İbrahimi Dinani: Ölüm (2)

İbrahimi Dinani: Ölüm (2)
İnsan bilince ulaştığında bilincin hakikatiyle aynı olur. Bakın bir mesele var, insanlar bilincin insana ârız olduğuna inanıyorlar, tıpkı renk gibi ve ölünce de bunun sonlanacağını düşünüyorlar. Cismi de toprak oluyor zaten. Bu büyük bir yanlıştır. Acaba bilinç yok olacak bir sıfat mıdır? Bilinç insana ârız olan bir sıfat değildir, bilinç insanın canıyla ittihat halindedir.

 

İsmail Mansuri Laricanî:

 

Dil-é biryân şodeém hasıl-é irfan-é men est

Armağan est ki ez cânib-é cânân-ı men est

Bes ké der kore-yé éşqeş be féqan âmedeém

Moşt-é men, sîne-yé men çekkoş u sendan-é men est.

 

Yüreğimin kavrulması benim irfanımın bir sonucudur,

Bu benim sevgilimden bir armağandır,

Senin aşkının fırınında figan ettiğim yeter,

Yumruğum ve göğsüm benim çekicim ve örsümdür. 

 

Bismillahirrahmanirrahim. Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimî takipçileri. Sayın Dr. İbrahim Dinanî'nin huzurundayız. ‘‘Ölüm nedir'' konusunu konuşuyoruz.

 

Üstat ‘‘ölüm nedir'' sorusu herkesin zihnini meşgul eden bir soru. Bir önceki programımızla ilgili çok sayıda soru soruldu. Bu da gösteriyor ki dünyadaki bütün insanlarda olduğu gibi bizim izleyicilerimizin zihninde de ölüm ciddi bir konu olarak yer kaplıyor. Oldukça fazla soru soruldu. Ben program akışı içerisinde bunları size soracağım.

 

Bizim önceki programımızın özeti şuydu: “Elleżî ḣaleka-lmevte velhayâte liyebluvekum eyyukum ahsenu ‘amelâ” (O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. Mülk, 2) Yani Allah, beşerin hakiki tekâmül merdivenini tamamlamak için ölümü ve hayatı yarattı. Dolayısıyla bir anlamda yaratma ‘‘hakiki tekâmül'' üzerine dayanmaktadır.

 

Ardından bu konuyu Hekim Ömer Hayyam'ın ifadeleriyle tamamlamıştık. İzleyicilerimizden biri, Hekim Ömer Hayyam'ın -bana da çok ilginç gelen- rubailerinden birini iletmiş. Biz de konumuza o rubai ile başlayalım:

 

Camist ké eql âferin mi zenedeş

Sed buse z mehr ber cebîn mi zenedeş

În kuzeger-é dehr çunîn câm-é latîf

Mi sâzed u bâz ber zemin mi zenedeş.

 

Öyle bir kadehtir ki akıl ona aferin der,

Alnına şefkatle yüz buse kondurur,

Bu evren testicisi böylesine latif bir kadeh

Yapar ve onu yeniden yere vurur!

   

O şöyle bir sonuca varıyor: Hekim Ömer Hayyam fenomenlerin hayatının sona ermesi konusunda olumsuz bir bakışa sahiptir. Dolayısıyla ‘‘bu durum sizin yaratılışın hakiki tekâmülü konusundaki faraziyenize nasıl uygun olabilir'' diye soruyor.

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Hayır, Hayyam olumsuz bakmıyor. Belki dışarıdan Hayyam olumsuz bir bakış açısına sahipmiş gibi gözüküyor olabilir. Fakat aslında olumsuz bir bakış açısına sahip değildir.

 

Elbette ölüm zordur ve herkes de ölümden korkar. Nitekim siz de çok sayıda kişinin sorduğunu söylediniz. Çünkü ölüm insanın aslî meselesidir. İşte bu yüzden soruluyor. Bilindiği gibi düşünürler, filozoflar ölüm konusunda birçok şey söylemiş ve ölümün hakikatinden çokça bahsetmişlerdir.

 

Ben defalarca ifade edilen Kur'ân ayetlerinden önce Masum İmamlardan bir rivayet okuyayım, bakınız ne kadar da derindir! Buyuruluyor ki “kefa bi'l mavtu vaizan” yani ‘‘hiçbir öğüt, hiçbir bilgece söz, ölüm kadar ibret verici değildir.''

 

Ölüm meselesi gerçekten çok önemli bir meseledir. Önceki programda bahsetmiştim. İnsan zatı itibariyle ölümü düşünür. Varlık âleminde ölüm üzerine düşünen tek varlık insandır. Daha önce de arz ettiğim gibi tüm varlıklar ölüyorlar ancak ölüm üzerine düşünmüyorlar.

 

Dolayısıyla ölüm önemlidir ve Hayyam da ölüm üzerine düşünen biriydi. Onun birçok rubaisine baktığınızda dünyanın itibarsızlığından, vefasızlığından ve ölümden bahsettiğini görürsünüz.

 

Der kârgehi kuzegeri reftem dûş

Dîdem do hezâr kûze güya ve hamûş

Nâgâh yeki kûze ber avord hurûş

Ku kûzeger u kûzeher u kûzefurûş!

 

Testi atölyesine gittim dün gece,

Gördüm ki iki bin testi ya konuşuyor veya sessiz,

Ansızın testilerden biri şöyle bağırdı,

Nerede testi yapan, testi alan ve testi satan!

 

O, bir testi atölyesine gidiyor. Eskiden testi yapılan yerler çoktu ve onlardan Nişabur'da da vardı. O testi yapılan yere gidince onun gönül kulağı testilerin sesini duyuyor. Testiler bu rubaide fısıldaşıyorlar. Onların sesini belki kimse duymuyor ama Hayyam'ın gönül kulağı onları duyuyor. Onun gönül kulağı, o kilden yapılmış testilerin sesini duyuyor ve onlar da hâl diliyle “nerede testi yapan, testi alan ve testi satan” diyor.

 

Dünya bu esastadır. Ben bunu bir tür diyalektik olarak görüyorum. Mevlâna'nın tabiriyle:

 

Hikmet în ezdâd ra ba hem bébest

Ey qassâb în gerdrân bâ gerden est

 

Hikmet bu zıtları birbiriyle birleştirdi,

Ey kasap şu uyluk eti gerdanla birliktedir.

 

Eskiden kasaplar, et sattıkları zaman müşterinin rağbet ettiği uyluk etiyle, koyunun daha kemikli olan boyun etini teraziye birlikte koyup müşteriye verirdi. Yani but etini bir kişiye boyun etini de bir başka kişiye vermiyordu.

 

İlahî hikmet zıtların bir arada olmasını gerektiriyor.

 

Ölüm ve hayat birliktedir. Bu hayatın akışı, özellikle de tabiat, ölüm ve hayat üzerine kuruludur. Her şey ölüyor ve sonra tekrar yetişiyor. Bakınız, eğer yapraklar sonbaharda ağaçlardan dökülmeseydi, ilkbaharda yeni ve taze yapraklar olmayacaktı. Taze yaprakların yetişmesi için onların kuruyup dökülmesi gerekiyor.

 

Âlemin işi budur, dünya bir hareket halindedir. Hareketin gereği de budur. Eğer felsefî bir bahis açacaksak şunu söyleyebiliriz: Dünya hareket halindedir. Dünyanın esası harekete dayanır. Hareketsiz dünya ya yoktur ya da varsa bile en azından bu dünya değildir.

 

Hareket değişimdir ama bu değişim tedricîdir. Bazen ani değişimler, devrimler, sıçramalar da olur, o ayrı bir konudur. Ancak varlığın hareketi tedricîdir yani her an yenilenir. Bu dünyada yaşayan insan, bu dünyaya gelmiştir, bu dünyada yaratılmıştır ve bu âlemdeki tedricî değişim içerisinde yer almaktadır.     

 

Nitekim insanın bu dünyaya gelmesi de bir harekettir. Hareket olmasaydı bu dünyaya da gelemezdi. İnsanın bu dünyaya gelmesi bir hareketin etkisiyle oldu, öyle değil mi? Belki de bu hareket olmasaydı insan bu dünyaya gelemezdi. İnsan bu dünyaya uzun bir yoldan geldi. İnsanın bu dünyaya gelişi uzun bir yolun sonucudur. Cansız, bitki ve hayvan vs…  Önünde çok uzun bir yol bulunmaktadır.

 

Hâfız'ın tabiriyle:

 

Rehrov-é menzil-é eşqîm o, z serhadd-é adem

Tâ bé iqlim-é vucud în hemé râh amedîm.

 

Aşk menzilinin yolcusuyuz ve adem (yokluk) serhaddinden,

Bu varlık iklimine kadar bunca yol geldik.

 

Hâfız'ın “bunca yol” diye söz ettiği yol, çok uzun bir yoldur. Biz o uzun yolu geçerek bu âleme geldik. Hâfız'ın şiirinde geçen çok önemli bir husus var. O, biz ademden, yani ‘‘yokluktan geldik'' demiyor. Ademin serhaddinden geldik, diyor.  Öncelikle ‘‘aşk menzilinin yolcusuyuz'' diyor. Aşk da kendi başına bir harekettir ve “ademin serhaddinden geldik” diyor.

 

Ademden yani yokluktan hiçbir şey var olmaz. Biz ademden (yokluktan) gelmedik, ademin (yokluğun) serhaddinden geldik. Yokluğun serhaddi nedir? İzin verirseniz ben bu konuyu başka bir programda anlatayım. Hâfız-ı Şirazî neden “ademin serhaddinden geldik” diyor? Ve ‘‘ademin serhaddi'' neresidir? Ademin varlığının sınırı neresidir? Diğer tarafı adem olan varlığın haddi neresidir? Bunlar ele alınması gereken konulardır. İnşallah fırsatımız olursa ilerideki programlarda bunlardan bahsetmek istiyorum.

 

Şu kadarını söyleyeyim ki uzun bir yoldan geldik ve bu uzun yoldaki tüm aşamalar ölüm ve hayat çerçevesindeydi. Yani ölüm bir aşamayı geçip bir diğer aşamaya gitmektir. Şu anda da bu noktaya geldik ve yine aynı aşamalardayız. Biz sabit olduğumuzu sanıyoruz, hâlbuki her an hareket etmekteyiz. Her an bir merhaleyi geçip bir başka merhaleye ulaşıyoruz.

 

Şu anda içinde bulunduğumuz zaman lahzalardan oluşuyor. Tabii elbette zaman zihinlerde lahzalara taksim ediliyor, yoksa zaman “mutederricu'l-vücûd” yani varlıksal bir tedricîlikten başka bir şey değildir. Ancak biz zihnimizde onu lahzalara, dakikalara, saatlere günlere, haftalara, yıllara ve asırlara taksim ediyoruz.

 

Biz bir lahzayı geride bırakıp bir başka lahzaya geçiyoruz, aynı şey fizyolojik olarak bizim bedenimizde de oluyor. Hücreler farklılaşıyor. Bizim bedenimiz adeta dalgalı bir deniz gibi her lahza hareket halindedir ve değişir. Ancak bizler bedenimizde gerçekleşen değişimlerden habersiziz.

 

Bedenimizde meydana gelen değişimleri belki herkes çok iyi bilmeyebilir ama bir doktor bedende her an yaşanmakta olan değişimleri çok iyi biliyor. Ayrıca insanın ruhunda, bedendekilerle kıyaslanmayacak kadar kat kat fazla değişimler oluyor. İnsan ruhu her an değişim içindedir.

 

İnsan ruhu sabit değildir. Biz her lahza bir hâl içerisindeyiz. Kalbimiz her lahza değişir. Zaten kalp kelimesinin anlamı da budur. İzin verirseniz ben kalp kelimesinin etimolojik açıdan incelemesini yapayım. İnsanın varlık merkezi kalbidir. Kalp dediğimizde ‘‘vücuda kan pompalayan organ'' ve ‘‘insanın varlığının hakikati ve nefs-i natıkası'' anlaşılır. Peki kalbe neden kalp denmiştir?

 

Kalp kelime anlamı olarak ‘‘değişim'' demektir. Arapçadaki “kallebe, yukallibu, takliben” şeklinde çekimlenen bu kelime ‘‘değişmek, şekil değiştirmek'' demektir. İnkılab (bir halden bir başka hale geçiş), munkalib (inkılaba uğramış olan), tekallub (aslı değiştirilmiş sahte anlamında). (Türkçede sahte paraya kalp para, sahte para basana da kalpazan denmesi de doğrudan kalp kelimesinin sözlük anlamıyla ilgilidir. Çeviren)

 

İnsan kalbi her lahza bir değişim geçirir. Hatta fizyolojik organımız olan kalp de aynı şekildedir. Çarpıntılarıyla bildiğimiz kalp, kanı pompalayarak vücudun tüm organlarına ve hücrelerine kadar kanın ulaşmasını sağlar. Eğer kalbin kanı pompalayarak bedenin her noktasına ulaştırması olmasa kanın ulaşamadığı hücreler ölür.

 

Kalp sürekli olarak vurma, hareket, çarpma halindedir. Yani sürekli olarak “munkalib” olmaktadır. Bu durum, insanın manevi kalbinde de vardır. Manevi kalp dediğim şey nedir? Manevi kalp, nefs-i natıkanın hakikatidir. İnsanın “nefs-i natıka”sı sakin ve hareketsiz değildir. Yani her an yeni bir düşüncededir.

 

Düşünceler tıpkı bir tren gibi düzenli olarak birbiri ardına geliyor. Hem dış dünyayla hem iç dünyayla etkileşim halinde bulunuyor. İnsanın dış dünyayla ilişkisi vardır ve dışarıya her baktığında içinde değişim meydana geliyor. İçindeki değişimle yeniden dışarıya bakıyor, dışarıya bakış içinde yeniden değişim yaşıyor. İnsanın dışı ve içi uykuda dahi daimî bir ilişki halindedir ve bu da değişime sebep olmaktadır.

 

İnsan bir anlamda âlemin merkezinde yer alıyor. Merkeziliğini coğrafi anlamda demiyorum. Ama insan âlemin merkezinde yer alıyor. İnsanın hayatındaki bu değişim, farklılaşma ve tedricilik bir anlamda ölüm ve hayattır. Yani bir şeyleri kaybediyor, bir şeyleri elde ediyor.

 

Kaybedilenler iki türlü yorumlanıyor. Bir şeylerin kaybedilmesi ve yerine başka şeylerin gelmesi konusunda daha çok Eşarî kelamcıların çok kullandığı bir yorum vardır. Onlara göre her şey her lahza yok oluyor ve her lahza var oluyor. Bir lahza gidiyor ve diğer lahza onun yerini alıyor. Buna “icad” ve “idam” veya “inidam” ve invicad” deniyor. Yani varlık ve yokluk iç içe geçmiştir. Bu bir düşünce şeklidir.

 

Bir diğer düşünce de ariflerin düşüncesidir ve Sadru'l-Müteellihin'in felsefî düşüncesidir. Bu düşünceye göre de değişim vardır ama bu değişim “madum” olmak yani ‘‘yok olmak'' demek değildir. Çünkü hareket “vücud ve ademin terkibi” değildir. Bir başka ifadeyle varlıkla yokluğun birleşimi değildir.

 

Kimilerine göre ister karıncanın isterse otomobilin hareketi olsun her türlü harekette bir lahza yok olmakta ve yeni bir lahza var olmaktadır. Her lahzada bir şey gitmekte ve yeni bir şey gelmektedir. Aslında böylesi bir şeyi söylediğimizde aslında hareketin varlığını reddetmiş oluruz.

 

“İcad ve idam” (var etme ve yok etme) hareketin reddedilmesidir. Bir şeyin yok olması ve başka bir şeyin var olması hareket değildir. Hareketin -bir yönüyle adını ölüm koysak bile- içinde yok olma yoktur. Daha önce de buna değinmiştik. Sadru'l-Müteellihin, bu âlemdeki insanın veya varlığın hareketini birbiri ardında gerçekleşen bir süreç olarak görüyor. Yani bir şeyi kaybedip başka bir şeyi elde etmek olarak görmüyor.

 

Bir şeyin gelen bir şey karşısında elden gitmesi, yok olmak değildir. Sadece tür olarak suretini kaybetmektedir. Yeni bir suret kazanabilmek için “heyulanî” bir hâl kazanıyor. Yani bu şekilde sürekli olarak suretleri değiştiriyor. (tevarud-ı suver)

 

Molla Sadrâ felsefesinde “suret”, “fiilîyet”tir. Bu durumda hareket, sürekli olarak fiilîyet ardınca fiilîyettir. İşte bu fiilîyetin peş peşe gelişinin (tevarud) adını biz ‘‘ölüm ve hayat'' koyuyoruz. Dolayısıyla ölüm, yok olmak değildir. Yeni bir hayat için hazırlıktır. Yeni bir fiilîyet kabul etmek için heyulanî bir hal kazanmaktır. Yahut daha amiyane bir tabirle yeni bir elbise giymek için hazırlık yapmaktır. Tabii bunlar an be an oluyor. Yani her an yeni bir elbise değiştiriyoruz.

 

Dolayısıyla ölüm ve hayat konusuna yeni bir bakış bu şekildedir. Hayyam da sizin okuduğunuz şiirinde bunu ifade ediyordu. Bana göre Hayyam'ı da bu şekilde yorumlamak gerekir. Çünkü o bir filozof ve düşünür olarak böyle düşünüyordu.                 

 

“Öyle bir kadehtir ki akıl ona aferin der” diyor. Evet, insan bir kadehtir. İnsan altın, kristal, değerli bir kadehtir. O kadar ki akıl ona ‘‘aferin'' diyor. Yani o kadar güzel yapılmıştır ki akıl bile ona aferin, bravo diyor.    

 

“Alnına şefkatle yüz buse kondurur.” Onu öpüyor çünkü onu seviyor. O çok güzeldir.  “Bu evren testicisi böylesine latif bir kadeh yapar ve onu yeniden yere vurur.” İnsan ‘‘bu altın ve değerli kristal kadehi neden yere vurup kırdı'' diye üzülebilir. Ama bu kırma, yeni bir kadeh yapmak içindir. Yani yeni bir kadeh için heyulanî bir hâl kazanıyor. Bu ebediyen kırılmak ve yok olmak değildir. İşte bu tekâmülcü hareketin ta kendisidir ve Hayyam da işte bunu görüyor.

 

Sonuç itibariyle Hayyam bu olup biteni gönül gözüyle görüyor, ondan gafil olmuyor. İnsan bazen gaflete düşüyor ve bâtınî âlemdeki olup bitenleri görmüyor. Âlemdeki hareketi görmüyor ve sadece zâhiri görerek âlemin sakin ve durağan olduğunu sanıyor. Hayyam ise sükûn görmüyor, âlemin ve varlığın bünyesinde hareket görüyor.

 

Bu kadeh yere çarpınca, hemen ardından yeni bir kadehle süsleniyor. O kadeh de yine yere çarpıyor ve yeni bir kadeh geliyor, böylece akış devam ediyor.

 

Laricanî: Molla Sadrâ, bu kadehi araza benzetiyor. Ona göre, onlar yer değiştiriyor ama o şeyin cevheri, o şeyin hakikati bekaya, ebediyete doğru hareket halindedir. Mevlâna da bunu “suret ve anlam” ile açıklıyor.

 

Daha ne kadar suret peşinde olacaksın ey suret düşkünü,

Anlamsız ruhun hala suretten kurtulmadı mı?

İnsan eğer sadece suretten ibaret olsaydı,

Ahmed ve Ebu Cehil aynı olurdu.

 

Dolayısıyla bu soruyu soran izleyicimize cevaben diyebiliriz ki o kadehte kırılan şey, kadehin suretidir. Yani daha iyi bir kadeh için ya da sizlerin de buyurduğu gibi yeni ve daha güzel bir elbise için kırılmaktadır. Yani eğer eski tabaklar hiç kırılmasaydı, şimdiki bu yeni ve daha güzel tabaklar da olmazdı.     

 

Üstat Dinanî: İzin verirseniz Sadru'l-Müteellihin'in değişimi arazda gördüğüne dair ifadenizle ilgili olarak eklemede bulunayım. Arazda değişim kesinlikle var, bunda hiç kuşku yok. Buna daha önce de değinmiştik. Bizim Eşarî kelamcılar, değişimi arazda görüyorlar. Yani onlara göre arazlar değişiyor ama cevher aynı kalıyor.

 

Sadru'l-Müteellihin bundan daha öte bir aşamaya gidiyor. Değişimin sadece arazda değil cevherde de olduğunu söylüyor. Zaten “cevherî hareket”in açık ve somut delillerinden biri de işte budur. Elbette ‘‘cevherî hareket''in ispatı ile ilgili olarak çok sayıda delil ortaya koymuştur ama en açık ve en somut delillerinden biri işte budur.

 

Buna göre insan varlığının arazları (örneğin insanın rengi, teni, nicelikleri, nitelikleri gibi) değiştiğinde -araz ile cevher varlıkta birleşik olduğu için- cevherin sabit kalması mümkün değildir.  Bu kendi başına bir burhandır. Bunların varlıksal ilişkisi bulunmaktadır, bunlar varlıkta birbirlerine bağlıdırlar. Dolayısıyla da arazdaki bir değişim cevherin de değişimini gerektirir.

 

Yani bu süreçte sadece araz suretleri değişmiyor, cevherî suretler de özünü koruyarak değişiyor. Dolayısıyla cevherde bile suretler değişiyor. İnsanın cevherinde de değişim oluyor. Fakat sözün başında da söylediğim gibi fiilî olan her cevherî suret, bir sonraki anda başka bir suret kabul edebilmek için heyulanî ve maddi bir durum kazanıyor.

 

Burada madde derken bilimsel anlamdaki maddeyi değil felsefî maddeyi (heyula) kastediyoruz. Bilimsel anlamda madde ile felsefenin bahsettiği madde biraz farklıdır. Bilim adamlarının laboratuvarda söz ettikleri maddenin ayrı bir anlamı vardır. Filozofların bahsettiği maddenin ise ayrı bir anlamı var.

 

Felsefenin, özellikle de Sadru'l-Müteellihin'in kullandığı terim olarak madde bir suret kabul etmeye hazır olan şey demektir. Suret kazandığı zaman o madde ve suret, madde oluyor ve bir başka suret kazanmaya hazır oluyor. Bu durum bu şekilde devam ediyor.

 

Laricanî: Yani o kemâl suretini koruyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, koruyor. Daimî olarak… Ancak bir sonraki lahzada şu an kemâl aşamasında bulunan bu madde ve suret, heyulanî yani maddi bir durum kazanıyor. Madde oluyor, böylece bir başka sureti kabul etme hâli elde ediyor.  Bu tür kabul edişler insan için çok önemlidir. Eğer dünyada bu kabul etme olmasaydı âlemde tekâmül olmazdı.

 

Biz kabul etmeyi bir edilgenlik durumu sanıyoruz ve kabul etmeyi küçümsüyoruz. Kabul etme hem cisim hem de madde âleminde vardır. Her varlık yeni bir suret için hazırlığa sahiptir. Hatta cansızlar, bitkiler ve hayvanlar bile... Bu kabul ediş “nefs-i nâtıka”dadır. Zaten “nefs-i nâtıka”nın özelliği kabul etmesidir.

 

Bakınız, mesela siz şu an bir dizi ilme, idrake ve bilince sahipsiniz. Ve bunlar sizin yani herkes için bir fiilîyettir. İnsanın sahip olduğu o bilgi, ilim ve bilinç, onun fiilîyetini teşkil ediyor. Ancak bu donuk değildir. Bu bilgi ve idrak sürekli olarak yeni bir bilgiyi kabul etmeye hazırdır. Yeni gelen bu bilgiler, önceki bilgilerin üstüne geliyor.

 

Bazen de yeni gelen bilgi sureti, üstüne geldiği bilgiyi değiştirebilir, onda bir değişim yaratabilir. İnsan her an nefsanî ve ruhanî olarak yeni bir bilinç sureti kabul etmeye hazır olmalıdır. Eğer bu hazırlığa sahip olmazsa donuklaşır, cansızlaşır ve hiçbir tekâmül de kazanamaz.

 

Dolayısıyla bu “hazır olma” veya “heyulanî hâl sahibi olma” kavramı hem cisim ve madde âleminde hem de nefs-i natıkadadır. Bizde nefs-i heyulanî de vardır. Nefsin heyulanî yönü gelecekteki suretleri kabul etme hâlidir. Âlemin akışı bu şekilde devam ediyor. Ölüm ve hayat diyalektik olarak bu şekildedir.

 

Laricanî: Ancak bu veriş ve kabul ediş arasında bir uygunluk da olmalıdır.

 

Üstat Dinanî: Evet, veriş ve kabul ediş vardır. Eşarîlerin dediği gibi elden gitmeler yok olmak değildir. Bir fiilîyet, bir başka fiilîyeti dışarı çıkarıyor. Bir fiilîyet, karşısındaki fiilîyeti tart ediyor yani dışarı çıkarıyor. Ama kendinden daha yüksek olanın kabul edilmesi için hazırlıyor. Bir fiilîyet, bir başka fiilîyeti tart ediyor, tezat ve tenakuz da burada ortaya çıkıyor. Ancak her fiilîyet, kendinden daha yüksek bir fiilîyeti kabul etmek için hazır hâle geliyor.

 

Bu duruma diyalektik açıdan açıklamak gerekir. Hatta Molla Sadra'nın “cevherî hareket”ini de diyalektik açıdan açıklamak mümkündür. Tabii diyalektiğin birkaç yorumu vardır. Materyalist, Hegelci ve ilahî diyalektik vs.

 

Dolayısıyla ölüm ve hayat, insanın zatı için bir cereyanın-akışın iki hâlidir. Dolayısıyla biz ölümü yok olmak olarak görmemeliyiz. Hayyam da bunu yok olmak olarak telakki etmiyordu. Yok olmak şeklinde anlamak, Hayyam'ın yanlış yorumlanmasından kaynaklanıyor. Peki biz Hayyam'ı neden böyle yorumluyoruz? Çünkü onun düşüncelerini, felsefî kitaplarından hareketle tanıyoruz.

 

Hayyam'ı yanlış yorumlayanlar ve onu kötümser olarak niteleyenler Hayyam'ı tanımıyorlar. Yani o büyük filozofun felsefî kitaplarını okumamışlardır. Onlar sadece birkaç rubaisine bakıyorlar. Hayyam ile Ebu'l Ala el-Maarri'yi mukayese ediyorlar.

 

Bana göre Ebu'l Ala el-Maarri şair olmakla ve şiirleriyle tanınmakla birlikte bir filozoftu. Ve bana göre derin felsefî görüşleri olan bir filozoftu. Evet, Ebu'l Ala el-Maarri'nin kötümser olduğunu söylemek mümkündür.  O gerçekten de kötümserdir, ancak Hayyam, Ebu'l Ala el-Maarri'den farklıdır.

 

Felsefede âleme ve insanlığa karşı kötümser olan filozoflara “ağlayan filozoflar” ve iyimser olan, âleme iyi gözle bakanlara ise “gülen filozoflar” deniliyor. Bazıları Hayyam'ı da Ebu'l Ala el-Maarri ile ağlayan filozoflar arasında saymış ve şunu ilave etmiştir: Hayyam ile Ebu'l Ala el-Maarri'nin farkı şudur. Ebu Ala el-Maarri, “Biz bu âleme niye geldik? Keşke gelmez olsaydık. Eğer bu dünyaya gelmeseydik daha iyi olurdu. Yokluk varlıktan daha iyidir” diye şikâyet eder. Hayyam ise “Mademki bu âleme geldik peki neden gitmemiz gerekiyor?” diye şikâyet eder.

 

Onlara göre Ebu'l Ala el-Maarri ile Hayyam'ın farkı budur. Bana göre ise bu karşılaştırma doğru değildir. Hayyam “niye gitmemiz gerekiyor” demiyor. Çünkü Hayyam gitmek gerektiğini biliyor. Hayyam, ölüm üzerine düşünür. Bu gidiş ve bu değişim konusunda tam bir bilinç sahibidir. Bunu da rubailerinde göstermiştir.

 

Laricanî: Mevlâna da bu ölüm ve hayat sürecini yaratılmışlar âlemine doğru genişleterek bir buğdaydan örnek veriyor. Mesela bir buğday tanesini düşünün. Çiftçi onu orağıyla biçiyor, sonra samanı ve tanesini birbirinden ayrılıyor. Ardından taneler değirmene götürülüyor, orada değirmen taşı onu dövüp un haline getiriyor. Sonra unu fırında kavurucu sıcakta pişirip, ekmek haline getiriyorlar. Daha sonra da insan onu dişleri arasında eziyor.

 

Buğday tanesi tüm bu aşamaları geçiriyor. Yani o tekâmül basamaklarında bu aşamaları kat ediyor. Yani bu fedakârlıklar ve sıkıntılara tahammül, buğday tanesinin tekâmülüne sebep oluyor.

 

Bu noktada Pervin İtisami'yi de yad edelim. Bir şiirinde ipekböceği ve salyangoz ile güzel bir örnek veriyor:

 

İşittim ki salyangoz ipekböceğini kınadı,

Bedava çalışmak ömrünü boşa harcamaktır,

Ey cahil, kendi helakin için neden bunca çaba gösterirsin?

Dokuduğun şey sonunda senin kefenin olacaktır.

 

Bunun üzerine ipekböceği şöyle cevap verir:

 

Hadise kazanında bir gün ısıtıp kaynatırlar,

Hayatın sonrasında ölümün olmasında şaşılacak bir şey yok,

Koza öldüğüm gün benim kefenim ve mezarım olsa da

Yaşadığım gün boyunca yuvam ve gömleğimdi, 

Fedakârlık ve zahmet çekmek bizim töremizdir,

Her kimin üstünde gül renkli bir ipek varsa töresi fedakârlık ve aralıksız çabadır.

 

 

Üstat Dinanî: Evet, Pervin'e Allah rahmet etsin. Ülkemizin iftiharı olan bir hanım şairimizdir. Birçok şiirinde olduğu gibi bu şiirinde de derin düşünceler vardır. Onun gerçekten de şiirleri düşünceye dayalıdır. Evet, sizin okuduğunuz o şiirde de geçtiği üzere koza, ipekböceğinin kefeni olsa da sonuçta o ipek üretiyor.

 

Burada işaret edilmesi gereken esas nokta şudur: Tüm hareketlerin bir yönü vardır. Yön ne demek? Yani bütün hareketlerin bir maksadı ve sonuçlanacağı bir yer vardır. Siz Mevlâna'nın şiirinden buğday tanesinin örneğini verdiniz. Siz buğday tanesine sorarsanız o size cevap vermeyecektir ama onun lisan-ı hâli sizin cevabınızdır. Eğer siz gönül kulağına sahipseniz, buğdayın içsel sesini duyarsınız.

 

Bir buğday tanesinden onlarca buğday çıkıyor. Buğday hazır olup değirmene gidiyor, orada ezilerek un oluyor. Un hamur oluyor, hamur fırına giriyor, yakıcı ateşe tahammül ediyor ve pişiyor, ekmek olup sofraya geliyor. Bütün bunlar insanın onu yemesi için... O halde buğdayın bütün bu aşamalarda hedefi, insanın yaşamasıdır.

 

Yani o buğday tüm bu aşamalardan sonra gelip insanın bedeni ile birleşiyor. İnsanın teni, canı ile birleşiyor. Peki insanın canı nedir? İnsanın canı, bilinçtir. Yani buğday tanesi bu uzun yoldan önce de buğday olabilmek için uzun bir yol kat etmişti. Ardından bu uzun yolu insana ulaşmak için aştı. Önce insanın bedenine ve nihayet de insanın canına ulaşmak için. İnsanın canı da sonuç itibariyle bilinçtir.

 

İnsanın bilinci, âlemin her şeyidir. Her şey bilince ulaşmak içindir. İnsanın kemâli de bilince ulaşmaktır. Mutlak bilinç, mutlak kemaldir. Şimdi bundan bir sonuç çıkaracak olursak bu sözün sonucu nedir? Bunun anlamı şudur: Tüm bu sabit olanlar ve hareketli olanlar, bu âlemin ulvi ve süfli şeyleri, insana ulaşmak içindir. Bütün bunlar insan içindir.

 

Ebr u bâd u meh u hurşid u felek der kârend

Ta to nâni be kef ari ve bé gaflet ne hori.

 

Bulut, rüzgâr, ay, güneş, felek, hepsi iş yapar,

Ta ki sen eline ekmek alabilesin ve gafletle yemeyesin.

 

Bütün bunlar sen ekmek yiyebilesin ve hayatta kalabilesin, diyedir. Bakın Sadi en sonunda ne buyuruyor: “Gaflete düşmeyesin.” Peki gaflete düşmemek ne demektir? Bunu basitçe geçmeyelim. Yani bilince dönüşmesi gerekiyor. Gaflet bilincin yokluğudur. Bütün bunlar bilince dönüşmelidir, demek istiyor.

 

Kemâlden ve insanın kemâlinden çokça söz ediyoruz. Belki izleyicilerimiz “Sizin kemâlden kastettiğiniz nedir? Kemâl ne demektir?” diye sorarlar. Kemâl, bilinç demektir. Bilinç olmaksızın kemâlden söz edilemez. Bilincin olmadığı yerde kemâl de yoktur.

 

Kemâl bilince ulaşmaktır, varlığın bilincine. Oradan Mutlak Bilince ulaşmak için. İnsan hayatın anlamını derk ettiğinde ölümü de anlamış olur. İnsan bu durumda soluğu kesildiğinde, hayvanî hayatından kurtulduğunda yani ölüm geldiğinde bilincini yitirmeyeceği sonucuna ulaşır. İnsan bilince ulaştığında bilincin hakikatiyle aynı olur. Bakın bir mesele var, insanlar bilincin insana ârız olduğuna inanıyorlar, tıpkı renk gibi ve ölünce de bunun sonlanacağını düşünüyorlar. Cismi de toprak oluyor zaten. Bu büyük bir yanlıştır. Evet insan ölünce cismi toprak oluyor. Acaba bilinç yok olacak bir sıfat mıdır?

 

Bilinç insana ârız olan bir sıfat değildir, bilinç insanın canıyla ittihat halindedir. Filozofumuz Molla Sadra ve ondan önceki ve sonraki filozoflarımız ve hatta kısmen Eflatun zamanında dillendirilen “ittihâd-ı âkil ve makul” (bilen ve bilinenin varoluşsal birliği) budur… Eğer biz idrak eden ve idrak edilenin varlıksal birliğine ve insan canının bilincin kendisi olduğu sonucuna varırsak bilincin yok olmayacağı çıkarımını da elde ederiz. Düşünce hiçbir zaman yok olmaz.

 

Kendi hayatımızda da bu böyledir; toplumda herhangi bir zamanda şekillenen ve öne sürülen düşünceler de tamamen yok olmazlar. Bazen gölgede kalabilir ama ortadan tamamen kalkmazlar. Çünkü düşünce heyulanî değildir, maddî değildir. Bilinç zâtî olarak soyuttur (mücerrettir), mücerret olan da yok olmaz. İşte burada ölen de tendir, can değil. Bilinçte ölüm yoktur. İşte insan burada hayatın bilince varmak olduğunu anladığında ölümün de tenin ölümü olduğunu anlamış olur. Hayatın anlamını derk ederek ölümün manasını da anlamış oluyor.

 

İnsan hedefsiz değildir. Ufuk sahibidir, hayvanların ufku olmaz. Ufuk da yaklaştıkça önünüzde açılan bir şeydir. Bu ufuk düşünce ufkudur. Fakat insanın hedefini tayin eden bu ufuktaki yolculuk nisbî-göreceli hedeflere sahip olmakla birlikte nihai bir hedef de vardır. Bu nisbîler bir Son ışığında anlam kazanırlar. Her şeyi göreceli sayanlar bilsinler ki eğer her şey böyle olsaydı görecelilik mutlak olurdu. Nisbîlik sadece Mutlak ışığında anlam kazanır.

 

Hedef bilmektir. Bilinç de her zaman bir şeyi bilmektir, ona yöneliktir. Hatta görme durumunda bile, eğer neyi gördüğünüzü bilmiyorsanız görmüş de olmazsınız. Bu bizim filozoflarımızın “ilmin zâtî izafe olması dedikleri şeydir. Bugün Batılılar da bunun farkına vardılar, bilgi kastîdir (intentional), diyorlar. İnsan bilinci her zaman bir şeyin bilincidir ve ona ulaştığında bu azdır der, yeni bir şey ister, harekete geçer. Bu aşktır. Hareketin sonu yoktur.

 

Laricanî: Nâsr-ı Hüsrev'in tabiriyle, “cennet de bilinçtir.”

 

Üstat Dinanî: Evet, cennet de bilinçtir. Bilinç olmaksızın hiçbir şeyin anlamı yoktur. Şu an ismini hatırlayamadığım bir düşünür çok önemli bir şey söylüyor: ‘‘Bizim insan hakkında söylediğimiz her şey çok uzun ve ayrıntılıdır. Kitaplar yazılmış ve çok uzun şeyler söylenmiştir. Tüm âlimlerin, hekimlerin, ariflerin, filozofların yazdığı tüm kitaplar, bir saç teline bağlıdır. O saç teli nedir?''  O saç teli nedir? ‘‘Saç teli tek bir kelimeyle özetlenir: O, bilinçtir.'' Bütün onlar bilinç için bir mukaddimedir. Bilinci küçümsememek gerekir. Eğer bilinç olmasaydı ne olurdu, ben bilmiyorum. Ve söylenebilecek ne bulunurdu?

 

Gerçekten de bilinç olmaksızın neden bahsedilebilir Sayın Laricanî? O halde tüm bunlar bilinç için bir mukaddimedir ve sonuç itibariyle insan kâinatın çiçeğidir. İnsan, eşref-i mahlûkattır. Günümüz biyologları, insanın eşref-i mahlûkat olmadığını söylüyor ve bu konuya büyük hassasiyet gösteriyor.

 

Ayrıca geçmişte çok okunan, şimdilerde de bazılarının okuduğu Maurice Maeterlinck kitaplarına bakın. O, karıncaların, bal arılarının hayatını yazmıştır. Kitapları da gerçekten çok dikkatli ve güzeldir. O, kitabında karıncaların insandan daha düzenli olduğunu ve ne yaparsa yapsın insanın karınca kadar düzenli bir hayat yaşayamayacağını söylüyor.

 

Günümüz insanının yüzyıllar sonra kurduğu medeniyette ise insanlar birbirini öldürüyor, savaşlar oluyor, kan dökülüyor. Ancak bir arı kovanına bakın, herkes kendi işini yapıyor. Çok düzenli bir sistem var ve en küçük bir aksama yaşanmıyor. O bunlardan hareketle arıların ve karıncaların insandan daha az yetkin olmadığını söylemek istiyor.

 

Bazı Darvinci bilim adamları da aynı şekilde insanın da diğer hayvanlar gibi olduğunu, sadece evrim geçirdiğini ve hatta birçok hayvanın da insandan geri kalır yanlarının olmadığını söylüyor.

 

Ben bu düşüncelere katılmıyorum. Herhangi bir hayvan ne kadar düzenli olursa olsun mesela karıncalar, arılar düzene sahiptir, aslan avlanma gücüne, köpek vefaya sahiptir. Ben bunları inkâr etmiyorum. Doğru, bunlar var. Ama insan başka bir şeydir. İnsanın kan dökücü olduğu, zalim olduğu doğrudur.

 

Allah Kur'ân'da insanı yaratacağını meleklere söylediğinde melekler ‘‘insanın kan dökücü olduğunu, yeryüzünde fesat çıkaracağını'' söyledi. Ancak Allah ‘‘Ben sizin bilmediğinizi biliyorum'' dedi. İnsanda başka hiçbir varlıkta olmayan bir şeyler var ve bu yüzden de insan diğer canlılardan daha üstündür. İnsan, üstün olduğu için de diğer canlılar, evrim süreçleri içerisinde insana ulaşmak istiyorlar.

 

Dolayısıyla ‘‘insan, eşref-i mahlûkattır'' derken saçma bir şey söylemiş olmuyoruz.

 

Eski filozofların şimdiki astronomiyi bilmedikleri için dünyayı evrenin merkezi sandıkları söyleniyor. Ben bunu bu şekilde açıklamıyorum. Eskilerin yerküreyi âlemin merkezi sanmaları cahillikten kaynaklanmıyordu. Onlar da biliyordu ki yer küre milyonlarca gezegenden biridir. Ancak insan burada yaşadığı için yerküre âlemin merkezidir, diyorlardı. İnsan her neredeyse âlemin merkezi orasıdır. Ben eskilerin bu yöndeki sözlerini bu şekilde yorumluyorum.

 

Laricanî: Üstat programımızın süresi sona erdi. Daha sonraki programlarda bu tür konulara devam edeceğiz. İnşallah soru soran izleyicimiz de sorusunun cevabını almıştır.

 

O halde bir ekmek (nân) bile cana gelmek için bu kadar çaba sarf ediyorsa canın da canana ulaşmak için çaba sarf etmesi gerekiyor.

 

Ölüm ve hayat sürecinde bizi yolumuza ileten şeyin adı, ‘‘ölüm''dür. Yeni bir suret kazanıyor ve daha kâmil bir aşamaya ulaştırıyor. Hekim Ömer Hayyam'a göre de bu kadehi eğer devran kırıyorsa bunu, o kadehin yerine daha iyisini koymak için kırıyor.  

 

Çok teşekkür ederiz üstat. Eğer izin verirseniz programımızı yine Ömer Hayyam'dan bir rubai ile kapatalım.

 

Âmed seheri nida z meyhâne-yé mâ

K'ey pîr-é harabatî-yé divane-yé mâ

Berhiz ké por konîm peymâne z mey

Z an piş ké por konend peymane-yé mâ.

 

Sabahleyin bizim meyhanemizden bir ses geldi,

Ki ey bizim divane harabatımızın pîri,

Kalk kadehi mey ile dolduralım,

Onlar kadehimizi doldurmadan önce.

 

Başka bir programda yeniden buluşmak dileğiyle üstadımızla birlikte hepinizi Allah'a emanet ediyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=blvgwymypWc

 

https://www.youtube.com/watch?v=yGb0ex7PBSM