"Suriye 'deki Ayaklanmanın Antropolojik Okuması / 2"

"Suriye 'deki Ayaklanmanın Antropolojik Okuması / 2"
"İhvan ayaklanması, dönemiyle ilgili koşulların göz önünde bulundurulmasını gerektirir. 80’li yıllara baktığımızda bölgede Amerikan ajandasıyla uyum arz eden köklü siyasal değişikliklerin alt yapısını hazırlamak için, bunun bölgenin istikrarını bozmayı hedefleyen bir takım kara operasyonlarla eşzamanlı olarak gerçekleştiğini görmezden gelemeyiz."
Suriye Ayaklanmasının Antropolojik Okuması

İkinci Bölüm


Suriye Devlet Başkanı ve Washington’un rahatsızlığı


 

Bu dönemde Beyaz Saray’ın, bazı neoconların şer eksenine yerleştirdiği Şam’a karşı öfkesi her geçen gün artıyordu. 2003 yılı boyunca Suriye’ye sert eleştiriler getirmekten geri durmadılar. CIA’ye göre Şam, Bağdat’ın düşmesinden sonra, kendisine yönelik uyarılara kulak asmadan Iraklı onlarca yetkiliye iltica hakkı verdi. Öte yandan yüzlerce Arap savaşçı Suriye sınırı üzerinden Irak’a akmaktaydı. Bu noktada Amerikan Dış İşleri yetkililerinden David Satterfield, 2003 Kasım’ında Suriyelilerle yapılan uzun görüşmelerde Fransız diplomatlarının bu rahatsızlığından bahsetmektedir: “el-Kaide hücreleri, Suriye rejiminin hiçbir müdahalesi olmadan sınırı geçiyor, ancak rejim bizim istihbaratımızın olan biteni bildiğinin farkında.”

Şam’ın Hizbullah’a olan desteğine, İsrail’in ölümüne düşmanları olan İslami Cihad ve Hamas gibi radikal Filistinli gruplara desteği de eklendi. “Suriye yönetimi terör eylemlerini bilmiyordu ancak şu sözleriyle bu eylemleri gerçekleştirenleri kolluyordu: ‘Dikkat edin, Amerikalılar sizi gözetliyor.’” David Satterfield Fransızlara durumu bu sözlerle aktarmıştı.

Öte yandan Beyaz Saray, Suriye liderine öfkesini yansıtan birçok mesaj gönderdi, ancak hiçbiri karşılık bulmadı. Esed Amerikalılara güvenmiyordu, bu, Montagne’ye ve karşılaştığı diğer diplomatlara söylediği şeydi. Ancak onlarla, Lübnan kökenli Amerikalı iş adamı İmad el Hac’la gayrı resmi yollardan görüşmeler yaptı. David Satterfield bu konuda şunları söylüyor: “Esed, oyalama taktiğine başvurmakta ve Wahington’la diyaloğa istekli biri gibi görünmeye çalışıyordu. Ancak yerine getirmesi gereken taleplerin neler olduğunu biliyordu. Paralel kanallara ihtiyacımız yok, bu oyunu oynamıyoruz.” Labévière, Fransız kaynağından elde ettiği bilgilerle Başkan Esed’i gençlerin sevgilisi ve Arap dünyasının kahramanı Neo-Nasırcı bir konuma oturtmaya çalışıyor. Ancak sonuçta komşularıyla ilişkileri kötüleşti.

 Bu sözler bir kez daha Fransızlarla Amerikalıların bölge gerçeklerine ne kadar yabancı olduklarını ortaya koyuyor. 1996 yılından beri Suriye, direniş ekseninde yer alan tek Arap ülkesi olarak kaldı ve “İsrail’le anlaşmaya koşan” Arap komşularının nefretini kazandı. İsrail’le barışa can atanların Suriye’den nefret etmeleri doğaldı, bunun için herhangi bir gerekçe de ileri sürmek zorunda değillerdi.

Öte yandan Amerikan Kongresi, Suriye rejimine yönelik yaptırımları uygulamaya koymayı hedefleyen “Suriye’yi sorgulama kanunu”nu onayladı. Suriye rejimini şeytanlaştıran bu kanun, Amerikan yönetimi açısından yeni bir engel oluşturuyordu. Bush yönetimi, havuç sopa politikasıyla kapsamlı ve dinamik bir siyaset uygulayamıyordu: Suriye’ye sunacağı hiçbir şeye sahip olmadığından olaylara karşılık vermeyi bırakmıştı.


Güvenlik Konseyi kararının gizlice hazırlanması

2003 yılında ABD ile Fransa arasında Normandiya ittifakının yeniden hayata geçirilmesinden sonra Paris, 2004’ün ilk aylarında Suriye’ye karşı büyük bir diplomasi hamlesi başlattı. Bunu yaparken şu ilkeden hareket ettiler: Madem Amerikalılar, Ortadoğu’nun demokratikleşmesi konusundaki düşüncelerini uygulamakta bu kadar hırslılar, o zaman onların bu düşünceye ne kadar bağlı olduklarını halen Fransa’nın biraz da olsa etkisinin bulunduğu Lübnan’da test edelim. Hatta Chiraques, 2004 Mayısında bazı Amerikan kongre üyeleriyle gerçekleştirdiği görüşmelerde de bu öneriyi onlara bizzat sundu.

Kongre yetkilileri ona BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) hakkında sorular sordular. O da “Gerçekçi olalım, olmadığı yerlerde demokrasiyi sıfırdan kurma yerine Lübnan gibi mükemmel olmasa da fiilen varolduğu ülkelerde demokrasiyi desteklemezsek ilerleme kaydedemeyeceğiz. Öyleyse bu ülkeye Suriye vesayetinden kurtulması için yardım etmeliyiz.”  2004 Temmuzu’nda Chiraques, Elisee’de Geoge Bush’la birlikte yediği bir akşam yemeğinde bunu tekrarladı: “Lübnan’da Ekim ayında Cumhurbaşkanlığı seçimleri olacak. Cumhurbaşkanı’nın Suriye etkisinde olmaması kaydıyla Lübnan’da yeni bir başlangıç için iyi bir fırsat. Suriyeliler anayasayı değiştirerek Emil Lahud’u yeniden seçmeye çalışacaklar. Bunu engellemek için birlikte çalışalım.” Chiraques, şöyle devam etti: “ABD’nin Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesiyle kaldırabilecek yaptırımları uygulamaya koymasını dikkatle not ettik. Bunun için birlikte çalışalım.” Buna karşılık Bush hemen cevap verdi: “Neden olmasın?”

Condolezza Rice meslektaşı Montagne ile hızla görüş alış verişinde bulunacağı sözünü verdi ve aralarındaki iletişim giderek sıklaştı. Böylece gizli Lübnan kompleksi sayesinde Washington-Paris ekseni giderek kristalize oldu ve su yüzüne çıkmaya başladı.

Jack Chiraques, her ne pahasına olursa olsun özellikle de Fransa’daki popülaritesinin hızla düşüşe geçtiği bir dönemde Bush’la kesilen ilişkileri yeniden onarmaya çalışacağını alenen orta yerde ilan etmek istemiyordu. Ancak Bush, Irak’ta veyahut İsrail-Filistin anlaşmazlığında sözlerine kulak asmadığına göre bu kez Lübnan’da olayların gergefinde çizilmeye başlayan uzlaşmaya bir kılıf bulmuştu. Dostu Refik Hariri de bundan mutluydu.

Uygulama aşaması 2004 yazında başladı. Beyrut’ta bu görevi Fransız büyükelçisi ile Amerikan büyükelçisi üslenmişti. Öte yandan Fransa’nın ABD ve BM’deki elçisi, Amerikalılarla Güvenlik Konseyi’ne sunulacak bir öneri hazırlamaktaydı. Karar, serbest seçimleri ve Suriye güçlerinin en kısa zamanda Lübnan’dan çekilmesini öngörüyordu.


Refik Hariri’nin 1559 sayılı karardaki rolü

Ciraques’ın heyeti, Refik Hariri’nin yazlığının bulunduğu Sardunya’ya gitmeden önce Condolezza Rice ve diğer yetkililerle 19 ve 20 Ağustos’ta bir araya geldi. Karar taslağı defalarca tatilini geçirdiği yatında Hariri tarafından gözden geçirildi. Hiçbir şey onun Suriyelilere karşı duyduğu öfkeyi dizginleyemezdi. Chiraques’ın korktuğu şey başına geldi. Suriyeliler, Lübnan anayasasını değiştirip müttefikleri Emil Lahud’un görev süresini uzatarak üç yıllık yeni başkanlık dönemine başlaması için gerekli alt yapıyı hazırladılar. 26 Ağustos 2004’te Şam’a çağrılan Hariri, öfkeyle “Lahud demek ben demek” diyen Beşşar Esed’le yüzleşmek zorundaydı.

Fransa’nın karar tasarısı ile ilgili son görüş alış verişleri 2004 Ağustosu’nun sonlarında nihayet buldu. Fransız ve Amerikan diplomatlar, BM’de karar taslağını değiş tokuş ettiler. Montagne, Lübnanlılarla doğrudan ve mesajını İspanyollar üzerinden kendilerine ulaştıran Suriye Dışişleri Bakanı ile dolaylı ilişki içindeydi. Fransa Cumhurbaşkanı’nın müsteşarının sunduğu son değişikliklerle ilgili görüş alış verişleri, Condolezza’nın Cumhuriyetçi Parti’nin ön seçimleri nedeniyle New York’taki Madison Square Garden’a gitmesine kadar sürdü.

Eylül 2004’te 1559 sayılı BM kararı, 9 lehte oy ve Rusya, Cezayir ve Çin’in verdiği altı çekimser oyla Güvenlik Konseyi’nden çıktı.

1559 sayılı karar, Suriye’ye bir tokat gibi indi. Çünkü kararın metni, Suriye’nin bütün silahlı güçlerini çekmesini, milisleri dağıtmasını, serbest seçimlerin Lübnan anayasasına göre ve herhangi bir dış müdahale olmaksızın gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Beşşar Esed, ertesi gün sanki hiçbir şey olmamış gibi Cumhurbaşkanı Lahud’un görev süresini uzatmadan yana tavrını koydu. Dünyadan kendisine yönelik bir uyarı beklemediği gibi, Irak’ta yaşadıkları anlaşmazlıktan sonra ilişkileri zedelenen ve aralarındaki güvenin kaybolduğu Fransa ile ABD arasında kendisine karşı bir ittifak beklemiyordu. Esed bunu Hariri tarafından yapılmış bir kışkırtma, Jack Chiraques’ın bir ihaneti ve George Bush’un meydan okuması olarak okudu. Kısaca, bu bir savaş ilanıydı.


Chiracques’ın Rice’la buluşması ve Bush’la gerçekleşmeyen akşam yemeği

2 Ekim 2004’te uzatma işlemine karşı çıkan ve bu önde oy veren sabık Ekonomi Bakanı Mervan Hammade’nin suikasta uğramasından sonra Lübnan’da gerilim arttı. Refik Hariri 21 Ekim’de istifa etti ve Lübnan’da Suriye yanlılarına karşı muhalefeti birleştirmeye çalıştı. Chiraques, tamamen kör bir şekilde dostunu desteklemek amacıyla müsteşarını Beyrut’a yeni büyükelçi olarak atadı. Bu elçinin Amerikan meslektaşı Vieltman’la birlikte gözlerini, kaynamakta olan Lübnan siyaset sahnesinin kaderine dikmesi gerekiyordu. Chiraques 1559 sayılı kararın uygulanmasından sorumlu Rod Larsen’e nasihatlerini artırdı.

Daha da fazlası, Chiraques, filizlenmeye başlayan kırılgan Fransız Amerikan yakınlaşmasına daha fazla ilgi göstermesi için Bush’u şımartıyordu. 9 Kasım’da yeniden başkan seçilmesinin yıl dönümünde Fransız Cumhurbaşkanı, Bush’u arayarak tebrik etti. Bush, teşekkür ettikten sonra şunları söyledi: “Çıkarlarımıza hizmet eden konularda birlikte çalışma temennimizi sizlere sunuyoruz. Anlaşmazlıklarımız oldukça çetrefilli, ama birlikte çalışırsak üstesinden gelmeyeceğimiz şey yok.” 8 Şubat 2005’te Başkan Bush Condolezza Rice’ı Chiraques’le buluşması için görevlendirdi. Buluşmanın ana gündemi Lübnan’dı. Chiraques, buluşma esnasında Suriye’ye karşı son derece nezaketsiz, düşmanlıkla dolu ifadeler kullandı.

Burada bir parantez açarak Labévière’nin kitabının dışına çıkalım. Chiraques’nin atılmasının Refik Hariri tarafından gönderilen raporlara dayandığından objektif verilerden yoksun olduğunu görüyoruz. Kitaba göre Chiraques’ın sözünü Rice’a nisbet ediyoruz: “Şu anki Suriyeli yetkililer, hangi yöne döneceklerini bilmiyorlar, bu yüzden hareketlerinde arıza gözleniyor. Tere Rod Larsen’in Şam’da karşılanmasını örnek veriyorlar. Bazıları son derece sıcak karşılarken aşırı rejim yanlısı olanlar ise mesafeli durmayı tercih etti.” Biz Larsen’in karşılanmasıyla ilgili bu Hariri-Fransız ortak yapımına ilişkin değerlendirmeyi, yorumsuz bırakmayı tercih ediyoruz.

(Hariri’nin müsteşarlarının aldıkları bilgilere göre) Chiraques, Şam’ın Lübnan’da bir değişimin olmaması konusunda son derece ısrarcı olduğundan Lübnanlı muhalifleri desteklemek ve Suriyelilerin Arap dünyasındaki tek köklü demokratik geleneği yok etmesine izin vermemek gerekir, der. Chiraques, iki hususa dikkat edilmesi gerektiğini söyler: Birincisi, Lübnan’da demokrasiyle barış sürecini birbirine karıştırmamak, -aksi taktirde Şam’ın eline yeni bir koz verilmiş olur- Lübnan’da demokrasiyi demokrasi ve Lübnan için desteklemek gerekir. İkincisi, Şam’ı, Beyrut ile arasında mevcut olan rüşvet sistemine darbe vurmaya güç yetirebilecek finansal yaptırımlarla tehdit etmek. Chiraques, ABD’yi daha da ileri gitmeye teşvik ediyor, bu nedenle de arkasında Avrupalıları sürüklemek istiyordu.

Hariri’nin Chiraques üzerindeki siyasi etkisini görmezden gelmesine ve iki lider arasındaki kişisel dostluk ilişkisini belirtmelerine rağmen her iki kitabın yazarları, Chiraques’ın Arap Şiilerinden duyduğu endişeyi zikretmekten geri durmamışlardır. Zira yazarlara göre Chiraques, Şiilerin bölgeye hâkim olmasından ve Esed’in de onların müttefiki olmasından sürekli korku duyuyordu. Saddam Hüseyin’den Refik Hariri’ye kadar uzanan bir listeyle Sünnileri tercih ediyordu.

Burada dikkat edilmesi gereken husus, Chiraques’ın ve Fransızların Sünnilere olan bu düşkünlüğü tamamen çıkar endeksli bir düşkünlük olmasıdır. Sünni rejimler, Fransa’nın ihtiyaç duyduğu nakit stokuna sahip ve petrole hakim olan ülkelerdir. Burada BAE’nin Fransa’nın henüz tamamlamadığı Rafal uçaklarıyla ilgili projesinde Fransa’yı aşağılayıcı koşullarına işaret etmek yeterlidir. Sünnilere yönelik çıkar eksenli sevginin tarihsel arka planına gelince, sömürgecilik tarihine kadar gitmeyi gerektirir. Fransızlar Lübnan Hıristiyanlarını destekleyip Sünnilerle kısmi anlaşmalar yaptıklarında, Dürzi ve Şiilerin bulunduğu bölgeler İngilizlerin hâkimiyeti altındaydı. Bu bağlamda söz konusu durum, Fransız sömürgeciliğinin, Bilad-ı Şam’ı küçük ve zayıf devletlere bölme yönündeki isteklerini hatırlatmaktadır. Bu anılar, şu an devam etmekte olan protesto gösterileri nedeniyle belki de Chiraques’ten sonra Sarkozy’nin hatırasında yeniden canlanıyordur.

Buluşmanın sonunda Chiraques, 21 Şubat 2005’te AB-ABD zirvesi çerçevesinde Bush’la bir akşam yemeği planlar. Ancak 14 Şubat’ta Hariri suikastı gibi başka dramatik gelişmeler Chiraques’ın randevu programını tepetaklak etmiştir.

 
*  *  *

Şu an Suriye’de devam etmekte olan gösteriler, ABD’nin bölgedeki jeostratejik dengeleri baş aşağı hale getirmesi için bir ön hazırlıktır ve özel bir dikkat gerektirir. Bu gösteriler başladığı günden beri birbiriyle koordinasyon içerisinde olma noktasında yetersiz kalmıştır, nedeni bu gösterilere katılan her grubun diğerlerinden farklı kendince talepleri olmasıdır. Komplo teorilerine aldırış etmeksizin, bu gösterilerin barışçı özelliğini bırakıp kanlı bir hale dönüşmesi, Suriye içinde beşinci taburun varlığını teyit eder. Suriye’de ikincil aktörler, gösterilerin yarattığı kaostan yararlanarak Suriye’deki siyasi yapıya sızmış ve böylelikle ülkeyi kan gölüne dönüştürmeyi hedeflemişlerdir. Gelişmeler, yasaklı Müslüman Kardeşler Hareketi’nin bu operasyonda parmağı olduğunu göstermektedir. İhvan liderleri açıklamalarında, bu rejimin diyaloga girilmesi ve uzlaşılması mümkün olmayan bir yapı olduğunu ifade etmişlerdir.

Dolayısıyla Suriye’deki hareketlenmelerin ne ölçüde birbiriyle ilişki içerisinde olduğunu tahmin etmek zordur, zira her hareketlenmenin kendi özel talepleri vardır. Şu ana kadar yapılan gösterilerle ilgili su yüzüne çıkan gerçekler, şu grupların varlığını ortaya koymuştur: Dürziler (gösterilerine Beşşar Esed iktidarı 2000 yılında devraldığında başlamışlardır), Kürtler (Irak’ın işgalinden sonra gösterilere başlamışlar, Hariri’nin suikasta uğramasından sonra yükseltmişlerdir), Asuriler (Şu anki protesto gösterilerinin kıvılcımı Asurilerin bulunduğu bölgelerde çakılmıştır ancak gösterilere aleni bir şekilde katılmaları, 2011 Mayısı’nın ilk Cuması’nda gerçekleşmiştir), rejime muhalif Aleviler (Hareketlenmeleri Hafız Esed döneminde, Hafız’ın kardeşi Rıfat’la birlikte baş gösterdi, oğlu Basil Esed’in ölümüyle tekrar gün yüzüne çıktı. Bunun üzerine Hafız Esed, derhal oğlu Beşşar’ı yerine halef tayin etti. Bu tayin, önde gelen Alevi şahsiyetlerin ve üst düzey subayların tepkisini çekince Alevi muhalefeti, Rıfat Esed’in sahibi olduğu ve rejime şiddetle muhalefet eden ANN televizyonunu kurulmasıyla daha da serpildi). Bu grupların farklı taleplere sahip olmalarına rağmen eş zamanlı olarak nasıl ortaya çıktıkları ve nasıl harekete geçtikleri ciddi bir soru işareti olarak ortada durmaktadır.


Suriye’de ikincil aktörler

Öncelikle MOSSAD gelir (Üst düzey organizasyon isteyen eylemler düzenlemesiyle, Suriye rejiminin içine sızma konusunda yeterliliğe sahip olduğunu göstermiştir. İmad Muğniye cinayeti ve diğerleri bunun en somut örneğidir). Ardından neo-selefiler gelir (Tamamen kökünün kazınmasıyla sonuçlanan Nehru’l Barid kampındaki çatışmalardan sonra bombalı saldırılar düzenleyerek bu sürece katılmışlardır). Bunlar yardım ve desteği Lübnan’da birbiriyle hasım olan farklı gruplardan almakla birlikte bunların hiç birine bağlılıkları yoktur. Nehru’l Barid dosyasının açılmasının ertelenmesine neden olan şey, Lübnan’da faaliyet gösteren bütün grupların neredeyse bu işin içinde olmasıdır. Bunların ardından Iraklı Araplardan belirsiz bir grup gelir (Bunlar Irak-Suriye sınırından gizlice sızanlardır. Irak’ta Amerikalılara karşı savaşmak amacıyla Suriye’ye gelen Arap savaşçılarını hapse tıktığı için Suriye rejimine düşmandırlar). Ayrıca kendi içsel çelişki ve çatışmalarını beraberinde getiren Suriye’ye iltica etmiş bir milyona yakın Iraklı göçmen de bu listeye eklenebilir (Suriye rejimi, bu grubun tehlikesini hissetmeye başlamıştır zira Irak seçimleri sırasında bu grubun büyük bir çoğunluğunun Suriye rejiminin çizgisine aykırı siyasi partilere oy vermiş oldukları bilinmektedir). Gösterilerde ön saflarda bulunmamaya gayret etmeleri nedeniyle Müslüman Kardeşler Hareketi’ni listenin en sonuna almış bulunuyoruz. Doğrudan eylemlerde açık bir şekilde görünmek yerine rejimin Aleviliğine karşı, dışlanmışlığını çok daha yoğun hissetmeleri nedeniyle son derece duyarlı fakir Sünni kesimleri harekete geçirmeye çalışmaktadır.
   

Suriye Devrimi’nin Antropolojisi

Suriye, sahip olduğu etnik, dini ve medeniyet bağlamında kendine has çoğulcu yapısıyla tarihi Bilâd’ı Şam’ın merkezidir. Bölgedeki Arap yapısının baskınlığına rağmen İslami yapının rolü gayrimüslim Arapları ihtiva eden Şam’ın demografik bileşimi nedeniyle gizli bir örtü olarak kalmıştır. Ayrıca burası diğer Arap ülkeleriyle kıyaslandığında yüksek oranlarda farklı mezhepler barındırır. Bu da bölgeyi zımni kanaatlerin ve gizli düşüncelerin uzun bir liste oluşturduğu bir yer haline getirir ki bu düşüncelerin koşulları oluştuğunda zımnilikten aleniliğe dökülme istidadı gösterebileceğini ve patlayabileceğini kanıtlar.

Burada zımni kanaatlerin su yüzüne çıkmasının farklı bir biçimi olarak Amerika’daki Lübnan kökenli Siyonist lobinin varlığı ortaya çıkar. Ziyad Abdün Nur’un 2005 yılındaki ilanıdır: “Lübnan ve Suriye rejimlerinin devrilmesi kararını aldık. Ne yaparlarsa yapsınlar bu rejimler devrilecektir”. Yine Sedir Devrimi Yüksek Konseyi adlı yapı, ısrarla kamuoyunu Suriye’ye ve Arap olan her şeye karşı tahrik için elinden geleni yapmaktadır.

Buna karşın, bölgeyi fanatik İslami modele göre İslamileştirmeye çalışan bazı hareketler de bulunmaktadır. Burada slogan düzeyinde bir takım fikirleri savunan ancak sıcak çatışma alanlarından uzak duran hareketler örnek olarak verilebilir. Ve son olarak hedeflerini gerçekleştirmek için askeri çatışmaya giren şiddet yanlısı hareketleri zikredebiliriz. Belki de bu çatışmaların en kapsamlısı, 80’li yılların başlarında Suriye Müslüman Kardeşler’in fitilini ateşlediği çatışmadır.

İsrail ise Suriye’yi, Arap ya da Batı-İsrail ekseniyle ilgili ikisinden birinden yana tercih yapma seçeneğini önüne koyduğundan, tarihi Şam bölgesinin çelişkilerine yeni bir yarılma getirmiştir. Bu yeni yarılmayla birlikte bölgenin modern tarihinde sosyal dinamiklerini dönüştürmek için gerçek devrimler üretemediğini ve ortak hedefler etrafından buluşturamadığını görmekteyiz. Şam bölgesindeki devrimlerin samimiyetinden ya da milliliğinden kuşku duymaksızın bu devrimlerin daima sınırlı ve sembolik olduğunu söylemek gerekir. Buna, Amtanyus Şahin Devrimi (köylü devrimi), Şeyh Salih Ali Devrimi, Sultan Paşa el Atraş Devrimi, Fransız sömürgeciliğine karşı Meysilun Savaşı örnek olarak verilebilir.


Suriye halk hareketleri: Yukarda adı geçen Şam devrimlerinin kendine has yapısı, Şam tarihinde neden devrimlerin yerine ayaklanmaların geçtiğini bizlere açıklar. Bu hareketlerin ortak özellikleri şunlardır:


1. Gelenek ve bağımlılık: Suriye halkının çoğunluğu, zımni kanaatlerini destekleyen her türlü hareketliliğe olumlu yanıt verir ve bu yönde yapılan gösterileri ve protesto hareketlerini heyecanla destekler. Söz konusu destek, Büyük Arap Devrimi (Arapların Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazandığı devrim) için geçerli olduğu gibi Nasır döneminde Mısır’la birleşme, Filistin direnişinin desteklenmesi, Amerika’nın Bağdat Paktı’ndan BOP’a kadar bölgede kurmaya çalıştığı bütün projelerine direnme eylemleri için de geçerlidir. Ancak Şam, bunlara direnmekle birlikte bu ittfiakların oluşturulmasında hiçbir zaman baş aktör olarak yer almamıştır.  Bu antropolojik-kültürel faktör, Suriye halkının gösterilerinin Arapların yaşadığı diğer bölgelerdeki insanlarla birlikte hareket etme ve oradaki toplumsal yapıları benimseme isteğini göstermektedir.

2. Milli özelliklerin baskın karakteri: Şam bölgesindeki hareketleri yakından takip edenler, 20. yüzyılın başlarından itibaren Suriye halkının zaman zaman dini hareketlerin desteklenmesini cezbeden unsurların varlığına rağmen, milliyetçi ve vatansever hareketleri dini hareketlere tercih ettiğini gözlemler. Burada Arap milliyetçi düşüncesinin Şam bölgesinde ortaya çıktığını, bu düşüncenin teorisyenlerinin ve kurucularının farklı mezhep ve dinlere mensup kişiler olduğunu unutmamak gerekir. Bu da tarihi Şam bölgesindeki milliyetçi düşüncenin dini düşünceye baskın geldiğini açıklayan şeydir. Örneğin Mısır’da bu fikri temellerin yokluğu, Enver Sedat’a ve ondan sonra Mübarek’e Mısır sokaklarından Nasırcılığın izlerini silme imkânı vermiştir. İşte bunun içindir ki Suriye, bölgedeki emperyalist oluşumlara direnen tek Arap devletidir ve bu bölge aynı zamanda Arap direniş unsurları ve Arapçılar için her zaman sığınılacak bir yer olmuştur.

3. Suriye’deki halk hareketlerinin mezhepçi olmayışı: Yukarda adı geçen örneklerin önemli bir bölümünün gözden geçirilmesi, Suriye’deki hareketlerden bir kısmının mezhebi temellerden hareket etse de, aslında bu hareketlerin büyük bir çoğunluğunun halkın bütün gruplarını kapsadığını, tek bir mezhebe ya da dine dayanmadığını gösterir. Örneğin Atraş Devriminin Dürziliği ve Şeyh Salih Ali devriminin Aleviliği, herhangi bir mezhebi amaç peşinde koşmaksızın bütünüyle Fransız sömürgeciliğine karşı bir başkaldırı olarak gelişmiştir.
 

Müslüman Kardeşler ayaklanması: Bu ayaklanma, dönemiyle ilgili koşulların göz önünde bulundurulmasını gerektirir. 80’li yıllara baktığımızda bölgede Amerikan ajandasıyla uyum arz eden köklü siyasal değişikliklerin alt yapısını hazırlamak için, ayaklanmanın bölgenin istikrarını bozmayı hedefleyen bir takım kara operasyonlarla eşzamanlı olarak meydana geldiğini görmezden gelemeyiz. Bunun sürekli tekrarlanan bir tesadüf olduğunu söyleyenler aslında bunun araştırılması gereken bir olgu olduğu gerçeğini göremiyorlar. Eş zamanlı hareketleri tesadüf ilkesine bağlayanların yaptıkları siyasi aptallıktan başka bir şey değildir.

Bu ilke, 80’li yıllarda Suriye Müslüman Kardeşler hareketinin İsrail’in Lübnan’ı işgaline denk geldiği dönemdeki operasyonlarına uygulanabildiği gibi, şu an Arap dünyasında meydana gelmekte olan gösterilere de uygulanabilir. Bu işgal İsrail’in adayı olan Beşir Cemayel’in Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasını sağlamış, Suriye’yi kuşatma altına almış ve İsrail’in Lübnan topraklarından yarısından fazlasını ele geçirmesiyle sonuçlanmıştır. Irak’ta ise Düceyl’de Saddam Hüseyin’e çok iyi hazırlanmış bir suikast girişiminde bulunulmuştur. Bu eşzamanlı operasyonlar İsrail’i de içine alacak şekilde Yeni Ortadoğu Projesi’nin uygulamaya konulması önerisinin altyapısını hazırlamayı hedefliyordu. Bu projeyi hazırlayanların yabancı ya da Arap olsun fark etmez, bu projeye karşı çıkan Suriye, Irak ve topraklarında FKÖ’yü barındıran Lübnan gibi ülkelerin istikrarını sarsma üzerinde anlaşmaları gerekiyordu.

Bu bağlamda Müslüman Kardeşler ayaklanması da bu dönemsel çerçeveye girer. Diğer Müslüman Kardeşler hareketleri gibi İhvan burada da vatandaşların can güvenliğini koruma ilkesine bağlı kalmamış, aksine girdiği savaşlarda sivil unsurları kendisine kalkan yapmıştır.


Yeni Ortadoğu Projesi’nin doğuşu: Bu eş zamanlı operasyonların nasıl gerçekleştiğini araştırmalarımız sırasında ABD Dışişleri Bakanı Alexander Higg’in 1981 yılında bir Ortadoğu gezisi sırasında yaptığı açıklamada, Yeni Ortadoğu’nun kuruluşu için yaptığı çağrılar dikkatimizi çekmişti. O şöyle demekteydi: “Arap-İsrail çatışması, bazı çok iyi ilişkilerimizin bulunduğu dost ülkelerin kendi arasında bölünmelerine yol açıyor. Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarının himayesi, dış müdahale tehditleriyle gerçekleşmez, bu himayenin bölgenin kompleks yapısını göz ardı eden bir stratejiyle gerçekleşmesi de mümkün değildir. ABD, Sovyetlerin oluşturduğu bölgesel tehditle baş etmek için harcanan çabalarıyla barış sürecinin, birbirini destekleyen şeyler olduğunu düşünmektedir. Arap dostlarımız, İsraillilerle barış yapmak için daha fazla risk almaya hazırlarsa, güvenlik alanında yapılacak işbirliği çok daha kolay olacaktır. Zira böyle bir işbirliği, herhangi bir Sovyet müdahalesini engellemek ve onunla işbirliğine giden ülkeleri yıldırmak için zaruri bir işbirliği haline gelecektir.” 

Suudilerin yanıtı 7 Ağustos 1981 yılında, Suudi veliahtı Prens Fahd’ın gerçekleştirdiği girişim çerçevesindeki 8 ilkeyle geldi. Avrupa Birliği, bu girişimin görüşmelerin zeminini oluşturacağını ilan ederken ABD, bu girişim yokmuş gibi davrandı ve bununla ilgili açık bir tavır almaktan kaçındı. Arap ülkeleri ise girişimle ilgili kendi aralarında bölünme yaşadı, Suriye ve Irak, planı reddederken diğer Arap ülkeleri planı destekledi. FKÖ içerisindeki Fetih hareketi planı şiddetli bir şekilde elinin tersiyle itti ancak Yaser Arafat’ın girişimi desteklemesi herkes için bir sürprizdi. Hatta Lübnan Komünist Partisi eski Genel Sekreteri George Havi, onun “Güçlü bir darbeye hazır olun. Bu baskınızla üzerimizdeki Arap kamuflajının kalkmasına neden oldunuz. Şahit ol Ya Rab, ilettim!” şeklindeki sözlerini nakleder. Sonra Suudi Arabistan 1981 Kasımı’nda Fas zirvesinde, üzerinde yapılan baskıların sonuç vermesi neticesinde önerisini geri çekmiştir. Ancak 1982 Temmuzu’nda İsrail’in Lübnan’da başlattığı işgalle birlikte Arap Birliği, işgalden birkaç ay sonra 6 Eylül 1982 yılında on beşinci olağanüstü zirvesini düzenlemiş, Libya ve Mısır hariç 19 Arap ülkesi zirveye katılmıştır. Fas’taki ilk zirvenin aksine Arap Birliği bu kez, İsrail’in varlığını tanımış ve Suudilerin barış projesi onaylanmıştır.  

19 Mayıs 2002 tarihindeki Beyrut Zirvesi’nde Suudilerin planı gündeme getirmesi ve aynı hızla geri çekmesi, ardından yeniden gündeme getirmesiyle 1981 yılında Alexandr Higg tarafından ortaya atılan ve 1991 yılında Şimon Peres tarafından geliştirilen Bush tarafından daha büyük bir projeye dönüşen Yeni Ortadoğu Projesi’nin çerçevesinin ortaya çıkması arasındaki uyum, kafa karıştırmaktadır. Bu proje, en son Bush’un elinde Ortadoğu’nun siyasi yapısının silah zoruyla değiştirilmesi şeklinde gündeme gelmiştir. Bundan daha da tehlikelisi ve analiz gerektiren nokta,  2010 yılının Aralık ayında Arap ülkelerindeki ayaklanmalar başladığında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Körfez ülkelerine yaptığı ziyaret sırasında bu projeyi yeniden gündeme getirmesidir. Bu konu bu makalenin dar çerçevesinde ele alınabilecek kadar kısa bir konu olmayıp daha derin araştırmaların ve akademik çalışmaların konusu olacak bir şeydir.


http://www.mostakbaliat.com/?p=10745


Devam edecek...


Hüseyin Şahin tarafından medyasafak.com için çevrildi.