İbrahimi Dinani: Şuhûdî tecrübe / Nesnel tecrübe

İbrahimi Dinani: Şuhûdî tecrübe / Nesnel tecrübe
“Vahyanî akıl”, tümel akıldır. Tümel akıldan daha yukarıda bir akıl bulunmamaktadır. Tümel akıl şudur: Tüm varlıklar makuldür. Bir diğer itibarla varlık ilim ve idrakin ta kendisidir.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

Derdim sen olduğuna göre dermana ne gerek

Sana tutkunum düzen bulmama ne gerek

Feryat edeyim senin elinden feryat

Artık senin sırrını gizlemeye ne gerek.

 

Selam sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının takipçileri. Muharrem ayının başlangıcındayız. Muharrem ayı, Şehitlerin Efendisi ile onun vefalı dostlarının eza ve matem ayıdır. Bundan dolayı hepinize taziyelerimizi arz ediyoruz.

 

Bildiğiniz gibi, Aynu'l-Kudât Hemedânî'nin düşüncelerinden bahsediyoruz. Üstadımızla birlikte birkaç program boyunca bu konuya değiniyoruz. Önceki programda da vahyin felsefesinden ve onun nüzûlünün keyfiyetinden bahsettik. Fakat o büyük düşünürün eserlerinde çok ince bir nokta var. Aynu'l-Kudât akıl gücünü, marifetin tüm merhalelerinde ve mertebelerinde etkili görmektedir.

 

O, “şuhudî tecrübe” adı altında sözünü ettiği tecrübenin aklî bir mahiyeti olduğunu söylüyor ve “vahyî akılcılık” diye tabir ediyor. Ben bu sözün geçtiği yeri daha sonra okuyacağım.

 

Fakat üstat, bir giriş olması bakımından “şuhudî tecrübe” ile “ilmî veya nesnel tecrübe”nin farkını bilmemiz gerekiyor.

 

Sizin Akıl Defteri ve Aşk Ayeti adlı kitabınızda belirttiğiniz gibi “şuhudî tecrübe” tek ve özeldir. Tek ve özel olduğu için de genelleştirilemez. Hâlbuki “nesnel veya duyusal tecrübe” genelleştirilebilir. Aynı şekilde tek ve özel olduğu için arifler arasında da aynı şekilde değildir. Yani Bayezid Bestamî'nin şuhudî tecrübesi ile Hallac-ı Mansur'un şuhudî tecrübesi aynı değildir. Diğer farklarını da ben daha sonra soracağım ama şuhûdî tecrübenin sahip olduğu cazibe insanı fenâ makamına kadar götürürken ilmî veya nesnel tecrübe, “ben”i tarif ediyor. Ben onun sözlerini daha sonra nakledeceğim; ama konuya giriş yapmak amaçlı sizden şuhudî ve ilmî tecrübenin farklarını açıklamanızı rica ediyoruz.

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet sizin de işaret ettiğiniz gibi hem şuhudî hem ilmî tecrübe hem de aklî istidlal insanın özelliklerindendir. Diğer varlıklar şuhudî veya ilmî tecrübeye yahut aklî istidlale sahip değildir. Bu üç alanın da birbirinden çok ince farkları vardır.   

 

Bunların hepsi marifetin giriş yeridir, insani marifetin yollarıdır. Yani marifet; şuhudî ve batınî veya dışsal ve nesnel tecrübe yahut aklî istidlal yoluyla elde edilir. Ama sizin de işaret ettiğiniz ve Aynu'l-Kudât'ın da dikkat çektiği üzere bunlar arasındaki ilişkiyi görmek gerekir.  

 

Şimdi ‘‘akıl mı yoksa tecrübe mi öncedir'' meselesi başlı başına bir konudur. Günümüzde de “insan akıl makamına tecrübe ile mi ulaşır, yoksa tecrübe aşamasına akıl ile mi geçer?” şeklinde bir tartışma vardır. Bu kendi başına bir meseledir.

 

İnsan eğer bir teoriye veya bir hipoteze sahip olmazsa hiçbir harekette bulunamaz. Teori ise aklî bir meseledir. Bu, çok önemli bir meseledir. Filozoflar asırlarca bunun üzerine tartışmalar yapmıştır; bu mesele bugün de önemli bir fikrî ve felsefî problemdir.

 

İnsan tamamen boş bir zihinle, adeta sıfır kilometre olarak, boşlukta hareket edebilir mi? Bir şey düşünebilir mi, bir adım atabilir mi? Hayır, böyle bir şey olamaz. İnsan bir hipotez, eski tabirle “mütekaddem” olmadan hiçbir şekilde hareket edemez.

 

Hatta şu an tecrübe ehli olan günümüz bilim adamları da bunu vurgular. Günümüz bilimleri tecrübî (deneysel) bilimlerdir. Yani bugün sadece laboratuvarda deneyi yapılabilecek olan şey bilim sayılıyor. Yani eğer laboratuvarda ona bilimsellik damgası vurulmamışsa o şey bilim sayılmıyor.

 

Ancak şu soru gündeme geliyor: Acaba ben laboratuvara gitmek ve bir şeyi deneysel olarak incelemek istediğimde acaba boş bir zihinle mi gidiyorum, yoksa bir varsayımla veya bir hipotezle mi gidiyorum? Asla boş bir zihinle laboratuvara adım atmazsınız ve atamazsınız. Mutlak bilgisizlik, mutlak karanlıktır; mutlak karanlıktan hiçbir şey çıkmaz.

 

Boşluktan hiçbir şey çıkmaz, mutlaka bir hipoteze sahip olmanız gerekir. Hipotez veya varsayım biraz akılla ilgili bir şeydir. Ayrıca “varsayım aklın işi midir yoksa insan içgüdüsel olarak mı varsayımda bulunur” şeklinde tartışmalar da vardır. Ancak içgüdüler insanı aklî varsayımlara doğru harekete geçiremez.

 

Laricanî: Varsayım, aklî soru mudur?

 

Üstat Dinanî: Evet, sorudur; çok güzel bir noktaya işaret ettiniz, aynen öyledir. Ben biraz daha ileri giderek şunu söyleyeyim. Büyük filozoflar, hekimler, düşünürler, insanı “hayvan-ı natık” (konuşan hayvan) diye tanımlamıştır. Onlar der ki ‘‘insanın zatı natıktır, yani konuşandır, tümeli anlayandır.''

 

Ben bu konuda, bu anlama da yakın olan başka bir tabir kullanmak istiyorum. Ben de diyorum ki insan soru soran hayvandır. İnsan zatı itibariyle soru sorandır. Bir insan düşünün ki ömrünün yirmi, otuz yılı geçmiş olsun da hiçbir şekilde soru tecrübesi yaşamamış olsun, hiçbir şey sormamış olsun. Hiç böyle bir şey olur mu? Olsa bile ona insan denir mi, bilemiyorum.

 

Laricanî: Soruları yalancı olabilir.

 

Üstat Dinanî: Yalancı soru olsun, onlar bile sonuçta sorudur. Elbette dediğiniz gibi doğru ve yalancı sorular vardır. Fakat soru sorma, sonuçta insana özgü bir haldir. İnsan zatı itibariyle soru sorandır.

 

Tabii burada başka bir soru sorulabilir: İnsan neden zatı itibariyle soru sorandır? İnsan neden soru sorar? Çünkü insan hayrete kapılır. Soru hayretten doğar. Geçmiş dönemlerin bazı büyük düşünürlerinin “felsefe hayretin neticesidir” şeklindeki ifadeleri doğru bir sözdür.

 

Hayret makamına ulaşamayan bir kimse, felsefe yoluna ayak basamaz. Tabii bu noktada hayretin ne olduğu da kendi başına bir meseledir. Bazı kelimeleri kullanıyoruz; ama anlamlarını doğru bilmiyoruz. Mesela kimileri hayret dendiği zaman neyi yiyip neyi yemeyecekleri veya hangi yoldan gitmeleri gerektiği konusundaki duyguyu hayret sayıyor. Evet, bu da bir bakıma hayrettir; ama bunlar o kadar da önemli hayretler değildir.

 

Hayretin daha derin anlamı vardır. Aynı şekilde şaşırma (taaccüp) da aynı şekilde… Biz şaşırırız, şaşırma kelimesini kullanırız; ama bunu tarif edelim. İnsanın şaşırma hali nedir? İnsan niçin şaşırır? Şaşırmak nedir? Bu sorulara cevap vermek çok kolay değildir.

 

İnsan çok defa şaşırmıştır, şaşkınlığa düşmüştür; ama mesela bunu tarif etmek isteseniz, neler sizi şaşkınlığa düşürüyor? Acaba beni küçük şeyler mi yoksa büyük şeyler mi şaşkınlığa düşürüyor? Ya da olağanüstü şeyler mi bende şaşkınlığa sebep oluyor?

 

Çoğu zaman olağanüstü veya büyük şeyler görür ama şaşırmazsınız. Çoğu zaman küçük şeyler görürsünüz şaşırmazsınız. Şaşırmak özel bir durumdur. Hayret de özel bir durumdur ve bunların sonuç itibariyle de insan varlığında son derece derin anlamları vardır.                 

 

İnsan, hayatında hem şaşırır hem hayrete kapılır. Hayretin ve şaşırmanın neticesi, sorudur. Soruyu bazen başkasına sorarsınız. Bazen de eğer başkasını bulamazsanız kendinize sorarsınız. Sorunun gündeme geldiği anda fikrî hareket de başlamış olur.

 

O halde varsayımlar da sizin hayrete kapılmanızdan sonra ortaya çıkar. Sizin karşınıza varsayımı çıkaran hayrettir. Bir varsayımla veya bir hipotezle de laboratuvara gidersiniz. Laboratuvara gittiğinizde deneyini yapmak istediğiniz zihninizdeki varsayım için belirli bir metot kullanırsınız.

 

Her ilmin bir metodu vardır. Şimdi konumuz bu değil; ama ister fizik laboratuvarı olsun ister kimya laboratuvarı veya başka bir laboratuvar olsun neyin deneyini yapacağınızın önemi yok, her deneyin bir metodu vardır. İşte o özel metot veya yöntem ile yaptığınız deney ilmî ya da nesnel tecrübedir.

 

Bu tecrübenin neticesi sonuca ulaşır veya ulaşmaz. Örneğin sizin zihninizde daha önce var olan ve ulaşmak istediğiniz sonuç gerçekleşir ve birkaç merhaleyle de doğrulanır. Mesela su 100 derecede kaynar. Bunu defalarca tekrarlarsınız, muhtelif yerlerde defalarca tekrarlarsınız ve her defasında su 100 dereceye geldiğinde kaynarsa bu bir bilimsel kurala dönüşür.

 

Bu artık bilimsel ve nesnel bir şeydir ve siz de ‘‘su 100 derecede kaynar'' diye ilan edersiniz. Bu nesnel olduğu için de genelleştirilebilir, yani herkes için geçerli olur. Başkaları da bunu anlar ve aynısını tecrübe ettiklerinde aynı neticeye ulaşır. İşte bu nesnel tecrübedir.

 

Bir diğer tecrübe daha var ki ona da şuhûdî veya içsel tecrübe adı veriliyor. Bu tecrübe dışsal değildir, bunda siz laboratuvara gitmiyorsunuz. Belirli bir metoda veya yönteme sahip değilsiniz. Bu, bir hâldir ve elbette siz bilmeseniz bile bu hâlin öncülleri olabilir. Çünkü insan bazen sahip olduğu hâlleri veya yaptığı şeyleri bazen kendisi de bilmeyebilir. İşte böylesi bir hâlde insan içsel bir tecrübe yaşayabilir.

 

Tabii herkes bu tecrübeye sahip olmayabilir. Yani tüm insanlar içsel tecrübeye sahiptir denemez. Hatta tüm insanlar içsel tecrübe yaşasa bile bu herkeste o kadar derin olmayabilir. Derin içsel tecrübeler; derin insanlara, düşünürlere ve Hak yolunun saliklerine aittir. Hak yoluna sülûk edenler, riyazet sahibi ve bâtınî işleri olanlar için bu tecrübeler ortaya çıkar.

 

Bir anda kendi içinde bir şeyler bulur. Bu buluş özeldir, sadece o şahsa özgüdür. Yani bu tamamen özeldir ve başka herhangi bir şahıs o tecrübeye sahip değildir. Bu tecrübenin bir benzerini belki bir başka şahıs yaşayabilir ama bu tecrübenin aynısı başka hiç kimse için gerçekleşemez.

 

Bu tecrübenin tekrarı mümkün değildir, hatta aynı şahıs için bile tekrar etmeyebilir. Aynı şahıs hatta daha sonra böylesi bir tecrübe yaşasa bile bu artık o tecrübe değildir; çünkü bu tecrübe asla tekrar etmez.

 

Dolayısıyla da bu tecrübe intikal ettirilemez. Yani bu tecrübe bir başka şahsa aktarılamaz; bu tecrübeyi bir başka şahsa anlatmak istediğinizde o şahıs eğer bunun bir benzerini yaşantılamışsa ancak o zaman sizin ne dediğinizi anlayabilir. Eğer o şahıs benzer bir tecrübe yaşamamışsa muhtemelen sizin bahsettiğinizi anlamayacaktır.   

 

Ancak siz, riyazetle, sülûk ve zikirle ya da tamamen Allah vergisi olarak yaşadığınız bu özel tecrübeyi akıl diliyle anlatabilirsiniz. Yani onu kavram haline getirebilirsiniz. Hatta başkalarına anlatmadan önce bu tecrübeyi kendiniz için anlamlandırmalısınız. Bu tecrübenin başkalarından önce sizin için anlamlandırılması gerekir. Bu tecrübe sizde bir anlam kazandığı zaman, bir kavram kalıbına dönüşebilir. Kavram kalıbı haline gelince siz ona istidlali bir suret kazandırabilirsiniz. Bir kavram haline gelip genelleştirilebilir olunca da hem sizin için anlamlı hale gelir ve makul olur hem de başkalarına intikal ettirilebilir. Tabii aklî şekilde intikal ettirilebilir yoksa o içsel durum başka birine olduğu gibi aktarılamaz.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, bu çerçevede Aynu'l-Kudât da şu sonuca ulaşıyor: Soru sormak aklın sıfatıdır. Yani kendisi için söz konusu ettiği varsayımdan söz ediyor. Ancak sorusunun mahiyetine göre bu soru bazılarını duyulara, deneylere, laboratuvara veya bilime götürüyor; bazılarını ise kendi içsel kazanımlarına veya şuhûda götürüyor. Her iki halde de bu soru sormayı gündeme getiren akıldır. O halde biz soru sormanın veya hipotez ortaya atmanın sadece bilim ve duyularla ilgili bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İnsan kendi içinde de birçok sorular sorabilir, hatta kendi mükâşefe âleminde bile… Nitekim Hekim Tirmizi mükâşefe âlemi hususunda birçok soru söz konusu etmiştir ve Muhyiddin Arabî de sanırım Fütûhât'ın 73'üncü babında bunlara cevap vermiştir.

 

Dolayısıyla şu sonuca varıyor: Soru sorma hem duyusal ve bilimsel alanda hem de şuhûd alanında söz konusudur. Hatta daha da ileri bir adım atarak tecrübenin bizzat akıl olduğunu söylemek istiyor. Yani ister şuhudî olsun isterse de bilimsel olsun… Burada da biraz daha yukarı çıkarak sizin de birkaç program önce değindiğiniz gibi vahyin mahiyetinin aklî olduğunu söylüyor.

 

Üstat Dinanî: Tabii ki aynen öyle. Sizin de işaret ettiğiniz gibi soru sormak aklın işidir. İnsan zatı itibariyle soru sorandır, derken insanın zatı itibariyle akıllı olduğunu söylemiş oluyoruz. Akıl insanın özelliklerindendir, aklın özelliği de soru sormaktır. Bir meseleyi söz konusu etmek ve soru sormak aklın işidir.

 

İnsan ne kadar akla sahipse o kadar soru sorar. Tecrübeden önce soru vardır ancak tecrübeden sonra da tecrübenin aklî olması gerekir. Yani akıl olmaksızın tecrübeye gidilmez; tecrübe geldikten sonra da onun aklî (makul) olması gerekir. Eğer tecrübe aklî olmazsa genelleştirilemez. Aklî olmayan tecrübe beyan edilemez, genelleştirilemez. Aklî olmayan tecrübe intikal ettirilemez.

 

Akıl hem tecrübeden önce hem de tecrübeden sonra etkindir. Zira eski hekimler “faal akıl”dan söz etmişlerdir. Zaten faal ya da etkin olmak aklın bir özelliğidir. Tabii bu aklın hiçbir zaman pasif kalmadığı anlamına gelmez. Ama pasif kaldıktan hemen sonra yeniden aktif (faal) olur.  

 

Ben burada bir filozofun çok ilginç bir sözünü nakletmek istiyorum. O diyor ki akıl, insanın kemâline sebep olduğu kadar, insanın eksikliklerini de ortaya çıkarır. Çünkü insan aklıyla kendi eksiklerinin farkına varıyor. İnsan, akla sahip olmasaydı, kendi eksiklerinin farkında olamazdı. Kendi eksiklerinin farkına varamayınca da o eksikleri gidermek için çaba gösteremezdi. Çaba göstermeyince de sonsuza kadar o eksikleri kendinde kalıcı olurdu.

 

Akıl kendi başına bir kemâl, hatta birinci kemâl olduğu kadar aynı zamanda eksikleri ortaya çıkarandır. Akıl insana eksiklerini gösterir ve insan da kendisindeki o eksikleri fark ederek onları gidermeye çalışır. Yani akıl yücelmek, gelişmek ister.  

 

O halde hem tecrübeden önce hem de tecrübeden sonra akıl vardır. Sonuç itibariyle her tecrübenin aklî (makul) olması gerekir. Sizin de işaret ettiğiniz gibi zaman bakımından önce gelen ariflerimizden Hekim Tirmizî (Allah makamını yüceltsin) Hatmu'l-Evliyâ kitabında -bir şuhûd ve mükâşefe ehli arif olarak- kendi tecrübelerini sorguladı.

 

Yani tıpkı bir filozof gibi bunlara dair sorular sordu. Hekim Tirmizî'nin sorularının birçoğunu da birkaç asır sonra İbn Arabî Fütûhât adlı eserinde cevapladı. Soru soranın Tirmizî, cevap verenin de İbn Arabî olduğu bu soru cevap yönteminin bir benzeri tekrar yaşandı. Emir Hüseyin Hirevi irfanî sorular sordu, Şeyh Şebüsterî de nazım şeklinde ona cevap verdi.

 

Onlar şunu çok iyi biliyorlardı: İçsel tecrübeler, irfanî müşahedeler ve bâtınî mükâşefeler, aklın hâkimiyeti dışında değildir. Daima akılla beraberdir. Onlar aklın değerini biliyorlardı. Yani şunu bilmemiz gerekir ki asla bir an bile aklı bir kenara bırakamayız. Her nereye giderseniz gidin akıl sizinledir; çünkü sizi götüren akıldır.

 

Laricanî: Üstat izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstat çok güzel açıkladınız. Sanırım İbn Miskeveyh Tehzib-i Nefis adlı eserinde diyor ki ‘‘akıl ne kadar gelişip kemâle ererse kendi kusurlarını da o kadar çok keşfeder.'' Yani burada akıl kendi eleştirmeni oluyor. Mevlânâ da bunu ‘‘eleştiren akıl'' diye niteliyor. O, diyor ki: Bir şahıs Peygamber'in (s.a.a.) yanına geldi ve “Ben ne iş yaparsam yapayım hayatım iyileşmiyor; hangi kapıyı çalsam yüzüme kapanıyor. Ben ne yapayım?” dedi. Allah'ın Resûlü ona buyurdu ki ‘‘her aldığın kararda anlaşmayı iptal etme seçeneğini şart koş ve üç gün onun üzerinde düşün. Eğer bu şekilde ihtiyatla ve akılcı bir şekilde karar alırsan sorunla karşılaşmazsın''. Mevlânâ sonra da şöyle diyor:

 

Köpeğin önüne bir lokma ekmek atarsan

Onu önce koklar ondan sonra yer

O burnuyla koklar biz ise aklımızla

O halde onu koklayalım eleştirel akılla.

 

Hz. Mevlânâ burada eleştirel akıldan bahsediyor. Diyor ki hayvanın koku aldığı burnu, insanda eleştirel akıldır. Nitekim siz de bunu açıkladınız. Zira tecrübeyi tecrübe yapan, varsayımları ölçüp değerlendiren, insanın eksiklerini ortaya çıkaran da budur.

 

Şu an bizim konumuz olan Aynu'l-Kudât, bu mertebelere devam ediyor ve diyor ki: Sahip olduğumuz akıl, bu mertebeleri geçiyor yukarı çıkıyor, çıkıyor ve orada “akl-ı vahyanî” (vahyî akıl) var. İlahî vahyin menşei olan bu akıl da yine kendi başına bir akıldır. “Akl-ı vahyanî” (vahyî akıl) ile “akl-ı küll”ün (tümel akıl) arifler ve hekimler açısından farkı nedir?

 

Üstat Dinanî: “Vahyanî akıl”, tümel akıldır. Tümel akıldan daha yukarıda bir akıl bulunmamaktadır. Tümel akıl şudur: Tüm varlıklar makuldür. Bir diğer itibarla varlık ilim ve idrakin ta kendisidir. Eğer Molla Sadrâ'nın düşünceleriyle bakacak olursanız mülkten melekûta, arştan ferşe kadar makul olmayan hiçbir zerre bulamazsınız. Her şey kendi yerine yerleştirilmiştir.

 

Dünya tıpkı zülüf, yanak, ben ve kaş gibidir

Her şey kendi yerinde güzeldir.

 

Her ne varsa olması gerektiği gibidir

Senin kaşın eğer düz olsaydı, eğri olurdu.

 

Tümel akıl, varlık ve yaratılış nizamıdır. Tümel akıl budur, o halde siz bundan daha yukarıda ne tasavvur edebilirsiniz? Varlık âleminin üstü Hak Tebarek ve Teâlâ'dır. O da varlık piramidinin zirvesidir. Hak Teâlâ, mutlak ilimdir, mutlak bilinçtir. Hak Tebarek ve Teâlâ'nın ilmi ve bilinci onun zatının kendisidir, zatından ayrı değildir.

 

Zat makamı idrak edilemez ve onun üzerine konuşmak mümkün değildir. Tümel akıl, mevcutlar içinden bir mevcut değildir. Çoğu yanlış anlıyor. Tümel akıl derken onun diğer mevcudat arasında büyük bir mevcut olduğu, diğer mevcudatın onun etrafında olduğu onun da mevcudatla irtibatlı olduğu sanılıyor. Hâlbuki böyle bir şey yoktur. Bu sadece bir vehimdir.

 

Tümel akıl mevcudat içinde bir mevcut değildir. Tümel akıl varlığın çevresidir. Hiçbir şey tümel aklın dışında olamaz. Tümel aklın dışında hiçbir şeyi tasavvur bile edemezsiniz. Yani tümel aklın üstünde bir şey tasavvur bile edilemez. Dolayısıyla vahiyden bahsettiğiniz zaman vahiy, tümel aklın nüzulüdür (inişidir). Tümel akıl mekmen-i gaybdandır. Bundan bahsetmiştik, şimdi yeniden bunu tekrar etmeye gerek yok.

 

Varlığa mertebeler halinde nüzul ediyor. Katmanlar halinde geliyor ve peygamberlerin hissine, hayaline, kulağına ve diline ulaşıyor ve beyan ediliyor. Ve beyan edilen şekli makuldür. Yani aklîdir, kendi zamanına, zamanının insanlarının anlayışına uygun şekildedir. Bu kesin ve sabittir, biz aklın dışında bir şeye sahip olamayız.

 

Laricanî: O halde “vahyî akıl” için gaybu'l-guyub makamındandır, Hak Teâlâ'dandır diyebiliriz.

 

Üstat Dinanî: Tabii ki… Biz “gaybu'l-guyub” makamından söz ettiğimiz zaman, gayb artık aklın ulaşamadığı bir yerdir. Daha önce arz etmiştim. Akıl, insanı kemâle ulaştıran ve kendisi de kâmil olan bir şey olmakla birlikte kendi noksanlarını da bulur. Ben akılla ilgili olarak size iki özellik söyleyeyim.

 

Akılla ilgili olarak ondan ayrılmaz şu iki özelliği göz önünde bulundurun: Akıl zatı itibariyle eleştireldir. Eleştirel ne demektir? Yani kendi noksanlarının farkına varır. Yani bir noksanlık olduğunda bunu bilir. Eleştirdikten sonra da bu noksanlıkların olmaması gerekir diyerek kemâle doğru gitmek ister. Eleştirmek noksanların üstüne parmak basmak ve burada bir noksanlık var diye işaret etmektir.

 

Akıl zatı itibariyle eleştireldir. Fakat akıl zatı itibariyle eleştirel olduğu kadar aynı ölçüde de teslime açıktır. Bunu neden söylüyorum; çünkü akla veya felsefeye karşı olan insanlar aklın mütekebbir olduğunu, başına buyruk olduğunu iddia ediyorlar. Hâlbuki akıl asla başına buyruk değildir.

 

Akıl değil, şehvet başına buyruktur. Şehvânî akıl, başına buyruktur. İktisadî, dünyevî ve nefsanî temayüllere esir olan akıl başına buyruktur. Onun başına buyrukluğu nefisten dolayıdır; çünkü nefis başına buyruktur.

 

Kuruntuların, hayallerin, nefsânîlliğin şaibelerini aşmış olan bir akıl başına buyruk değildir. Eleştirel olduğu ve noksanları tanıyıp parmak bastığı kadar, aynı zamanda teslim ve razı olmaya da açıktır. Yani yeri geldiğinde teslim olur. Hiçbir varlık Allah karşısında akıl kadar teslime açık değildir.

 

Allah karşısında mutlak teslim olan hangi varlık vardır? Tümel akıl… O hadisi daha önce defalarca okumuştum, şimdi yeniden tekrara düşmek istemiyorum. O hadis Usûlu Kâfî'nin başındadır. Allah aklı yarattığı zaman ona ne emrettiyse akıl ona teslim oldu.

 

Dolayısıyla akıl, eleştirel bir dile sahip olduğu kadar, mutlak kemâl karşısında da teslimdir. Bu iki sıfatı birlikte düşünün. Eğer aklı bu şekilde tanıyacak olursak ona karşı çıkmayız. Felsefeye karşı çıkan insanlar, giderek akla da karşı çıkıyorlar. Akla karşı olumsuz bir düşünceye sahipler. Onlar aklı yok edince ellerine bir şey geçeceğini sanıyor. Hâlbuki aklı bir kenara bırakan bir insan ne elde edebilir?

 

Kimileri, “Aklı bir kenara bırakıp enbiya ve evliyaya teslim olmalıyız” diyorlar. Ben ise onlara diyorum ki ‘‘Sayın beyefendi! Peygamberlere ve velilere gitmek isteyerek çok iyi yapıyorsunuz; peki ama akılla mı yoksa akılsız mı gideceksiniz? Aklınız mı sizi peygamberlere ve evliyaya doğru yöneltir yoksa cehaletiniz mi? Eğer Peygamber'e akıl ile gidecekseniz o halde hiçbir zaman onu bir kenara bırakmamalısınız. Aklı bir kenara bırakan hiç kimse bir fayda sağlamamıştır.''    

 

Laricanî: Burada çok güzel bir ölçüt ortaya koydunuz üstat. Akıl, kendi tekâmül mertebelerinde, kemâlin zirvelerine yaklaştıkça kendi noksanlarını da görüyor. Sonunda da teslim oluyor. Şu an Muharrem ayı atmosferinde bulunuyoruz. Bu durum İmam Hüseyin gibi bir Allah'ın velisi ve insan-ı kâmil için de doğrulanmış oluyor.

 

O, teslim olmanın yani kemâle ulaşmanın önünde bir engel görüyor, o da kendi canıdır.

 

Üstat Dinanî: Mutlak kemâle ulaşan ve Hak Tebarek ve Teâlâ'nın azameti karşısında teslim olan birisi neden korkabilir? Böyle birine ne engel olabilir? Ölüm mü, korku mu?

 

Merg eger merd est gu nezd-é men ay / Ölüm eğer erkekse söyle benim yanıma gelsin.

 

Evet, evliyanın şehadeti onların akılcılığının ta kendisidir. Veliler, aklî makam açısından en mükemmel (kâmil) insanlardır. Kâmil akla sahip oldukları için velidirler. Veli-yi kâmil, akl-ı kâmile sahiptir, veli-yi kâmil saf akıldır, yani nefsânîliğe bulaşmış bir akıl değildir.

 

İşte o yüzden de teslim oluşları akılcılıklarının ta kendisidir; şehadetleri de akılcılığın ta kendisidir. Evliya ve enbiyada akıldan başka hiçbir şey yoktur. Bizler akıl dışında başka bir yol olduğunu sanmakla hata yapıyoruz. Bu bence çok büyük bir hatadır.

 

Laricanî: İmam Hüseyin (a.s.) bir insan-ı kâmil olarak ilâhî isim ve sıfatların mazharıdır.

 

Üstat Dinanî: Bakınız Sayın Laricanî, siz velinin Allah'ın sıfatlarının mazharı olduğunu söylüyorsunuz. Evet, her insan-ı kâmil, Hak Tebarek ve Teâlâ'nın kemâl, celâl ve cemâl sıfatlarının mazharıdır; fakat şu noktaya dikkat etmelisiniz.

 

Hak Tebarek ve Teâlâ'nın çok çeşitli olan isim ve sıfatları içindeki “hekim” sıfatının diğer hepsi üzerinde hâkimiyeti vardır. Allah; âlim, kadir, basir, semi, muhit, cemil vb. sıfatlara sahiptir; ancak hekim sıfatının bunların hepsine hâkimiyeti vardır. Bu saydığım sıfatlar ve daha fazla sayabileceğimiz sıfatların tamamı “hekim” sıfatının ve isminin hâkimiyeti altındadır.   

 

Hekim kimdir? Hikmet ne demektir? Akıl olmadan hikmet olabilir mi? O halde ilmin ta kendisidir, marifetin ta kendisidir. Bununla birlikte biz Allah Tebarek ve Teâlâ için akıl kelimesini kullanmaya mezun değiliz. İlim ve hikmet kelimelerini kullanıyoruz. Ancak ilim ve hikmet aklın cevheridir.

 

Laricanî: Peki insan-ı kâmil ile ilgili olarak tümel akıl (akl-ı küll) kelimesini nasıl kullanıyoruz?

 

Üstat Dinanî: İsimler ve sıfatlarla ilgili olarak kitaplar yazılmıştır. Bunun sebebi şudur: Bu kelimeler Arapçadır, yani semi, basir, kadir, hekim, cemil ve akıl kelimeleri Arapçadır. Akıl kelimesi “ikal”den gelir, yani bağlamak. Tıpkı bu kelime gibi “âşık” kelimesi de Hak Teâlâ için kullanılmamıştır. Hâlbuki Hak Teâlâ âşıktır. Hak Teâlâ'nın âşıklığı “muhib” oluşudur. Muhib kullanılır ama Hak Teâlâ için “âşık” kelimesi kullanılmaz. Aşk kelimesinin kökeni olan “aşeke”, ağacı sarıp sarmalayan, ağaca dolaşan bir bitkidir.  

 

Bir ağaca sarılan ve ağacın tamamını kaplayan bu bitkiye “aşeke” denir. Âşık kelimesi de buradan gelir, akıl ise “ikal”den. Bu iki kelime anlam açısından doğru olsa da lügavî açıdan, münezzeh olan Hak Teâlâ için uygun olmadıklarından kullanılmamıştır.

 

Âlimler, fakihler ve hatta kelâmcılar Allah'ın isimlerinin “tevkifî” olduğunu söylerler. Yani biz sadece, Allah'ın kendisi için kullandığı isimleri O'nun için kullanabiliriz. Doğru olsa bile Allah'ın kendisi için kullanmadığı isimleri kullanamayız.

 

Mesela Hak Teâlâ için “vacibu'l-vücûd” kelimesini kullanmamız yanlış değildir. “İlletu'l-ilel” (sebeplerin sebebi) kelimesini kullanmamız yanlış değildir. Ancak bu kelimeler, Peygamberlerin ve İmamların sözlerinde veya dualarında kullanılmadığı için biz de saygı gereği onları kullanmayız. Fakat Allah için “vacibu'l-vücûd” veya “illetu'l-ilel” kelimesini kullanmanız yanlış değildir. Allah için Mutlak Akıl ifadesini kullanmanız yanlış değildir. Ancak bunlar hadislerde geçmediği için biz de saygı gereği onları kullanmıyoruz.

 

Laricanî: Evet üstat çok güzel bir açıklama oldu. Özellikle de aklın konumu, onun mertebeleri, evliyanın aklı ve Aşura'da akıl ve tecrübenin ayak izleri çok güzel açıklandı. O halde şu sonucu çıkarıyoruz: Aşkın, şehadetin ve şehitlerin de mertebeleri vardır.

 

Üstat Dinanî: Ve bunlar hiçbir zaman akla yabancı değildir.

 

Laricanî: Evet akla yabancı değildir. Allah bize akıl isminde ne büyük bir cevher vermiş, ancak maalesef bizler onun kıymetini çok bilmiyoruz.

 

Ba saba der çemen-é lâle seher mi goftem

Ké şehidan-é kiend in hemé khunîn kefen

Goft: Hafez, men u to mahrem-é în râz neîm

Ez mey-é la'l hikâyet kon ve şîrîn dehenân.

 

Sabah vakti lâle bahçesinde saba meltemiyle konuşuyordum

Bunca kanlı kefenliler kimin şehitleridir, diye sordum

Dedi ki Hâfız ben ve sen bu sırra vakıf kimseler değiliz

Gel kırmızı şarabı ve tatlı dilleri hikâye et.

 

Bir başka programda yeniden buluşmak dileğiyle üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

  

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=nfyw9lgGFK8