İbrahimi Dinani: Rüya Âlemi / Zorunluluk ve Özgür İrade

İbrahimi Dinani: Rüya Âlemi /  Zorunluluk ve Özgür İrade
Demek ki benim tüm fiillerim ihtiyarîdir. Fakat benim ihtiyarım, benim kendi ihtiyarımda değildir. (Özgürlüğüm zorunludur). Bu başka bir yere bağlıdır. Bir mümin için sebepler silsilesi Hak Tebarek ve Teâlâ’da sona erer. Mümin olmayanlar ise tabiata ya da artık her neyi kabul ediyorlarsa ona ulaşırlar, nitekim bu konuda birçok şey söylüyorlar. Onlar tabiatın determinizmine inanıyorlar.

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim. Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimî takipçileri. Konumuza üstadımız İbrahimi Dinanî ile devam ediyoruz. Konumuz aşk üzerineydi.

 

Üstat, geçen programımızda âşık olan sâlikin, gitmek istediği yere ulaşması için kâmil bir veli ile birlikte olması gerektiğini söylemiştiniz. Doğal olarak aşkın en iyi öğretmenleri ilahî velilerdir. Aşk, Kerbelâ çölündeki İmam Hüseyin (a.s.) ve Zeyneb-i Kübra'yı (a.s.) en iyi öğretmenler olarak seçmiştir.

 

Aşkın söz konusu ettiği ilk soru, İmam Hüseyin'in rüyasıyla ilgiliydi. Burada ben de aşkın akılla ilişkisinden bahsetmek istiyorum. İmam Hüseyin, Medine'den hareket etmek istediğinde birçok kişi engel olmaya çalıştı. Bazıları bu olayı tahlil ederken İmam Hüseyin'i engellemeye çalışanları, akıl sahipleri olarak nitelediler. Çünkü onlar bu durumun tehlikelerine dikkat çekmişti.

 

Onların bu engellemelerine karşı İmam Hüseyin şöyle buyurdu: Ben dedemi rüyamda gördüm. O buyurdu ki: “Allah seni öldürülmüş görmeyi diliyor.”

 

Dediler ki: “Sen Allah'ın seni şehit gördüğünü rüyada gördün. Peki kadınları ve çocukları neden kendinle götürüyorsun?” Bunun üzerine de bu durumu yine Allah'ın istediğini söyledi.

 

Böylesine büyük bir olayın Allah'ın iradesine ve dilemesine bağlanması üzerinde çok konuşulması gereken bir şeydir. Aynı şekilde “cebir ve ihtiyar” ve kaza ve kader konusu da akıl ve ilim sahiplerinin, ariflerin ve bilginlerin görüşlerinin çatıştığı bir husustur.

 

Şimdi bu programın izin verdiği ölçüde bu konuyu genel olarak da bu rüyayı ele almak istiyoruz. Gerçeğin beyanı için rüyanın esas alınmasını hele de böylesine ölüm kalım meselesiyle ilgili olarak nereye kadar kabul edebiliriz? Yani bu nereye kadar esas alınabilir?

  

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, sorunuzun iki kısmı var. Birincisi burada Allah'ın iradesinin, ezelî iradenin rolü nedir? Diğeri ise zatıâlinizin tabiriyle rüyanın esas alınması ya da daha geniş olarak rüyanın mahiyeti nedir?

 

Rüya, ya da daha doğrusu rüya âlemi. Rüya derken bazen ‘‘rüya âlemi'' diye ifade ederiz. Bu çok önemli. Çünkü biz rüyayı bir âlem olarak görürüz.  Canlı olan her varlığın hayatında doğal olarak rüya da vardır. Hayvanların da rüyası vardır. Rüyanın biyolojik bir yönü de vardır ve her varlık uyur.   

 

Bu bir anlamda havanın durgunlaşmasıdır. Bir durumdur, aslında hayatî bir durumdur. Ancak burada bahsedilmesi gereken şey ‘‘uyku âleminin ne olduğu'' konusudur. Uyku âlemi acaba uyanıklık âlemi midir? Yoksa bunlar iki ayrı âlem midir? Eğer iki ayrı âlemse bu iki âlem ne demektir? Yani biz iki âleme mi sahibiz? Bu âlemlerin farkı nedir? Bence bu, çok az dikkat edilen bir husustur.

 

Burada âlem derken iki ayrı yerküreden bahsetmiyoruz, bazıları yerkürenin bir âlem, Mars'ın veya Ay'ın ise başka bir âlem olduğunu düşünüyor. Hâlbuki Mars gezegeni ayrı bir âlem değildir. Mars gezegeni, bizim içinde bulunduğumuz âlemdedir.

 

Âlem ne demektir? Âlem sadece yerküre değildir, yerküre âlemdedir, Mars gezegeni de âlemdedir. Diğer gezegenler de âlemdedir. Tüm galaksiler âlemdedir. Yani tümü bir âlemdir. Yani sonuç itibariyle bu âlemde galaksiler vardır, gezegenler ve daha birçok şey vardır.

 

Bazı kelamcıların ifadesiyle “Mâsivallah âlemdir”. Yani Allah'ın dışındakiler âlemdir, tüm varlıklar âlemdir. Eğer mâsivallah âlem ise o hâlde bir taneden fazla âlem yoktur. O hâlde iki âlem ne demektir? İki âlemden bahsetmek felsefî bir konudur. Bugün bazı felsefî ekoller, başka mümkün âlemlerden bahsediyorlar ve ‘‘acaba bu âlemden başka âlemlerin olması da mümkün müdür'' diyor ve çok sayıda âlemin ne demek olduğunu dile getiriyorlar. Biz şimdi o felsefî konulara girmeyeceğiz.

 

Ancak burada en kolay anlamlandırılacak âlemler, uyku ve uyanıklık âlemleridir. Ben bu meseleyi daha iyi açıklayabilmek için şunu söyleyeyim: Bizler hem uyku ve uyanıklık âleminde hem de keder ve neşe âlemindeyiz.

 

Keder âlemi vardır. Keder, kendi başına bir âlemdir. Kederli insanın bir âlemi vardır.

 

Laricanî: Yani durumları, hâlleri mi kastediyoruz?

 

Üstat Dinanî: Şimdi söylüyorum. Mesela neşeli insanın âlemi, kederli bir insanın âleminden farklıdır. Uyanık insanın âlemi, uykudaki insanın âleminden farklıdır. Peki, iki âlem ne demektir?

 

Uykudaki insanın tasavvurlarının bu âlemde gördüklerinden ibaret olduğu açıktır. Mesela, insan deniz, çöl, ağaç, hayvanları görür vs. Ama uykuda olan birtakım olayların bu âlemde benzerinin olmaması da mümkündür.

 

Uykuda gördüğümüz şeylerin çoğu bu âlemde gördüklerimizdir. Fakat bunların birleşiminden dolayı bazen uykuda bu âlemde benzeri olmayan şeyler olabilmektedir. Mesela şu an burada oturmakta olan siz, şu an Tahran'dasınız yani Mekke'de değilsiniz. Ancak rüyada hem burada hem de Mekke'de olabiliyorsunuz.

 

Siz bu âlemde ya buradasınızdır ya da Mekke'desinizdir. Buradaysanız Mekke'de, Mekke'deyseniz burada değilsinizdir. Ancak uykuda insan kendini hem Mekke'de hem de Tahran'da gören bir hâl içinde bulabilir. Bunları örnek olarak söylüyorum.

 

Uyku âlemi özel bir âlemdir. İnsanın birtakım idrakleri vardır ki onlar bazen uyanıklık içinde iken gördüklerinin benzeri değildir. Şimdi mesele şudur: İnsanın uykudaki tasavvurları nereden geliyor?

 

Uyanıklık hâlinde olan insanlar için ‘‘onlar insanın hafızasında, zihninde vardı ve uykuda da bunlar zihninden geliyor'' diyebiliriz. Yani onların benzerleri uyanıklıkta vardır. Ancak bazen uyku âleminde öyle şeyler oluyor ki bunların uyanıklık âleminde bir benzeri bulunmaz.

 

Veya bazen insan rüyasında şimdi olmayan, daha sonra olacak şeyleri görür. Sadık bir rüyada elli veya bir yıl sonraki ya da yarınki bir olayı görebilmek mümkündür. Bunlar olmuş şeylerdir. Yarın veya gelecekte olacak şeyler, sadık rüyaya sahip kimi insanlar tarafından görülmüştür. Yani bu tür insanların gördükleri rüyanın daha sonra gerçekleştiği görülmüştür.

 

Sühreverdî bir yerde diyor ki: Eğer bir kimse uzun bir süredir rüya görmüyorsa buradan onun kalbinde bir kasavet olduğu, nefsinde bir sorun olduğu anlaşılır. Bu gerçekten önemli bir meseledir. Peki bu suretler uykuya nereden geliyor? İnsan zihni uykuda da faal olduğu için acaba insanın kendisi mi bunları üretiyor?    

 

Bakınız, bizim hekimlerimizin bu konuda bazı sözleri vardır. Ben bu sözleri nakletmek ve uykuyu onların sözleriyle açıklamak istiyorum. Merhum Hacı Sebzivârî bunu bir şiir olarak ifade etmiştir. O diyor ki:

 

Ve'l hissi fi bintasya kema hasal

Min nakş haric keza mimma dahel

 

İnsanda bulunan bir idrake, “bintasya” deniyor. “Bintasya”, “fantezi”nin Arapçalaşmış şeklidir. Yani “fantasia”dır. Biz İslamî terminolojide buna “ortak his” (hiss-i müşterek) deriz. Yani İslamî hikmette bunu “ortak his” terimiyle ifade ederiz. Ortak his insanlar arasında ortak olan bir şey anlamına gelmez. Bunun kendine özgü bir anlamı vardır, şimdi açıklayacağım.

 

Ortak his şudur: Benim işittiklerim, gördüklerim, tattıklarım, kokladıklarım ve dokunduklarım vardır. Yani sahip olduğumuz beş duyunun her birinin kendi başına bir idraki vardır. Ancak hiçbir zaman görmek, duymak ile karışmaz. Görme, dokunma, tatma, koklama ve işitme kendi âlemlerine sahiptir, bunlar ayrıdır.

 

Siz şekerin rengini beyaz olarak görürsünüz. Tadını tatlı olarak hissedersiniz. Tatlılık ve beyazlık birbirine karışmaz. Beyazlığı görme, tatlılığı da tat alma duyunuzla algılarsınız. Ancak insanın içinde bintasya veya ortak his dediğimiz bir his vardır. Onda bu hissi idrakler birbirine karışır ve onlarla ilgili ortak hüküm verilir.

 

Diyor ki şeker, beyaz ve tatlıdır. Yani tatlılığını tattı, beyazlığını gördü ve hem beyaz hem de tatlı olduğunu söylüyor. İşte bu, birden algılayan bir başka güçtür. Göz sadece beyazlığı görüyor ve tatlı olduğunu söylemiyor. Tat alma duyusu yalnızca tatlı olduğunu söylüyor; başka bir şey söylemiyor. Ancak içerideki o ortak his, gözün gördüğü beyazlığı ve tat alma duyusunun hissettiği tatlılığı birleştirip ortak bir hüküm veriyor. Yani insan, beş duyunun algıladığını da tek bir hükme bağlayabilir. İşte buna ortak his deniyor.

 

İşte bu ortak his bazen dışarıdan geliyor, yani benim gördüğüm, işittiğim, tattığım, kokladığım ve dokunduğum ortak histe toplanıyor ve ben bunlara ortak hüküm veriyorum. Yani ben onları dışarıdan alıyorum.

 

Bazen ise onları dışarıdan almıyorum. Akıl ve mana âleminden alıyorum. Çünkü insanın ruhu mana âlemiyle bağlantılıdır. Nasıl duyularımla dış dünyayla bağlantılı isem, bâtınla da akıl âlemi ile bağlantı hâlindeyim.

 

Bazen hissi idrakleri dışarıdan alıyorum ve onları ortak histe toplayıp ortak hüküm veriyorum. Bazen ise akıl âleminden suret olarak ortak hisse iniyor. O da bir suret hâlinde geliyor. Ancak onun farkı ‘‘dışarıdan gelmemiş'' olmasıdır.

 

Mesela kanatlı at tasavvur edin. Kanat görmüştüm, at da görmüştüm ve onları birleştirdim. Mesela bu dünyada benzeri bulunmayan bir şey görüyorum. Bu, içeriden inip bir şekil kazanıyor, yani indiği zaman bir şekil kazanıyor.

 

Sebzivârî bir hekim olarak bunu söylüyor, tabii başka filozoflar da söylüyor. Diyor ki: Ortak hisse, iki açıdan ortak his demek mümkündür. Birincisi o, beş duyunun verdiği hükümleri birleştiriyor, ikincisi de dışarıdan aldıkları ile içeriden gelenleri birleştiriyor. İşte bu açıdan da ortak histir.

 

İnsanın uyku âleminde gördüğü suretler bazen aklî şeyler de olabilir. Mesela bazen insan bir düşünceyi, aklî bir şeyi hatta bir matematik problemini rüyada çözebiliyor. Bunlar olmuş şeylerdir. Mesela bazı filozoflar, matematikçiler meselelerini, problemlerini rüyada çözmüşlerdir.

 

Bazen ise birer şekil, birer suret görülür. Bunun içeriden geliyor olması mümkündür. Buna “temessül” deniyor. Burada Kur'an-ı Kerim'den örnek vereyim. Meryem Sûresi'nde “fe temessele leha beşeren seviyya.” (Biz, ona Cebrail'i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem, 17) diye geçiyor.

 

Hem Tevrat'ta ve İncil'de hem de Kur'an'da geçer. Hz. Meryem bir insan sureti gördü. “Beşeren seviyya”. Bu ifade ‘‘düzgün ve güzel bir insan'' demektir. Yani Hz. Meryem güzel bir insan şeklinde onu gördü. Şimdi mesele şudur: Acaba onu dışarıda mı yoksa içinde mi gördü?

 

Dışarıdan gelen bir varlık değildi. Bu, manevî bir “temessül” idi. Hak Teâlâ'nın gayb mekmeninden gelerek bir insan suretinde “temessül” etti. Kur'an'da “temessele leha” geçiyor. Yani dışarıdan onu görmemişti. Tabii bu bir rüya değil; ama bir anlamda rüyaya benzer bir şeydir. Zira Hz. Meryem bunu rüyada görmüyor, uyanıkken görüyor.

 

Bazen de kimi insanlar, büyük şahıslar, veliler, bizim rüyada gördüklerimizi uyanıkken görebiliyorlar. Hz. Meryem'e ya da evliyaya olan bu “temessül” bazen uyanıkken de olabilir. Ancak sıradan insanlar genelde uykuda görürler. Tabii bu her zaman böyle olmayabilir, daha önce de söylediğim gibi bazen de insanın dışarıda gördükleri uykuda temessül edebilir. Bazen ise bâtınından gelerek “temessül” edebilir ve o da görebilir.  

 

Bazı rüyalar öylesine sıradan rüyalardır ki hafızada kalmıştır ve görülmüştür. Bazen ise “mekmen-i gayb”dan gelen suretlerdir. Yani oradan inerek insana temessül ediyor. İşte bu rüyalar tabir edilebilir rüyalardır. Bunlar tefsir edilebilir rüyalardır; tıpkı Hz. Yusuf ve Hz. İbrahim'in rüyalarında olduğu gibi.

 

Onların gördüğü gaybî bir hakikattir ve temessül ederek zihinlerine gelmiştir. İşte İmam Hüseyin'in (a.s) rüyası da bu şekildedir. O, gerçek bir sureti, gerçekleşecek olan bir hakikati gördü. “İnnallahe şae yerake katila” (Allah seni öldürülmüş olarak görmeyi diledi), gelecekte olacak olan bir şeyin görülmesiydi.

 

Mekmen-i Gayb'da her şey muayyendir. Bu âlemde olan ve olacak olan şeyler, Hak Teâlâ'nın ilminde mevcuttur. Bu rüyadaki suret, İmam Hüseyin'e temessül etti. Aynı şekilde Hz. İbrahim'e Hz. İsmail'i kurban etmesi için rüyada temessül etti. Ve yine aynı şekilde Hz. Meryeme'e de temessül etti; ancak onun rüya olduğunu söyleyemiyoruz.  Ancak ister uyanık olsun isterse uykuda olsun fark etmiyor, onu gördü. Bu hâl İmam Hüseyin'e de oldu ve o olayı gördü. O da gerçekleşti.                  

 

Laricanî: Üstat bazı müfessirler, rüya âleminin Allah'ın katında olduğunu söylüyor. “Ve huvellezi yeteveffakum bil leyli ve ya'lemu ma cerahtum bin nehar” (O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyutan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar dirilten/uyandırandır. En'am, 60)

 

Bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak deniyor ki ‘‘Allah geceleri sizi alıyor'' yani ‘‘uyku Allah'ın katındadır''. Mevlâna gibi bazı arifler de tıpkı sizin de buyurduğunuz gibi rüya âleminin uyanıklık âlemi gibi bir âlem olduğunu söylüyor. O âlemin de -tıpkı bu âlemde sahip olduğumuz göz, el vs. gibi- kendi duyuları olduğunu belirtiyor.  Ve bâtınî hislerimizin uyku âleminde faal olduğunu söylüyor.

 

Yani uykuda da duyuların olduğuna inanıyorlar. Allah'ın velilerinin, İmam Hüseyin'in, Hz. İbrahim'in ve Meryem'in gördüklerinde yahut Muhyiddin Arabi'nin Fusûsu'l-Hikem'i yazarken gördüklerinde bir tür verme ve kabul etme söz konusudur. Yani gayb âleminden bir şeyler geliyor ve onlar da alıyor. Peygamberlerin bu şekilde aldıklarından elbette hiç kuşku yok.

 

Şimdi ben rüya görmenin niteliğinden önce size şunu sormak istiyorum: Benim gibi sıradan insanların gördüğü rüyaların menşei nedir? Yani biz bunu nasıl alıyoruz, bu verme ve kabul etme nasıl gerçekleşiyor?

 

Üstat Dinanî: Siz ‘‘Allah'ın katındadır'' diyorsunuz; tabii ki her şey Allah'ın katındadır. Allah'ın katında olmayan bir şey yoktur zaten. Tüm âlem Hak Teâlâ'nın mazharıdır. Gereksiz ayrımlar yapmanın bir anlamı yok. Bir veli ya da marifet sahibi biri açısından her şey Allah'ın katındadır.   

 

Uyanıklık da Allah'ın katındadır, uyku da Allah katındadır. Öte yandan bazı rüyalar şeytanî de olabilir. Yani uyku, uyanıklık, mülk, melekût her şey Allah'ın katındadır. Burası kesin; ancak arz ettiğim gibi insan bir yönüyle melekûtla, varlığın gaybı ile bağlantılıdır.

 

Laricanî: Her insan mı?

 

Üstat Dinanî: Her insanın istidadı (potansiyeli) vardır; ama bilfiil olmayabilir. İnsan şeytanla da bağlantılı olabilir, biz burada istidadından bahsediyoruz. Herkes istidadı ölçeğinde bunu yapabilir, yani bunun yolu kendisi için açıktır. Kimi zaman bu yol kapanıyor. Yani gayb ile olan bağlantı bazen kopuyor; ancak insan bu kabiliyete sahiptir. Ben insanın doğasından bahsediyorum, Ahmet'ten, Mehmet'ten değil. Onların şeytanla bağlantılı olması da mümkün olabilir, o ayrı bir konudur.

 

Bakınız insanın iki yolu vardır. Birincisi; dışarıdan alıyor, tıpkı bizim dışarıda gördüğümüz suretler gibi. İşte şu masadır, duvardır, kapıdır vs. Bunları dışımda görüyorum. İkincisi ise içeriden geliyor; bu da bir yoldur. Daha önce de arz ettiğim gibi insan iki başlıdır. Biri mekmen-i gayb ile diğeri de tabiat ve duyular âlemiyle bağlantılıdır.

 

Uyku âleminde insan ne kadar münezzeh olursa gaybla olan bağlantısı o kadar fazla olur. Doğal olarak da evliya ve enbiyanın rüyaları sadıktır. Yani onlarınki hekimlerin tabiriyle “di'abet-i mütehayyile” değildir. Hekimler şuna “di'abet-i mütehayyile'' derler, insan bazen içinden hakikatleri alıyor; ama muhayyilesi ona yaramazlık yapıyor ve tahrif ediyor. “Di'abet”, işte bu şekilde ‘‘yaramazlık yapmak, karıştırmak'' demektir.

 

Di'abet-i mütehayyile olmayan kimseler, peygamberler ve velilerdir. Mekmen-i gayb onlara inip ortak hislerine geliyor. Görmek de ortak hisse geliyor, yani temessül ediyor. O temessül de gerçek bir temessüldür. Bu da bazen iki türlü oluyor. Bazen gerçeği aynen görüyor. Tıpkı sizin Hz. İmam Hüseyin'le ilgili olarak söylediğiniz gibi.

 

Onun “Allah seni öldürülmüş olarak görmeyi diledi” şeklinde gördüğü şey gerçekliğin ta kendisidir. Yahut Hz. İbrahim'in İsmail'i kurban etmesi yönünde gördüğü gerçekliğin kendisidir. Bazen ise görülenler tabir edilmeye muhtaçtır. Yani görülen şeyler tabir edilmelidir; çünkü o başka bir şeyin sembolüdür. Bunların her ikisi de mümkündür.                  

 

Bu insanların dereceleriyle ilgili bir durumdur. İnsanlar aynı derecede değildirler. İnsanların rüyaları da onların manevi dereceleriyle ilgilidir. Hepsi aynı şekilde rüya görmüyor. Peygamberlerin ve velilerin rüyaları sadıktır. Yani gerçekliğin aynısını görürler; gerçi bazen de rüyaları tabire muhtaçtır. Ancak diğer insanların çoğunun rüyası tabire muhtaçtır. Rüyanın tabiri onun açıklanması ve bir şeyin sembolü, bir şeye işaret olduğunun söylenmesidir.  

 

Fakat her hâlükârda şunu söylüyoruz; uyku bir âlemdir ve uyanıklık âleminden farklıdır. Bunlar iki ayrı âlemdir. İki ayrı gezegen değildir, aynı gezegendedir; ancak bir başka şekildedir. Uyku âleminde gerçekleşen şeyler uyanıklık âleminde gerçekleşen şeylerden farklıdır.

 

Laricanî: Çok teşekkür ederim üstat, izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Laricanî: Üstat konuya önce rüya, rüyadaki “cebir ve ihtiyar” konusu, rüyanın Allah'ın meşiyetiyle ilgisi ile başlamamın sebebi işte buydu. Bu da aydınlığa kavuşmuş oldu. Evliyanın rüyası sadık rüyadır.

 

“Venâdeynâhu en yâ ibrâhîm. Kad saddekte-rru/yâ” (Biz ona “Ey İbrahim” diye seslendik. Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Sâffât,105)

 

“Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrahim ona, “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.” (Sâffât, 102)

 

Yani Allah'ın velileri için rüya sadık bir olaydır. Böylece bu mesele aydınlığa kavuştu. Fakat “cebir (zorunluluk) ve ihtiyar (özgür irade)” konusu da önemli ve zor bir meseledir. Ben bu meseleyi zatıâlinize konumuzla ilgisi bakımından soruyorum.   

 

Kerbelâ olayı gibi önemli bir olayı veya başka olayları Allah'ın meşiyeti ile (dilemesi) açıklamak birçok soruyu beraberinde getirebilir. Biz burada cebir ve ihtiyar, kaza ve kader konusuna, felsefecilerin ve kelamcıların bu konulardaki görüşlerine girmek istemiyoruz. Sadece bizim konumuzla ilgili olan yanını size sormak istiyorum. Allah'ın dilemesi ile Allah'ın velilerinin istekleri arasında bir ayrım yapabilir miyiz? Yoksa bu ikisini aynı mı görmek gerekir?

 

Üstat Dinanî: Bakınız “cebir ve ihtiyar” meselesi herkes için hep var olan bir meseledir. “Cebir ve ihtiyar” meselesi sadece bazı şahıslarla ilgili bir problem değildir. İster mümin ister kâfir olsun ve ister geçmişte isterse gelecekte her insan bu meseleyle karşı karşıya geliyor.

 

Yani “acaba ben ihtiyar (seçme, tercih etme) sahibi miyim yoksa kâhir bir irade mi hâkimdir ve benim iradem kâhir bir iradenin emrine mi tâbidir?” Eğer bunu düşünen mümin biri ise kâhir iradeyi Allah'ın iradesi olarak görür ve kendi iradesinin Allah'ın iradesinin karşısında hiçbir şey olmadığını düşünür.

 

Mümin olmayan, hatta kâfir olan kimseler de kâhir iradeyi tabiat veya toplum olarak görebilirler (determinizm). “Tabiat bana hâkimdir ve ben tabii etkenlerin etkisi altındayım” diyebilir. Mümin biri için Allah'ın mutlak iradesi söz konusudur. O, bu meseleyi “Acaba zayıf olan benim iradem, Allah'ın mutlak iradesine tâbi midir?” diye söz konusu eder.

 

Mümin olmayan biri ise bunu doğal etkenlerle açıklayabilir ve kendisinin tabiatın etkilerine mahkûm olduğunu düşünebilir. Yani demek istiyorum ki bu genel bir husustur ve ister genç ister yaşlı olsun tüm zamanlarda herkes için geçerlidir. Bu önemli bir meseledir ve bunun cevapları verilmiştir; ama biz şimdi o meselelere girmek istemiyoruz.

 

Ancak ben sizin sorunuza bir soruyla cevap vermek istiyorum. Allah'ın mutlak gücüne ve kâhir iradesine, Hak Tebarek ve Teâlâ'nın ezelî, ebedî ve mutlak olduğuna inanan bir mümin, bu âlemde Allah'ın meşiyeti (dilemesi) olmaksızın bir şeyin gerçekleşebileceğini düşünebilir mi?

 

Yani böyle bir şey düşünüyorsa kendisi büyük bir sorun yaşıyor demektir. Hak Teâlâ'nın mülkünde Allah'ın meşiyeti olmaksızın herhangi bir şeyin gerçekleşmesi mümkün olabilir mi ki bir mümin bu konuda sorun yaşasın? Varlık dünyası, Allah'ın mülküdür ve ben bu varlık dünyasının küçük bir parçasıyım. O hâlde Allah'ın mülkünde Allah'ın iradesi olmaksızın bir olayın gerçekleşmesi mümkün olabilir mi? İnanan biri için böylesi bir şey çok düzeysiz bir düşüncedir.

 

“O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez.” (En'âm, 59) Onun bilgisi olmadan ne rüzgâr eser ne bir damla düşer, ne de bir olay meydana gelir. Dolayısıyla meşiyet-i ilahî her şeye müdahildir.

 

Laricanî: İlim ile meşiyet aynı mıdır?

 

Üstat Dinanî: İlimle meşiyet aynı değildir; ama ilim olmadan meşiyet olmaz. Meşiyet dilemektir; ama mutlaka ilimden sonradır. İlim olmadan meşiyet yoktur.

 

Laricanî: Bu durumda cebir anlayışı ortaya çıkıyor.

 

Üstat Dinanî: Öyle ama bunun adı cebir değildir. Bakınız şunu söylemek istiyorum: En azından inanan bir kimse için her şeyin Allah'ın meşiyeti ile olduğundan hiç kuşku yok. Allah'a inanmayan bir kimse için bu ayrı bir konudur.

 

Şimdi gelelim cebrin ne demek olduğuna… İnsanlar cebir konusunu yanlış biliyor. Bazıları şöyle düşünüyor, “bazı şeyler benim irademdedir, bazı şeyler ise Allah'ın iradesindedir”. Yani işleri kendisi ile Allah arasında bölüştürüyor. Hâlbuki böylesi bir söz küfürdür. Çünkü ‘‘bazı işleri O yapar, bazı işleri ben yaparım'' demek küfürdür. Çünkü her şey ezelî iradenin elindedir.

 

Ancak cebir yanlış biliniyor. Cebir, benim irademin hilafına bir şeyin olması demektir. Yani benim zorlama altında olmam demektir. Mesela ben burada oturuyorum ve biri gelip bana ‘‘şunu söyleyeceksin'' diyor ve istediğini yapmadığımda da başıma silah dayayıp ‘‘şunu söyle'' diyor. İşte bir şeyi yapmaya zorlamaya cebir denir.

 

Ancak ben bir şeyi kendi irademle söylüyorsam mecbur muyum? Değilim, o hâlde ben fıtrî, vicdanî, açık olarak mecbur değilim. Her ne yapıyorsam kendim yapıyorum. Burada ben fiilleri söylüyorum. Havanın soğukluğu, sıcaklığı, benim doğumum vs. bunlar benim elimde olan şeyler değildir.

 

Cebir ve ihtiyar, insanın fiilleriyle ilgili bir meseledir. Bu yanlışı da yapıyorlar. Öncelikle bu ayrımın da farkında olmak gerekir. Havanın sıcak olması, dünyanın dönüyor olması, benim doğumum vs. benim ihtiyar (tercih/seçim) sahamın dışındadır. Burada cebir ve ihtiyar meselesi söz konusu bile olamaz. Bunların benimle bir ilgisi yoktur. Saçımın şekli, tenimin rengi, boyumun uzunluğu ve kısalığı benim ihtiyarımda olan şeyler değildir.

 

Cebir ve ihtiyar nerede söz konusu edilebilir? İnsanın fiillerinde… Üstelik de bilinçli fiillerinde… Mesela benim nabzımın hareketi benim ihtiyarımda olan bir şey değildir. O hâlde ‘‘benim nabzımın hareketi ihtiyari midir, değil midir'' diye bir şey söz konusu olamaz.

 

Ancak benim günlük olarak yaptığım fiiller, benim ihtiyarımdadır. Açık olarak ihtiyar sahibi olduğumu ve mecbur olmadığımı biliyorum. Soru yalnızca şudur: Tamam, benim fiilim benim ihtiyarımdadır; ama benim ihtiyarım nereden kaynaklanıyor?

 

Eğer benim fiilimi soruyorlarsa bunu ben kendi ihtiyarımla yaptığımı söylerim. Siz bir şey yazdığınızda onu kendi ihtiyarınızla yazıyorsunuz. Kendi ihtiyarınızla konuşuyorsunuz, bakıyorsunuz. Ben şu an kendi ihtiyarımla konuşuyorum. Fakat benim ihtiyarım bir sıfattır. Peki neden konuşmayı ihtiyar ediyorum?

 

Konuşuyorum çünkü ihtiyar ediyorum. Peki bana “niye ihtiyar ediyorsun” diye sorsalar, “ihtiyar etmeyi ihtiyar ediyorum” demem gerekir. “Neden ihtiyar etmeyi ihtiyar ediyorsun” diye sorduklarında ise bu kez de “ihtiyar etmeyi ihtiyar etmeyi ihtiyar ediyorum” demem gerekecek. Bu ise teselsül gerektirir.

 

Evet. Yaptığım fiili, ihtiyarımla yapıyorum. Hatta başıma silah dayanmış olsa bile sonuçta yine ihtiyar ediyorum. Zira başıma silah dayayıp şunu söyle dediklerinde bile aslında ben mecbur değilim. İnsanlar mecbursun deseler bile aslında ben mecbur değilim. ‘‘Eğer falan şeyi söylemezsen öldürürüz'' diyorlar ve ben de benden istenilen şeyi söylüyorsam ölümü değil, hayatı tercih ettiğim (ihtiyar) için söylüyorum.

 

Ölüm yerine hayatı tercih etmek de yine bir seçimdir. Zira ben o sırada hayatı değil ölümü tercih edip söylemeyebilirim de. Ama öldürülmeyi istemediğim için söylüyorum. Yani bu da bir tercih veya ihtiyardır. O hâlde ben hiçbir zaman mecbur değilim.

 

Pekâlâ, bununla birlikte yine şu soru söz konusu: Tamam, tüm fiillerim benim ihtiyarımladır; peki benim ihtiyarım da acaba benim ihtiyarımda mıdır?  Eğer ihtiyar bir sıfatsa ve “hâdis” ise -çünkü ihtiyar ezelî değildir, hâl ile ortaya çıkar- acaba benim ihtiyarım başka bir ihtiyarla mı ortaya çıkıyor?

 

Eğer ‘‘benim ihtiyarım bir başka ihtiyarla ortaya çıkıyor'' dersek o zaman önceki ihtiyar için aynı soru sorulur ki bu da teselsül olur ve teselsül imkânsızdır. O hâlde benim fiillerim ihtiyarîdir; ama ihtiyarım ihtiyarî değildir. Bizim fiillerimizle ilgili olarak hatta mecbur olduğumuzu söylediklerimize bile mecbur değiliz. Zira şu işi yapmazsam öldürülürüm dediğimiz şeyde bile tercih yapıyoruz.

 

Öldürülmemeyi seçtiğimiz için o işi yapıyoruz. O hâlde orada da ölüm ve hayat arasında bir seçim söz konusu. Demek ki benim tüm fiillerim ihtiyarîdir. Fakat benim ihtiyarım, benim kendi ihtiyarımda değildir (Özgürlüğüm zorunludur). Bu başka bir yere bağlıdır. Bir mümin için sebepler silsilesi Hak Tebarek ve Teâlâ'da sona erer.

 

Mümin olmayanlar ise tabiata ya da artık her neyi kabul ediyorlarsa ona ulaşırlar, nitekim bu konuda birçok şey söylüyorlar. Onlar tabiatın determinizmine inanıyorlar. Mümin bir şahıs için benim fiillerim benim ihtiyarımdadır. Ve benim ihtiyarımda olduğu için de ben sorumluyum.

 

Laricanî: O hâlde cebir ve ihtiyar meselesi yanlış bir şekilde ortaya atılıyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, hatta cebir ve ihtiyarın ortası ile ilgili hadisi de yanlış anlıyorlar. Cebir ile ihtiyar arasında ortası diye bir şeyin anlamı yoktur. Bu hadisin başka bir anlamı var. “Cebir ve ihtiyar yoktur, iş ikisinin ortasıdır” şeklindeki hadis (lâ cebr ve lâ tevfiz…), “siz fiillerinizde mecbur değilsiniz (özgürsünüz), ihtiyarınız da sizin ihtiyarınızda değildir” (özgürlüğünüz sizin elinizde değildir, özgür olmaya mecbursunuz) demektir. Yani benim biraz önce söylediğim anlamdadır. Hadis doğru ama ona yanlış anlam veriliyor.

 

Laricanî: Üstat bu konuda Molla Sadrâ'nın da ilginç bir sözü var. O, Risâle-yi Hâlku'l-A'mâl'de Eşarîlerin, Mutezile'nin, felsefecilerin, hatta ariflerin görüşlerini anlattıktan sonra kendi görüşlerini söylüyor ve devrandan şikâyet ederek ‘‘bu kadar açık bir konuyu neden böylesine tersyüz ediyoruz ve sorun yaratıyoruz'' diyor.

 

O diyor ki: Meşiyet, yani Allah'ın dilemesi, salt-mutlak dilemektir. Nasıl isteyeceği ve ne isteyeceği insanın kendi elindedir. Yani meseleyi çok basit bir şekilde çözüyor.

 

Üstat Dinanî: Benim fiilim benim ihtiyarımdadır; ancak benim ihtiyarım kendi ihtiyarımda değildir. Bir Eşarî ile bir Mutezilî âlimle ilgili bir hikâye vardır. Mutezilî özgür iradeye, Eşarî ise cebre inanmakta. Ve bizim elimizde hiçbir şey yoktur, her şey Allah'ın elindedir, diyor.

 

Cebir anlayışının birtakım sonuçları vardır; zira her şeyi Allah'ın yaptığını söylediğinizde bundan olumsuz neticeler çıkar. Çünkü ‘‘her şey Allah'ın elindedir, bizim hiçbir ihtiyarımız yoktur'' dediğimizde, işlediğimiz günahları da Allah'a isnat etmiş oluyoruz.

 

Mutezililerin bulunduğu bir topluluğa bir Eşarî âlim geldi. Mutezilî âlim Eşarî'ye bir tarizde bulunmak istedi. Bu Eşarî âlim, Ebu İshak İsferâyînî idi. O Mutezilî âlim “Subhane men tenezzehe anil fahşa” dedi. Yani “Asla hiçbir kötü iş yapmayan Allah münezzehtir” diyerek şunu söylemek istedi: Sen bir Eşarîsin ve bizim amellerimiz de Allah'ın elindedir, dolayısıyla bizim yaptığımız kötü işler de Allah'ın elindedir, diyorsun.

 

Böylece “Subhane men tenezzehe anil fahşa” yani “Asla hiçbir kötü iş yapmayan Allah münezzehtir” diyerek ona tarizde bulundu.

 

Bunun üzerine o Eşarî de şöyle cevap verdi: “Subhane men la yecri fi mulkihi illa ma yeşa” yani ‘‘kendi mülkünde sadece onun dilediği olan Allah münezzehtir''. Aslında her ikisinin söylediği de doğrudur. Yani Mutezilî'nin sözü olan “Subhane men tenezzehe anil fahşa” yani “Asla hiçbir kötü iş yapmayan Allah münezzehtir” sözü de doğrudur. Eşarî'nin “Subhane men la yecri fi mulkihi illa ma yeşa” yani ‘‘mülkünde sadece kendisinin dilediği şeyler gerçekleşen Allah münezzehtir'' sözü de doğrudur.

 

Her hâlükârda bu mesele, insanın bilgi ve marifet derecesiyle bağlantılı bir meseledir. Tevhide inanan bir insan her şeyin Allah'ın elinde olduğuna inanır. “Vemâ rameyte iż rameyte velâkinna(A)llâhe ramâ” (attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.  Enfâl, 17) ayeti de işte bunu ifade eder.

 

Ayet Hz. Peygambere buyuruyor ki ‘‘Oku atarken sen atmıyorsun, yani bir yandan oku sen atıyorsun; ama bir bakıma sen atmıyorsun''.  Kur'an'da bunun gibi daha birçok ayet vardır.

 

Laricanî: Burada ben diğer sorumu sorayım üstat. İmam Hüseyin kendi öldürülmesini ve evlatlarının esir olmasını Allah'ın dilemesine isnat ederken aslında insan-ı kâmilin meşiyetinin Allah'ın meşiyetine uymasını ifade ediyor. Yani ‘‘onu atarken sen atmadın'' ayetindeki gibi öyle değil mi?

 

Üstat Dinanî: Evet, aynen öyle. İmam Hüseyin ihtiyar sahibiydi. Kerbelâ'ya gitmeyebilirdi, savaşa girmeyebilirdi vs. Evet, bütün bunlarda ihtiyar sahibiydi. Ancak bununla birlikte Allah biliyordu ve bu olacaktı.

 

Laricanî: Evet, üstat çok güzel bir sohbet oldu. Programımızın süresi de sona erdi. İnşallah bu konuya önümüzdeki programlarda devam edeceğiz. Bir başka programda buluşmak dileğiyle hepinizi Allah'a emanet ediyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

           

https://www.youtube.com/watch?v=WELfeKCvlU4&list=UUBQUgbqL7ZXLUpMIKqJJRnQ&index=108