İbrahimi Dinani: Vahyin inişinin niteliği

İbrahimi Dinani: Vahyin inişinin niteliği
Yani o, Peygamber’in vahyi almasını Peygamber’in ubûdiyyetiyle ilgili bir mesele olarak görüyor. Buradan da şu sonuca varıyor: Peygamber, vahyi alma konusunda herkesten daha muhtaçtır, haristir, ona aşıktır. Hatta Allah Peygambere, neden vahyi alma konusunda kendini bu kadar meşakkate sokuyorsun, diyor.

 

 

İsmail Mansurî Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

Didi ké şodem aşık-é ruyet aher

Uftade cuyem leb-é cuyet aher

Ba in dil-é teng u dide-yé deryayi

Men can dehem ez hasret-é ruyet aher

 

Gördün ki yüzüne âşık oldum sonunda

Bir ırmağın kıyısına yolum düştü sonunda

Bu denizi görme özlemiyle

Can veririm yüzünün hasretiyle sonunda

 

Selâm, aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının takipçileri. Programımızı izlediğiniz ve sürekli bizimle iletişim kurarak sorularınızı ve eleştirilerinizi aktardığınız için çok teşekkür ederiz. Umarız bu irtibat ve gönül birlikteliği devam eder.

 

Bildiğiniz gibi konumuz, “Aynü'l-Kudât Hemedânî'ye Göre Akıl ve Vahiy” idi. Aziz üstadımızın açıklamaları ile geçen programda akıl ve vahyin irtibatının inceliklerini ele aldık. Ancak vahyin nüzûlünün niteliğini ise bu programda ele almaya söz verdik.

 

Üstat izin verirseniz Aynü'l-Kudât'tan “Vahyin Nüzûlünün Niteliği” başlıklı bir paragraf okuyayım. O, “İnnâ enzelnâ ileyke'l kitâb” (Şüphesiz biz sana Kitab'ı indirdik) ya da “Nezzele aleyke'l-kitâb” gibi ayetlerle ilgili olarak diyor ki:

 

Bu gösteriyor ki vahyin nüzûlü ani ve ansızındır. Ayrıca “Allahu yectebi ileyhi men yeşau ve yehdi ileyhi men yunib.” (‘'Allah; dilediğini kendisine seçer. Kendisine yöneleni de hidâyete iletir.'' Şûrâ, 13) veya “İnnallahestafa Âdeme ve Nuhan ve âle İbrahime ve âle İmrane alel âlemin.” (“Şüphe yok ki Allah, Âdemi, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu seçti. Âlemlere üstün kıldı.'' Âl-i İmrân, 33) gibi ayetler gösteriyor ki Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a) vahyi almaya ansızın davet edilmiştir. Burada, Allah'ın Hz. Muhammed'e (s.a.a) yakınlığı söz konusudur, Hz. Muhammed'in Allah'a yakınlığı değil.

 

Ayrıca şöyle diyor, izin verirseniz bir paragraf daha okuyayım. Vahyin nüzûlünün niteliğiyle ilgili olarak da diyor ki:

 

Peygamber (s.a.a) en yüce ufka davet ediliyor. “ve hüve bi'l ufuki'l-ala” (“O, en yüksek ufukta idi.'' Necm, 7) Sonra “kâbe kavseyn”e davet ediliyor. “Fekâne kâbe kavseyni ev ednâ” (‘'Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu.'' Necm, 9).”

 

Paragraf uzun olduğu için ben özetleyeyim. O, şu neticeye ulaşıyor: “Ufuki'l ala”yı “Kurb-i nevâfil” (Allah'a nafile ibadetlerle yaklaşmak) “Kâbe kavseyn”i ise “kurb-ı ferâiz” (farz ibadetlerle Allah'a yaklaşmak) olarak ele alıyor. “Ev edna”yı ise “kurb-i nevâfil”in de “kurb-i feraiz”in de üstünde ele alıyor.

 

Ben şimdi konuyu tamamlayayım, sonra diğer paragraflara geçeriz. O, “ev edna”yı Peygamber'in ubûdiyyeti bağlamında ele alıyor. Diyor ki: “Fe-evhâ ilâ abdihi mâ evhâ”(“Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti.'' Necm, 10)  işitmedin mi?”

 

Yani o, Peygamber'in vahyi almasını Peygamber'in ubûdiyyetiyle ilgili bir mesele olarak görüyor. Buradan da şu sonuca varıyor: Peygamber, vahyi alma konusunda herkesten daha muhtaçtır, haristir, ona aşıktır. Hatta Allah Peygambere, neden vahyi alma konusunda kendini bu kadar meşakkate sokuyorsun, diyor.

 

Ben artık daha fazla sözü uzatmayayım; çünkü üzerinde durulacak çok konu var.

 

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, okuduğunuz bölümde üzerinde durulması ve açıklanması zorunlu olan bazı noktalar var; özellikle de biraz önce okuduğunuz “Hz. Muhammed'in Allah'a değil, Allah'ın Hz. Muhammed'e yakın olduğunu” ifade eden cümle…

 

Tüm arifler, “kurb-i nevâfil” ve “kurb-ı ferâiz” kavramlarına işaret etmiştir. Bu programda artık bunları tekrar etmeyeceğim.

 

Ancak izin verirseniz burada bir konuya değineyim ve şu cümleyi biraz açayım: O cümle ‘'Hz. Muhammed'in Allah'a değil, Allah'ın Hz. Muhammed'e olan yakınlığı'' cümlesidir. Bildiğiniz gibi hilkat, yaratılış meselesi ve Allah Teâlâ'dan yayılan feyz, -nitekim âlem, Hak Teâlâ'nın bir feyzidir- çeşitli tabirlerle ifade edilmiştir.

 

Her grup veya topluluk, “kesretin vahdetten ortaya çıkması”, “Feyzin, feyiz kaynağından sâdır olması”, “Hâlikten mahlûk”, “Kadîmle hadis”, “Vaciple mümkün” vs. gibi tabirlerle kesreti vahdetle veya âlemi başlangıçla irtibatlandırmak istemiştir.

    

Kelâmcılar “hâlik ve mâhluktan”, hekimler “mümkün ve vacipten” söz etmiştir, bazıları “hâdis ve kadîmden” bahsetmiştir. Hatırlarsanız biz de geçen bölümlerde “Rubûbiyyet cemâlindeki ubûdiyyet ben”i üzerine konuşmuştuk. Bunların hepsi birer tabirdir ve her ârif bir açıdan bakmaktadır.

 

Bildiğiniz gibi İslam hekimleri, yani İşrâkî olanlar, varlık âleminin sudur etmesinin niteliğini bir dizi hiyerarşi halinde anlamıştır. Bu konuda vahiy de aynıdır fark etmez, zira varlık âleminin kendisi tekvinî olarak, vahiy ise tedvin ve teşriî olarak aynı şeyden, Hak Teâlâ'dan sâdır olur, yani gaybdandır. Bu hekimler, bir hiyerarşi dizisi tedvin etmişler.

 

Onlara göre ilk sâdır olan akıldır. Siz de daha önceki bir programda bu konudaki hadisi okumuştunuz. Onlar belirli bir hiyerarşi tasvir ettiler. Birincisi tümel akıldır (akl-ı küll), ondan sonra tümel nefis (nefs-i kull), ondan sonra felek, sonra cisim ve daha sonra da heyûlâ şeklinde bir mertebeler dizisi vardır.

 

Meşşâî hekimler ise birinci akıldan başlıyorlar, sonra ikinci akıl, üçüncü akıl vs. diye ta onuncu akla kadar gidiyorlardı. “Dokuz felek” ve “on halk (yaratma)” kabul ediyorlardı.

 

Yani her halükârda bir düzenleme var. Yani feyz yukarıdan aşağıya doğru geliyor ve uzunlamasına bir düzenleme var. Yukarı çıktıkça genişlik ve açıklık, aşağı indikçe darlık ve kapalılık var. Ta ki madde âlemine ulaşılıncaya kadar ki bu heyûlâ âlemidir, kapalı bir âlemdir, sınırlıdır, cisimler ve değişimler vardır.

 

Bu, feyzin cereyanıydı. Mevlânâ'nın kendisi de hekimlerin bu sözlerine işaret eder:

 

Akl-é evvel rand ber akl-ı dovvom

Mahi ez ser gonde başed ne z'dom.

 

İlk akıl sürdü ikinci aklın üstüne

Balık baştan kokar kuyruktan değil.

 

Burada feyzin nüzûlündeki hiyerarşiye işaret eder. Burada Aynü'l-Kudât yeni bir şey söylüyor. Öyle bir şey söylüyor ki tüm hekimlere karşı çıkıyor. Hatta söylediği, Mevlânâ'nın bu şiirine de uymuyor. Onlar, feyzin hiyerarşik bir düzen içinde yukarıdan aşağıya geldiğini söylüyorlar. Onu bir piramit şeklinde tasvir ediyorlar. Piramidin başı bir nokta şeklindedir, orası gaybın mekmenidir, oradan aşağıya doğru indikçe açılıyor. İcmâlden tafsîle doğru geliyor.

 

Aynü'l-Kudât diyor ki “bu sadece yanlış değil, hatta küfür düzeyindedir''. Çok acayip bir şey söylüyor, bu şekilde olmaz diyor. Peki burada neye dayanarak bunu söylüyor? “Ve huve meakum eynema kuntum” (‘'Her neredeyseniz Allah sizinle beraberdir'') ayetine dayanarak söylüyor.

 

Diyor ki Allah sizinledir; dolayısıyla varlıklar da Allah'la beraberdir. Birliktelik iki taraflıdır. Allah tüm varlıklarla beraberse, tüm varlıklar da Allah'la beraberdir. Ancak bu iki birliktelik birbirinden farklıdır.

 

Bundan dolayı da bunu anlamak biraz zordur, diyor. Zaman ve mekânla sınırlı olan aklın bunu idrâk etmesi zordur; hatta belki de imkânsızdır. Diyor ki Hak Tebârek ve Teâlâ'nın tüm varlıklarla birlikteliği eşittir.

 

Yani birine daha yakın birine daha uzak değildir. Allah'ın tüm varlıklara nispeti birine daha yakın birine daha uzak şeklinde değildir. Onun tüm varlıklara nispetinin “kayyûmî birlikteliği” vardır ve bu kayyûmî birliktelik herkese eşittir.

 

Ancak “maiyyet” yani varlıklarla birlikte olmak, Hak Teâlâ için bir kayıt değildir. İşte burayı anlamak biraz zordur. Yani Allah her varlıkla birliktedir ama O, varlığın kaydı altında değildir.

 

Allah her varlıkla; taşla, ağaçla, melekle, felekle, peygamberlerle, peygamber olmayanlarla kısaca her varlıkla birliktedir; ama onlarla kayıtlanmıyor. Kendi mutlaklığı, sonsuzluğu, varlığının vücûbîyyeti bâkîdir. Her şeyle beraber olmakla birlikte hiçbir şeyle mukayyet değildir.

 

O halde o tarafın birlikteliği kayıtsız bir birlikteliktir. Bu tarafın birlikteliğine gelince… Her varlık Hak Teâlâ'yladır. Arştan yere kadar, en yüce felekten heyûlaya kadar, yakınlaştırılmış meleklerden en küçük varlıklara kadar her türlü varlığın Hak Teâlâ ile birlikteliği bir an olsun yok sayılamaz; yok sayıldığı an da zaten yoktur.

 

Dolayısıyla varlıkların Hak Teâlâ'yla birlikteliği bir kayıttır. Yani bu birliktelik bir taayyün kazanıyor. Bir karınca Hak Teâlâ'yla birliktedir, onun birlikteliği onun karınca olmasını sağlıyor, yani karınca taayyününe sahiptir.

 

Felek, felek taayyününe sahiptir. Melek, melek taayyününe sahiptir. Cebrail, Cebrail taayyününe sahiptir. Yani bütün varlıklar bu âlemde var olduklarında ayân-ı sâbiteden bu âlemde taayyüne sahip olmuş oluyorlar.

 

İster küçük ister büyük olsun her varlığın Hak Teâlâ'yla birlikteliği, kendi sahip olduğu mevcut taayyünüdür. O halde varlıklar açısından Hak Teâlâ'yla birliktelik bir kayıttır, bir şekilde, bir kalıpta, bir süratte ve bir taayyünde zâhir olmaktadır.

 

Ancak Hak Teâlâ her varlıkla birlikteliğe sahiptir; ancak onlarla ilgili olarak en küçük bir kayıt altında değildir. O'nun mutlaklığı, O'nun varlığının vücubîyeti, birliği ve tekliği, bâkîdir.

 

İşte Aynü'l-Kudât'ın varlık için tasvir ettiği bu düzen, dikey bir hiyerarşik düzen değildir. Allah tüm varlıklarla eşit bir birlikteliğe sahiptir. Bu konuda da o, “ve huve meakum” ayetine dayanıyor.

 

Buna göre vahyin nüzûlü de aynı şekildedir. Vahiy geldiği zaman taayyün kazanıyor; fakat O peygamberlerle birliktedir. Her peygamber de kendi kapasitesi ölçüsünde O'nunla birliktedir.

 

Bu tarafta taayyün var, şekil var, kalıp var. Her peygamber ayân-ı sâbiti ölçüsünde Hak Teâlâ'yla birliktedir; daha fazlasıyla değil. Hz. Musa, Hz. İsa kendi ayân-ı sâbiti ölçüsünde ve Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ ise çok çok geniş olan ayân-ı sâbiti ölçüsünde Allah'la birliktedir.

 

Fakat Hak Teâlâ mutlak şekilde onlarla birliktedir. Hem vahyin nüzûlünde hem de bütün bir tekvîn âleminde. İşte Aynü'l-Kudât, bunları demin sizin okuduğunuz o ifadelerle anlatıyor.

 

Laricanî: Peki şöyle söyleyebilir miyiz? O, onun “ubûdîyyet sahası'' diye söz konusu ederek Hz. Peygamber'in sonsuz sahasını göstermek istiyor.

 

Üstat Dinanî: Tabii ki aynen öyle. Hz. Peygamberin ulaştığı yerden taayyünü, sınırsız bir taayyündür. Onun ayân-ı sâbiti diğer her ayân-ı sâbiteden farklıdır. Yani nüzûl etmesi gerekenler, onun kutsî varlığının sahasına nüzûl etmiştir.

 

Elbette bu nüzûl, Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın nübüvvet makamı ölçüsünde olduğu kadar aynı zamanda velâyet makamı ölçüsündedir de.

 

Bunu daha önce de defalarca arz etmiştim. Merhum Ağa Ali Müderris Zunuzî'nin bir cümlesi var. Ben onu burada söylemezsem o cümleye yazık olur. İnsan-ı kâmil, Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ ve Hz. Emîrü'l-Müminîn'dir.

 

Zunuzî diyor ki “Zâtın tüm tecellisi ve zâtın tecellisinin tamamı, Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın nübüvveti ve Hz. Emîrü'l-Müminîn'in zuhurudur''.

 

Laricanî: Pekâlâ, öyleyse Aynü'l-Kudât'ın ifadesi de bu anlama geliyor. Diyor ki Hz. Rubûbiyyet'in gaybî feyzini alabilme kabiliyetine sahip olan tek saha, zâtın tüm tecellisinde, Muhammedî (s.a.a.) hakikattir. Bunu dedikten sonra geçen bölümde ele aldığımız rubûbiyyet ve ubûdiyyet meselesine giriyor.

 

O, özellikle de Temhîdât kitabında bütünüyle bunu ispat etmeye çalışıyor. Adeta bu konuyu dile getirmek için zemin hazırlıyor.

 

Nitekim diyor ki: İşte bu nedenle bizim Peygamberimizin künyesi “Abdullah”tır. Bu çerçevede namazda da “eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluhu” diye okuyoruz. Yani önce Allah'ın “abdi” (kulu) sonra resûlüdür.

 

Buradan şu sonuca ulaşıyoruz:

 

Günümüzde bazıları diyor ki “gayb sahasından nâzil olanlar, peygamberin anlayışına, zihnine, hayaline ve idrakine gelip karıştı. İç içe geçti, bu yüzden de Peygamber'den sadır olanlar hâlis vahiy değildir. Onlar peygamberin zihnindekilerle karıştığı için biz, hâlis bir dine de sahip değiliz.” Bunu bazı aydınlar dile getirdiler.

    

Aynü'l-Kudât bin yıl önce, adeta böylesi bir şüphe kimsenin aklına gelmesin diye şu sözü söylüyor: “Ubûdiyyet sahası, peygamberin aklının, fikrinin, hayalinin ve zihninin ötesindedir.” Üstat bu sözü kabul ediyor musunuz?

 

Üstat Dinanî: Sayın Laricanî öncelikle bir konuyu açıklamama izin verin. Sizin bu sözleri söyleyen “bazı aydınlar” diye bahsettikleriniz kimlerdir, ben bunu bilmiyorum; ama bu söz hem doğrudur hem de bu şahısların konuyu bilmediklerinin göstergesidir. Bu çok net bir husustur.

 

Onların “Peygamber'in aklından ve hayalinden bahsettikleri sözler” yanlış sözler değildir. Vahiy Peygamber'in aklına, hayaline hatta hissine geldi.

 

Bakın şunu söylüyorum: Vahiy gaybın sahasından Peygamber'in aklına, hayaline geldi hatta- hayalin de aşağısında yer alan hisse/duyulara ve dolayısıyla- Peygamberin gözüne ve kulağına kadar geldi.

 

Buraya kadar söylenecek hiçbir şey yok ve hiç kimsenin de bunu inkâr etmemesi gerekir.

 

Ama, işte burada büyük bir ama var. Onlar Peygamber'in aklının, hayalinin ve hissinin beşerî olduğunu sanıyor. Ancak Peygamber'in aklı ilahî bir akıl, hayali ilahî bir hayal ve hissi de ilahî bir histir. Bunun da ötesinde onun eli Allah'ın elidir. Onun gözü Allah'ın gözüdür, onun kulağı Allah'ın kulağıdır.

 

Bunları şiir, mecaz veya istiare olsun diye söylemiyorum. Biz bunları söylerken bazıları bunu mecaz sanıyor, hayır bu mecaz değildir. Onun dili, Allah'ın dilidir. Daha önce “kurb-i feraiz” ve “kurb-i nevafil” konularına değinirken bahsettiğimiz hadisteki “kuntu sem'ahu ve basarahu” (Onun duyan kulağı, gören gözü olurum) ifadesi işte budur.

 

Kur'an'da “Oku sen atmadın, Allah attı” derken bunu söylüyor. Yani Allah “Ben senin kulağınım, ben senin gözünüm” diyor.

 

Eğer Allah peygamberin gözü, kulağı ve dili ise hayali neden olmasın, aklı neden olmasın? Peygamberin hayali de aklı da dili de ilahîdir. Burada incelik tek bir noktadadır. Onlar insanı iyi tanımıyorlar, insanı iyi tanımayanlar da bu tür yanlışlara düşebiliyorlar.      

 

Laricanî: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

   

Evet üstat, konu çok güzel bir yere geldi. Aynü'l-Kudât'a göre Peygamber bir peygamberlik sahasına sahiptir ve bunun adı da ubûdiyyettir. Şimdi ifadesinin kendisini okuyayım. (Necm Suresi'nin “İki yay kadar veya daha yakın oldu” şeklindeki 9. ayetinde geçen “daha yakın” ifadesine işaret ederek) diyor ki:

 

“Ev edna (daha yakın), ‘kurb-i ferâiz' ve ‘kurb-i nevâfil'den daha yücedir. Bu makam, Hz. Peygamber'e (s.a.a.) özgü peygamberlik sahasıdır. Bu sahada Peygamber her şeyin kaydından hatta kendinden bile kurtuluyor. Bu saha Hak Teâlâ'ya yakınlığın ta kendisidir.”

 

Şimdi benim sorum şudur: Benim anladığıma göre o, iki şeyi birbirinden ayırmak istiyor. Yani Peygamber vahyi bu saha ile alıyor. Peygamberin aklı, anlayışı, hayali vs. sizin buyurduğunuz gibi; ancak burada kastedilen vahyi alma makamıdır.

 

Acaba bu saha Peygamber'in daha sonra aklına, anlayışına ve hayaline geri döndüğü sahadan farklı bir şey midir? Aynü'l-Kudât'a göre böyledir.

 

Yani Peygamber vahyi alınca yeniden aklı, fikri, anlayışı ve hayaliyle bu mesajla uğraşıyor ve o bu konuda herkesten daha muhtaçtır. Yani onun ifadesi bu şekildedir.

 

Üstat Dinanî: Evet tabii ki, vahyi Hak Teâlâ'dan alma anında artık benlik yoktur. Oradaki durum istihlâktir.

 

Laricanî: İzin verirseniz ben o paragrafı okuyayım: “O ubûdiyyet sahasının özünde rubûbiyyet tahakkuk etmektedir. Ubûdiyyet rubûbîyyete nisbetle bir ‘ben'dir (ciltteki siyah leke anlamında), onun vasfı da ifadeye sığmaz.

 

Ubudîyyet rubûbîyyete nisbetle ‘la taayyün'dür. Ubudîyet mâkamına işaret eden ayet ‘Fe-evhâ ilâ ‘abdihi mâ evhâ' (‘'Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti.'' Necm, 10) ayetidir. O halde vahiy peygamberin ubûdiyyet sahasına nâzil olmuştur. Demek ki ubûdiyyet makâmı risaletten (peygamberlik) öncedir. Nitekim biz de ‘Eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu' diye okuyoruz. Ubûdiyyet sahasında, peygamber alıcı değil; aksine Hakk'ın nüzûlüne bağlı olmanın ve tâbi olmanın ta kendisidir. Her ne varsa o makâmda Hak'tır.”

 

Nitekim Nizâmî-i Gencevî'nin o güzel beyti de aynen bunu diyor:

 

Ez nebi coz nefes ne bud anca

Hemé Hak bud o kes ne bud anca.

 

Peygamberden nefes bile yoktu orada

Hepsi Hak'tı, hiç kimse yoktu orada.

 

Siz bu şiiri çok tekrar etmiştiniz.

 

Üstat Dinanî: Evet, hatta o “rüyet (görme) makamı” doğru oluyor.

 

Burada vurgulu bir şekilde söylüyor. Orası artık istihlâk makamıdır. Ubûdîyyette artık rubûbîyetten başka hiçbir şey kalmıyor. Şu hadis çok önemlidir: “El ubudiyyetu cevheretun kunhuha er-Rububiyye” (Ubûdiyyet, künhü rubûbiyyet (kudret) olan bir cevherdir”). Yani mesafe ortadan kaldırılıyor.

 

Bu “maiyyet” (birliktelik) ifadesiyle aynıdır. Yani artık arada mesafe yoktur. Mesafenin olmaması ve ubûdiyyetin rubûbiyyetin özü olması demek, her şeyin Hak olması demektir. Bu, Hakk'ın zuhuru, Hakk'ın sesi, Hakk'ın çınlamasıdır ve hatta alıcı dahi Hak'tır. Söyleyen de alan da Hak'tır. Yani Hakk'ın sesi ve Hakk'ın kulağıdır.

 

Bu, sizin demin okuduğunuz şu ayetin tefsiridir. “Fe-evhâ ilâ ‘abdihi mâ evhâ”yı (‘'Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti.'' Necm, 10)

 

Ne vahyetti? Bunu açıklamıyor, “vahyedeceğini vahyetti” diyor. Ne olduğunu söylemiyor yani, yine vahiydi; yine Hak idi, yine Hak dışında bir şey değildi. Bunu tasvir etmek çok zordur.

 

Daha önceki programda da arz ettiğim gibi, biz zaman ve mekânda olduğumuz için bizim idrâkimiz her şeyi zaman ve mekân perdesi içinde ve mesafelerle anlayabiliyor.

 

Sonsuz olan (nâmütenâhî), sonlu olana (mütenâhî) geldiği zaman sorun oluyor. Mutlâk olan mukayyet olana geldiği zaman kavrayışını kaybediyor. Biz mukayyet ve mütenâhî bir zihni,  mutlak ve nâmütenâhî olanı anlamaya zorladığımızda sorun ortaya çıkıyor. İşte bu bir yetenek lütfu, bir sır letâfeti gerektiriyor. Sırrın letâfeti çok zor bir şeydir.

 

Bakınız, Aynü'l-Kudât'ın bir yerde şöyle söylediğini hatırlıyorum. Biz her zaman “sır” ve “aşikâr” (aleni) arasındayız. Yani bir “sır” bir de “aleni” vardır; yani bir “gizli” bir de “aşikâr” vardır.

 

O diyor ki gizli, her zaman gizlidir; aşikâr da her zaman aşikârdır. Sır, her zaman sırdır, açık da her zaman açıktır. Peki gizli hep gizli, açık da hep açık ise bunun irtibatı ne olur? Halin değişimi olur.

 

Yani sır makamına ulaşması gereken sâlikin kendisidir. Yani eğer açıklık makamında kalırsa hiçbir zaman sırra ulaşamaz. Aynı şekilde eğer sır makamında kalırsa açığa ulaşamaz.

 

Bu bir değişimdir. Bu değişim ise bir adımdan ibarettir. Bir tek “mim” harfinden ibarettir. Ârifin dediği gibi: “Z' Ahmed ta Ehad, yek mim fark est.” Yani Ahmed (Hz. Peygamber'in ismi) ile Ehad (Allah'ın isimlerinden) arasında sadece bir mim harfinden kaynaklanan bir fark vardır. (Arap harfleriyle Ahmed yazısından mim harfi çıkarılırsa Ehad diye okunabilir)

 

Tüm âlem işte o “mim”e gark olmuştur. O “mim”i ‘Ahmed'in ortasından kaldırırsan “Ehad” olur, Ehad'ın ortasına bir mim koyarsan da Ahmed olur. İşte bu “mim”, imkân “mim”i dir. Eğer imkân “mim”ini ortadan kaldırırsan “sır” ile “aleni” tek bir şey olur. Elbette bunun tasviri gerçekten çok zordur.

 

Aynü'l-Kudât, hâl ve şuhûd sahibi biriydi. Halvet ve sülûk sahibi biri olduğu için de bu konuları çok güzel bir şekilde ifade edebilmiştir. Bunları felsefe diliyle anlatabilmek çok zordur. Bu iş biraz fikrî riyâzet gerektirir.

 

Ahlakî ve amelî riyâzet olduğu gibi fikrî riyâzet de vardır. Özellikle de fikrî riyâzet lazımdır. İnsan eğer aklî meselelerle ilgili tenebbüh sahibi olmazsa, nefsî arınmışlığa sahip olmazsa bu konuları idrâk edebilmesi biraz zordur.

 

Aksi halde sonsuz olanı her zaman sonlu, mutlâk olanı da mukayyet olarak anlarız. Mekânsız olanı mekânla, zamansız olanı zamanla anlamak bu sorunları ortaya çıkarıyor. Bunu kavramak çok zor bir iştir.

 

Laricanî: Çok güzel bir açıklama oldu, üstat, özellikle de “Fe-evhâ ilâ ‘abdihi mâ evhâ” ayetiyle ilgili olarak “söyleyen de alan da Hak'tır'' şeklindeki açıklamanız çok ilginçti.

 

İzin verirseniz ben ondan bir paragraf daha okuyayım. O şöyle diyor: “Ubûdiyyet sahasının özelliklerinden biri de şudur ki Peygamber (s.a.a.) sadece peygamberlik sahasına sahiptir.

 

Onun zihninin, hayalinin ve aklının bu makamda müdahalesi yoktur. Vahiy, kendi semavî sahasından ve olduğu gibi onun dilinden dökülmektedir. Bir başka deyişle; vahiy, Hak Teâlâ'nın sözüdür ve O'nunla aynı olan Peygamber'in dilinden dökülmektedir. Dolayısıyla Allah “Vemâ yentiku ani'l-hevâ. İn huve illâ vahyun yûhâ” (“O kendi hevâsından bir şey konuşmaz, onun söylediği ancak vahyedilen şeyden ibarettir.'' Necm, 3-4) ayetini bizim gibi hicâp ehli olanlar için buyurmuştur. Yoksa sırrın letâfetine ermiş olan kimseler bilirler ki Peygamber o makamda hevâsından konuşmamaktadır. O, Allah'la doludur.”

 

Bence bu cümleler birçok sevgili izleyicimizin sorduğu soruya da cevap veriyor. Sonra şöyle devam ediyor:

 

“O halde vahiy sahası, Peygamber'in (s.a.a) Kur'an'dan istifadesinden tamamen ayrı ve bağımsızdır. Ki o da hadis ve sünnet-i nebevî olarak ortaya konmaktadır. Bu ikisi birbirinden tamamen ayrı ve birbirini tamamlayan şeylerdir.”

 

Aynü'l-Kudât ne kadar da güzel söylemiş!

 

Üstat Dinanî: O, nübüvvet konusunda çok çalışmış bir adamdır. Çok derinlemesine ilerlemiş biridir. Daha önce arz ettiğim gibi insan sırrın letâfetine ulaşamamışsa sır konularını idrâk edemez. O, bu konuda bir ruh inceliğine ve kabiliyete sahipti. Bu sebeple de bunu ifade edebildi.

 

Aslında kulağın işitir olması gerekir ama kulaklar sağırdır. Kimi insanlar var ki kulakları sağır olduğu için bu sesler onlara ulaşamıyor.

 

Laricanî: “Summun bukmun umyun fehum lâ yerciûn” (‘'Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, doğru yola dönemezler.'' Bakara, 18) ayeti hakikatlerin kavranmasıyla ilgilidir.

 

Üstat Dinanî: Evet, aynen öyledir. “Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.” Ayetteki inceliğe bakınız. Kulaktan, gözden ve dilden bahsediyor. Dikkat edin bu ayette idrâk kuvvetlerinin birbiriyle irtibatı ne kadar incelikli olarak ifade edilmiştir. Tüm idrâk, güçlerini duyulardan alır. Gözden, kulaktan, dilden alır. Müşterek duyuda, hayalde ve nihayet akılda birleşir. Akılda birleştikten sonra aklın ötesinde bulunan aklın üstünde de birleşir.

 

Ayet görmek ve işitmekten bahsettikten sonra onlar sağırdır demiyor; “innehum la yakilun” (‘'onlar akletmezler'') diyor.  Akletmeyen kimse işitmeyen kimsedir; aklı olmayan kişi aslında işitmemektedir. “La yakilun” oldukları için “la yesmaun”durlar (işitmezler), “La yakilun” oldukları için “la yubsirun”durlar (görmezler), “La yakilun” oldukları için “la yentakun”durlar (konuşamazlar). Yani bütün bunlar aklın sahasından kaynaklanıyor ve aklın sahası da aklın ötesiyle bağlantılıdır.

 

Laricanî: Kur'an'ın tabiri çok güzel. İmam Seccâd'ın (a.s) da “Hukuk Risalesi”nde buyurduğu gibi ‘'Kim gözüne, kulağına, duyularına, diline akılcı bir şekilde emir vermezse onların haklarına hıyanet etmiştir''.    

 

Üstat Dinanî: Evet, göz eğer akılla bağlantılı olmazsa hatalı görür. Görmesi, doğru bir görme olmaz. Kulak, akılla bağlantılı olmazsa hatalı duyar. Dil akılla bağlantılı olmazsa hatalı konuşur. Bu şekilde vahdetten kesrete geliyor. Eğer kesretten vahdete bu irtibat kesilirse, konuşmak, görmek ve işitmek dağınık olur.

 

Bizim tarihimizde gerçekleşen büyük hatalardan biri şudur: Bazıları irfanın akla zıt olduğunu düşünüyor. Onlar irfanı akılla uyumsuz görüyorlar. Bu, bizim tarihimizin büyük bir yanlışıdır. Hâlbuki aklın öz cevheri, aklın saflaşmış cevheri irfandır. İrfan asla akılla uyumsuz değildir.

 

Bunu defalarca söyledik; ama şimdi bir kez daha hatırlatayım: Ârifler bazen akılla uyumsuz davranış sergilemişlerdir. Ama bu akıl esir olmuş, hesapçı, meşgul ve gündelik işlere müptela olmuş akıldır. Onlar bu tür bir akla karşı çıkıyorlar. Bunu sürekli olarak hatırlatmamız gerekiyor.

 

Eğer ârifler bazen akla karşı çıkıyorlarsa veya akılcılara karşı çıkıyorlarsa, bunlar aklı gündelik işlere esir eden akılcılardır. Evet irfan gelip geçici müptezel işlerle uğraşan akla karşıdır.

 

Aşkla birlikte hareket eden, saflaşmış, kayıtlardan kurtulmuş, her zaman yücelmekte olan akıl ile irfan hiçbir zaman uyumsuz değildir ve irfanın cevheri ve özü de işte bu akıldır. Bu, “Fe-evhâ ilâ abdihi mâ evhâ”ya (‘'Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti.'' Necm, 10) ulaşan akıldır.

 

Laricanî: Çok güzel bir yere bağladınız. O halde zahitçe bir sülûk ile akıllıca bir sülûku birbirinden ayrı görmemek gerekiyor. Çünkü sülûk eden, riyâzet yapan akıldır.

 

Üstat Dinanî: Eğer akıl aşkla hareket ederse evet. Sürekli olarak kayıtlardan kurtulmak gerekiyor. Sülûk, kayıtlardan kurtulmak demektir. Bu da akılla mümkündür. Yani sürekli kendisinden uzaklaşmasıdır. Tıpkı yılanın kendi kabuğundan sıyrılıp çıkması gibi. Sâlik de aynı şekilde sülûk edip yükseldiği merhalede, bir kabuk atıyor.

 

Yani kabuğunu bırakıp özüyle hareket ediyor. Sülûk, kabuktan öze, zâhirden bâtına, alçaktan yükseğe gitmektir.                          

 

Laricanî: Konu çok güzel bir yere geldi, ancak süremiz de sona erdi. Bu konuda çok soru sorulmuştu, umarım tüm sorular cevap bulmuştur.

 

Bir başka programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=THO9szOiZw8&list=UUBQUgbqL7ZXLUpMIKqJJRnQ&index=12