Prof. Galip Kandil röportajı: Suudilerin aceleci adımlarının arkasında güç kaybı var

Prof. Galip Kandil röportajı: Suudilerin aceleci adımlarının arkasında güç kaybı var
Alwaght sitesi Lübnanlı analist, Yakın Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Galip Kandil ile bir röportaj gerçekleştirerek Batı Asya’daki son bölgesel gelişmeleri ele aldı. Bunlar arasında bir zamanlar bölgesel dosyalarda yavaş ilerleyen Suudilerin son diplomatik hareketleri, son derece hızlı işleyen bölgesel gelişmeler, bölgesel krizlere çare bulma ihtiyacı ve Suudi-Mısır ilişkilerindeki son durum yer alıyor.

 

 

Alwaght sitesi Lübnanlı analist, Yakın Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Galip Kandil ile bir röportaj gerçekleştirerek Batı Asya'daki son bölgesel gelişmeleri ele aldı. Bunlar arasında bir zamanlar bölgesel dosyalarda yavaş ilerleyen Suudilerin son diplomatik hareketleri, son derece hızlı işleyen bölgesel gelişmeler, bölgesel krizlere çare bulma ihtiyacı ve Suudi-Mısır ilişkilerindeki son durum yer alıyor.

 

 

Alwaght: Ürdün Kralı Abdullah iki ay önce Amerikan Kongresine hitap ederek üçüncü bir dünya savaşının bölgeye doğru ilerlediği uyarısında bulundu. Bazıları buna binaen son Suudi hareketliliğini gerçekte küresel bir savaşa hazırlığına işaret olarak yorumladılar. Özellikle de bölgenin çok ağır koşullar altında olduğunu ve aynı zamanda Riyad tarafından tehdit olarak görülen ve giderek de büyüyen İran etkisini ve gücünü gördüğümüzde bu yorum kuvvet kazanıyor. Sizin bu konu hakkındaki fikriniz nedir?

 

Prof. Kandil: Bunun bir temeli yok. Bölgedeki herkes biliyor ki dünyadaki nükleer caydırıcılık dengesi nedeniyle hiçbir zaman bir üçüncü dünya savaşı çıkmayacak. Bu kesin bir şey. Dahası herkes böyle bir riskin sonuçlarının tüm taraflar için yıkıcı olduğunun çok iyi farkında. Eğer amaç Rusya, Çin ya da İran'a savaş açmaksa bunun anlamı büyük bir felakete yol açacak bir maceradır. Eğer amaç İran ile savaş ise bu zaten Washington'un İran ile yaptığı nükleer anlaşmadan önce test ettiği bir seçenekti ve bu anlaşma ile sadece ABD de değil genel olarak Batı İran'ın barışçıl nükleer enerji kullanma hakkını tanımış oldu. Suud krallığını endişelendiren şey Batının İran'ın nükleer hakları karşısında teslim olması ve Tahran'ın rolünün giderek büyümesidir. Bunun sonucu olarak Suudi Arabistan ve Siyonist rejim ABD'yi İran ile savaşa itmek için ortak bir çaba içerisine girmişlerdir. Fakat ABD başkanı Obama Riyad ve Tel Aviv'i üzme pahasına 2013 yılında Suriye'yi vurma tehdidinden el çekmiş ve aynı anda da İran ile nükleer görüşmeleri başlatmıştı. Bu Amerikan politik ve askeri yönetimlerinin yeni gerçekliklerle uzlaşmayı aptalca bir askeri maceraya girmeye tercih etme şeklindeki hesaplamalarına dayanıyor.

 

Sizce Mısır'ın tüm bu Suudi Arabistan karşısındaki boyun eğişlerinin sebebi sadece para mı yoksa başka nedenler de var mı? Riyad Mısır'ın problemli iktisadi şartlarını mı sömürmek istiyor? Sizce Mısır halkının buna tepkisi nasıl olacak?

 

Evet, hiç şüphesiz Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi'nin seçilmesinden bu yana Mısır yönetimi ABD ve Suudi Arabistan politikaları ile uyumlu olma yolunu takip ediyor. Arka sahnede Mısır bu pozisyonunun haklılığını dış yardım ve finans ihtiyacına dayandırıyor. Mısır'ın gerçek bir ekonomik kriz yaşadığı kesin. Mısır'da zenginlik yaratmak çok ümitsiz bir seviyede. Bunlar Mısır ekonomisini vuran başlıca problemlerin nedenleri, bunların en yaygın olanları işsizlik ve hükümetin gelir eksikliği. Fakat bu problemler gerçekte yönetimin seçimlerinden kaynaklanıyor. Mısır önderliği gelir kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik politikaları gözden geçirmek için ya da Dünya Bankası, IMF ve yabancı finans kaynaklarından bağımsız adımlar atmak yolunda herhangi bir plan sunmuş değil. Son Suudi-Mısır anlaşmaları daha büyük ölçekte ve milyarlarca dolarlık borçlar şeklinde yapıldı ve bu Mısır ekonomisi üstündeki ağır borç yükünü daha da artıracak. Ekonomik krizin nedeni de bu. Öte yandan Mısır liderliğinin meydan okumalarla yüzleşmeye ve yeni öne çıkmakta olan Rusya ve İran gibi Doğulu güçlerle, gerçek bir Mısır ekonomik büyümesini ve Kahire'nin bölgede kendi potansiyeline uygun bir şekilde daha üst seviyede rol oynamasını sağlayacak yeni ortaklıklar geliştirmeye gücü yok.

 

Sizce Suudi Arabistan'ın Kızıldeniz'deki Sanafir ve Tiran adalarını ele geçirmesi açık Suudi-İsrail ilişkilerini haklı çıkarmakta mı kullanılacak? Çünkü bu adalar Kahire ve Tel Aviv arasında imzalanan Camp David anlaşması çerçevesinde düzenlenen bir bölgede yer alıyor?

 

Suudiler açık bir şekilde Krallığın, İsrail'in iki ada çevresindeki çıkarlarını garanti eden Camp David anlaşmasının maddelerine saygı gösterme üzerinde uzlaştığını ifade ettiler. Mesele açıktır ve çok da açıklama gerektirmiyor, çünkü geçtiğimiz birkaç yılda İsrail-Suudi ilişkilerinin açıkça ilan edilmeseler de çok büyük ilerleme kaydettiğine şahit olduk.

 

Mısır adalarının Suudi Arabistan tarafından ele geçirilmesi Tel Aviv-Riyad bağlarının kamuoyuna ilan edilmesine mi yol açacak? Zira dünya kamuoyu Riyad'ı Camp David anlaşmasının içeriğine uymak için yasal bir zorunluluk altına itiyor.

 

Bu mümkün, fakat şurası açık ki Suudi liderliği Riyad'ın Tel Aviv ile ilişkilerini resmen ilan etmesinin ve gizli ilişkilerini açık ekonomik, siyasi ve güvenlik işbirliği düzeyine yükseltmesinin kendisine ne kadar pahalıya mal olacağını çok iyi biliyor. Bu nedenle Suudi Arabistan bu ilişkilerin kamuoyuna ilan edilmesinden korkuyor ve  bunun için gizli diplomatik ve istihbari ilişkilere baş vuruyor. Suudiler açık ilişkiye gidebilirler mi? Bu mümkün fakat Riyad'a bedeli ağır olur.

 

Son soru; Suudi Arabistan'ın kurmaya çalıştığı koalisyonları pan-Arabizmi Şii Ekseni karşısındaki bir Pan-Sünnizm ile değiştirme çabası olarak değerlendirebilir miyiz?

 

Ben bunun pragmatik temellerinin olmadığına inanıyorum, çünkü Arap Ligi ve Körfez İşbirliği Konseyi Hizbullah'ı terörist örgüt diye kara listeye aldığında pek çok Arap ülkesinde bunun yaygın bir reddine tanık olduk. Bu gösteriyor ki Arap dünyasındaki tepki dalgası bastırılıp gizlenemez. Aynı şekilde bu durum, İsrail rejimi ve tekfircilik karşısındaki direnişin ve Hizbullah'ın oynadığı temel rolün Atlantik'ten Körfez'e kadar uzanan Arap dünyası için cesaret ve ümit verici faktörler olduğu şeklindeki yalın gerçeği gösteriyor. Bu kimliği tahrip ederek münafıkça dini kimlikler oluşturmak isteyen çabalar başarılı olmuş değiller. Son hadiseler Arap dünyasının nabzının hala attığını ve son yıllarda gerçekleşen tüm hadiselere rağmen güçlenerek restorasyon yönüne doğru ilerlediğini ispat etti.

 

Çev: Ozan K. Sarıalioğlu

 

www.medyasafak.net