçirmek veya yaraları kaşımak değildir. Ancak iki gerekçeden dolayı bu konuları inceliyoruz:

 

İlkin; en azından diğer Müslüman kardeşlerimize, inanmış olduğumuz Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'in imameti ve hilafeti konusunun köklerinin ve dayanaklarının Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin kaynaklarında mevcut olup olmadığını göstermek istiyoruz. Sizler de biliyorsunuz ki Ehl-i Beyt Mezhebinin Abdullah b. Sebe tarafından tesis edildiği, Yahudi menşeli olduğu vs. bazı kanallarda çokça dile getiriliyor. Bu iddiaların gerçekliğini öğrenmek ve bir dayanaklarının olup olmadığını ortaya koymak istiyoruz. Ehl-i Beyt mektebine uyanların ileri sürdüğü nasslar İslam âlimlerinin kaynaklarında geçmektedir. Ancak bu rivayetlerin yorumunda farklılık vardır. Dolayısıyla hiç kimsenin beni din dışılıkla itham etme hakkı yoktur.

 

Bizler Ehl-i Beyt Okulunun bütün inanç esaslarının Müslüman bilginlerin kültürlerinde kuvvetli bir şekilde mevcut olduğuna inanmaktayız. “Seyyidim, ama kaynaklarımızda böyle yorumlarla karşılaşmıyoruz” şeklinde bir itiraz gelebilir. Bu itiraz doğru olsa da bu rivayetleri değişik şekilde yorumlama hakkımız vardır. Hakikat talipleri şunu bilmelidirler ki bizler dayanaktan yoksun bir şekilde bir ekol ve mezhep inşa etmiş değiliz.

 

İkinci husus: Bazı televizyon kanalları Ehl-i Beyt Okulunun akide boyutunun zayıf olduğunu ve İslamî kültürde hiçbir dayanağa sahip olmadığını iddia etmekteler.  

 

Bu sözlerim Ehl-i Sünnet kardeşlerimize değil Ehl-i Beyt Mezhebine bağlı kardeşlerimizedir. Ey Mezhebin bağlıları, ey Şiiler! Bizim tüm inançlarımız Şia kitaplarından önce Ehl-i Sünnet kaynaklarında mevcuttur. Bu önemli bir konudur. Bu hitap iki boyutlu bir hitaptır.

 

İlk boyut; Ehl-i Beyt Yolu diğerleri tarafından hiçbir dayanağa sahip olmamakla itham edilmektedir. Cevaben diyoruz ki bizim dayanaklarınız sizin en önemli kaynaklarınızda bulunmaktadır.

 

İkinci boyut; Ehl-i Beyt Okulunun bağlıları “Bizler neye iman ediyoruz?” diye soracak olurlarsa deriz ki “İnancımızı oluşturan temel ilkeler sadece bizim muteber kaynaklarımızda değil, diğer Müslümanların muteber kaynaklarında da mevcuttur.”

 

Bazı dostlar tarafından da ara ara “İbn Teymiyye meselesine niçin bu kadar yoğunlaşıyorsunuz?” diye sorgulanıyoruz.

 

Bizim İbn Teymiyye üzerinde fazlaca durduğumuz doğrudur. Ancak günümüz Müslümanlarının pek çok düşüncesi İbn Teymiyye'nin fikriyatının etkisindedir. Ben Ehl-i Sünnet âlimlerinin tutum ve davranışlarının İbn Teymiyye'ninkinden bütünüyle farklı olduğuna inanmaktayım. Bu programların amacı Ehl-i Sünnet ulemasının Ehl-i Beyt İmamlarına bakışının aynı seviyede olmadığını göstermektir. Müslümanlar arasında iki türlü yaklaşım mevcuttur. Bu yaklaşımlardan biri Ümeyyeoğullarının ve Muaviye'nin tesis ettiği din anlayışıdır. Bu yaklaşımın teorisyenliğini İbn Teymiyye yapmıştır. İkinci yaklaşım ise İslam âlimlerinin genel yaklaşımıdır. Bunlar Ehl-i Beyt İmamlarına ve âlimlerine saygı gösterir, ancak onların masum olduğu görüşünü benimsemezler. Elbette ki görüşleri saygıya değerdir. Bizler deyim yerindeyse Ehl-i Beyt İmamları konusunda Ümeyyeci din anlayışının Ehl-i Sünnet ulemasının genel yaklaşımından farklı olduğunu göstermek istiyoruz.

 

Şunu eklemek istiyorum. İster “Utruhatü'l-Mehdeviyye” programı ister “Mutarahatün fi'l-Akide” programı olsun her ikisi de izleyicilerin bilgi düzeyini yükseltmiştir. Çünkü programın dili ilmîdir, nasslara dayalı olup farklı okumalara olanak sağlamaktadır. Duygu içerikli ve laf-ı güzaf dediğimiz açıklamalardan…

 

Tekfir dilinden…

 

İthamlardan uzaktır. Allah'a hamdüsenalar olsun ki programlarımızın ümmete tesir etmeye başladığını düşünüyorum.

 

Sözünüze katkı olsun. Saygınlığını yitirmek istemeyen birçok kanal artık kitapları getirmekte ve önüne koymaktadır.

 

Sizleri taklit ediyorlar.

 

Şimdi taklit edip etmedikleri konusuna girmek istemiyorum.

 

Konuya geri dönelim. Saygıdeğer Seyyidim, “mevlâ” kelimesi işleri üstlenen anlamına mı yoksa sadece dost ve muhabbet anlamına mı gelmektedir?

 

Dinleyici ve okuyucuların zihninde “mevlâ” kelimesinin “muhabbet” ve “nusret” anlamına geldiği şeklinde bir algı oluşturmak için pek çok çalışma yapılmaktadır. Bu çalışmaların amacı şudur: “Mevlâ” kelimesinin asıl anlamı muhabbettir. Bunun ilmî sonucu da şudur: “Mevlâ” kelimesinin siyasî imamet ve ümmetin işlerini üstlenme anlamına geldiğini iddia eden kimse sözcüğün aslî anlamının dışında başka bir şey iddia etmiştir. Sözcüğe böyle bir anlam yükleyen bir delil ve karine ikamet ortaya koymak zorundadır.

 

Yani Resulullah'ın (s.a.a.) “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır”  buyruğunun anlamı şudur: beni seven Ali'yi de sevsin. Yani ey Şiiler, sizler “mevlâ” kelimesinin başka bir anlama geldiğini söylüyorsanız ortaya delil koymanız gerekiyor.

 

Bu mesele oldukça önemlidir. Onlara göre bu kelimenin sevgi ve yardım anlamına geldiğini söyleyen kimse delile ihtiyaç duymuyor, ancak, muhabbet dışında başka bir anlamda kullanıldığını söyleyen mutlak bir delil ortaya koymalıdır! “Mevlâ” kelimesinin muhabbet ve nusret anlamının dışında başka manalarının olduğunu görebilmek için dil bilginlerinin kitaplarına müracaat etmemiz gerekiyor.

 

Konuya geçmeden önce bir kaynağa işaret etmek istiyorum. İmam İbnü'l-İzz ed-Dımaşkî'nin er-Rıyadü'n-Nediyye adlı eseri. Eseri notlandıran şahıs şöyle demektedir: Rafızîler, rivayet ettikleri Gadir Hadisine dayanarak Hz. Ali'nin imam olduğunu kabul etmektedirler. Bu konudan dolayı da Ebubekir'e ta'n etmektedirler. Hâlbuki hadisin çoğu uydurmadır.[i]

 

Sanki bu rivayet müsned kitaplarında geçmiyor gibi hareket ediyor.

 

Gadir Hadisi Şia'nın uydurmalarındanmış gibi konuşuyor. İşte sorunlu olduğumuz mantık da budur! 

 

Notlandıran şahıs Selefî bilginlerdendir.

 

Açıkça insanları aldatıyor. Hâlbuki İslam âlimleri Gadir Hadisinin mütevatir olduğunu ortaya koymuşlardır. Hatta ziyade kısımlarının dışında kalan aslî bölüm için İbn Teymiyye “Hadis eleştiriye uğramıştır. Gerçi bazıları sağlam hadis olduğunu söylemişlerdir” der. Ancak bu adam bütün bunları da geçerek rivayetin açıkça uydurma olduğunu söylüyor.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Bu hadiste şöyle diyor: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” Ali'nin (a.s.) Peygamber'e göre konumunun Hz. Musa'ya oranla Hz. Harun'un konumu gibi olduğu doğrudur. O, Müslümanların mevlâsıdır. Biz aynı şeyleri Ebubekir, halifeler ve Müslümanların işlerini üstlenen diğer yöneticiler hakkında da kabul etmekteyiz. Velayetin yegâne anlamı sevgi ve sevginin gerektirdiği şeylerdir.[ii]

 

Öyle açıklamalarda bulunuyor ki sanki hâşâ Resulullah (s.a.a.) ne dediğini bilmeyen ve Menzilet Hadisinin geriye kalan kısmını söylemeyi unutan bir şahıstır. Bu adam, Hz. Resulullah'ın eksik bıraktığı Menzilet Hadisini tamamlıyor aklınca!

 

Pasaja göre “mevlâ” sözcüğü sevgi anlamına gelmektedir. Yani beni seven Ali'yi (a.s.) de sevsin.

 

Ayrıca metne göre hadisin senedi zayıftır. Hadisin senedinin sahih olduğunu kabul etsek dahi içeriği sevgiden ibarettir.

 

Eğer “mevlâ” kelimesinin aslının muhabbet anlamına geldiğini söyleyecek olursak bu şahıs haklıdır. Çünkü şahıs dilin gerektirdiği şekilde sözü tefsir etmiştir. Ama “mevlâ” kelimesinin temelde başka anlamları ve kullanımları olduğunu kabul ediyorsak, sözcüğün “işleri üstlenen” anlamına geldiğini söyleyen kimsenin delil ortaya koyması gerektiği gibi sevgi anlamına geldiğini iddia eden de delil ortaya koymalıdır demeliyiz. Eğer sözcüğün aslî iki manası varsa sevgi anlamına geldiğini söyleyen bu anlamı insanlara kesin bir hakikatmiş gibi sunamaz. Hadisteki anlamı belirleyebilmesi için kanıt sunmalıdır. Şimdilik lügat kitaplarına müracaat etmeyeceğim.

 

Yani bu adam meselenin sevgi anlamına geldiğini ve bunun da bütün sahabîler için söz konusu olduğunu düşünüyorsa şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Hz. Resulullah (s.a.a.) bu sözcüğü niçin sadece İmam Ali (a.s.) için kullandı?

 

Önümüzde çağdaş Vehhabî bilginlerinden Muhammed İbn Salih el-Useymin'in Mecmuu Fetâvâ adlı eseri bulunmaktadır.

 

Yazar şöyle diyor: Soru: 507- Saygıdeğer Şeyh'e bir insanın bir melike hitap ederken kullandığı “Ey mevlâm!” ifadesinin hükmü soruldu.

 

El-cevap: Velayet iki kısma ayrılır. İlk kısım mutlak velayet ki bu Allah-u Teâlâ'ya aittir. Bu konuda hiç kimse O'na ortak değildir.

 

İkinci kısım mukayyet (sınırlı) velayettir. Bu velayet Allah'tan başkası hakkında da kullanılabilir. Velayetin bu çeşidinin birçok anlamı bulunmaktadır. Nasır/yardımcı, işleri üstlenen ve efendi bu anlamlardan bazılarıdır.[iii]

 

Yani Müslümanların işlerini üstlenen kimse de “mevlâ” olarak isimlendirilebilmektedir.

 

“Seyyidim hadiste veli sözcüğü geçmemektedir. Onun yerine mevlâ kelimesi var. Bize mevlâ kelimesinin ne anlama geldiğini söyle” şeklinde bir itiraz gelebilir.

 

“Mevlâ” kelimesinin birçok anlamı vardır. Yazar bu anlamlardan bazılarını sunmuştur.

 

En önemlileri yardımcı, işleri üstlenen ve efendidir.

 

Soru: Neye dayanarak Hz. Resulullah'ın muradının yardımcı olduğunu ve mütevelli anlamına gelmediğini söylüyorsunuz? Biz “mevlâ” kelimesinin işlerin yönetimini üstlenen anlamına geldiğini ortaya koymak için delile ihtiyaç duyuyorsak sözcüğün yardımcı anlamına geldiğini söyleyen sizler de delile ihtiyaç duymalısınız. Sözcüğün aslî anlamının yardımcı ve sevgi duyulan olduğunu neye dayanarak söylüyorsunuz?

 

Aynı yazarın bir başka eserinden bir pasaj aktarmak istiyoruz. Yazar el-Kavlü'l-Müfid adlı eserinde şöyle diyor:

 

Velayetin ikinci kısmı, mukayyed velayettir. Bu velayet Allah'tan başkası hakkında da kullanılabilir. Velayetin bu çeşidinin sözlükte birçok anlamı bulunmaktadır. Nasır ve işleri üstlenen bu anlamlardan bazılarıdır… Resulullah'tan (s.a.a.) aktarılan “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisi… Sultana veliyyü'l-emr denilmesi… Kimi insanların bir krala “ey mevlâm” şeklinde söylediği söze de şaşırmamak gerekir.[iv]

 

Yani bir melike “ey mevlâm” dendiğini gördüğünde şaşırmaman gerekir. Çünkü “mevlâm” kelimesi ile “işlerimi üstlenen kimse” kastedilmektedir.

 

Şimdi Allah aşkına, bu durumda Gadir Hadisinde Allah Resulünün kastı “Beni seven da O'nu sevsin” olabilir mi?

 

Hâşâ Allah Resulü (s.a.a.) mevlâ kelimesinin bu anlamlarını bilmiyor muydu?

 

Ömrünün son günlerinde, “Davet edildim ve icabet edeceğim… Alllah benim mevlâmdır ben de müminlerin mevlâsıyım. Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır” dediği bir atmosferde Allah Resulü bu kelime ile muhabbeti kastedecek, olur şey mi bu!

 

Bu anlam, İmam Ali'nin (a.s.) bu hadisten önce sevilmediğini gerektirmektedir.

 

Bu konu ileride gelecektir. Mevlâ kelimesinin insanların işlerini üstlenen yani siyasî imamet anlamına geldiği anlaşıldı.

 

Bu esasa göre hiç kimse “Gadir Hadisinde geçen mevlâ yardımcı ve seven anlamına gelmektedir” diyemez. Seven ve yardımcı anlamı mümkün olduğu gibi işlerin yönetimini eline alan kimse anlamına gelmesi de muhtemeldir. Hangi görüşü seçerseniz seçiniz delil ortaya koymak zorundasınız. Bizler sözcüğün mütevelli anlamına geldiğini iddia etmekteyiz. Bu konuda iki tane de delile işaret etmiştik.

 

İlki evleviyet delili.

 

İkinci delil ise “Ben kimin velisi isem Ali (a.s.) de onun velisidir” ifadesidir.

 

“Mevlâ” kelimesinin mütevelli anlamında kullanıldığını gösteren rivayet delilleri mevcut mudur?

 

Delilleri zikretmiştik. Şimdi yeni bir delile değineceğiz.

 

İki karineye işaret edecek ve değerlendirmeyi izleyicilere bırakacağım.

 

İlk kanıt Müsnedü'l-İmam Ahmed'dendir.  Rivayet Bera b. Azib'ten olup şöyledir:

 

Bizler bir yolculukta Resulullah (s.a.a) ile birlikteydik. Gadir-i Hum denilen yerde konakladık. “Namaz toplayıcıdır” denilerek bize nida edildi. Resulullah için bir ağacın altında gölgelik yapıldı. Öğle namazını kıldırdıktan sonra Ali'nin (a.s.) elini tutarak şöyle buyurdu: “Benim müminlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?”

 

Orada bulunanlar “Evet biliyoruz” dediler.

 

“Benim her bir mümin için kendi nefsinden daha evla olduğumu bilmiyor musunuz?”buyurdu.

 

Oradakiler “Evet biliyoruz” dediler.

 

Resulullah Ali'nin elini tutarak “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım O'na dost olana dost, düşman olana düşman ol!” buyurdular. [v]

 

Soru: Bu bölümü önceki programda okumuştuk. Burada işte şu bölümün üzerinde duracağız:

 

Ömer O'nunla karşılaşınca kendisine Ne mutlu sana, ne mutlu sana, ey Ebu Talib'in oğlu, benim ve her mümin ve müminenin mevlâsı oldun demiştir. Hadis sahih li ğayrihidir. Zira hadisin isnadında Ali b. Zeyd bulunmaktadır. İsnad zincirinin diğer halkaları sika kişilerden oluşmaktadır.[vi]

 

Yani Allah Resulünün, İmam Ali (a.s.) hakkındaki sözlerini işitince O'nu tebrik etmiştir. Bu da tebrike değer bir olayın olduğunun göstergesidir.

 

İbnü'l-Useymin sahih li-ğayrihiyi şöyle tanımlar: Sahih li-ğayrihi: Bu bir kaç yoldan rivayet edilmesi halinde hasen li-zatihi olan hadistir. Buna “sahih li-ğayrihi” denilmesinin sebebi şudur: Eğer her bir rivayet yolu tek başına ele alınacak olursa sahih mertebesine ulaşmaz. Her iki rivayet yolu göz önünde bulundurulunca bu hadis kuvvet kazanır ve nihayet sahih li-ğayrihi mertebesine çıkar.[vii]

 

Eserin ilerleyen sayfalarında şöyle der: Zayıf hariç olmak üzere ahad hadislerle, haber mahiyetinde iseler tasdik edilmeleri, talep ifade ediyor iseler uygulanmaları suretiyle delaletleri gereğince amelde bulunmak gerekir.[viii]

 

Yani hadise, inancı konu edinen hadislerden ise inanılması gerekir, fıkhî ise tatbik edilmesi gerekir.

 

Soru: İkinci Halife'nin İmam Ali'ye söylediği söz neye delalet etmektedir?

 

Soru: İkinci halife “mevlâ” kelimesinden muhabbeti anlamış olsaydı… Bu yorum, Ömer b. Hattab'ın Allah Resulünün daha önce söylemiş olduğu “Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafık kimse buğzeder” sözünü duymamış olmasını gerektirmektedir.

 

Bu rivayet hakkında Fazâilü's-Sahabe'nin muhakkiki “Bu hadis sahihtir, müttefekun aleyhtir. Büyük bir grup rivayet etmiştir”[ix] der. Ömer'in bu sözünü sevgiye yorumlamak Allah Resulüne (s.a.a.) yakın bir şahsın iman ve nifakın ölçütünün Hz. Ali sevgisi olduğunu bilmediğini kabul etmek demektir. Bunu kim kabul edebilir?

 

Ayrıca sadece sevgi için tebrik etmeye de gerek yoktur. Çünkü Kuran-ı Kerim daha öncesinde Deki: Ben buna karşılık sizden yakınlarıma sevgiden başka bir ücret istemiyorum”(Şura/23) buyurmuştur. Bu ayet Hz. Ali'nin (a.s.) sevgisini ortaya koymaktadır. İmam Ali'nin (a.s.) Ehl-i Kurba'dan olduğunu Ömer'in bilmediğini söyleyecek olursanız bu başka!

 

Bütün bu sorulara kim cevap verebilir? Hadiste geçen “mevlâ” kelimesinin muhabbet anlamına gelmesi olanaksızdır.

 

Önemli bir hususa değinmek istiyorum. İmam Ali'ye (a.s.) bu makam verildikten sonra insanlar O'nu “Selam sana ey mevlâmız!” diyerek selamlıyorlardı.

 

Velayet ile…

 

Eğer muhabbet anlamına gelseydi böyle bir selam verilebilir miydi? Bu selam o dönem artık bir şiar haline gelmişti. Günümüzde kimileri bize itiraz ederek sizler niçin Hz. Ali (a.s.) için “Ey mevlâmız!” ifadesini kullanıyorsunuz diyorlar. Bizler bu konuda Allah Resulüne uyuyoruz.

 

Bir diğer delil yine Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel'dendir.

 

Rivayet Riyah b. el-Haris'ten:

 

Halktan bir grup Hz. Ali'yi ziyarete gelir ve “Es-selamu aleyk (Sana selam) ya mevlânâ (ey mevlâmız)!” derler. Hz. Ali “Siz kimsiniz?” diye sorar: Senin kulların, diye cevap verirler. “Ben nasıl sizin mevlânız oluyorum? Zira siz Arap kavmindensiniz” dediğinde de aralarından biri, Resulullah'ın (s.a.a.) Gadir-i Hum günü “Ben kimin mevlâsı isem bu da onun mevlâsıdır” dediğini duyduk diye cevaplar. Riyah diyor ki: Onları giderken takip ettim ve yolda “Bunlar kim?” diye sorduğumda bana “Ensar'dan bir grup, aralarında Ebu Eyüp el-Ensarî de var” dediler.[x]

 

Yani Ebu Eyyub, İmam Ali'ye (a.s.) “mevlâmız” diye hitap ediyor.

 

“Bunlar bidat ehlidir ve Ali'ye (a.s.) ey mevlâmız, diyorlar” diyerek bize şiddetli eleştirilerde bulunuyorlar. Biz bu ifadeyi Kur'an-ı Kerim'in hakkında “Peygamber size ne verdiyse onu alın” dediği şahıstan öğrendik.

 

Tam bir demagoji bu yaptıkları! Hâlbuki kendileri sabah akşam içki içmiş zalim Yezid'e selam verirler!

 

Bir melike “Ey mevlâmız” denilerek hitap edilmesinin garip karşılanmaması gerektiğini okumuştuk. “İşleri yöneten kişi” anlamına gelen bu sözü kendi melik ve idarecileri için kullanmalarında sorun görmüyorlar, ama İmam Ali'ye “mevlâ” denmesini bidat sayıyorlar!

 

Bu rivayet aynı zamanda Albanî'nin Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahiha adlı eserinde de geçiyor. Allame rivayeti aktardıktan sonra “Bu hadisin isnadı ceyyiddir (sahihtir) ve isnad zinciri sika kişilerden oluşmaktadır” diyor.[xi] Yani rivayeti sadece Allame Arnavut değil, Allame Albanî de sahih saymaktadır.

 

Çağdaş büyük muhaddislerden Muhammed Avvame de rivayetin sahih olduğunu belirtmektedir.

 

Bütün bu açıklamalar bize şunu göstermektedir: Birinci ve ikinci karine kabul edilmese dahi Ömer b. Hattab'ın sözlerinden “mevlâ” kelimesinin işlerin yönetimini ele alan kimse anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Aksi takdirde Ömer'in “Benim ve bütün mümin ve müminelerin mevlâsı oldun!” sözünün hiçbir anlamı kalmaz.

 

Sevgi sadece İmam Ali'nin özelliklerinden değildir ki! Bütün Müslümanlar için geçerlidir. Resulullah (s.a.a) böyle bir sözü neden söylemiş olsun ki? Ömer neden İmam Ali'yi (a.s.) tebrik etme ihtiyacını duymuş olsun?

 

Ayrıca sözcük sevgi anlamına geliyor idiyse İmam Ali bu söz karşısında neden Ömer'i tebrik etmedi.

 

Tam isabet.

 

Seyyidim! Bütün bu hadisler karşısında diğer Müslümanlar neye dayanarak halifeleri Hz. Ali'nin önüne geçiriyorlar?

 

Sözlerimi Allah Resulü tarafından ilk halife Ebubekir'e ilişkin söylenmiş bir nassın bulunduğunu kabul edenlere yöneltiyorum. İlginç ve bir o kadar önemli bir konudur. Asırlar boyu nassın bulunmadığını söyleyenler en sonunda kendileri de Ebubekir'in hilafetine ilişkin nassın mevcudiyetini iddiaya vardılar. Kaçar yol yok. Nass nazariyesinden kurtulmak olanaksız gibi. Böylece nass nazariyesi kesin sabitelerden olmuş oluyor. Gerçi nassı İmam Ali'den Ebubekir'e yöneltmeye çalışmaktadırlar.

 

Önceki programda özetle bunun cevabını vermiştik. Şimdi ise bu cevabı etraflıca sunmak istiyoruz.

 

Salih b. Abdülaziz Âl-ı Şeyh'in el-Leâli'l-Behiyye adlı eserinden bir rivayet aktaracağım. Eser, İbn Teymiyye'nin el-Akidetü'l-Vasıtiyye kitabının şerhidir.

 

Rivayet şöyledir: İlim ehli Ebubekir'in hilafete geçiş şekli hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. O, acaba Allah Resulünden bir nass ve bir ahid ile başa mı geçmiştir? Yoksa sahabenin ittifakı ve icmâsıyla mı? Yahut da sahabenin kendisine biat etmesiyle mi başa geçmiştir? Kanaatimizce bu meseledeki doğru görüş şudur: Ebubekir'in halifeliği konusunda hem nass vardır hem de biat. İlim erbabından bir grup onun Allah Resulünden bir ahid ve nassla hilafete geçtiğini savunmuşlardır. Bu konuda fazlaca hadis bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) “Benden sonra şu ikisine -Ebubekir ve Ömer'e- uyun” buyurmuşlardır… Ayrıca “min ba'dî / benden sonra” ifadesi de ancak hilafet meselesi hakkında kullanılabilir.[xii]

 

Yani Ebubekir'in başa geçişi hakkında üç görüş vardır: İcmâ, sahabenin bir bölümünün biatı ve nass. Sahabenin biat etmesi görüşüne göre ise ne icmâ vardır ne de bir ahid. Pasajdan da anlaşıldığı gibi nass nazariyesine inananlar mevcuttur.

 

Yazar birçok nassın olduğunu söylüyor. Ancak Şia'nın ileri sürdüğü hadisler için “rivayet ettiklerine göre” diyerek değişik bir tavır sergiliyor. Emin olunuz ki Ebubekir'in hilafetine ilişkin ileri sürebildikleri hadislere baktığımızda sadece iki tanesiyle karşılaşabiliyoruz. Yani tam bir çifte standart uyguluyorlar.

 

Bir diğer çifte standart da şudur: Hadisler Ebubekir için söz konusu olduğunda hilafete, Ali (a.s.) için ise sevgiye delalet ediyor!

 

Aslında bu nassların hepsi Ali (a.s.) hakkında vârid olmuştur.

 

Bu ilk nasstı. İkinci nass ise şudur: “Sünnetime ve benden sonraki râşid-doğruya iletilmiş halifelerimin sünnetine azı dişinizle sımsıkı sarılın.”[xiii]

 

Bu hadisin de Ebubekir'in hilafetine delalet ettiğini söylüyorlar.

 

Üzerinde etraflıca durmak istemiyorum. Bu iki rivayeti de İmam Ali'nin (a.s.) hilafetine delalet eden hadisler karşısında uydurmuşlar.

 

Soru: İlk rivayetin -“Benden sonra Ebubekir ve Ömer'e uyun”- delaletine geçmeden önce senedine ilişkin bir değerlendirme sunmak istiyorum. Muhammed b. Abdülvehhab'ın bağlılarından, Yemen'in büyük bilgini Allame Vadıî Ehadisü Mualletün Zahiruha's-Sıhhat adlı eserinde şöyle diyor: Hz. Peygamber (s.a.a.) “Benden sonra şu ikisine -Ebubekir ve Ömer'e- uyun” buyurmuşlardır. Bu hadis hasendir. Tirmizî bu hadisi aktardıktan sonra munkati[xiv] olduğunu söyler.

 

Ebu Abdurrahman şöyle der: Rıbî'nin mevlâsı Hilal meçhuldür. Ondan ancak Abdülmelik b. Umeyr rivayet etmiştir. Onu sika da saymamıştır. Münavî el-Feyzü'l-Kadir adlı eserinde İbn Hacer'in şöyle dediğini aktarır: Ebu Hatim er-Razî, onu illetli görür… [xv]

 

Yani gerçekte illetli, zayıf ve sorunlu olan bu hadis sahihmiş gibi değerlendirilmektedir. Bir diğer ifadeyle rivayet sened açısından maluldür. Hilafetin nassla belirlendiğini söyleyenler malul bir rivayete dayanmak zorundadırlar.

 

Geliniz ikinci hadise geçelim: “Sünnetime ve benden sonraki râşid-doğruya iletilmiş halifelerimin sünnetine azı dişinizle sımsıkı sarılın.”

 

Öncelikle şunu söyleyelim. Bu rivayetin ilk üç halife hakkında söylendiğini kim söylüyor?

 

Bizim benimsediğimiz 12 İmam görüşünü de desteklemektedir.

 

Tam isabet. Doğrudur ilk hadiste açıkça isim geçmektedir. Ama “doğruya iletilmiş râşid halifeler” ifadesinden maksadın Ebubekir, Ömer ve Osman olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Buna dair herhangi bir delil sunamazlar.

 

Bir iddiada bulunan kimse delil ortaya koymalıdır.

 

İkinci olarak bu hadisin amelî, düşünsel ve inançsal yönlerden Ebubekir, Ömer ve Osman'ı kapsamasının imkânsızlığını açıklamaya çalışacağım.

 

Hadisin içeriğine geçelim ve bunun halifelerle mutabık olup olmadığını inceleyelim.

 

Önümüzde Allame Şuayb el-Arnavut'un Câmiü'l-Ulûm ve'l-Hikem adlı eseri bulunmaktadır. Allame Arnavut şöyle diyor: Bu hadis görüş ayrılıklarının ve ihtilafların vukuu halinde kendi sünnetine ve kendisinden sonraki râşid halifelerinin sünnetine uymayı emretmektedir.[xvi]

 

“Ey Allah'ın Resulü! Akide, amel ve görüşler hakkında ihtilafa düştüğümüzde merciimiz kim olacaktır?” sorusunu “Sünnetim ve doğruya iletilmiş râşid halifelerimin sünneti” diye cevaplamıştır.

 

Devamında şöyle diyor: Sünnet, tutulan ve takip edilen yoldur. Dolayısıyla bu temessük O'nun ve râşid halifelerinin sahip olduğu inançları, amelleri ve düşünceleri kapsar. İşte kâmil sünnet de budur. İbn Receb şöyle diyor: Bu sünnet, kıymet itibariyle Allah Resulünün sünnetine eş değerdir. Kendi sünnetine ve kendisinden sonraki râşid halifelerinin sünnetine uyulmasının ve ulu'l-emre itaatin emredilmesi, râşid halifelerin sünnetinin kendi sünneti gibi olduğuna delildir. Hâlbuki diğer yöneticilerin sünneti bu şekilde değildir.[xvii]

 

Bu açıklamalar ümmet arasında açığa çıkacak ihtilaflarda halifelerin sünnetinin Peygamber'in sünneti gibi olduğunu göstermektedir.

 

İbn Kayyım, et-Tibyan fi Eymâni'l-Kur'an adlı eserinde şöyle der:

 

Allah Subhanehu ve Teâlâ, Resulünden, hidayetle çelişen dalaleti ve reşad ile çelişen ğayyı / amelî sapmayı olumsuzladı (nefyetti). Bu olumsuzlama Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) ilminde hidayet ve amelinde rüşd üzere oluşunu içermektedir. Ayrıca bu iki asıl, kulun kemâlinin zirvesidir. Kul bu iki asıl ile saadete ve kurtuluşa erişir. Hz. Peygamber (s.a.a.) de halifelerini bu özelliklerle nitelendirdi.[xviii]

 

Soru: Aranızdan hanginiz üç halifenin sünnetinin Allah Resulünün sünneti seviyesinde olduğunu söyleyebilir?

 

Önceki programlarda Allame Albanî'nin muta konusunda Allah Resulü'nün emrettiği şeyle Ömer'in amel etmediğine ilişkin açıklamalarını okumuştuk.

 

İbn Kayyım, İlamü'l-Muvakkıın adlı eserinde şöyle diyor: Ömer'in, Ebubekir'e muhalefet ettiği konular (başlık)

 

Ömer'in, Ebubekir'e aykırı davrandığı konular zikredilemeyecek kadar meşhurdur. Nitekim riddet ehlinin sürülmesi meselesinde Ömer, Ebubekir'e muhalefet etmiştir. Ebubekir onları sürmüş, Ömer ise onun bu kararına muhalefet etmiştir. Hilafete geçince onları hür kişiler olarak ailelerine geri göndermiştir… Savaşla alınan topraklar konusunda da Ebubekir'e muhalefet etmiştir. Ebubekir bu ganimetleri mücahitlere taksim ederken Ömer vakıf olarak değerlendirmiştir.[xix]

 

Yani bu muhalefetler tarihin kesin hakikatlerindendir. İlk halife ehl-i riddeye kâfir muamelesi yapmış ama Ömer onun bu kararına itiraz etmiştir. Böyle daha nice konular vardır.

 

Soru: Ey Müslümanlar! Resulullah'tan (s.a.a.) sonra halifelerin sünnetine uymak istiyoruz. Ebubekir'in mi yoksa Ömer'in mi sünnetine uyalım? Resulullah (s.a.a.) “Benim ve doğruya iletilmiş râşid halifelerimin sünnetine uyun” dememiş miydi? Hâlbuki bu ikisi de kendi aralarında ihtilafa düştüler. Siz de diyorsunuz ki ihtilafa düşülmesi hallinde bunlara müracaat edilmesi gerekmektedir. Öyleyse kime müracaat edeceğiz, mercimiz kim? Bu da bize Resulullah'ın (s.a.a.) ihtilaf esnasında başka bir merci atadığını göstermektedir.

 

Ya da başkaları kastedilmiştir…

 

Elbette, öyleyse doğruya iletilmiş-râşid halifelerden muradın Ebubekir, Ömer ve Osman olması imkânsızdır. Zira onların kendi aralarında da ihtilaf çıkmıştır. İhtilaf çıktığına göre kime müracaat edeceğiz? Bu açıklamalar “Benden sonra şu ikisine uyun” rivayetinin de batıl olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Soru: Ey Allah'ın Resulü! Riddet savaşlarında esir alınan kadınlar meselesinde Ebubekir'in mi yoksa Ömer'in mi sünnetine uyacağız? Bu aynı zamanda bize Allah Resulünden sonra bir merciiyete ihtiyaç duyduğumuzu açıkça göstermektedir. Bu merciiyet de öyle bir merciiyet olmalıdır ki sünneti Allah Resulünün sünnetine eşdeğer olsun. Tam da bu noktada bizim görüşümüz devreye giriyor: Bizler Itret'in sünnetinin bu özelliğe sahip olduğu görüşünü benimsiyoruz. Bundan dolayıdır ki Allah Resulü (s.a.a.) “Benden sonra sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmayacağınız iki ağır emanet bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve ıtretim olan Ehl-i Beyt'im” buyurmuştur.

 

“Benim ve halifelerimin sünneti” hadisiyle ilgili olarak ayrıca belirtmeliyiz ki öncelikle Ebubekir, Ömer ve Osman'ın sünnetleri bulunmamaktadır. Onların görüşleri birer içtihattır. Sizler de zaten bunu açıkça dile getiriyor ve onların görüşlerinin birer içtihad olduğunu söylüyorsunuz. Şu ifadeyi sizler kullanıyorsunuz: içtihad ettiler ve hata ettiler.

 

Tam da bunu sormak istiyorum. İçtihad olarak isimlendirdikleri şey nasıl oldu da sünnete dönüştü?

 

Evet cevaplamaları gereken bir soru. Biz şunu dile getiriyoruz: Bu hadisin içeriğinden de bir karine ve kanıtlar elde edebiliyoruz. Bu hadisle Ebubekir, Ömer ve Osman'ın kastedilmiş olması olanaksız.

 

Sonuç olarak Gadir Hadisinde geçen “mevlâ” kelimesi ya “evlâ” ya da “veli” anlamına gelmektedir. Bu ikisini kabul etmesek dahi “mevlâ” kelimesi esasında Müslümanların işlerinin idaresini üstlenen kimse anlamındadır. Bu durumda Gadir Hadisi “Ben kimin işlerini yönetmeyi üstlenmiş isem Ali de onun işlerini yönetmeyi üstlenmiştir” anlamına gelmiş olur. Bunun dışındaki diğer istidlaller hem sened hem de içerik açısından batıldır.

 

Allah mükâfatınızı versin. Saygıdeğer Seyyid Kemal Haydarî'ye teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkürlerimizi arz ediyoruz değerli izleyiciler. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selamu aleykum ve rahmetullahi ve berakâtuh.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

www.medyasafak.net

   

 

 



[i] İbnü'l-İzz ed-Dımaşkî, er-Riyadü'n-Nediyye alâ Şerhi'l-Akideti't-Tahaviyye, c. 4, s. 600, Notlandırma: Şeyh Doktor Abdullah b. Abdurrahman b. Abdillah el-Cibrîn, Tahric: Doktor Tarık el-Huveytır, Darü's Sumayi.

[ii] Age, agy.

[iii] Muhammed b. Salih e-Useymin, Mecmuu Fetâvâ, c. 3, s. 136, Darü's-Süreyya.

[iv] Muhammed b. Salih e-Useymin, el-Kavlü'l-Müfid alâ Kitabi't-Tevhid, c. 2, s. 343, Darü İbni'l-Cevzî.

[v] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 30, s. 430, Tahkik: Allame Şuayb el-Arnavut.

[vi] Age, agy.

[vii] İbn Useymin, Mustalahü'l-Hadis, s. 13-14.

[viii] Age, s. 16.

[ix] Ahmed İbn Hanbel, Fazâilü's-Sahabe, c. 2, s. 669, Tahkik: Vasiyullah b. Muhammed Abbas.

[x] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 38, s. 541, Hadis No: 23563.

[xi] Muhammed Nasırüddin Albanî, Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahiha, c. 4, s. 340.

[xii] Şeyh Salih b.  Abdülaziz b. Muhammed b. İbrahim Âlı'ş-Şeyh, el-Leâli'l-Behiyye fi Şerhi Akideti'l-Vasıtiyye, c. 2, s. 446-447, Tahkik: Adil İbn Muhammed Mürsi Rıfai, Darü'l-Asıme, 1. Basım,1430.

[xiii] Age, agy.

[xiv] Senedinde kopukluk bulunan hadise denir. (çev.)

[xv] Allame Ebu Abdurrahman el-Vadıî, Ehâdisü Muallletün Zahiruha Sıhhat, s. 118, Hadis No: 117.

[xvi] Allame Şuayb el-Arnavut, Câmiü'l-Ulûm ve'l-Hikem, c. 2, s. 120-121, Suudi Arabistan, 1431

[xvii] Age, agy.

[xviii] İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Tibyan fi Eymâni'l-Kur'an, s. 364.

[xix] İbn Kayyım el-Cevziyye, İlamü'l-Muvakkıın an Rabbi'l-Âlemin, c. 3, s. 530.