İmamiye ve Mutezile Kelamı Arasındaki Farklar

İmamiye ve Mutezile Kelamı Arasındaki Farklar
Ayetullah Cafer Subhani'den, Mutezile kelamı ile İmamiye'nin itikadi farklarını ele alan ilmi bir makale...

Ayetullah Cafer Subhani
 

MUTEZİLE'YE KISA BİR BAKIŞ

 

Mutezile'nin kurucusu Vasıl b. Ata, Hasan Basri'nin öğrencisiydi. Hasan Basri tabiinden olup hicri 111 yılında vefat etmiştir. (1) Vasıl b. Ata üstadının ders halkasında otururken adamın biri camiye girer ve Hasan Basri'ye şu soruyu sorar: “Büyük günah işleyen mümin midir kâfir mi?”  Bu soru “Büyük günah işleyenler, kâfir olurlar ve Cehennemde ebedi olarak kalırlar” diyen Harici görüşe matuf ve aynı zamanda hilafet meselesinden sonra Müslümanların yüz yüze kaldıkları ilk problemlerden biriydi. Üstadının cevabını beklemeden öğrencisi ortaya atılarak “Ne mümindir ne de kâfir; El emru beyn el emreyn ve el menzilet u beyn el menzileteyn, yani ikisi arasında bir yerdedir…” cevabını verir. Daha sonra ders halkasından ayrılarak caminin sütunlarından birine sırtını dayar ve bu görüşünü açıklamaya başlar.

 

Bu olay, Mutezile ekolünün ortaya çıkışının ilk adımı olmuştur. Bu isimlendirmenin nedeni, Vasıl için söylenilen “Hasan'dan i'tizal etti; yani ayrılıp uzaklaştı” sözüdür.

 

Mutezili kelamın büyük bir kısmı, İmam Ali'nin (a.s) hutbelerinden yola çıkılarak şekillenmiştir. Bu yüzden, Mutezililer bu mektebin köklerinin İmam Ali'ye (a.s) ulaştığını iddia ederler. Mutezile, bazı temel inançlarında Şia'yla aynı çizgide olmakla birlikte diğer birçok temel meselede Şia'dan uzaklaşır. Bu ekol, altıncı ve hatta yedinci hicri yüzyıllara kadar yandaşları arasında canlılığını korumuş en son Selaheddin Eyyubi eliyle ortadan kaldırılmıştır. Öyle ki o dönemde Mutezile adına hiçbir iz kalmamıştır. Lakin buna rağmen bugün bile Yemen'de bu ekol varlığını korumaktadır. Tabi bu arada Yemenli Şiilerin fıkıhta Hanefi, usul ve itikatta Mutezili olduklarını da hatırlatmak gerekir. Mutezile'ye ait kaynak kitaplar bugün daha çok Yemen'de bulunmaktadır. Cemal Abdunnasır döneminde Mısırlı bir heyet sırf bu gayeyle Yemen'e gitmiş ve Mutezili kaynak eserlerin mikrofilmlerini alarak Mısırda matbu hale getirmiştir. Bunların en önemlisi Kadı Abdulcebbar'ın “El Muğni” adlı büyük eseridir ki bu, Mutezile'nin başlıca kaynaklarından biri sayılmaktadır.

 

MUTEZİLE VE ŞİA ARASINDAKİ ORTAK YÖNLER (2)


Mutezile iki temel ilkede Şia ile aynı çizgidedir: Biri “Tevhid” diğeri “Adalet”.

 

Tevhid, yani Allah'ı tecsim ve teşbihten münezzeh bilmek; Adalet ise Allah'ın adil olduğuna ve zulüm işlemeyeceğine inanmaktır. Bu inancın temelini teşkil eden “iyilik ve kötülüğün akli olduğu” temel ilkesi her iki mektebin ortak noktasıdır.

 

Mutezile, kendisini “Tevhid ve Adalet Ehli” diye tanımlar. Onlara göre Tevhid; Allah'ın yalnızca bir ve eşsiz olduğunu bilmek değil, aynı zamanda O'nun cisimden münezzeh olduğuna ve hiçbir şeye benzetilemeyeceğine inanmaktır.
 

-------------------

[1] Zerkeli, El A'lam, Dar ül ilm lil melayin, Beyrut, c.8 s. 108; Ayetullah el uzma Cafer Sübhani, Buhus fi-l milel, c.2 s.178

 

[2] Sübhani, a.g.e, c.3  s.206
Mutezile “Adalet”le ilgili Şia'nın da benimsediği şu temel ilkeyi savunur: “Akıl, eşya ve amellerin iyi ya da kötü olduğunu idrak edebilir; örneğin Adalet gibi…”
------------------------



MUTEZİLE VE ŞİA ARASINDAKİ KELAMİ AYRILIKLAR

 

Birinci Fark: Büyük Günah İşleyenlerin Hükmü

 

İlk ayrılık noktası, büyük günah işleyenlerin hükmü ile ilgilidir. İmamiye'ye göre büyük günah işleyenler, ne Haricilerin dediği gibi “kafir” hükmünde ne de Mutezile'nin savunduğu gibi “el menziletu beyn el menzileteyn”de; yani iki menzil arasında bir yerdedir. Zira birinci görüşe göre örneğin bir Müslüman tek bir yalan söylemekle kâfir olur. İmamiye, büyük günah işleyenlerin, imanlarını korumakla birlikte “fasık” olduklarını savunur. Fasık; yani isyankâr ve Allah'ın itaat boyunduruğundan çıkan kişi anlamına gelir.

 

İmamiye “iki menzil arası” diye bir yer anlamsızdır der. Çünkü bir insan ya mümindir ya da kâfir. İki menzil arasında bir yer düşünülemeyeceğine göre böyle bir insan kâfir değilse eğer kesinlikle mümindir. Bu mana “Sizi yaratan O'dur. Bir kısmınız kâfir; bir kısmınız ise mümindir”(3) ayetinden de açıkça anlaşılmaktadır.

 

Evet, İmamiye bu konuda Mutezileden ayrılır ama Eş'arilerle aynı çizgide yer alır. Çünkü Eş'ariler'de büyük günah işleyenlerin mümin sayılmaları gerektiğine ama “fasık” hükmünde olduklarına inanır. “Fısk”  Allah'ın itaatinden çıkmak anlamındadır. Arap dilinde “fısk” “dışarı çıkmak” anlamında kullanılır ve örneğin hurma, kabuğundan çıktığı zaman “Fasakat et temr” diye tabir olunur. Buna göre, örneğin bir insan yalan söylediği an “Allah'a itaat halkasından dışarı çıkmış” olur. (4)

 

İkinci Fark: Cennet ve Cehennem

 

İmamiye'ye göre Cennet ve Cehennem yaratılmış ve şu an mevcutturlar. Ancak biz nerede olduklarını bilemeyiz. Biz çevremizi kuşatan nesnel dünyayı dahi tam olarak tanıma imkânından yoksunken madde ötesi ve gayb âlemleriyle ilgili kesin bir bilgiye nasıl ulaşabiliriz ki? Fakat İmamiye Cennet ve Cehennemin yaratılmış olduklarına ve “Muhakkak ki Cehennem, kâfirleri kuşatmış bulunmaktadır…” ayetinin bu inancı doğruladığına inanır. Buna göre Cehennem, şu anda dahi küfür ehlini çepeçevre kuşatmış bulunmaktadır.

 

Mutezile'ye göre Allah, Cennet ve Cehennemi gelecek bir zamanda yaratacaktır. Tabi ki bu tür ayrılıklar iman ve küfrü gerektirecek meseleler değil, Kur'an ve tefsir anlayışıyla alakalı farklı yaklaşımlardır.

 

Mi'rac hadisesiyle ilgili rivayetler, Cennet ve Cehennemin yaratılmış olduğunu gösteren bir başka delil olarak ele alınabilir. Tabi şu an nerede olduklarını bir tek Allah bilir. Bizim her şeyi bilme imkânımız olmadığı gibi bu mesele, aklın idrak sahasına giren bir meselede değildir. Yine belirtmek gerekir ki, bu tür ayrılıklar iman ya da küfrün konusu değil sırf bir tefsir ve yorum farkı olarak görülmelidir. (5)



------------------------------

[3] Teğabun/2

[4] Subhani, age.

[5] Age. c.3 s. 213; Taftazani, Şerh-ul Makasıd c.5 s.48

-------------------------------


Üçüncü Fark: Şefaat

 

Bütün Müslümanlar, hatta Vahhabiler dahi Şefaate inanırlar. Mutezile de şefaate inanır ama İmamiye'den ayrı olarak Şefaatin sadece müminler için geçerli olduğunu ve günahkârları kapsamayacağını savunur. Onlara göre Peygamber (s.a.a) müminlere şefaat eder ve şefaatiyle onların derecelerinin yükselmesine vesile olur. Günahkârlar için böyle bir vesile söz konusu bile edilemez.

 

İmamiye'ye göre ise Şefaat sırf günahkâr müminler içindir. Yani günahkâr müminlerin derecelerinin yükselmesi için bir vesiledir. Buna göre şefaat bir tür tekvini iradenin aracılığıyla günahları temizler ve günahkâr müminin mağfirete müstahak bir konuma yükselmesine aracı olur.

 

Başka bir tabirle, şefaat Mutezile nezdinde bir tür “terfi” aracısı iken İmamiye nezdinde “terfi” den önce bir arınma ve günahların sonuçlarından kurtuluş vesilesidir.

 

Şefaat, İslamın icat ettiği bir kavram değildir. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da varolagelmiş bir inançtır ki İslam'da bunu onaylayıp benimsemiştir. Evet, şefaat İslam'ın icat etmiş olduğu bir inanç olmuş olsaydı, Mutezile ile “acaba şefaat sırf bir terfi vesilesi midir yoksa aynı zamanda günah ve azaptan bir kurtuluş sebebi midir?” sorusu üzerine tartışmamız anlamlı olurdu. Ancak bütün geçmiş ümmetlerde “günah ve azaptan bir kurtuluş vesilesi” olarak algılanan bu kavram, Kuran'da da bu anlamda kullanılmış olduğundan böyle bir tartışmaya girmek anlamsızdır.

 

“Onlar (Ehli Kitap) dediler ki: Ateş bize sayılı günler dışında dokunmayacaktır…” (6)

İslam bu kavramı aynı anlamda onaylamış ve tabi ki onu şu iki şartı taşıyan insanlara mahsus bilmiştir: Allah ile güçlü bir imani bağ ve Şefaat merciiyle sağlam bir manevi ilişkiye sahip olmak.

 

Kur'an-ı Kerim şöyle buyurur:

“ Göklerde nice melekler vardır ki şefaatleri hiçbir şeyin yerine geçmez; tabi sadece Allah'ın izin verip razı oldukları müstesna…” (7)  Bu demektir ki melekler, Allah'ın izniyle şefaat ederler. Sözün özü, bu kavram bütün kadim geleneklerde bir “azaptan kurtuluş vesilesi” olarak algılanmış ve İslam onu bu anlamıyla onaylamıştır. (8)



 

Dördüncü Fark: İhbat Meselesi  

 

Mutezile inancına göre “ihbat” yani, bir insan tek bir kötü fiil işlediğinde; örneğin gıybet ettiğinde, altmış yıl boyunca kıldığı bütün namazları ve tuttuğu bütün oruçları düşer ve geçersiz sayılır!

 

İmamiye'ye göre ise “ihbat” sadece bir yerde söz konusudur. O da irtidat; yani dinden çıkma durumundadır. Buna göre bir tek irtidat, amellerin “ihbatına” sebep olur ve diğer günahlar için böyle bir sonuç öngörülemez. Çünkü Kur'anı Kerime göre “Her kim zerre miktarı hayır işlerse karşılığını görür; her kim zerre miktarı şer işlerse karşılığını görür.” (9) 

------------------------------

[6] Bakara/80

[7] Necm/26

[8] Subhani, Age. c.3 s.205

[9] Zelzele/7-8
--------------------------------

İhbat hususunda ise şöyle buyrulur: “ Her kim dinden döner mürted olur ve küfür üzere ölürse amelleri ihbat olur/düşer ve geçersiz addedilir.” (10)

Diğer günahlara gelince; temel ölçüt amellerin hangi oranda iyi ya da kötü olmasıyla ilgilidir.   “O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse* işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur* Ameli kötü olana gelince,*  işte onun anası (yeri, yurdu) Hâviye' dir.* Nedir o (Hâviye) bilir misin?* Kızgın ateş!* (11)

Unutmamak gerekir ki, bu tür yorumların kaynağı “ortada bir yer” ilkesidir. Yani nasıl şefaatin “derece terfii” düzeyinde ele alınması bu ilkenin bir gereğiyse, “ihbat” la ilgili yanlış yorumların kaynağı da bu ilkedir. (12)
 

Beşinci Fark: Aklın Hücciyyet (delil olması) Sahası
 

Bir diğer ayrılık noktası, aklın hücciyyet alanının sınırlarıyla ilgilidir. Mutezile, aklı yüceltmek hususunda ifrat derecesinde bir bakış açısına sahiptir. Aklın hücciyyet sahasıyla alakalı hiçbir sınır ve ölçü gözetmez ve bu alanı alabildiğine geniş tutar.

 

Evet, İmamiye'ye göre de akıl hüccettir ve Kur'an, Sünnet ve İcma'dan sonra dördüncü delil olarak bilinir. Dahası bu mektep, akıl olmaksızın İlahi maarifin bilinemeyeceğini savunur. Mamafih aklın hücciyyet alanının sınırlı olduğuna inanır. Yani aklın sadece Kur'ani bir nass ya da Allah'ın hüccet bildiği herhangi bir diğer delilin olmadığı yerde işlev görebileceğini savunur. Oysa Mutezile aklın sahasını o kadar geniş tutar ki hemen hemen Hadis ve Sünnet'e hiç yer bırakmaz. Örneğin Mutezili tefsirlerin en muteberi sayılan “El Keşşaf” tefsiri, çok değerli bir eser olmakla birlikte Hadis ve Sünnet'e çok az istinat eder.

 

İmamiye'ye göre aklın hücciyyet alanı, “Hüsn ve Kubh-i Akli” yani iyilik ve kötülüğün akılla bilinebileceği ilkesiyle sınırlıdır. Bu çerçevede Fıkıh Usulünde gündeme gelen “mustakillat el akliye” yani aklın nasstan bağımsız yargıları ile “gayri mustakillat el akliye” yani akıl-şeriat birlikteliğine dayalı yargılar arasında bir fark gözetmez ve her iki babı da “Aklın Hücciyyeti” başlığı altında inceler.

 

“Müstakillat el akliye” ile “gayri müstakillat el akliye” arasındaki temel fark şudur: ilkinde hem küçük önerme (=Suğra) hem de büyük önerme (=Kübra) aklidir. “Adalet iyi ve güzeldir. İyi ve güzel davranışlar gereklidir. Öyleyse adaletli olmak gerekir” örneğinde olduğu gibi. İkinci kısma gelince küçük önermesini şeriatın, büyük önermesini ise aklın önerdiği hükümlerdir. Örneğin: “Abdest namazın mukaddimesidir. Vacip her amelin mukaddimesi de vacip olur. Abdest vaciptir” hükmü gibi.

 

Fıkıh usulü kitaplarının yarısından fazlasını tamamen aklın mütalaa sahasına giren “lafzi konular” teşkil eder. Örneğin “Kifayetü'l- Usul” kitabının birinci cildi, sırf bu tür konulara tahsis edilmiştir ve şu tarz sorulara cevap bulmaya çalışır: “Mukadime-i vacip, vacip midir?” “Bir şeyden nehiy etmek, onun zıddının nehyini de gerektirir mi?” “Emir ve nehiy bir arada kullanılabilir mi?” “Her kayıt mefhuma delalet eder mi?” “Özellikle dile getirilen bir kayıt, hükmü etkiler mi?” (13)

----------------------------------------

[10] Bakara/217

[11] Karia/ 11-16

[12] Subhani, Age. c.3 s. 202; Şeyh Müfid, Evail ül Makalat, s.189

[13] Subhani, age. c.3 s.214
--------------------------------

 

Altıncı Fark: Allah'ın Tövbeleri Kabul Etmesi

 

İmamiye'ye göre Allah'ın her tövbe edenin tövbesini kabul etmesi vacip değildir. O ancak lutfunun bir gereği olarak tövbeleri kabul eder. Oysa Mutezile, her tövbekârın tövbesinin kabulünü Allah'ın üzerine bir vacip bilir. Zira daha öncede değindiğimiz üzere Mutezile, “orta bir yer” mefhumuna bağlıdır ve böyle bir yerde bulunanların Cehennemlik olmamaları için kaçınılmaz olarak böyle bir yargıya inanır.

 

“Keşf-ül Murad” kitabının “Mead” babında bu konu detaylı bir şekilde incelenmiştir. (14)

 

Yedinci Fark: Peygamberlerin Meleklere Üstünlüğü Meselesi

 

İmamiye'ye göre peygamberler, meleklerden daha üstündür. Fakat Mutezile, melekleri peygamberlerden üstün bilir. İmamiye'de meşhur görüşe göre melekler günah işleme yetisinden yoksun peygamberler ise bu güç ve yetiye sahiptir. Buna göre, günah işleme yetisine sahip olup da buna rağmen işlemeyen bir insan, bu güçten yoksun olduğu için işlemeyenden daha faziletlidir. Tabi ki bu, bir ömür secde ya da rükû halinde olan veya kâinatın tedbiriyle görevli melekler için söz konusu olsa dahi böyledir.

 

Evet, İmamiye'den bazı âlimler, meleklerin günah işleme kabiliyetine sahip olmakla birlikte günah işlemediklerini savunur ve şu ayete istinat ederler: “…Allah kendilerine ne emrettiyse ona isyan etmezler ve emrolundukları her şeyi yaparlar…” (15) Fakat aynı âlimler, meleklerle ilgili hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık olan şu hakikate de inanırlar ki, melekler şehvet ve gazaptan beridirler. Buna göre, onlar günah işleme kabiliyetine sahip olmakla birlikte günah zeminine sahip değildirler. Oysa insan hem günah işleme kabiliyetine hem de bunun zeminine, yani şehvet ve gazap güdülerine sahiptir.

 

Sekizinci Fark: Cebr ve İhtiyar/ Özgür irade ve Özgür Seçim

 

Bir diğer ayrılık noktası, zorunlu irade (=cebr) ve özgür irade (=tefviz) meselesi ile ilgilidir. İmamiye'ye göre, insan bu âlemde özgür iradesiyle hayatını sürdürür ve hiçbir zorunlulukla (cebr) yüz yüze değildir. Özgürlük ve seçebilme yetisi, insanın yaratılışının bir cüz'ü ve ayrılmaz bir parçasıdır.

 

Mutezile nezdinde ise insan, hiçbir bağla kayıtlı olmayan bir özgürlüğe sahiptir (mufavvaz). Yani Allah, insanı kendi haline bırakmıştır ve onun hayatına hiçbir şekilde müdahalede bulunmaz! Buna mukabil Eş'arilik, insanın güdülen (müseyyer) bir varlık olduğuna inanır. Yani Allah, onu yönlendirir ve o, istese de istemese de kendisi için belirlenen yolu kat etmek zorundadır. İmamiye, her iki görüşten farklı olarak insanın özgür bir iradeye sahip olduğuna inanmakla birlikte Allah'ın müdahalesine de açık olduğunu savunur. Mutezile, kendince Allah'ı beşeri fiillerden münezzeh gördüğünün bir ifadesi olarak insanın Allah'tan bağımsız bir irade ve özgürlüğe (tefviz) sahip olduğu fikrine sığınırken, yani aslında O'nu tenzih edeyim derken İlahi güç ve kudretin alanına bir sınır tayin etmekte böylece insanı ilahi kudret dairesinin dışında görmektedir. Oysa kâinattaki herhangi bir varlığın, Hakk'ın iradesinin taalluk etmediği bir işe kalkışabilmesi düşünülemez ve olanaksızdır. İmamiye şuna inanır: Biz insanlar Hakk'ın irade ve meşiyyetine tabi olmasına tabiyizdir ama İlahi meşiyyet, bizim özgür bir iradeye sahip (muhtar) olmamızı dilemiştir. Bu durumda İlahi irade, insanın “özgür” olarak yaşamını sürdürmesine taalluk etmiştir. (16)

------------------------------
[14] Age; Taftazani, age. c.5 s. 162; Şeyh Müfid, age s. 48

[15] Tahrim/6

[16] Subhani, age, c.3 s.209 
------------------------------


Dokuzuncu Fark: Peygamberliğin Zarureti

 

İmamiye, insanoğlunun saadet ve mutluluğunun sırf akıl yoluyla temin edilemeyeceğine inanır. Bizi gayb âlemine yönlendirecek ve ebedi hayat yoluyla tanıştıracak peygamberlerin varlığının zaruri olduğunu savunur. Aklın asli fonksiyonlarını görebilmesi için Enbiya'nın vahiy nuruyla aydınlatacağı bir yolun varlığını gerekli ve kaçınılmaz bilir. Buna göre, insanoğlu peygamberlerin öncülüğüne tabi olmadan hiçbir yere varamaz.

 

Ama Mutezile'ye göre Allah'ın peygamber göndermesi zaruri değildir. İnsanoğlu bir başına da söz konusu yolu bulabilir. Elbette iki yerde peygamberlerin öncülüğünün gerekli olduğuna inanır; biri insanoğlunun yaratılışının ilk aşamaları, diğeri Peygamberlik geleneğinden tamamen kopmuş topluluklar. Örneğin Amerika'nın keşfedildiği yıllarda peygamberlerle hiçbir bağı olmayan topluluklara rastlanılmıştı. İmamiye bu durumlarda Enbiyanın yol göstericiliği olmadan aklın bir başına hiçbir fonksiyon göremeyeceğine inanır.

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi…”  (17)    

 

Onuncu Fark: İmamın Masum Olması

 

Bir diğer ayrılık noktası imam ve halifenin masumiyeti meselesiyle ilgilidir. İmamiye inancına göre imam ve peygamberin yerine geçecek ve rehberlik görevini uhdedar olacak kişilerin de peygamberin kendisi gibi masum olmaları gerekir. Fakat Mutezile (aynı şekilde Eş'ariyye) masumiyetin zaruretine inanmaz. Onlara göre masum olmayan biri de bu makamı temsil edebilir. Binaenaleyh İmamiye, imamet hususunda ilahi tayin (=intisap) görüşünü savunurken Mutezile, seçim (=intihap) yöntemini savunur. Tabi bu konu bütün detaylarıyla Kelam ilmi ile ilgili kitaplarda incelenmiştir.

 

Peygamberin yerine geçecek ve onun misyonunu üstlenecek bir imamın hayatı boyunca günahtan beri ve masum olması gerektiğini ispatlayan delillerden biri şu ayettir: «Zalimler Benim ahdime nail olamaz.» (18)

 

Bu ayetin konuya delaleti şu şekildedir:

 

Peygamberin yerine geçecek şahıs şu dört durumda olabilir:

 

  1. Bütün hayatı boyunca zulüm ve günaha bulaşmış biridir.
  2. Bütün hayatı boyunca tertemiz bir yaşam sürmüştür.
  3. Bu makama gelmeden önce günahkâr ama sonrasında arınmış bir kişiye dönüşmüştür.
  4. Bu makama gelmeden önce masum ama sonrasında günaha bulaşmıştır.

 

Şimdi ise Hz. İbrahim'in bu dört sınıftan hangisini murat ettiğini bir görmek gerekir. (19) Hiç kuşkusuz birinci ve dördüncü şıkkı irade etmiş olamaz. Doğal olarak onun Allah'tan imam kılmasını talep etmiş olduğu şahıslar ikinci ya da üçüncü şıklardaki özelliğe sahip olanlar olmalıdır. Allah, yukarıdaki ayette bu iki şıktan birinin “ilahi ahde nail olmayacağını” bildirmektedir ki yine doğal olarak bu, üçüncü şık olmalıdır. Binaenaleyh kabul edilmesi gereken ikinci şıktır.

-----------------------------
[17] Bakara/213

[18] Bakara/124

[19] Bkz. Bakara/124
------------------------------

Bu ayet, açık bir şekilde bir zalimin imamet ve hilafet makamına sahip olma salahiyet ve yetkisine sahip olmadığını göstermektedir.  

Peygamberin yerine geçecek kişilerin masum olmaları gerektiğini ispatlamak için sadece şu ayet yeterlidir: “Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de…” (20) Bu ayet çok açık bir şekilde İmamın masum olması gerektiğine delalet etmektedir.

 

Fahri Razi, bütün detaylarıyla bu ayeti açıklamış ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde konuya delaletini ortaya koymuştur. O, bu ayetle ilgili olağanüstü güzellikte bir yorum ortaya koymuştur. Doğrusu onun bu yorumdan sonra Şia'yı benimsemiş olması beklenirdi ama bu saadet bir nasip meselesidir. Fahri Razi diyor ki: “Allah bize bu ayette kayıtsız şartsız ve mutlak anlamda emir sahiplerine (=ululemr) itaat etmemizi emir buyurmaktadır. Şimdi, acaba bu makamdaki biri günah işlememizi emredecek olsa, yine de itaat etmemiz gerekir mi? Allah, mutlak anlamda itaati farz kıldığına göre, anlaşılan şudur; bu makama gelecek bir insanın asla günah işlemiyor olması gerekir. Bu durumda mutlak anlamda itaat buyruğu, emir sahiplerinin masum olmaları gerektiğinin delilidir. (21)

 

On Birinci Fark: İyiliği Emretmek ve Kötülükten Nehyetmek

 

Bir diğer ayrılık noktası, “iyiliği Emretmek ve kötülükten nehyetmek” meselesi ile ilgilidir. İmamiye'nin büyük çoğunluğu bu vazifenin Şer'i olduğuna ve aklın böyle bir sorumluluğu gerektirmediğine inanırlar. Mutezile ise, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak vazifesinin aklın gerektirdiği bir sorumluluk olduğunu savunur. Buna göre bu sorumluluk, Şer' tarafından vazolunmamış olsa bile İslami ve insani bir görev olarak algılanmalıdır.

 

Elbette İmamiye ulemasından bir grup, Mutezile ile aynı paralelde bu sorumluluğu akli bilirler. İyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek sorumluluğunun hem aklen hem de Şer'an vacip olduğunu gösteren delillerden biri şu ayettir:

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder)…” (22)

 

Bu ayetin konuya delaletini şu şekilde açıklayabiliriz: bizler her bir bireyin alınyazısının, içinde yaşadığı toplumun bütününün alınyazısına bağlı olduğu bir yaşam tarzına mahkûm olarak yaşarız. Öyle ki bir bireyin alınyazını, toplumun alınyazısından ayırmak mümkün değildir. Bir toplum bozulmaya yüz tuttuğunda sırasıyla ben, sen, çocuklarımız ve gitgide bütün müminler bu bozulmaya maruz kalırız. Oysa İslam pak ve tertemiz bir toplum ister. Öyleyse başkalarının olumsuz davranışları karşısında duyarsız kalınamaz. Bir bireyin maddi ve manevi sağlığı, tamamen insanlık camiasının sağlığına bağımlıdır. Bu konunun geniş açıklaması için konuyla ilgili daha kapsamlı kitaplara başvurulabilir. (23)

--------------------------------
[20] Nisa/59

[21] Subhani, Age c.3 s.215; Şeyh Müfid, age s.35

[22] Enfal/25

[23] Subhani, age, c.3 s. 212; Şeyh Müfid, Age, s.89; Allame Hılli, Keşf ül Murad, s.271 
-------------------------------


On ikinci Fark: Büyük Günah İşleyenlerin Ebedi Olarak Cehennemde Kalmaları

 

En son kelami ayrılık noktası “büyük günah işleyen biri, tövbe etmeden ölürse ebedi olarak Cehennemlik midir?” sorusuyla ilgilidir. Mutezile'ye göre, büyük günah işleyen bir insan tövbe etmeden ölürse, ebedi olarak Cehennemde kalır; çünkü o ne mümindir ne de kâfir.

 

Buna mukabil İmamiye inancında, bir mümin büyük günah işlese de iman dairesinden çıkmaz. Binaenaleyh eğer tövbe edecek olursa kurtulur; yok tövbe etmeden ölürse işlediği günah miktarınca azap gördükten sonra Allah onu Cehennemden çıkarır. Bu, Şefaat aracılığıyla olabildiği gibi, bu aracı olmadan da gerçekleşebilir.

 

Buraya kadar, iki ekol arasındaki Kelami ihtilaf noktalarını açıklamış olduk.

 

Bütün bunlardan anlaşılması gereken, İmamiye'nin Kelam ekolünün tam anlamıyla bağımsız bir yapıya sahip olduğu ve hiçbir şekilde Eş'ari ya da Mutezili kelam ekollerine borçlu olmadığıdır. İmamiye Kelami temel ilkelerinin yegâne kaynağı Kur'an, Sünnet ve Akıl'dır.     

 

                                                                     ***

 

Şia ve Ehli Sünnet Fıkhı Arasındaki Temel Farklar

 

En genel çerçevesiyle İmamiye ve Ehli Sünnet fıkhı arasında yirmi bir ihtilaflı konudan söz edebiliriz ki bu konularla ilgili ihtilaf, yüz seksen derecelik bir ihtilafa tekabül eder. Geri kalan konularla ilgili ihtilaflar nisbi ve görecelidir. Şeyh Tusi'nin “El Hilaf” kitabını mütalaa eden herkes şu gerçeği açıkça görebilir ki İmamiye, cevap verdiği bütün fıkhi problemlerde, dört mezhep imamından en az biriyle ortak bir çizgide yer alır. Bazen Ebu Hanife ile bazen Şafii ile bazen Malik bazen de Ahmed b. Hanbel ile ortak bir paydada buluşur. Bazı durumlarda ise tarihte kalmış, yani sahabe ve tabiin döneminde gündemde olan diğer mezheplerle; örneğin Süfyan Sevri'nin mezhebi ile ortak bir görüşü paylaşır. (24)

 

İmamiye, yirmi bir fıkhi konuda Ehli Sünnetle tam bir farklılık taşır:

 

 

1. Ayakları mesh etmek: İmamiye, abdest alırken ayakların mesh edilmesi gerektiğine inanır. Oysa Ehli Sünnet ayakların yıkanması gerektiğini savunur.
 

2. İmamiye mest ya da ayakkabı üzerine meshi caiz görmez. Oysa onlar nezdinde caizdir.

 

3. İmamiye'ye göre namaz esnasında “besmele” okumak gerekir ve bu, namazın bir cüzüdür. Oysa onlar “besmele”nin namazın bir cüzü olmadığını söylerler.

 

4. İmamiye, namazda kıyam esnasında ellerin açık olması gerektiğine ve elleri bağlayarak kılınan namazın batıl olduğuna inanır. Fakat diğerleri (Malik dışında) el bağlamanın müstehap; dahası sünnet olduğuna inanırlar.

 

5.  İmamiye sadece toprak ya da topraktan biten bir şey üzerine secde edilmesi gerektiğine inanırken, onlar secdenin her şeyin üzerine yapılabileceğini savunurlar.

 

6. İmamiye'ye göre her durum ve şartta iki namaz bir arada kılınabilir. Ehli Sünnet ise sadece yolculuk durumunda, aşırı yağışlı havalarda ve zorluk söz konusu olduğu zamanlarda bunu caiz bilir.

 

7.  İmamiye'ye göre Teravih Namazını cemaatle kılmak bidattir. Onlara göre ise bu, bidat bile olsa bir “bidat-ı hasene”dir ve amel edilebilir.

8. İmamiye, yolculuk esnasında namazların seferi namazı şeklinde kılınmasını farz bilir. Onlara göre ise namazı kasr etmek, mübah ya da müstehaptır.

 

9. İmamiye, sefer esnasında orucu bozmayı farz bilirken onlar bunu farz bilmezler.

 

10.İmamiye görüşüne göre Cemaat ve Cuma imamlarının adil olmaları şarttır. Onlara göre ise iyi ya da kötü herkesin arkasında namaz kılınabilir.

 

11.İmamiye, yıllık gelirlerden Humus verilmesi gerektiğine inanırken onlar böyle bir farza inanmazlar.

 

12. İmamiye, ibtidai cihadı (=savaşı başlatan taraf olmayı) masum bir imamın iznine bağlar. Fakat onlar ibtidai cihadın masum bir imamın izni olmaksızın da caiz olduğuna inanırlar.

 

13. İmamiye, talakın geçerli olabilmesi için iki adil şahidin şahadetini gerekli bilir. Onlar ise bu şartı sadece nikâh akdi için öngörür ve boşanmada iki adil şahidin şahadetini gerekli bilmezler. Oysa İslam, insanları evliliğe teşvik ettiği için nikâh akdini kolaylaştırır ve iki adil şahidin şahadetini müstehap addeder. Talak konusunda ise İslam Şeriatının asıl mercii olan Rabbimiz “Benim nezdimde en sevilmeyen şey talaktır” diye buyurur. Bu yüzden talakın şartlarını zorlaştırarak bu işin vukuunu en aza indirmeyi murat eder. İki adil şahidin şahadetinin şart koşulmasının felsefesi budur.

 

14.İmamiye nezdinde geçici nikâh caizdir. Fakat onlar nezdinde haramdır. Tabi son zamanlarda onlarda bu tarz nikâhı “Misyar Nikâhı” (25) adı altında meşru görmeye başlamışlardır.

 

15. İmamiye'ye göre bir mecliste üç talak, tek bir talak hükmündedir. Onlara göre ise bir mecliste üç talak, üç talak hükmündedir.

 

16. İmamiye'ye göre talakın geçerliliği iki şarta bağlıdır: a) Zevce talak sigası okunurken hayız kanından temizlenmiş olmalıdır. b) Zevcenin hayız kanından temizlendiği andan, talakın gerçekleştiği lahzaya kadar iki eş arasında cinsi münasebet gerçekleşmemiş olmalıdır.

 

17. İmamiye nezdinde adet günlerindeki bir kadın boşanamaz. Fakat onlara göre boşanabilir.

 

18. İmamiye'ye göre bir şarta bağlı talak (örneğin; eğer Zeyd gelirse sen boşsun demek) geçersizdir. Ama onlara göre bu caizdir.

 

19. Şia'ya göre bir insan mirasçısının lehine vasiyette bulunabilir. Örneğin; falan halıyı falan evladıma verin, diyebilir. Ama onlar nezdinde “Varise vasiyet edilmez!” diye bir kural vazedilmiştir ki açıkça Kur'anın nassıyla çelişmektedir. Kur'an açıkça, bir insan ölüm anında herhangi bir mirasçısı lehine vasiyette bulunabilir diye buyurur.

 

20. İmamiye A'vl ve Ta'sibi (26) batıl; onlar ise sahih bilirler.

 

21. İmamiye'ye göre Müslüman, kâfirden miras alabilir ancak kâfir, Müslüman'dan alamaz. Fakat Ehli Sünnet'e göre hem Müslüman, kâfirden hem de kâfir, Müslüman'dan miras alır.
 

--------------------------------------

[24] Subhani, Age, c.3 s. 203; Allame Hılli, Keşf ül Murad, s.261 

[25] Misyar Nikahı: karı ve kocanın kendi aralarında anlaşıp evlilik hukukunun gerektirdiği bazı şartları; örneğin birlikte yaşama, nafaka, meskenin koca tarafından belirlenmesi gibi hakları kaldırarak gerçekleştirdikleri bir nikah türüdür. Bu tür evliliklerde karı ve koca birbirlerinden ayrı yaşarlar. Bu, müstakil bir hayat kurma imkanından yoksun gençler ve eşlerinden ayrı yolculuğa çıkma durumunda olan erkeklerin tercih ettikleri bir nikah türüdür. Yusuf el Karadavi bu konuda şöyle der: “ Misyar kelimesi “zevceye uğramak” ya da “ona doğru yola çıkmak” anlamlarına gelebilir. Bu, eşlerin daimi ve gece gündüz birlikte yaşamalarının gerekli olmadığı bir evlilik türüdür.”

[26] A'vl veTa'sib: Ehli Sünnet'e göre, mirasçıların payları terekeden daha fazla olursa, noksanlığın bütün mirasçılar arasında eşit bir şekilde bölüştürülebilmesi için Şer'i payların miktarı arttırılır. Bu “a'vl” olarak isimlendirilir. Şia'ya göre ise noksanlık sadece baba, kız ve aynı ana babadan olan kız kardeşler arasında bölüştürülür. Ta'sib ise , birinci tabakadan mirasçıların varlığına rağmen kardeşler ve amcalara da mirastan pay vermektir. Örneğin bir insan geride sadece bir kız çocuğu bırakacak olursa, malın yarısı ona diğer yarısı ise “Asaba” yani ikinci dereceden yakınlara verilir. Oysa Şia fıkhında, terekenin hepsi kız çocuğunundur. Tabi bir farkla; malın yarısı farz gereği diğer yarısıysa redden ona verilir.
----------------------------------------


Çev: İsmail Avcı
 

medyasafak.com