Siyonizm Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasına nasıl yardım etti?

Siyonizm Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasına nasıl yardım etti?
Bu sebeple, Britanya İmparatorluğu’nun Filistin’de Siyonizm’i dayatma yöneliminin, günümüz Suudi Arabistan’ının coğrafi DNA’sında yerleşik olduğu gayet açıktır. İmparatorluk 1920’lerde Filistin’de Siyonizm’in temellerini attığı için, İslam’ın en kutsal iki beldesinin bugün Suudi klanı ve Vehhabi öğretiler tarafından yönetiliyor olmasında daha da büyük bir ironi vardır.

 

 

 

Numan Abdülvahid

 

 

Mondoweiss.net

 

 

Suudi Arabistan Krallığı ile Siyonist İsrail oluşumu arasındaki örtülü ittifak, İngiliz emperyalizmini öğrenen hiçbir öğrenciye şaşırtıcı gelmeyecektir. Sorun, İngiliz emperyalizmi üzerine çalışan çok az öğrencinin olmasıdır. Nitekim İngiliz üniversitelerinin lisans veya lisans üstü müfredatları incelendiğinde, bir master ya da doktora programı bir yana, Siyaset Bilimi programlarında Britanya İmparatorluğu konulu bir ünite ender olarak görülür. Elbette eğer 1914-1918 yılları arasında Avrupalılar öncülüğünde gerçekleşen emperyalist katliam beyin hücrelerinize dokunursa bu konuyu öğretecek uygun bir kurum bulmak çok da zor değildir, fakat eğer Britanya İmparatorluğu'nun yaklaşık dört yüz yıl boyunca insanlığa karşı nasıl ve neden savaş yürüttüğünü derinlemesine araştırmak isterseniz, pratikte bu çabanızda tek başınasınızdır. İngiliz devlet yapısının perspektifinden bakıldığında bunun müthiş ve dikkate şayan bir başarı olduğu kabul edilmelidir.

 

Amerikan Foreign Affairs gazetesinin aktardığına göre 2014 sonlarında Suudi Petrol Bakanı Ali el-Naimi, “Majesteleri Kral Abdullah her zaman Suudi Arabistan ve öteki devletler arasındaki iyi ilişkiler için bir model olmuştur ve Yahudi devleti bunun bir istisnası değildir” ifadelerini kullandı. Kısa süre önce Abdullah'ın halefi Kral Selman, Amerika Birleşik Devletleri ile İran arasında, İran'ın nükleer programı konusundaki gelişmekte olan anlaşma hakkında, İsrail'inkilerle benzer kaygılar ifade etti. Bu durum bazılarının İsrail ve Suudi Arabistan krallığının nükleer anlaşmasına karşıtlıkta “birleşik bir cephe” teşkil ettiğini söylemesine yol açtı. Bu, Siyonistlerin ve Suudilerin ortak düşman olarak algılanan bir unsura karşı kendilerini aynı noktada bulmasının ilk örneği değildi. 1960'lı yıllarda Kuzey Yemen'de Suudiler, otoriter İmam'ı devirdikten sonra kendi otoritelerini ilan eden devrimci cumhuriyetçilere karşı, İngiliz emperyalizminin öncülüğündeki bir paralı asker ordusunu finanse ediyordu. Cemal Abdül Nasır yönetimindeki Mısır, cumhuriyetçileri askeri olarak desteklerken, İngilizler Suudileri İmam'ın destekçilerinden geriye kalanları finanse etmeye ve silahlandırmaya teşvik etti. Dahası İngilizler, Kuzey Yemen'deki İngiliz vekil güçlerine tam 14 kez havadan silah bırakmaları için İsraillileri organize etti. Gerçekte İngilizler, askeri olarak, ancak örtülü bir biçimde, Siyonistler ile Suudileri 1960'larda Kuzey Yemen'de ortak düşmanlarına karşı bir araya getirmiş oldu.

 

Bununla birlikte, bu makalenin yazarının daha önce yazdığı gibi, Suudi Arabistan ve Siyonist oluşum arasındaki bu enformel ve dolaylı ittifakın kökenlerini tam olarak değerlendirmek için 1920'lere gitmek gerekir. Dr. Askar H. al-Enazy tarafından kaleme alınan The Creation of Saudi Arabia: Ibn Saud and British Imperial Policy, 1914-1927 (Suudi Arabistan'ın kuruluşu: İbn Suud ve İngiliz Emperyal Politikası: 1914-1927) başlıklı aydınlatıcı bir çalışma, İngiliz emperyalizmi üzerine çalışan herkese bu ittifakın kökenleri hakkında birincil kaynaklara dayanan yeni ve eşsiz kanıtlar sundu. Dr. Enazy'nin bu çalışması, okuduğunuz makaleyi de etkilemiştir.

 

Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun İngiliz emperyalizmi tarafından yenilgiye uğratılması sonucunda Arap Yarımadası'nda üç ayrı otorite ortaya çıktı: Hicaz Şerifi Hüseyin bin Ali (batıda), Hail'den İbn Reşid (kuzeyde) ve Necd'den Emir İbn Suud (doğuda) ile, dinsel açıdan fanatik takipçileri olan Vehhabiler.

 

İbn Suud savaşa Ocak 1915 başlarında, İngiliz tarafında girmişti, ancak kısa sürede yenildi ve İngiliz eğiticisi William Shakespear, Osmanlı İmparatorluğu'nun müttefiki İbn Reşid tarafından öldürüldü. Bu yenilgi, İbn Suud'un İmparatorluk açısından taşıdığı faydayı önemli ölçüde zayıflattı ve onu bir yıl boyunca askeri açıdan eli kolu bağlı halde bıraktı. [1] Şerif, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisine en büyük katkıyı, biat değiştirerek ve Arabistan'daki Türk varlığını ortadan kaldıran Haziran 1916'daki sözde “Arap İsyanı”na liderlik ederek yaptı. Konumunun tamamen değişeceğine ikna olmuştu, zira İngilizler, Mısır'daki İngiliz Yüksek Komiseri Henry McMahon'la olan yazışmalar yoluyla onu, Türklerin yenilgisiyle birlikte Gazze'den Fars Körfezi'ne kadar uzanacak birleşik bir Arap ülkesinin kurulacağına güçlü bir şekilde inanmaya yöneltmişti. Şerif Hüseyin ile Henry McMahon arasındaki mektuplar, “McMahon-Hüseyin Yazışmaları” olarak bilinir.

 

Anlaşılır bir şekilde Şerif, savaş biter bitmez, İngilizlerin yukarıda bahsedilen yazışmalarda geçen savaş dönemindeki sözlerini, yahut kendisinin onların savaş dönemindeki sözleri olarak gördüğü şeyi yerine getirmesini istedi. İngilizler ise Şerif'in imparatorluğun yeni gerçekliğini kabul etmesini istiyordu; bu gerçeklik ise Arap dünyasının İngilizler ve Fransızlar arasında bölünmesi (Sykes-Picot anlaşması) ve Avrupalı Yahudilerin yerleştirilmesi yoluyla Filistin'de “Yahudi halkı için ulusal bir yuva”nın kurulmasını garanti eden  Balfour Deklarasyonu'nun hayata geçirilmesi idi. Bu yeni gerçeklik İngilizlerin kaleme aldığı ve Şerif'in imzalama konusunda derin tereddütlerinin olduğu İngiliz-Hicaz Anlaşması'nda yer bulmuştu. [2] Sonuç olarak Türklere karşı gerçekleşen 1916 isyanına “Hicaz İsyanı” değil, “Arap İsyanı” deniyordu.

 

Şerif, Filistin'i asla İmparatorluk'un Balfour Deklarasyonu'na satmayacağını, Filistin'de Siyonizm'in tesis edilmesini asla kabul etmeyeceğini, yahut İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından çizilen yeni ve gelişigüzel sınırları kabul etmeyeceğini belli etti. İngilizler ise ondan “engelleyici” diye, “dert” diye, yahut “dik kafalı” diye bahsetmeye başladı.

 

İngilizler Şerif'e, savaş esnasında kendilerine sunduğu hizmetten bağımsız olarak, yeni gerçekliği onaylaması için sert önlemler almaya hazırlandıklarını bildirdi. Yeni Sömürgeler Bakanı Winston Churchill'in Ortadoğu'daki bütün İngiliz amilleriyle görüştüğü Mart 1921 tarihli Kahire Konferansı sonrasında,  T.E. (“Arabistanlı”) Lawrence, Britanya'nın Filistin'deki Siyonist sömürgeci projesini kabul etmesini sağlamak üzere rüşvet vermek ve kendisini korkutmak için Şerif'le görüşmeye gönderildi. Başlangıçta Lawrence ve İmparatorluk, 80,000 rupi önerdi.[3] Şerif bunu açıkça reddetti. Lawrence bunun üzerine kendisine 100,000 sterlinlik yıllık ödeme önerdi.[4] Şerif uzlaşmayı ve Filistin'i İngiliz Siyonizm'ine satmayı reddetti.

 

Rüşvetle Şerif'i ikna etmek mümkün olmayınca Lawrence onu, İbn Suud'u kendisinin yerine geçirmekle tehdit etti. Lawrence, “siyasi ve askeri açıdan, Hicaz'ın sürdürülebilir bağımsız bir Haşimi krallığı olarak hayatta kalması tümüyle, bölgedeki kendi egemenliğini koruma ve sürdürme araçlarına sahip olan Britanya'nın siyasi iradesine bağlıdır” iddiasında bulundu. [5] Şerif'le yürütülen müzakerelerin arasında Lawrence, Arap Yarımadası'ndaki başka liderleri ziyaret etmeye de zaman ayırdı ve kendilerine, İngiliz çizgisini izlememeleri ve Şerif'le ittifaka girmekten kaçınmamaları halinde İmparatorluk'un, Britanya'nın “her arzusunu yerine getirmeye hazır olan” İbn Suud'un ve ona bağlı Vehhabilerin önünü açacağını söyledi. [6]

 

Eş zamanlı olarak, Konferans sonrasında Churchill Kudüs'e seyahat etti ve Şerif'in oğlu olan, “Maveraü'l-Ürdün” adı verilen yeni bir ülkenin yöneticisi, “Emir”i yapılan Abdullah'la bir araya geldi. Churchill Abdullah'a, “babasını Filistin mandasını kabul etmesi ve bu yönde bir anlaşma imzalaması” için ikna etmesini, aksi halde “İngilizlerin Hicaz'a karşı İbn Suud'u serbest bırakacağını” söyledi. [7] Bu esnada İngilizler İbn Suud'u Hail yöneticisi İbn Reşid'in üzerine salmayı planlıyordu.

 

İbn Reşid İngiliz İmparatorluğu'ndan İbn Suud aracılığıyla kendisine gelen, bir diğer kukla olma yönündeki tüm teklifleri reddetmişti. [8] Dahası İbn Reşid, 1920 yazında topraklarını yeni manda yönetimi altına giren Filistin sınırına ve Irak sınırlarına kadar genişletmişti. İngilizler, yarımadanın kuzey kısmını kontrol eden İbn Reşid ile batı kısmını kontrol eden Şerif arasında bir ittifakın gelişme ihtimalinden kaygı duymaya başladı. Dahası İmparatorluk, Akdeniz üzerindeki Filistin limanları ile Fars Körfezi arasındaki kara yollarının dost bir unsurun yönetimi altında olmasını istiyordu. Kahire Konferansı'nda Churchill, bir imparatorluk görevlisi olan Sir Percy Cox'la, “İbn Suud'a ‘Hail'i işgal etme fırsatı verilmesi' gerektiği” konusunda mutabakata vardı.[9] 1920 yılı sonu itibariyle İngilizler, İbn Suud'a, aylık ödeneğine ilave olarak her ay 10 bin Sterlin değerinde altın yağdırıyordu. Kendisine ayrıca bolca silah desteği sağlanıyor, İngiliz-Hint eğitmenler eşliğinde verilen silahların toplamı 10 bini aşkın tüfek ile, abluka silahları ve dört saha silahına varıyordu.[10] Nihayet Eylül 1921'de İngilizler İbn Suud'u Hail'in üzerine saldı ve Kasım 1921'de Hail resmen teslim oldu. Bu zaferin ardından İngilizler İbn Suud'a yeni bir sıfat bahşetti. O artık “Necd Emiri ve Aşiretlerinin Şefi” değil, “Necd ve Bağlı Toprakların Sultanı”ydı. Hail, İmparatorluk'un Necd Sultanı'na bağlı bir toprak haline gelmişti.

 

İmparatorluk Şerif'in, İbn Suud'un kendi sınırında olması ve İngilizler tarafından tepeden tırnağa silahlandırılmasıyla artık Arabistan'ın bölünmesine ve Filistin'deki İngiliz Siyonist sömürgeci projesine daha açık hale geldiğini düşündüyse de, bu durum çok sürmedi. Ürdün'deki babası adına hareket eden Abdullah'ın oğlu ile İmparatorluk arasında gerçekleşen yeni bir görüşmeler dizisi, Siyonizm'i kabul eden bir taslak anlaşmayla sonuçlandı. Bu metin, oğlundan gelen ve kendisinden “gerçekliği kabul etmesini” isteyen bir mektup eşliğinde Şerif'e gönderildiği zaman Şerif metni okumaya tenezzül dahi etmedi ve bunun yerine bizzat kendisi, Arabistan'da yeni bölünmeleri ve Balfour Deklarasyonu'nu reddeden bir taslak anlaşma hazırladı ve onaylanması için Britanya'ya gönderdi! [11]

 

1919 yılından itibaren İngilizler Hüseyin'e yapılan maddi yardımları kademeli olarak azaltmış ve 1920'lerin başlarında askıya almış, bu tarihten itibaren İbn Suud'a yapılan yardımlar ise sürmüştü. [12] Amman ve Londra'da yapılan üç yeni müzakere turunun ardından İmparatorluk, Hüseyin'in hiçbir zaman Filistin'i Büyük Britanya'nın Siyonist projesine teslim etmeyeceğini ve Arap topraklarında yeni bölünmeleri hiçbir zaman kabul etmeyeceğini anladı.[13] Mart 1923'te İngilizler İbn Suud'a, kendisine yapılan maddi yardımların kesileceğini bildirdi; ancak bir yıllık maddi yardıma denk düşen 50 bin sterlinlik bir ön ödeme “hibe” olarak verildi.[14]

 

Mart 1924'te, İngilizlerin İbn Suud'a “hibe” sunmasından bir yıl sonra İmparatorluk, Şerif Hüseyin'le bir anlaşmaya varma yönündeki tüm tartışmaları sonlandırdığını duyurdu.[15] Haftalar içerisinde İbn Suud güçleri ve onun Vehhabi takipçileri, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'ın Şerif Hüseyin'e “son tekme” olarak adlandırdığı şeyi gerçekleştirmeye başladı ve Hicaz topraklarına saldırdı.[16] Eylül 1924 itibariyle İbn Suud, Şerif Hüseyin'in yaz başkenti Taif'i ele geçirmişti. İmparatorluk bunun üzerine, Şerif'in Irak ve Ürdün'de krallıkla ödüllendirilmiş olan oğullarına yazarak, kuşatma altındaki babalarına hiçbir şekilde destek vermemelerini söyledi; yahut kendilerine diplomatik bir dille, “Hicaz'a hiçbir ilgi ve müdahalede bulunmamaları” söylendi.[17] Taif'te alışılagelmiş katliamlarını gerçekleştiren İbn Suud'un Vehhabileri kadınları ve çocukları katlettiği gibi, camilere girip geleneksel İslam alimlerini de öldürdü. [18] Ekim 1924 ortalarında İslam'ın en kutsal mekanı olan Mekke'yi ele geçirdiler. Şerif Hüseyin tahttan feragat etmeye zorlandı ve Hicaz'ın Akabe limanında sürgüne gönderildi. Monark olarak yerini alan oğlu Ali, Cidde'yi hükümet merkezi yaptı. İbn Suud Hicaz'ın geri kalanını kuşatma altına almaya yönelince, İngilizler Hicaz'ın kuzeyindeki Akabe limanını Ürdün'e dahil etmeye başlamak için zaman buldu. Şerif Hüseyin'in Akabe'yi Arapları İmparatorluk güdümündeki İbn Suud'a karşı bir araya getirmek için bir üs olarak kullanabileceğinden çekinen İngilizler, ona Akabe'yi kesinlikle terk etmesi gerektiğini, aksi halde İbn Suud'un limana saldıracağını bildirdi. Şerif Hüseyin ise yanıt olarak, “Arap ülkeleri üzerindeki mandaları hiçbir zaman kabul etmediğini ve Filistin'i Yahudiler için bir ulusal yuva yapan Britanya Hükümeti'ni hâlâ protesto ettiğini” söyledi. [19]

 

Şerif Hüseyin, “Arap İsyanı” sırasında Osmanlı İmparatorluğu'ndan aldığı Akabe limanını 18 Haziran 1925 günü HMS Cornflower'la terk etmeye zorlandı.

 

İbn Suud Cidde kuşatmasını Ocak 1925'te başlatmıştı ve şehir en sonunda Aralık 1925'te teslim oldu; bu şekilde, Hazreti Muhammed'in torunlarının 1000 yılı aşkın zamandır devam eden yönetimi son buldu. İngilizler Ocak 1926'da İbn Suud'u resmen yeni Hicaz Kralı olarak tanıdı ve birkaç hafta içinde öteki Avrupa ülkeleri de onları izledi. Yeni, birleşik Vehhabi devletine 1932 yılında İmparatorluk tarafından “Suudi Arabistan Krallığı” adı verildi. Yeni isme itibar kazandıran kişi, Londra'daki Dışişleri Bakanlığı'nın Ortadoğu masasında çalışan bir görevli olan George Rendel'di.

 

Propaganda düzeyinde İngilizler, Vehhabilerin Hicaz'ı ele geçirmesine üç cephede hizmet etti. Birinci olarak, İbn Suud'un Hicaz işgalinin arkasında İngiliz emperyalizminin jeopolitik tasavvurlarının değil, dinsel fanatizmin olduğunu ileri sürdü ve işgali böyle betimledi.[20] Bu aldatmaca bugün bile sürmektedir; en yakın tarihli örnek olarak Adam Curtis, BBC için hazırlanan “Bitter Lake” belgeselinde “Vehhabiliğin katı ve hoşgörüsüz vizyonu”nun “Bedevileri” Suudi Arabistan'ı kurmaya yönelttiğini söylemektedir.[21] İkinci olarak İngilizler, İbn Suud'un Vehhabi fanatiklerini, tek istekleri İslam'ı en saf haline geri döndürmek olan iyicil ve doğru anlaşılmamış bir güç olarak betimlemiştir.[22] Bugün de bu İslamcı cihadçılar en iyicil tarzda betimlenmekte, 1980'lerde Afganistan'da veya bugün Suriye'de olduğu gibi silahlı isyanları Britanya ve Batı tarafından desteklenmekte, Batı medyasında kendilerinden “ılımlı isyancılar” diye bahsedilmektedir. Üçüncü olarak İngiliz tarihçiler İbn Suud'u emperyal gereksinimlerin önünde bir yük olarak algılanan herkesi püskürtecek bir İngiliz enstrümanı olarak değil, bağımsız bir güç olarak tasvir etmektedir. Örneğin Profesör Eugene Rogan'ın Arapların tarihine ilişkin son çalışması, İbn Suud'un “Osmanlı İmparatorluğu'yla savaşmaya ilgi göstermediğini” ileri sürmektedir. Bu tespit isabetlilikten uzaktır, zira İbn Suud 1915'te savaşa katılmıştır. Rogan ayrıca samimiyetsiz bir şekilde, İbn Suud'un yalnızca “kendi hedefleri” doğrultusunda ilerlemeye ilgi gösterdiğini ileri sürmektedir; bu çıkarlar tesadüf eseri her zaman Britanya İmparatorluğu'nun çıkarlarıyla iç içe geçmiştir. [23]

 

Sonuç olarak, Balfour Deklarasyonu'nun en fazla gözden kaçırılan boyutlarından biri, Britanya İmparatorluğu'nun “Yahudi halkı için ulusal bir yuva” kurulmasını “kolaylaştırmak için elinden gelen en iyi çabayı gösterme” sözü vermesidir. Kuşkusuz bugün dünyadaki pek çok ülkeyi yaratan İmparatorluk olmuştur, ancak Suudi Arabistan sınırlarını ayırt edici kılan şey, bu ülkenin kuzey ve kuzeydoğu sınırlarının İsrail'in kurulmasını kolaylaştıran İmparatorluk'un ürünü olmasıdır. En azından Hail ve Hicaz'daki iki Arap şeyhliğinin İbn Suud'un Vehhabileri tarafından dağıtılması, bu şeyhliklerin liderlerinin Britanya İmparatorluğu'nun Filistin'deki Siyonist projeyi kolaylaştırmayı reddetmesine dayanır.

 

Bu sebeple, Britanya İmparatorluğu'nun Filistin'de Siyonizm'i dayatma yöneliminin, günümüz Suudi Arabistan'ının coğrafi DNA'sında yerleşik olduğu gayet açıktır. İmparatorluk 1920'lerde Filistin'de Siyonizm'in temellerini attığı için, İslam'ın en kutsal iki beldesinin bugün Suudi klanı ve Vehhabi öğretiler tarafından yönetiliyor olmasında daha da büyük bir ironi vardır. Bugünün koşullarında, hem İsrail hem de Suudi Arabistan'ın Filistin'deki Siyonist kolonizasyonu örtülü ve açık biçimlerde reddeden bir ülke olan Suriye'de devam eden savaşa “ılımlı isyancıların”, yani cihadçıların yanında müdahale etmeye hevesli olması şaşırtıcı değildir.

 

Ortadoğu'daki Batı çıkarlarını savunmada Britanya İmparatorluğu'nun “halefi” olan Amerika Birleşik Devletleri, Ortadoğu'ya askeri olarak müdahil olmada giderek daha fazla tereddüt eden bir ülke olarak algılanırken, kökleri İmparatorluk'un Balfour Deklarasyonu'na dayanan iki ülke olan İsrail ve Suudi Arabistan'ın ortak çıkarlarını savunmak için daha açık bir ittifak geliştirmeleri kaçınılmazdır.

 

Notlar

 

[1] Gary Troeller, The Birth of Saudi Arabia (Londra: Frank Cass, 1976), s.91.

[2] Askar H. al-Enazy, The Creation of Saudi Arabia: Ibn Saud and British Imperial Policy, 1914-1927 (Londra: Routledge, 2010), s. 105-106.

[3] Age, s. 109.

[4] Age, s. 111.

[5] Aynı yerde.

[6] Aynı yerde.

[7] Age, s. 107.

[8] Age, s. 45-46 ve s.101-102.

[9] Age, s.104.

[10] Aynı yerde.

[11] Age, s. 113.

[12] Age, s.110 ve Troeller, s.166.

[13] Al-Enazy, s.112-125.

[14] Al-Enazy, s. 120.

[15] Age, s.129.

[16] Age, s. 106 ve Troeller, s. 152.

[17] Al-Enazy, s. 136 ve Troeller, s. 219.

[18] David Howarth, The Desert King: The Life of Ibn Saud (Londra: Quartet Books, 1980), s. 133 ve Randall Baker, King Husain and the Kingdom of Hejaz (Cambridge: The Oleander Press, 1979), s. 201-202.

[19] Aktaran: Al-Enazy, s. 144.

[20] Age, s. 138 ve Troeller, s. 216.

[21] Orijinal, tam uzunluktaki BBC iPlayer versiyonunda bu kısım, sonlara doğru, 2:12:24'te başlamaktadır.

[22] Al-Enazy, s. 153.

[23] Eugene Rogan, The Arabs: A History (Londra: Penguin Books, 2009), s. 220.

 

www.medyasafak.net