ÖZEL: İmamet ve Şiilik araştırmaları hakkında söyleşi

ÖZEL: İmamet ve Şiilik araştırmaları hakkında söyleşi
Abdestin yaygın şekli Emevi kaynaklı ve yaygınlaştırılması tamamen politik / Bidatlerin yaygınlaşmasında Yahudi etkisi / Ümmü Külsûm’un evliliği konusu / Ehl-i Beyt İmamlarının çocuklarına halifelerin isimlerini vermeleri meselesi

 

 

 

İmamet Pejuhi, Birinci Sene, Sayı 3

 

 

Hüccetü'l-İslam Seyyid Ali Şehristanî 28 Ramazan 1377 (1958) yılında Kerbela'da, ilim ehli ve dindar bir ailede dünyaya geldi. Babası merhum Ayetullah Seyyid Abdurrıza Şehristani, Kerbela'nın ünlü âlimlerinden idi. Başlangıç ilimlerini tahsil ettikten sonra eğitimini Kerbela dinî ilimler havzasında sürdürdü. Şemsi 1356 (1978) senesinde Irak'a hâkim olan Baas rejiminin zulmü nedeniyle anne babasıyla birlikte Irak'ı terk ederek İran'ın mukaddes Meşhed şehrine yerleşti ve tahsilini buradaki büyük ulemanın huzurunda sürdürdü.

 

1358 yılında ders almayı sürdürürken bir yandan da İrşâd, el-Cihâd, Nidâu'l-İslâm, Turâsunâ ve el-Misbâh gibi dergilerde makaleleri yayımlandı ve karşılaştırmalı fıkıh, İmamet, şüphelere cevaplar, lügat, Kur'an ilimleri ve hadis hakkında kitaplar yazmaya ve kültürel çalışmalara yoğunlaştı.

 

Kitaplarını Arapça kaleme almış olup bunların bir kısmı Farsça, İngilizce, Urduca, Endonezce, Fransızca ve Türkçeye çevrildi.

 

Menu Tedvini'l-Hadis (Hadis Yazımının Engellenmesi) kitabı Dr. Muhammed Ammara'nın önerisi ve el-Ezher Üniversitesi Şeyhi Dr. Tantavî'nin onayıyla bu üniversitenin usul-i din fakültesinde yardımcı ders kitabı olarak seçildi.

 

Eserlerinden bazıları: Vuzuu'n-Nebi (Hz. Peygamber'in Abdesti) (5 cilt): Üç cildi basılmıştır ve diğer iki cildi de basılmaya hazırdır. Tarihsel incelemelere mahsus olan ilk cildin tercümesi basılmıştır.

 

Menu Tedvini'l-Hadis: İngilizce ve Farsça tercümesi basılmış,  Malayca, Fransızca ve Urduca tercümesi tamamlanmıştır.

 

Tarihu'l-Hadis ve Musiratu'l-Heva ve'l-Mevrusâu'l-Cahili aleyh. Farsçaya çevrilmiştir.

 

Hayya alâ Hayri'l-Amel eş-Şeriyye ve'ş-Şeâriyye: Farsçaya Peşuhişi der bâre-yi Ezân adıyla çevrilmiştir.

 

Eşhedü enne Aliyyen Veliyyullah beyne'ş-Şeriyye ve'l-İbtida: Farsçada Eşhedü enne Aliyyen Veliyyullah der Ezan adıyla basılmıştır.

 

Zevâcu Ümmi Kulsûm: Farsça tercümesi İzdivâc-i Ümmü Kulsûm adıyla basıldı.

 

Tesmiyât beyne't-Tesâmuhu'l-Alevî vet-Tevzîfi'l-Emevî: Nam-ı Hulefa ber Ferzândân-i İmâmân adıyla Farsçaya çevrilmiştir.

 

 

 

 

İmamet Pejuhi: Şia tarihine üstünkörü bir bakışla bile Şii ve Sünni tüm İslam âlimlerinin çok önemli İmamet konusunda tam bir ciddiyetle pek çok kitap yazdıklarını, hatta bazen bu uğurda canların bile feda edildiğini görebiliriz. İmamet hakkında yazılmış kitapların fihristine kısa bir bakış attığımızda pek çok hacimli kitap görüyoruz. Peki günümüzde de tekrar bu dosyaları açıp İmamet hakkında inceleme yapmaya ihtiyaç var mıdır? Başka bir ifadeyle bizi bugün İmamet havzasında inceleme yapmanın gereğine ikna edecek delil nedir? Ya da İmamet meselesi tekrar araştırma konusu olmaya değer midir?

 

Şehristani: Bismillahirrahmanirrahim. Bu konuda hem ikna edici delilimiz olduğu hem de İmamet konusunun daha fazla incelenmeyi hak ettiği söylenmelidir. Zira Şia muhalifleri aleyhimizde sürekli olarak her iki yöntemden de istifade etmektedirler. Örnek olarak son yirmi sene içinde  “el-Âl”, “es-Sahâbe”, “Cemiyetu'l-Âl ve's-Sahâbe”, “Müberretul Âl ve's-Sahâbe” gibi merkezler kurdular ve öte yandan da Kuveyt, Bahreyn ve Suudi Arabistan gibi ülkelerdeki Şiiler aleyhinde faaliyet yürütüyorlar. Onların bundaki zahiri hedefleri sahâbe ve Ehl-i Beyt (a.s) arasında dostluk olduğu izlenimi vermektir. Bu konuda kitaplar da yazdılar: örneğin er-Ravzu'n-Nâzır fi-Sireti'l-İmâm Ebî Câfer el Bâkır, el-Esmâ ve'l-Musâherât beyn Ehli'l-Beyti ve's-Sahâbe ve onlarca diğer kitap ki hepsinin de Ehl-i Beyt ile sahâbe arasında dostane bir ilişki varmış gibi göstermekten başka amacı yoktur.

 

Amaçları Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a.) fıkhıyla aynı şey olan Câferî ve Bâkırî fıkhının sahâbenin kabulleri ve sözleriyle birebir örtüştüğünü göstermektir. Ehl-i Beyt'in (a.s.) ihtilaflı meselelerdeki görüşlerinin amme (Ehl-i Sünnet) ile mutabık olduğunu fakat Şiilerin sonraki dönemlerde bunları değiştirdiklerini söylemek istiyorlar.

 

Onların bir başka yöntemi de Ehl-i Beyt'in (a.s) bazı fertlerinin sahâbe ile evliliklerinin, aralarındaki dostluğu ve barışçıl ilişkileri gösterdiğini ispat etmektir. Son derece dikkat çekicidir ki bu tarzın geçmişteki öncüleri böylesi yollara tevessül etmiyorlardı, bu şüphe ve yöntemler yenidir. Bu düşüncenin taraftarlarının Şiî düşüncesinin gelişimi ve tekâmül süreci gibi konuları gündeme getirmelerinin tek hedefi de Şiîleri aşırılıkçı bir topluluk olarak göstermek ve kabullerinin İmam Ali (a.s.) veya İmam Sadık'ınkilerden (a.s.) farklı olduğunu iddia etmektir.

 

Böylelikle onlar şunu demek istiyorlar: Şia'nın düşüncesi zaman içerisinde oluşup gelişmiş ve değişime uğramıştır ve bu fikirler Ehl-i Beyt zamanında mevcut değildiler.

 

Bu türden şüphelerin cevabını vermek için uğraşmalıyız. Bu yolda uydu, sinema ve internet gibi imkânlardan yararlanmak ve mezkûr şüpheleri savarak gençlerimizi şaşkınlık ve yol yitiminden kurtarmak mümkündür.

 

Daha çok hangi alanlarda çalışmak mümkün? Yeni yöntemleri uygulamak gerekli midir?

 

İmamet konusunun Şiîlerin en önemli kelâmî ve dinî meseleleri arasında yer aldığını biliyoruz. Şia'nın kadim mirasına göz attığımızda İmamet hakkında çokça bahsedildiğini ve pek çok kitap yazıldığını görüyoruz. Fakat tüm bu bahislerin ve kitapların temel sorunu günümüz dilinde yazılmamış olmalarıdır, elbette bu çok da doğaldır, zira onlar geçmiş nesiller için kaleme alınmıştı. Bugün artık aynı itikâdî meseleleri cazip bir nesir ve yeni bir üslupla beyan etmek zorunluluktur, böylece gençlerimizin bu konulara daha fazla ilgi göstermeleri umulur. Bu alanda çocuklar için de onların anlayışlarına uygun programlar üretmeli ve İmamet'in kilit önemdeki kudret, velayet, keramet ve İmamların insanî faziletleri gibi mevzularıyla tanıştırmalıyız. Bu nedenle de bizi amacımıza ulaştırabilecek bir yöntemi takip etmemiz gerekmektedir.

 

 

Ehl-i Beyt İmamlarının ayrı bir mezhepleri vardı

 

 

Siz yıllardır İmamet hakkında tahkik ve araştırma yürütmektesiniz, ömür ve gençlik sermayenizi bu yolda sarf ettiğinizi ve günümüz araştırmalarının eksikliklerine kâmilen vakıf olduğunuzu söylememiz de yanlış olmaz. Size göre acaba İmamet konusunun daha fazla ilgilenmeye ihtiyaç duyulan kısım veya kısımları kaldı mı? Acaba İmametin tüm farklı boyutlarında gerekli tahkikat yapılmış mıdır? Hem konu hem de yöntem olarak en fazla hangi boyutlarına yönelinmelidir?

 

Allah'a hamdolsun ki günümüzde Ehl-i Beyt mezhebi tüm zamanlardan daha fazla yayılma yönündedir ve belki de İslam ya da Teşeyyü (Şia) Mezhebinin sesi kulağına ulaşmamış çok az kişi kalmıştır. Bununla birlikte, bizler bugün İmamet'i ispat ettikten sonra daha çok Ehl-i Beyt'in (a.s.) ilmî ve fıkhî merciliğini kanıtlamaya ve bu hakikatin açıklanıp yaygınlaştırılmasına ihtiyaç duymaktayız. Bugün sonradan Şiî olanların çoğu Ehl-i Beyt'in mazlumluğunu ve haklarının yendiğini bilmektedirler.

 

Elbette sorun burada da sonlanmamaktadır, sadece Ehl-i Beyt'in (a.s.) mazlum olduğunu ve haklarının gasp edildiğini bilmek yeterli değildir. Bazı sonradan Şiî olanlar uyguladıkları fıkhî ahkâmın Ehl-i Beyt mezhebiyle mutabık olması gerektiğini bile kabul edemiyorlar. Hatta bazılarına göre daha önce uyguladıkları şeyler şimdi yaptıklarından daha kâmil veya iyidir. Mesela siz abdestte ayaklarınızı sadece mesh ediyorsunuz, biz ise tamamını yıkıyoruz, siz ellerinizi açıyorsunuz biz ise Allah'ın karşısında ellerimiz bağlı duruyoruz ve bu iş huzu ve huşuyu daha belirgin kılmaktadır vs diyorlar. Tüm bu dillendirdikleri meselelerin çoğu rey, kıyas ve istihsâna dayanmaktadır. Tüm bunlar Ehl-i Beyt mezhebinin onlar için çok iyi bir şekilde açıklık kazanmayıp ispat edilmediğini göstermektedir.

 

Ehl-i Beyt mezhebinin Hz. Peygamber'in (s.a.a.) mezhebi ile hiçbir farkının olmadığını ve bunda rey ve kıyasa yer olmadığını onlara ispat için gayret göstermeliyiz. Bu hakikati ispat ettiğimizde fıkhımızda hiçbir problem olmadığını daha iyi bir şekilde kabul edebilirler.

 

Bu nedenle onları itikâdî olarak bilgilendirmeli ve basiret ve bilinçlerini arttırmalıyız ki ahkâmda da Ehl-i Beyt'e (a.s.) tâbi olsunlar. Müsaade edin size bir örnek vereyim. İbn Haldun Mukaddime'sinin yedinci bölümünde (Bâbu İlmi'l-Fıkh ve Ferâiz) şöyle yazıyor:

 

Ehl-i Beyt kendi çıkardıkları mezhep ve onlara mahsus olan fıkıh ile kendilerine özgü bir yolda ilerlediler… Bizler kendi mezhebimizde onların mezhebini aramadık ve kitaplarından rivayet etmiyoruz. Bunların hiçbirinden bir iz de kendi yerlerinin dışında mevcut değildir.

 

Aynı şekilde Ehl-i Sünnet'in büyük tarihçilerinden İbn Sa'd da İmam Bâkır'ın (a.s.) biyografisinde şöyle der:

 

O sikadır ve çokça ilim sahibi olup pek çok hadis naklederdi. Sözüyle delil getirilebilecek hiç kimse ondan rivayette bulunmamıştır.

 

Bu sözleri gören Ehl-i Sünnet ve sonradan Şiî olanların bir bölümü Ehl-i Beyt'in rivayet ve ahkâmının hüccet olmadığını ve itibardan yoksun olduğunu zannediyorlar, oysaki durum asla onların zannettiği gibi değildir. Bizler bahislerimizde bu sözlerdeki çürüklüğü göstererek Ehl-i Beyt'in tüm sözleri ve buyruklarının Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamber'in (s.a.a.) sünnetine dayandığını ispat etmek zorundayız. İmam Câfer es-Sâdık (a.s.) bir sözünde şöyle buyurmaktadır:

 

İnnennâsu seleku subulen şettâ minhum men eheze bihevâhu ve minhum men eheze bi ra'yihi ve innekum eheztum bi-emrin lehu asl.

 

Şüphesiz bu insanlar değişik yollar tuttular. Aralarında hevâsına tâbi olan da, reylerine tâbi olan da var. Ve şüphesiz asla (temele, asıl emre) tutunanlar sizlersiniz. (Berkî, el-Mehâsin, 1 / 156, 87. Hadis)

 

İmam Sâdık'ın, sözlerinin asla ve köke sahip olmasından kastı tüm kelâmının Kur'an ve Hz. Peygamber'in sünnetine dayalı olmasıdır.

 

Mufazzal b. Kays naklediyor: İmam Sâdık'a dedim ki, “Ashâbımız bir meselede ihtilaf ediyor. Diyoruz ki benim bu konudaki görüşüm Cafer b. Muhammed'inki ile aynıdır. İmam (a.s.) şöyle buyurdu: Cebrail de bununla nazil olmuştur. (Vesâilü'ş-Şia, 27, 161, Hadis No: 33489)

 

Başka bir ifadeyle İmamların (a.s.) kastı şudur: Sözlerimizin temelsiz olduğunu zannetmeyin. Hepsi muteberdir ve vahiy madenindendir.

 

Bir gün ashaptan biri İmam Sâdık'a (a.s.) muta nikâhını sordu. İmam “Git Abdülmelik b. Cureyc'e sor dedi. O da gidip kendisine sordu. Ehl-i Sünnet'ten olan Abdülmelik b. Cureyc de onun helal olduğuna dair fetva verdi ve hatta muta ayetine işaret etti. Râvî İmam Sâdık'a (a.s.) dönüp Abdülmelik'in görüşünü arz edince İmam şöyle buyurdu: “Doğru söyledi ve itiraf etti.” (Kuleynî, Kâfî, 5/451, 6. Hadis) İmam burada cevabı kendisi vermeyip Sünnî ulemasından birine sevk ediyor ki mutanın hakkaniyetini ve kendi sözlerini ispat etsin. Tüm bunlar Ehl-i Beyt (a.s.) fıkhının kendine has temelleri olduğunu göstermektedir.

 

İmam Sâdık (a.s.) aynı şekilde bazı râvîlerine “Gidin Medine ehline sorun ve haberini bize getirin” diye buyurmuştur. Bununla hedefi muhataplarına kendi görüşlerinin diğer büyüklerle aynı olduğunu anlatmaktı.

 

Bu nedenle, her şeyden çok Ehl-i Beyt'in fıkhî merciliği sahasında tahkik ve araştırma yapmalıyız, zira bu iş şimdiye kadar fazla rağbet görmemiştir.

 

Bundan yıllar önce, mukaddes Kum şehrindeki konuşmalarımdan birinde bu konuya değinmiştim. Bu konuda yol açabilecek Müslüman Düşünürler isimli bir risale de yayımlandı. Bendenin inancına göre böylesi bir inceleme “Ehl-i Beyt'in Emrini ihyası”nın örnekleri arasında yer almaktadır. (Allah, Emrimizi ihya edene rahmet etsin!) (Hürrü Âmulî, Vesâilü'ş-Şia, 12/20, Hadis 15532) Elbette Ehl-i Beyt fıkhı biz Şiîler için hüccettir, fakat bu hüccetliğin diğer mezhepler ve özellikle de müstebsirler (sonradan Şiî olanlar) için de apaçık hale gelmesi için çalışmalıyız.

 

Acaba bu bahsettiğiniz yöntem Ehl-i Beyt'in kelâmının güzelliklerinin tebliği ile aynı şey değil mi? “Eğer insanlar sözümüzün güzelliğini bilselerdi bize tâbi olurlardı.” (Vesâilü'ş-Şia, 27/92, Hadis No: 33297)

 

Evet, tam olarak söylediğiniz gibidir. Ehl-i Beyt'in (a.s.) kelamının güzelliğini diğerlerine gösterirsek, onlar da İmamların mektebine ilgi duyacak ve kesinlikle onları takip edeceklerdir.

 

Evet, Masumların tüm söz ve buyrukları güzeldir. Bizim hadis olarak adlandırdığımız tüm sözleri Kur'an, akl-ı selim ve Peygamberin sünnetiyle mutabıktır.

 

Şia'nın yazılı ve yazılı olmayan mirasına baktığımızda İmamet ile ilgili konuların genellikle iki kısma ayrıldığını görürüz. Bunlardan biri Şia'nın dışarıdan, diğeri de içeriden incelenmesi şeklindedir. Acaba daha çok Şia'nın dışsal meseleleriyle ilgilendiğimiz, Şia'nın iç meselelerine daha az ilgi gösterdiğimizi kabul ediyor musunuz?

 

Sizinle çok da aynı fikirde değiliz. Şia'nın iç meseleleri hakkında fazla tahkik ve tebliğ yapmadığımız doğru değil. Öte yandan Şia'nın iç ve dış konuları arasında hiçbir fark yoktur, bunların hepsi birdir. Eğer bugün Şia'nın dış meselelerini takviye edersek ister istemez Şia'nın deruni noktaları da tahkim olacaktır.

 

Ben Şiîlerin çok derin ilmî istidlallere ihtiyaçları olduğu inancında da değilim. Zira icmâlî olarak Şiî inançlarına bağlılar ve bunlara aşinalar. Fakat Şiî muhitlerinden uzak olanlar itikâdî şüphelerin tehdidine daha çok maruzlar ve onlara daha çok dikkat etmek gereklidir. İmam'ın ilmi, ismeti ve canlı olmaları türünden konular bugün günümüz Şiîlerinin çoğu için hallolmuş meselelerdir. Fakat Müslümanların ve müstebsirlerin çoğu bundan habersizdir ve bu meseleleri onlar için aydınlığa kavuşturmak zorundayız.

 

Bu nedenle, inançla ilgili olan temel meseleleri Şia'nın dışı için açıkladığımızda, Şia'nın içindekiler de meselenin farklı boyutlarında farkındalık kazanmakta ve inançları güçlenmektedir. Unutmayalım ki Ehl-i Beyt'in faziletleri ve ilimlerinin yayılması çok önemlidir ve bu önemli vazifeden gafil olmamalıyız. Ehl-i Beyt'in (a.s.) sözleri ve öğretileri sadece bir toplum ve millet için değil, tüm insanlık içindir ve insanların fıtratı ve aklıyla uyumludur. Ehl-i Beyt'in (a.s.) öğretilerini, uygun ve âlimâne bir üslupla herkes için beyan edersek tüm insanlığın yürek ve akıllarıyla bunları kabul edip amel edeceklerini göreceğiz.

 

Bu konuda bir de hatıram var ki nakli faydadan hali değildir. Lübnan'daki İmam Ali Müessesesi'nin tercüme birimi sorumlusu bir dostum var. O şöyle diyordu: Bazen bazı dinî kitapları İspanyolcaya tercüme ediyor ve basımını bir Hristiyan'a bırakıyorum. Her dosyayı geri aldığımda bana “İmam Sâdık ve İmam Bâkır'ın sözlerinden bana yine yolla” diye cevap veriyor.

 

Demem o ki Ehl-i Beyt'in kılavuzluğu herkes için faydalıdır. Hatta dostumuzun Hristiyan arkadaşından naklettiğine göre kendi tebliğlerinde İmamların bazı hadislerinden yararlanıyorlarmış, mesela mahalle şuraları ya da cumhurbaşkanlığı seçimleri ve benzerlerinde. Peki niçin? Çünkü Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s.) sözleri çok derin anlamlarla yüklüdür.

 

Bu nedenle Âl-i Muhammed'in ilmini günbegün yaymaya ve sözlerinin güzelliklerini dünya halklarına ulaştırmaya çalışmalıyız. Bu bizim için çok önemli bir vazifedir.

 

Bir diğer konu da Vehhâbiyet meselesidir. Bugün bildiğimiz üzere batıl Vehhâbî akidesiyle mücadele için büyük masraflar yapılmaktadır ve Şiî âlimler onların inançlarının yanlışlığını ispat ederek yoldan sapmışları kurtarmaya uğraşıyorlar. Acaba bu kadar sermaye harcayıp mezheplerinin butlanını ispat etmek gerekli mi? Bizim bu mücadelemiz bir çeşit Vehhâbilik tebliğine ve temel sorunları ıskalamamıza yol açmıyor mu?

 

Hayır. Bu sahada ne kadar çalışırsak çalışalım yine de az sayılır, bu faaliyetler çok faydalıdır. Bugün Vehhâbilik problemi siyasetle iç içe geçmiştir. Vehhâbiliğin temelsiz bir fırka olduğu ve haddizatında cevap vermeye bile değmediği doğrudur. Fakat onlar Şia'yı ve gerçek İslâmî inançları tahrip etmenin peşindeler ve Şia tefekkürünü temelden budamaya çalışıyorlar. Bu hücumları karşısında sessiz oturamayız. Çalışıp cevap vermeliyiz ve bâtıl ortadan kaldırılmalıdır. Onların şüphelerine cevap vermekle Şia'nın iç tefekkürü de tahkim edilmiş olmaktadır.

 

Bizlerin faaliyetlerinin onların uğursuz propagandaları karşısında çok olduğunu düşünmeyin. Asla! Eğer farzen yüz bin dinî ilimler talebemiz olduğunu düşünürsek, bu alanda tahkikte bulunanların sayısı iki bini geçmez.

 

 

Hadis yazımının engellenmesinin gerçek nedeni

 

 

Hadis tarihinin önemli konularından biri de hadis yazımının engellenmesi meselesidir. Araştırmacılar bu yasak için pek çok neden öne sürmüşlerdir. Galiba sizler bu konuda farklı bir görüş sahibisiniz. Bu konuda daha fazla açıklama yapabilir misiniz lütfen?

 

Resûl-i Ekrem (s.a.a.) sağ olduğu sürece ihtilaf yoktu ve zahiren herkes O'na itaat etmekteydi.  İhtilaflar bazılarının hilafeti kapmasıyla ve Hz. Peygamber'i sırf bir hâkim olarak telakki etmeleriyle başladı. Onlar Peygamber'in halifesinin o hazrete benzemesi, ilim ve hikmette eşdeğerde olması gerekliliğinden gaflet ettiler.

 

Hz. Peygamber'in hilafetini gasp ederek kendilerini meşru göstermek için haksız yere O'nun makamına atıf yapanlar ilim ve hikmet ehli değillerdi ve halkın ihtiyacını karşılayamıyor, Müslümanların sorunlarını cevaplamakta kalakalıyorlardı. Onlar bu durumda Hz. Emir'e (a.s.) yöneliyor ya da başka sahâbîlere sorarak Hz. Peygamber'in sözünü arıyorlardı. Vaziyet onlar için giderek zorlaştı ve bir taraftan halkın soruları diğer yandan kendi cehaletleri gasıp hilafetleri için büyük tehlike haline geldi.

 

Ebu Bekir ve Ömer hiçbir zaman Hz. Peygamber'in tüm ilminin kendi nezdlerinde olduğu iddiasında bulunmadılar. Bu konu kimseye gizli değildir. Yani, halk Hz. Peygamber'in ilmini talep etmekteydi fakat o ikisi Hz. Peygamber'in uçsuz bucaksız ilminden pek de nasipli değillerdi ve bu sahada ellerinin boş olduğunu biliyorlardı.

 

İşte bu nedenle ictihâd kapısını açtılar ve kendi kendilerine fetva vermeye başladılar. İçtihadın daha başında pek çok görüşleri Hz. Peygamber'in hadisleriyle çelişmeye başladı ve bu durum onların gasıp yönetimlerinin temellerinin zayıflamasına neden oldu. İşte bu yüzden Hz. Peygamber'den hadis naklini yasakladılar, hatta daha da ileri gidip bazı sahâbîleri ve hadis râvîlerini Hz. Peygamber'in sözleri revaç kazanmasın ve kendileri daha iyi ictihâd etsinler diye hapsettiler! En sonunda başkalarını da hadisleri yazmaktan men ettiler ve bu durum uzun yıllar devam etti.

 

Hz. Emirü'l-Müminin, Ebu Bekir ve Ömer'in yöntemi üzere hilafet etmeyi ve reyi kendi ana usulü saymayı kabul etmedi. Bunun mukabilinde Osman ictihâdı kabul ederek hükümete yerleşti, Ebu Bekir ve Ömer'in yöntemine boyun eğdi ve yapmaması gereken şeyleri yaptı. (Bu konunun ayrıntılı incelenmesi için Men-i Tedvin-i Hadis kitabına bkz.)

 

 

Abdestin yaygın şekli Emevi kaynaklı ve yaygınlaştırılması tamamen politik

 

 

Sizler Hz. Peygamber'in (s.a.a.) abdesti hakkında da değerli bir incelemeye imza attınız. Acaba bu konuda yeni bilgilere ulaştınız mı? Galiba Ehl-i Sünnet arasında yaygın abdesti ilk kez uygulayan kişinin Osman olduğuna inanıyorsunuz. Bu konuda daha fazla açıklama yapar mısınız lütfen?

 

Yaklaşık yirmi sene önce, Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in (s.a.a.) buyruklarının aramızdaki ortak mevcudiyetine rağmen bizim fıkhî ahkâmımızla diğer Müslümanlarınki arasında niçin fark olduğu sorusu aklıma takıldı. Benim için bu ihtilafların sahâbenin ictihâdından mı, âlimlerin ilahi ahkâmdan yaptıkları çıkarım farklılığından mı yoksa siyasi meselelerden mi doğduğu kesin değildi. Zamanla tüm bunların hepsinin etkili olduğu sonucuna vardım. Yoksa Resulullah (s.a.a.) zamanında günde beş kez uygulanan bir abdest üzerinde nasıl bu kadar ihtilaflı görüş olabilsindi ki? Ehl-i Sünnet mesh yerine bütün ayağı yıkıyor ve baş, boyun ve kulakları mesh ediyor, Şiîler gibi sadece yüz ve elleri yıkamakla yetinmiyorlar.

 

Elbette bunca ayrıntının açıklanması çok uzun sürer ve bu söyleşide hepsini beyan etmek mümkün değildir. İnşallah beş ciltlik bir kitapta bu konuyu ayrıntılı bir şekilde incelemeyi düşünüyorum. Bunun ilk cildi Müslümanların Hz. Peygamber'in (s.a.a.) abdesti üzerindeki ihtilafı hakkında olacak. Ben burada Osman b. Afvan'ın abdesti değiştirdiğini, Emevi ve Abbasilerin de bunun revaç bulmasını üzerlerine alarak böylelikle Ebu Tâlib'in oğullarını (Alevileri) tanımak istediklerini ispat ettim.

 

Diğer üç cilt Ehl-i Sünnet ve Şia'nın abdest hakkındaki rivayetlerinin incelenmesine ayrıldı ki bunun iki cildi Ehl-i Sünnet nakillerini ele alıp eleştiriyor. Diğer cildi ise Ehl-i Beyt'in Hz. Peygamber'in (s.a.a.) abdesti hakkındaki rivayetlerine tahsis edilmiştir. Beşinci cildi de abdest ayeti ve delaleti hakkındadır.

 

Eğer mümkünse Vuzûu'n-Nebî kitabındaki istidlallerinize temel oluşturan usûlden bahseder misiniz? Aynı şekilde şimdiye dek kimsenin ulaşmadığı ve sizin bu araştırmanıza mahsus sonuçlardan söz etmeniz mümkün mü?

 

Ehl-i Beyt'in rivayetlerinde “Bir kez yıkamak farz, ikinci kez yıkamanın sevabı yok, üçüncü yıkama ise bidattir” şeklinde nakledilmiştir. (el-İstibsâr, 1/71, 217. Hadis; Tehzibü'l-Ahkâm, 1/81, 212. Hadis)

 

Soru buradadır. Bu bidatçi kimdir ve bu bidati ne zaman koymuştur? Ehl-i Sünnet'in rivayetlerinin incelenmesi sonucunda abdest uzuvlarının üç kez yıkanması emrini ilk veren kişinin Osman olduğu sonucuna vardım. Osman'ın rivayeti Ehl-i Sünnet kitaplarında mevcuttur ve onlar bunun Hz. Peygamber'in ve hatta geçmiş peygamberlerin uygulaması olduğunu iddia etmekteler!

 

Aynı şekilde ayakların mesh edilmesi yerine yıkanması ve abdestteki diğer Ehl-i Sünnet uygulamaları hakkındaki bahisler uzundur ve bunun için Vuzûu'n-Nebî kitabına dönmek gereklidir.

 

Biliyorsunuz ki Ehl-i Sünnet bidatı hasene ve seyyie olarak ikiye ayırmaktadır. Onlar üç kez yıkamayı güzel bidatler arasında sayıyorlar. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

 

Bu sınıflandırmanın kendisi de Ehl-i Sünnet'in uydurduğu bir bidattir ve biz bu konu üzerinde ayrıntılı bir şekilde durduk.

 

 

Bidatlerin yaygınlaşmasında Yahudi etkisi

 

 

Yakınlarda “Hadis Tarihinde Bir Araştırma” adlı kitabınız yayımlandı. Bu kitapta Hz. Peygamber'in sürekli Yahudi tehlikesinden yana endişe duyduğuna ve onlarla ilişkilerine dikkat ettiğine defalarca işaret ediyorsunuz. Acaba bu endişe ve ihtiyat sadece Hz. Peygamber asrı ile mi sınırlıydı yoksa şimdi de söz konusu olmalı mıdır?

 

Ayrıca Hz. Peygamber'in bu kaygısının hangi oranda olduğundan da söz edebilir misiniz? Başka bir ifadeyle, bu korku muydu yoksa tedbir mi?

 

Aşağı yukarı sizin buyurduğunuz gibidir. Hz. Peygamber'in ihtiyat ve korkusu bir çeşit tedbir hükmündedir. Yüce Allah Kur'an'da şöyle buyuruyor: “Musa içinde bir korku duydu”  (Taha, 68).

 

Yahudilerin şerrinden ve hilelerinden yana daima teyakkuzda olmalı ve sözlerinin akâid, hadis ve tarihimizde çatlaklara yol açmasını engellemeliyiz. Onların uydurmalarının ve İsrailiyatın dine dâhil olmasına izin vermemeliyiz. Eğer iyi bakarsanız Yüce Allah'ın yüzlerce ayette İsrailoğullarından bahsettiğini görürsünüz.

 

Her hâlükârda Yahudilerin İslam tarihindeki iz ve yalanları az değildir, bu ihanetleri ve verdikleri büyük zararlar karşısında dikkatli olmalıyız. İşaret ettiğimiz abdest meselesi de Yahudi elinin açıkça belirgin olduğu konular arasında yer almaktadır.

 

Abdest rivayetlerinin çoğunu Osman tarikiyle Resûlullah'tan (s.a.a.) rivayet eden Humran, Aynultemr hadisesinde esir düşen Yahudilerden idi. Yaklaşık hicrî 80 tarihine kadar yaşadı ve Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, İbn Abbas ve diğer pek çok sahâbînin varlığına rağmen sadece Osman ve Muaviye'den rivayette bulundu. Peki niçin bu sahâbîlerden rivayet etmedi? Bunun sırrı nedir? Her halükarda bu konuda işaret ettiğimiz konu önemlidir ve buna daha fazla dikkat etmemiz gerekmektedir.

 

Galiba Osman da Yahudilikle itham edilmekteydi. Sizin kitabınızdan Humran'ın aslen Yahudi olduğu anlaşılıyor. Bazı sahâbîler de Osman'ı aslen Yahudi saymaktaydılar. Acaba bu iki durum hakkında bir ilişki var mı? Acaba Hz. Peygamber'in Yahudilerden yana duyduğu endişe ve ihtiyat bu mesele nedeniyle midir?

 

Yahudilerin tam bu meselede, yani Ehl-i Sünnet'in abdestinde de benzersiz bir izleri olduğunu söylemek kayda değerdir. Aynı şekilde Tevrat'ta da ayakların yıkanmasına rastlamaktayız (Çıkış Kitabı, Ashah 40, 31. Bend). (Bkz. Vuzûu'n-Nebî, s. 208, İlk Bölümün Sonu). Öyle gözüküyor ki ayakların yıkanmasını Humran b. Eban, Tevrat'tan alıp İslam'a sokmak istemiş.

 

Öte yandan ümmetimizin Yahudileri de bize saldırıyor ve Yahudi Abdullah b. Sebe'nin takipçileri olduğumuz töhmetinde bulunuyorlar. Bu durum bizi Humran ve benzerleri hakkında daha fazla araştırma yapmak zorunda bırakmaktadır. Bazı araştırmacılar Abdullah b. Sebe hakkında incelemeler yaptılar ve bu alanda değerli eserler kaleme aldılar. Bazıları onu gerçekte yaşamamış ve Yahudiler tarafından uydurulmuş efsanevi bir şahsiyet telakki ediyor.

 

Bu nedenle bizler Humran b. Eban Temrî gibi Yahudi şahsiyetlerin rivayetlerinden yana dikkatli olmalıyız. Bunların rivayetleri Ehl-i Sünnet'in fıkıh ve hadislerine büyük etkide bulunmuştur.

 

 

Ümmü Külsûm'un evliliği konusu

 

 

Sizin diğer bir eseriniz de Farsça ve Arapça olarak defalarca basılan, Hz. Ümmü Külsûm'un Ömer b. Hattab ile evliliği konusunu ele alan kitabınızdır. Yanlış hatırlamıyorsan bu kitabınızda konu hakkındaki yedi görüşe işaret ederek sadece birini seçtiniz. Bu mesele hakkındaki görüşünüzü belirtir misiniz lütfen?

 

Henüz kesin görüşümü söylemek istemiyorum ve buyurduğunuz gibi de herhangi bir görüşü seçmiş değilim. İnşallah ileride bunun hakkında konuşacağım, fakat bu türden konuların dillendirilmesinin Ömer'in lehine değil daha çok zararına bir sonuç doğuracağını söyleyebilirim.

 

Ehl-i Sünnet de bu konuya dikkat etsin ve bunu fazla dillerine dolamasın. Çünkü eğer konu Ehl-i Sünnet'in zannettiği gibiyse bu durum Ömer ile İmam Ali'nin dostluğunu değil aksine düşmanlığını ve Ömer'in huşunetini göstermektedir. Ümmü Külsûm'un Evliliği Muamması kitabını dikkatli okursanız bunu rahatlıkla görebilirsiniz. Sıbt İbnü'l-Cevzî de bu evliliğin gerçek olmasının Ömer'in ve onun ekolünün zararına olduğu, bu işin Ömer'in şahsiyetini kötü göstereceği görüşündedir.

 

 

İmamet ve disiplinlerarasılık

 

 

Sizin İmamet konusunun disiplinlerarası bir şekilde ele alınması konusundaki görüşünüz nedir? Acaba bu türden incelemeler gerekli midir? Disiplinlerarasından kastım İmamet hakkında sosyolojik ve psikolojik okumalar yapmaktır.

 

Ben temelde disiplinlerarası okumalardan yanayım, fakat İmamet konusunun tamamlayıcısı ve yardımcısı olması durumunda, yoksa aslı değil. Her surette bizim için aslolan Kur'an ve Ehl-i Beyt'in rivayetleri ve siretidir. Elbette konunun zihinlere yakınlaştırılması ve Ehl-i Beyt'in vahye dayalı öğreti ve yöntemlerinin yaygınlaştırılması için bu türden okumalardan yararlanmak münasiptir.

 

Mesela ihtilaflı meselelerde disiplinlerarası okumalar çok etkilidir. Mesela tam da bu abdestte ayak ve başın meshi probleminde konunun daha iyi anlaşılması için disiplinlerarası analiz yönteminden yararlandık. Arap Yarımadasının coğrafyasına el attık ve bu bölge genellikle susuz ve kıraç bir yerdi dedik. Tıpkı Yüce Allah'ın ayetinde Hz. İbrahim'in (a.s.) dilinden “Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim.” (İbrahim, 37) ve başka bir ayette de “Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi saydınız?” (Tövbe, 19) diye buyurduğu gibi. Gördüğünüz gibi hacılara su vermeyi imanın muadili saymıştır. Böylesine kuru ve kıraç bir bölgede mi halife el ve yüzünü üç kez yıkamak istiyor? Ehl-i Sünnet rivayetlerinde Ebu Hureyre'nin bazen kollarının ya da baldırlarının yukarısından itibaren bile yıkadığı ve halkın ona itiraz ettiği geçmektedir. (bkz. Sünenu Nesâî, 1/95, Bâbu Hilyeti'l-Vuzu; Müsnedu Ahmed, 2/400). Bu konuyu Abdullah b. Ömer'den de naklediyorlar. (Musannefu İbn Ebî Şeybe, 1/75, 604. Hadis)

 

Arap Yarımadasının dışındaki bölgelerde de su sıkıntısı mevcuttu, hatta bazen daha az suları oluyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) su israfını uygun görmediği ve haram saydığı çok açıktır. Öyleyse Allah'ın Kitabı ile ters düştüğü ve dahası Müslümanlar için eziyet olduğu apaçık bu abdestin yanlışlığını akl-ı selim ve disiplinlerarası metot yardımıyla göstermek mümkündür.

 

 

Vahdetten kastımız nedir?

 

 

Vahdet hakkındaki görüşünüz nedir? Acaba sadece zahiri vahdet mi korunmalıdır? Yani akaitte tam anlamıyla zaten birlik olmadığından inançsal bahis ve münazaralar kendi yerinde baki mi kalmalıdır?

 

Vahdetten maksat kavmî ve kabilevî savaş ve kavgalardan el çekmek ve gayrimüslimlerin nezdinde dingin ve barışçıl bir hayat sürdürmemizdir. Her Müslüman ahlaki olarak diğer Müslümanların cenaze ve namazlarına katılmak ve İslam'ın izzet ve heybetini korumakla mükelleftir. Düşmanın suistimali ve daha da kötüsü bizi birbirimizin canına kasteder hale getirmesi için eline bahane vermemek gerekmektedir.

 

Fakat akidede birbirimizle aynı olmak anlamında vahdet asla doğru değildir. Bizler kendi usulümüzü korumak ve üzerinde ısrar etmek, mezhebimizi yaymak zorundayız. Elbette kimseyle düşmanlık etmeden ve Müslümanlığın ve barış içinde yaşamanın şanını da korumak suretiyle.

 

Bildiğiniz üzere ilmi havzalarda çok eski dönemlerden bu yana fıkıh, usul, ricâl ve dirayet ilimleri hakkındaki bahisler yaygınlık kazanmıştır ve İslam bilginleri bu alanlara büyük önem vermişlerdir. Ancak acaba günümüzde havzada (medreselerde) kadim derslerin yanında yeni bahisler de tedris edilmeli ve hâlihazırdaki tek tip atmosferden kurtulmalı değil midir? Acaba havzadaki ders sisteminin yenilenip değiştirilmesi talebelerin gelişmesine yol açmaz mı?

 

Elbette ki bu tesirsiz olmayacaktır. Örneğin İmametle ilgili konuları sabit dersler arasına koyabilir ve bu meseleye daha fazla eğilip farklı açılardan inceleyerek araştırmalarımızın sonuçlarını herkesin hizmetine sunabiliriz. Ehl-i Beyt fıkhının tevsiki ve sözlerinin vahiy ve nebevî öğretiden kaynaklandığının gösterilmesi ilgiye değer bir konudur ve bunun ispatının tüm boyutlarında yetkin olmak gerekmektedir. İhtilaflı meselelerde daha fazla araştırma yapmalı ve Ehl-i Sünnet'in içtihatlarındaki hataları Kur'an ve Sünnet ışığında aşikâr kılmalıyız. Böylelikle hem Ehl-i Beyt Okulunu yaymış hem de hakkaniyetini ispat etmiş oluruz.

 

 

Ezandaki üçüncü şehadet meselesi

 

 

Diğer bir mesele de ezandaki üçüncü şehadet (ezan ve kamette İmam Ali'nin velayetine ikrar vermek; çev.) konusudur. Bazı ulema bunu müstehab bazılarıysa vacib biliyor. Sizin görüşünüz nedir? Bu konuda tahkik yapan biri olarak hangi neticeye vardınız ve kendi nazariyenizi hangi yolla ispat ettiniz?

 

Bizim amacımız bidatları nefyetmekti. Başka bir ifadeyle diğerlerine üçüncü şehadetin bidat olmadığını ve bunu söylemenin caiz olduğunu göstermekti. Tüm hedefimiz bu konuda ödün veren bazı Şia ulemasını ezan ve ikamette Hz. Emirü'l-Müminin'in (a.s.) imamet ve velayetine tanıklıkta bulunmanın bidat olmadığına ikna etmekti. Konuyu ele alışımız daha çok Şia içi bir havzadaydı, dışarıdan bakışla ilgili değil. Fakih ve şeriat ehlinin geçmişten günümüze uyguladıkları siret, Şeyh Saduk zamanından günümüze dek, ezan ve ikamette üçüncü şehadeti söylemek şeklindedir. Elbette Şeyh Saduk bu şehadetin Mufevvize (gulatçı, aşırılıkçı bir Şii fırkası; çev.) tarafından yürürlüğe koyulduğu inancındadır. Fakat biz bunun böyle olmadığını ve Şeyh Saduk'un muhtemelen hata yaptığını ispat ettik.

 

Elbette Seyyid Murteza (ö. h. 436), Şeyh Tusî (ö. h. 460), İbn Berrac (ö. h. 480), Yahya b. Said Hillî (ö. H. 689), Allame Hillî (ö. H. 726), Şehid-i Evvel (786), Şehid-i Sânî (969) ve diğer büyüklerin sözlerini de inceledik ve onların da üçüncü şehadetin ezana zarar vermediği ve bunun beğenilen bir zikir olduğu inancında oldukları sonucuna ulaştık. Aynı şekilde “Hayyâ alâ hayri'l-amel” (haydi en hayırlı amele!) cümlesiyle üçüncü şehadet arasında da güzel bir ilgi vardır. Fâtımîler bile üçüncü şehadete inanmaktaydı. Şiî tarihinin bir döneminde üçüncü şehadeti “Hayyâ alâ hayri'l-amel”den önce söylüyorlardı. Ehl-i Beyt rivayetlerinde de “Hayyâ alâ hayri'l-amel” “velayet” ve Hz. Fâtıma (a.s.) ve evladına iyilikte bulunmak şeklinde manalandırılmıştır. (bkz. Muhaddis Nurî, Müstedrekü'l-Vesâil, 4/70). Bu meselenin tarihsel seyri ayrıntılı bir şekilde Hayyâ alâ hayri'l-amel beyne'ş-Şeriyye ve'l-İbtidâ kitabında inceleniyor.

 

Her halükarda üçüncü şehadet sadece caiz bir iş değil müstehaptır da. Bugün artık Şia'nın şiarı olduğundan onu ezan ve kametten çıkarmamız caiz değildir. Bunun hükmü cami bina etmek gibidir. Yapılmadığı sürece bu caiz ve müstehaptır, fakat yapıldıktan sonra artık yıkılması caiz olmaz. Çünkü bu durumda “mescitlerin harap edilmesi için çalışanlar”ın misdâkına dâhil oluruz.

 

Bazıları üçüncü şehadetin Safevî döneminde başlayıp yayıldığını düşünüyorlar. Sizin görüşünüz nedir?

 

Asla böyle değildir. Çok kadim ve muteber İslamî kitaplarda -hicrî dördüncü asırdan yedinci asra kadarki dönemde yazılmış- takiyyenin daha az olduğu bazı mıntıkalarda Şiîlerin kendi ezanlarında üçüncü şehadeti söyledikleri geçmektedir. Hatta İbn Batuta Seyahatnamesi gibi bazı tarih kitaplarında sadece üçüncü şehadeti söylemekle kalmadıkları, mesela Arabistan'ın Katif halkının müezzinin  “Hayyâ alâ hayri'l-amel” cümlesinden sonra “Muhammed ve Ali hayru'l-beşer” (Muhammed (s.a.a.) ve Ali (a.s.) insanların en hayırlısıdır) cümlesini de istihbâbî olarak ekledikleri bilgisi mevcuttur.

 

Ve bundan önce de İbn Adîm'in (ö. h. 660) Zübdetül-Haleb fi Tarihi Haleb kitabında şöyle nakledilmektedir:

 

Sa'duddevle Halep'te istikrar buldu. (Halebîler 367 yılında) Halep Mescid-i Cami'sini yenilediler ve imarete burçları ve kale duvarlarını eklediler. Sa'd, Haleb'in ezanını da değiştirdi ve ““Hayyâ alâ hayri'l-amel, Muhammed ve Ali hayru'l-beşer” cümlesini ekledi.

 

Onun bu işi 369 yılında yaptığını da söylüyorlar. Ayrıca 358 yılı da geçmektedir. (Zübdetü'l-Haleb fi Tarihi Haleb, 1/159)

 

Ve bu tarihten önce Tenûhî (ö. h. 384) Neşvârül Muhâvere'de şöyle diyor:

 

Ebu'l-Ferec İsfehânî bana haber verdi ve dedi ki: Katiyye'den (İmâmîyye'den) bir adamın şöyle ezan okuduğunu duydum: Allahu ekber Allahu ekber, Eşhedü enne Aliyyen Veliyyullah (Muhammed ve Ali hayru'l-beşer, femen âbâ fekad kefere ve men razî fekad şeker (kim isyan eder yüz çevirirse küfretmiş, kim razı olursa şükretmiş olur), Hayyâ ale's-salâh hayyâ ale'l-felâh, Hayyâ alâ hayri'l-amel Allahu ekber Allahu ekber La ilahe illallah. (Nişvârul Muhâvere, 2/132)

 

Evet, rivayetlerimizde İmamlarımızın (a.s.) üçüncü şehadeti vurguladıkları ya da kendilerinin bunu söylediği geçmemektedir ve ezanın maruf fasılları her zaman üçüncü şehadetsiz idi. Elbette şuna dikkat edilmelidir: İmamların bu konuyu tekit etmeyip kendilerinin de üçüncü şehadeti görünüşe göre söylememiş olmaları, bunu inkâr ettikleri ya da bidat saydıkları anlamına gelmez. Hatta kendilerinin de üçüncü şehadeti söylüyor fakat bunu aşikâr bir şekilde dile getirmiyor, takiyye gereğince dillerinde mırıldanıyor olmaları mümkündür.

 

Her hâlükârda üçüncü şehadet ezanın bir parçası değildir, fakat bidat da değildir ve bunu söylemek caiz, belki de müstehaptır ve bugün de Şiîlerin şiarıdır. Bu nedenle onu korumak gerekmektedir. Eşhedü enne Aliyyen Veliyullah fi'l-Ezan kitabında bu konuyla ilgili çok önemli noktaları içeren pek çok konudan bahsettik.

 

 

Ehl-i Beyt İmamlarının çocuklarına halifelerin isimlerini vermeleri konusu

 

 

Vehhâbîlerin öne sürdüğü şüphelerden biri de İmamların (a.s.) çocuklarına Ebu Bekir, Osman ve bazen de Ömer adını vermeleridir. Ve onların fikrine göre bu durum İmamların halifeler ve sahâbeyle hiçbir ihtilaflarının olmadığının ve onlardan teberri etmediklerinin en iyi delilidir. Sizin bu konudaki fikriniz nedir?

 

Bu konuyu ele alan ve çeşitli açılardan inceleyen et-Tesmiyât beyne't-Tesâmuhi'l-Alevî ve't-Tevzîfi'l-Emevî isimli kitabım basılmıştır. İmamların (a.s.) gerçekten de çocuklarına halifelerin isimlerini koyup koymadıkları, bu sözün bir iddiadan başka bir şey olmayıp aslen temelsiz olduğu veya yanlış anlama ya da kasıttan kaynaklanıp kaynaklanmadığı bahsinde pek çok kavil ve ihtimal söz konusudur. Bu kitapta bu ihtimallerin tamamı ele alınarak kritiğe tâbi tutuluyor ve bu isimlendirmelerin nasıl gerçekleştiği gösteriliyor. Dolayısıyla bu macerayı derinlemesine kavramak için kitap metnine bakmak ve okumak gerekiyor. Bu kitap İmamların Çocuklarına Halife İsimleri başlığıyla Farsçaya da çevrildi.

 

Bu isimlerin hepsi Arapçadır ve zâtî olarak bir çirkinlikleri de yoktur. Öyleyse bunlarla isimlendirmek caizdir. Fakat İmamların (a.s.) bazı isim ve künyelere karşı olduklarını görüyoruz. Rivayette geçtiği üzere:

 

Bir gün Yakub Serrâc, İmam Sâdık'ın (a.s.) huzuruyla müşerref oldu ve o sırada İmam Kâzım (a.s.) beşikteydi. İmam Sâdık (a.s.) Yakub'a “Velayete (İmam Kâzım'a) selam ver” diye buyurdu. Yakub diyor ki: Beşiğin kenarına gittim ve selam verdim. Hz. İmam Kâzım (a.s.) fasih ve etkileyici bir sesle benim selamımın cevabını verdi ve “Dün Allah sana bir kız çocuğu lütfetti ama sen ona kötü bir isim seçtin.” buyurdu. Sonra da “Onun ismini değiştir.” dedi. Yakub diyor ki “Çocuğumun ismini Hümeyra koymuştum ve elbette ismini değiştirdim. İmam Sâdık (a.s.) bana şöyle buyurdu: Ona (İmam Kâzım'a (a.s.)) itaat et ki hidayet olasın!” (bkz. Muhammed b. Yakub Kuleynî, el-Kâfî, 1/31, Hadis 11)

 

Her halükarda İmam'ın maksadı Hümeyra'nın Âişe'nin lakabı oluşu yüzünden çocuk için münasip olmadığını anlatmaktı. Zira Hümeyra, Hz. Emirü'l-Müminin İmam Ali (a.s.) karşısında durup O'nunla savaşmış biriydi. Fakat aynı İmam Kâzım'ın (a.s.) Âişe isimli bir kızı ve hatta “Harun” adlı bir oğlu vardı. (Harun Reşid'e rağmen bu isim verilmişti demek istiyor; çev.) Âişe ve Harun iki Arapça isimdir ve onlara verilmesinde hiçbir sakınca yoktur. Demek ki Âişe Arapça bir isimdir ama Hümeyra Şiîler için uygun olmayan belli, somut bir şahsiyete işaret etmektedir. İmamlarımız (a.s.) hiçbir zaman kimseyle isim üzerinden ihtilafa düşmemiştir ve biz de kitaplarda İmamlarımızın (a.s.) Ebu Bekir, Ömer veya Muaviye adlı dostlarının isimlerini değiştirdiklerine rastlamadık. Aksine dostlarının arasında Ebu Bekir Hazremî, Ömer b. Uzeyne ve Muaviye b. Ammâr gibi şahıslar vardı.

 

Öte yandan İmamlarımızın (a.s.) çocuklarına halifelerin ya da diğer sahâbenin isimlerini koymaları tek başına onların halifelere olan muhabbetleri için delil değildir ve eğer varsa da bu tasrih edilmelidir. Mesela Hz. Emirü'l-Müminin oğullarından birinin adını Osman b. Mazun'a duyduğu sevgi nedeniyle Osman koymuştu, yoksa Osman b. Affân'a olan muhabbeti nedeniyle değil.

 

Aynı şekilde Hz. Emir'in diğer çocuklarından birinin adı da Ömer idi. Görünüşe göre bu ismi Ömer b. Hattâb koymuş, Hazret de sükût etmiştir. Zira o günlerde her meselede onlara muhalefet edemezdi, dikkat ve himmetini daha önemli meselelere yoğunlaştırmak zorundaydı. O ismin çocuklarına konmasının bazı faydaları da olduğunu söylenmelidir ki biz bunu Kitâbu't-Tesmiyât'ta beyan ettik. Elbette takiyye de söz konusuydu.

 

Başka bir nokta da şudur. Bazen anneler çocuklarına isim veriyorlardı ve bu Araplarda bir adetti. Mesela Hz. Emir meşhur recezinde “Haydar” isminin kendisine annesi tarafından verildiğini söylemektedir: Enellezi semmetnî ummî Haydare / Zırğâmu Âcâmin ve leysun kasvera (İbn Şehrâşûb Mazendaranî, Menâkıbu Âli Ebî Talib, 3/129)

 

Veya Hz. Seyyidü's-Şüheda İmam Hüseyin'in (a.s.) Hürr b. Yezid Reyahî'ye “Sen annenin seni isimlendirdiği gibi hürsün” demesi gibi. (Seyyid b. Tavus, el-Luhûf, s. 102)

 

Kısacası, bu isimlerin bizzat Tahir İmamlar (a.s.) tarafından koyulduğunu kesin olarak söyleyemeyiz, bu isimlerin eşleri veya eşlerinin babaları tarafından ya da zamanın hâkimlerince koyulmuş olması mümkündür.

 

Öte yandan diğer Abbasî ve Emevî halifeleri de araştırdığım kadarıyla hicri 656 yılına kadar çocuklarına Ömer ve Ebu Bekir isimleri koymadılar. Emevilerden “Ömer b. Abdülaziz” ve Abbasilerden künyesi “Ebu Bekir” olan Tâi' Abdülkerim b. Mutî' hariç. Ve bu durum onların Ebu Bekir ve Ömer'in siretine muhalif olduklarının delili değildir. Dolayısıyla onların Ebu Bekir ve Ömer'i sevmediklerini söyleyebilir miyiz? Asla!

 

Bu türden klişe meselelerle uğraşarak konunun özünü kaçırma taraftarı değilim. Bu türden şüpheleri dillendirenlerin ve Vehhâbîlerin tüm hedefi Hz. Emir ile üç halifenin aralarının iyi olduğunu göstermektir. Bu şekilde herkese Şiîlerin taassup gösterdiklerini, İmamlarının ise böyle olmadığını ve halife ve sahâbîlere ihtiram ettiklerini ispat etmek istiyorlar.

 

Evet, eğer İmamlarımız zalim halifelerle zahirde iyi geçiniyorlardıysa bu sadece ve sadece takiyye ve İslam'ın azamet ve vahdetini koruma amaçlıydı, başka bir nedeni yoktu. Vehhâbîlerin elinde sağlam bir delil olmadığından böyle elden düşmüş konulara sarılıyorlar. Bu konu hakkında daha fazla bilgi elde etmek için Tesmiyât kitabıma başvurunuz.

 

Her halükarda isim koymada pek çok hikmet gizlidir.

 

Nakledilenlere göre Mansur Nemerî, şiirlerinde Harun'un ismini anar ve onu överek Harun Reşid'i sevdiği izlenimi verirdi. Gerçekteyse bâtınında Menzile Hadisi gereğince kastettiği İmam Ali (a.s.) idi. Harun onun bu niyetini anladığında dilinin ve ellerinin koparılması emrini verdi. Ve bu işle görevli memurlar yanına vardıklarında onun çoktan dünyayı terk ettiğini ve gömüldüğünü anladılar. Geri döndüklerinde Harun onlara “Niçin kabrini açıp cesedini ateşe vermediniz?” dedi.

 

Sözlerimin sonunda Allahu Teâlâ'ya şükür, dergi çalışanlarına teşekkür eder ve Allah'tan çalışmalarında başarı niyaz ederim.

 

 

İmamet Pejuhi, Birinci Sene, Sayı 3

 

 

Çeviri: Ozan Kemal Sarıalioğlu

 

 

Medya Şafak