Şehidlerin Kanıyla Temizlenmiş Memleketi Kirletmeyelim

Şehidlerin Kanıyla Temizlenmiş Memleketi Kirletmeyelim
Ayetullah Cevadî Amûlî'nin, şehidlerin makam ve tasarrufları hakkındaki makalesini sunuyoruz...
Şehidlerin Kanıyla Temizlenmiş Memleketi Kirletmeyelim

 

Ayetullah Cevadî Âmûlî

 

Ölüm insanın yok oluşundan ibaret değildir. Ölüm değildir insanı öldüren belki insan ölümü öldürür; bu herkes için öncelikli meseledir. Biz asla bir yere gitmiyoruz, bizler ölümü götürüyoruz. İnsan ölümle karşılaşınca teslim olmaz ancak ölümü teslim eder. Materyalist düşünenler, ölümün yolun sonu olduğunu ve insanın çürüyüp gittiğini sanıyorlar ve başka bir şeyin olmadığını. Ancak dini kültürde, insan ölümle olan savaşında onu aradan çıkarır lakin kendisi yerinde kalır. Bu söz, Peygamberlere ait bir sözdür. Kimse böylesine üstün anlamlı cümleler etme gücüne sahip değildir. Divan-ı Şems kitabında Mevlana’nın birçok ünlü şiirini okumuşsunuzdur, çok ünlü olanlardan birisi “eğer ölüm bir insansa, bırakın da gelsin bana doğru” şiiridir, doğrudur Mevlana büyük bir insandı ancak bu söz ondan çok daha büyük bir sözdür. Bu söz, Mevlana ve emsallerinin edebileceği bir söz değildir, bu söz insan ölümü öldürür, ölüm insanı değil vahyinden gelmiştir.  

Ölüm yani değişim, dönüşüm, geçiş demektir ancak Kur’an-ı Kerim’deki tabir “کلّ نفس یذوقه الموت” (ölüm her kişiyi tadacaktır) değildir, orada “کلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ” (her insan ölümü tadacaktır) denmektedir. Her damak, tadı hazmediyor ve kendinde eritiyor, aksi şekilde değil. Eğer birisi sıvı bir şey içerse,  bu o içecek ya da suyun o kişiyi bitirdiği veya hazmettiği anlamına gelmez, aksine insan içeceği kendinde eritir ve onu etkiler. Bu minvalde, Kur’an buyuruyor ki: “کلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ”(her nefis ölümü tadacaktır) ve o yüce insan da “ben ondan sonsuz bir ömür alırım, o benden rengârenk bir cübbe alır ancak” demiştir. Öyleyse herkes ölümle yüz yüze gelir, ölümü öldürür, canlı ve baki kalır.

Bu geçiş ve giriş bölümünde diğer bir konu ise, birçok insanın farkında olmadan olaya dâhil olmaları ve ölüme katılmalarıdır. İnsanların birçoğu bu karmaşık bir o kadar da zor savaş sahnesinin yaşamın alfabesi olduğunu unutuyorlar. Daha sonra üçüncü meseleye geliyoruz, şehid nasıl bir yere ve temele sahiptir ki tüm bu işler onun elde ettiği onurun gerisinde kalmaktadır? Ölüm kanser, tüberküloz ve benzeri hastalıklarla gelen bir şey değildir, bu yüzden bunların hepsi giderilecek türden şeylerdirler, beden bundan kendini koruyor ve canlı kalıyor; ancak ölüm bedenin kendini koruyabileceği bir şey değildir, beden kendini ölüme teslim eder. Ruhsa kalır çünkü ölüm hadisesi zor bir şeydir. Birçok insan ölüm anında soyadlarını, kabile isimlerini unutuyorlar bu yüzden birçok insan telkinleri verildiğinde cevap vermekten aciz durumda kalıyorlar.

Mezarda apaçık gerçekler, öncelikler ve dinin elifbası hakkında sorular sorarlar, felsefenin, tefsirin, usulün derin meselelerini değil. “Vücudun mertebeleri” meselesini ya da  “İbn-i Kemuneh şüphesini” hallet demiyorlar; dinin nedir, Rabbin kimdir, kıblen neresi diye soruyorlar. Bu dinin alfabesindendir, insan namaz ehli olsun ya da olmasın, kimliğinde Müslüman yazıyorsa, ben Müslüman’ım diyebilir.

Namaz ve oruç ehli olmayanlara “dininiz nedir” diye sorduğunuzda, İslam derler. Ancak mezarda kişinin gerçeğin hilafında konuşması mümkün değildir. Dinin nedir diye sorduklarında aklına gelmez. Kabir âlemi böyle bir âlemdir. Rabbin kimdir, Peygamberin, İmamın kimdir, kıblen nedir, kitabın nedir diye sorarlar ancak onun aklına gelmez yanıtlar. Bir müddet azap çektikten sonra yavaş yavaş aklına gelir. Bir gün seyyidimiz ve üstadımız İmam Humeyni r.a tavsiyelerde bulunurken bir mesele dile getirdiler: rivayetlerimizde dile getirilmektedir ki, uzunca bir azabın ardından, daha yeni yeni hatırlamaya başlayacak, benim peygamberim kendisine Kuran nazil olan şahıstır diyecek ancak onun mübarek ismini hatırlamayacaklar. Bununla birlikte, bu minvalde, birçok insan ister âlim olsunlar, ister olmasınlar, daha diğer meselelere gelmeden dinin elifbasını unutmaktadırlar. Ancak bu kervan arasında, şehidler farkında olarak dâhil oluyorlar olaya, her şey onların aklındadır; sadece dini meseleler değil, kendi itikatları akıllarındadır, kimlerin onlarla arkadaşlık ettiği, kimlerle etmedikleri akıllarındadır. Kimlerin onların yolunda ilerlediğini ve kimlerin ilerlemediğini bilmektedirler.

Üçüncü asıl şudur, şehidin kendisi hedefine ulaşmış olabilir ama Allah’tan yol arkadaşlarının ve yolunun hedefine ulaştığı müjdesini bekliyor. “وَ یسْتَبْشِرُونَ”,(müjde talep ediyorlar, Allame’nin çevirisi; sevinirler ya da müjdelerler çevirisi de mevcut, editör notu), yani Allah’ım bize bir işaret ver ve onların şimdi nerede olduklarını söyle. “وَ یسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِینَ لَمْ یلْحَقُوا بِهِم” (arkalarından gelmeyenlere (henüz şehid olmamışlara) burada, “بِالَّذِینَ لَمْ یلْحَقُوا بِهِم” (arkalarından gelmeyenlere) din biliminde, meleke eksikliğini ifade eder. Yani şehidler Allah’a soruyorlar, Rabbimiz bizimle aynı yola düşmeyen, bu yolda sabit, tutarlı ve sağlam olmayanlarla bir işimiz yok ancak bizimle aynı yolda yürüyenler, aynı fikirde olanlar, yola düşenler ama daha maksatlarına erişemeyenler, onlar nerededirler şimdi? “بِالَّذِینَ لَمْ یلْحَقُوا بِهِم”(arkalarından gelemeyenler) meleke eksikliğidir ve şehrine varmış, yerleşmiş, orada oturmakta olan insana değil, daha yerine varamamış olana söylenen bir şeydir. Bineğine binen, yola giren ve devam eden kişiye denir. Bu “arkalarından gelemeyenler” hep birlikte aynı maksatta olan kişilerdi, yola düştüler ancak daha maksatlarına ulaşamadılar, onlar sormaktadırlar, Ey Rabbimiz, bunlar nerededirler şimdi? Bu farkında oluş, haberdarlık ve istek herkeste yoktur.

Şehidlere duyduğumuz saygı ve hürmet, bu ailelere gitmektedir. Onlar için değil, onların bizim problemlerimizi çözmeleri içindir bu hürmet ve saygı. Dikkatli olmalıyız ve onlar hakkında konuştuğumuzda ihtiram göstermeli ve edepli davranmalıyız aksi halde şehidler sorunlarımızı çözmezler. “Arkalarından gelmeyenlere - henüz şehid olmamışlara müjde talep ederler” yani Allah’ım bize bir işaret göster! Bu bir haber cümlesidir ancak inşası tümevarım ifade etmektedir, yani Allah’ım onların yollarında çabuk ilerlediği, pişman olmadıkları ve hedeflerine ulaştıkları müjdesini ver bizlere.

Onlar şehadetleriyle ülkeyi ve düzeni belirsizlikten ve karanlıktan arındırdılar, pak kıldılar ve pak kılmaktalar. Şehidlerin mezarlarının yanına gidelim, çiçek koyalım ve tozlarının kokusunu alalım, ihtiram gösterelim ve mağfiret dilenelim, tüm bunlar tüm hepimizin yapması gereken basit görevlerdir, sevabı da vardır ayrıca. Ancak yöneticilerin ve halkın üzerine düşen asıl vazifeyi dini geleneklerimiz bize öğretmektedir: şehidler bu toprakları pak kıldılar, sizler onu kirletmeyin. Varis Ziyareti’ni işitmişsinizdir, orada ne okuyoruz? Ziyaret-i Varis’te şehidler önünde diyoruz ki, “طبتم و طابت الأرض الّتی فیها دُفنتم”( defnedildiğiniz toprağı temiz kıldınız) Ey büyük şehidler! Sizler büyük ve temizsiniz ve bu nizam ve ülkeyi temiz kıldınız. Allah’tan dileriz ki eğer ona temiz bakmazsak, ellerimizi çeksin ki, kirletmeyelim. Kirlenmiş bir İran’da vaazlar, hutbeler, cemaat namazları güzel ve temiz bir şekilde yapılabilir mi?  Vaazlar bunca yıl yapıldı ama gözle görülür bir etkisi görülmedi. Toprağı pak kılan o kanlardır: “defnedildiğiniz toprağı temiz kıldınız.”

Çünkü Kuran ve Ehl-i Beyt aynı çizgidedirler, Kuran’ın külli olarak dile getirdiği meseleleri Ehl-i Beyt a.s mevzui, parçalı, cüzi olarak anlaşılır kılıyor. Varis Ziyareti’nde, “defnedildiğiniz toprağı temiz kıldınız” deniliyor ve Kur’an-ı Kerim’de, “وَ الْبَلَدُ الطَّیبُ یخْرُجُ نَبَاتُهُ بِإِذْنِ رَبِّهِ”(Rabbinin izniyle, temiz beldede bitkiler yeşerir) denilmekte. Temiz ülkeden kasıt temiz bilginler, temiz kadın ve erkeklerdir. Eğer İmamların (a.s), şehidler kanlarıyla ülkeleri pak kılar diyorsa, Allah da pak ülke ancak pak meyve verir diyor. Zimmete para geçirildiğini, tesettüre doğru düzgün riayet edilmediğini ve çete işlerinin olduğunu duyuyoruz, bunlar şehidlerin kanlarıyla oyun oynamaktır. Ama onlar galip geleceklerdir yine de; “gelirken, bir saç teli kâfi gelir çekmeye, dönerken zincirler de kopar.” Eğer – maazallah – bu pak kanlara hürmet etmezsek, ne olacaktır? Bu öylesine yaralayıcı bir şeydir ki, hiçbir şeyin onu düzeltmeye gücü yetmez. Her gün nizam ve milletin hizmetinde olmalıyız, sorunları çözmeliyiz, üçkâğıtçılık yapmamalıyız ve kimsenin yolunu kesmemeliyiz. Eğer birisi cennete gitme beklentisi içerisinde değilse de, en azından kendi itibar koruma isteğindedir. Şehidlerin kanıyla oynamak, itibar zedeleyici bir şeydir çünkü “دماء شهدا، ثارالله”(şehidlerin kanı Allah’ın kanıdır), (yani kanlarının intikamını almayı Allah kendi uhdesine almıştır) \"ثارالله\" yani “dönerken zincirler de kopar” ile ifade edilen şeydir.

Bununla birlikte, İmamların (a.s) buyurduklarına binaen, İran da şehidlerin kanıyla pak ve temiz olmuştur, özellikle de üniversitenin yüksek seviyelerinde ve nizamın bilimsel anlamda sembol olmuş şahsiyetleri arasındaki şehidler için… Kur’an-ı Kerim, şehidlerin kanlarını verdikleri nizam ve ülkeleri, pak nizamlar veya ülkeler olarak tanımlamaktadır. Onlardan pak ve temiz meyveler vermeleri beklenmektedir, “وَ الْبَلَدُ الطَّیبُ یخْرُجُ نَبَاتُهُ بِإِذْنِ رَبِّهِ”(Rablerinin izniyle, temiz beldede bitkiler yeşerir), yani pak ve temiz meyveler veriyorlar, salih evlatlar, imanlı âlimler, iman, akıl ve adalet ülkesi, pak meyveler olacaklar ve pak meyve getirecektir.

Bu ilahi lütuf olan pak kanlar medreselerde ve üniversitelerde doğrudan bir etki bıraktı ve insanlar arasında da dolaylı bir etki sağlamaktadır. Medreselilerin kendilerini ilmi yeterlilik için geliştirebilmeleri, insanların din konusundaki şüphelerine yanıt verebilmeleri, genç nesli anlamaları, tüm üniversitelilerin de bu görevi yerine getirebilmeleri pak kanın medrese ve üniversitedeki doğrudan etkisidir. İran bu imkâna sahipti ve bugün de sahiptir, imama ihtiyaç var, müçtehit ve alim ister, medrese ve üniversite üstatları ister, şehidler, gaziler, mücahitler ister ki, bu lambanın daha aydınlık olmasına çalışsınlar ve yere düşen bu eli yukarı kaldırsınlar.

Hatırlarım, 1331 ya da 1332 yıllarıydı, yani yaklaşık 60 yıl önce, Tahran Mervi Medresesi’nde ilim tahsil ediyorduk. Ziyaret için Kum kentine geliyor ve Ehl-i Beyt’in (a.s) feyzinden faydalanıyorduk. Kum’a 10 km uzaklıkta, şu anda kapanmış olan Elbroz adında bir benzin istasyonu vardı, burada bir patlama oldu, alevler çok büyük ve şiddetliydi. Patlamanın etkisi tüm bölgeyi kaplamıştı, öyle ki caddede gidiş geliş yapılamıyordu. Ateş her yere sıçramıştı ve o gün ama İran’da bu ateşi söndürecek birisi bulunamadı. Ancak İnkılâp olup, İmam kıyam ettiğinde, müçtehitler ve halk hep birlikte ayaklandılar, böylesine işlerden bir tane bile görülmedi. Denizdeki petrol kuyularımı vurduklarında, İranlı gençler hocalarına sizin gelmenize gerek yok biz gidip denizin dibini de, o yerleri de söndürürüz dediler. Bizim diğer teknisyenlerimizin hepsi bu işleri yapıyorlar. Bu şehidin kanının eseridir. Onlar gittiler ve denizin dibindeki yerleri kapattılar, daha sonra, o zamanlarda, Saddam kalktı Kuveyt’e saldırdı ve onların petrol noktalarını yaktı, onlar da bu gençlerden yardım istedi ve onlar da gidip onların petrol noktalarını da söndürdüler. Görün bakın nereden nereye…

Bu kadar ilerleyebilmemiz, şehidlerimizin kanının tesiridir, diğer türlü vaazlar ve hutbelerle olmuyor. Önceden de bu konuşmalar ve kitaplar vardı ancak durumumuz bu şekilde değildi. Bununla birlikte, bu yüce insanlara her zaman borçlu ve minnettarız. Onlara döktüğümüz gözyaşı kendimiz içindir, zira onlar capcanlıdırlar ve eksiklikleri yoktur. Hiçbir şeyi kaybetmiş değillerdir. Eğer bu dünyada rahatlık sahibiydilerse, orada yüz katı daha fazla rahatlık içerisindeler. Ancak bizim endişemiz onlarla aynı yerde olamamaktır.

Onların duasının hepimize, tüm nizama, tüm yöneticilere ve tüm ülkeye ulaşmasını dilerim, inşallah. Nizamımız böylece asıl sahibi İmam-ı Zaman’a (a.f) ulaşıncaya kadar korunsun ve tüm düşmanlar, özellikle de müstekbirler, ve Siyonistler, zelil olsunlar ve bu fedakâr millet, Allah’ın vesilesiyle bu ilahi emaneti asıl sahibine ulaştırabilsin.             

 

Tabnak.ir’de yayınlanan bu makale Hüseyin Beheşti tarafından medyasafak.com için tercüme edilmiştir.