İbrahimi Dinani: Nübüvvet ve Velayet

İbrahimi Dinani: Nübüvvet ve Velayet
Velâyet, bâtına, sırr-ı süveydaya, sonsuz âleme gitmektir. Nübüvvet ise tersine bir seyirdir. O sonsuz âlemden bu âleme seyirdir. Nebi, velâyeti tamamlanmış olandır, velâyetsiz hiçbir peygamber yoktur. Her peygamber, velâyeti ölçüsünde nebidir.

 

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm

 

Der herf neyayed aşk u tabir çé sûd

Bayed ké çeşid veger ne tefsir çé sûd

Gofti ké mera be bend giriftar konend

Divane dil est u ten be zencir çe sûd

 

Söze gelmez aşk, tabir ne fayda

Onu tatmak gerek, tefsir ne fayda

Beni esir etmelerini söylemişsin

Gönül divânedir, bedene zincir ne fayda

 

Selam sevgili izleyiciler ve bize eşlik eden dostlar. Programımızı izlediğiniz ve özellikle de bizimle temas kurup yayınımız ile ilgili sorular sorduğunuz için çok teşekkür ederiz. Bundan sonra inşallah programlarımız çerçevesinde sizin sorularınızı söz konusu edeceğiz.

 

Bildiğiniz gibi bizim programımızın belirli bir düzeni var. Biz siz sevgili izleyicilerimizin işlediğimiz konularla ilgili sorularını büyük üstat değerli hekim Sayın Dr. İbrâhîmî Dînânî'ye yönelteceğiz. İnşallah bu vesileyle cevapları bu şekilde almış olacaksınız.

 

Programımızı takip ettiğiniz üzere konumuz “vechullâh” idi. Dış âlemde “vechullâh”ın misdakı “insan-ı kâmil''dir. Konumuz şuraya gelmişti: Allah, insan-ı kâmil yoluyla bizimle irtibat kuruyor.

 

Bu konuda Muhyiddîn Arabî'nin ve Molla Sadrâ'nın görüşleri söz konusu edildi. Bu çerçevede birçok sevgili izleyicimiz, “Velâyetin veya insan-ı kâmilin neden bizimle Allah arasında bağ olması gerekiyor?” veya “Akıl ile aşk arasındaki ilişki nedir?” gibi sorular yöneltti. İnşallah onlar, bu programda bu soruların cevabını alacaklar.

 

Üstat programımıza katıldığınız için çok teşekkür ederiz. Burada ayrıca izleyicilerimizin teşekkürlerini de size iletmem gerekiyor. İnşallah bu programlarımızı devam ettirir ve sizin de beklentilerinizi karşılamış oluruz.

   

Evet, geçen programda sizin de belirttiğiniz üzere “Allah'ın varlık âlemiyle irtibatı, sadece insan-ı kâmil vasıtasıyladır” diye bir konu gündeme geldi. Geçen programda da bu programda da söz konusu edilen ve bizim de cevap vermemiz gereken bir husus var. O da şudur:

 

Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın bizimle olan kayyûmî maiyyetini (birlikteliğini) gösteren “ve huve me'akum eyne mâ kuntum” (‘'Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.'' Hadîd , 4) veya “Ve nahnu akrabu ileyhi min habli-lverîd” (‘'Biz ona şah damarından daha yakınız.'' Kâf, 16) gibi ayetler varken neden bizimle Allah arasında ‘'insan-ı kâmil'' adlı biri aracı olsun?

 

Üstat Dînânî: Bismillahirrahmanirahim. İnsan-ı kâmil, işte o maiyyetin anlamını açıklıyor. Yani Hak Tebârek ve Teâlâ'nın “ve huve me'akum eyne mâ kuntum” (Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.) ayeti üzerinde düşünmek ve onu incelemek gerekir. Hak Teâlâ'nın maiyyeti yani bizimle olan birlikteliği ne demektir?

 

Allah, kayyûmî hükmü gereğince her şeyle birliktedir. Onun maiyyeti, kayyûmî bir maiyyettir. Maiyyet; birlikte olmak, beraber olmak demektir. İzin verirseniz bu cümleyi tahlil edelim, üzerinden hemen geçip gitmeyelim. Hak Teâlâ “huve me'akum” yani “O, sizinledir” derken, sadece bizimle değil, her şey ile olduğunu söylüyor.

 

Hak Teâlâ ile herhangi bir varlık arasında ayırıcı bir mesafe yoktur. Mesafe diye bir şey yoktur. Çünkü mesafe tasavvuru, tarafların sınırlı olduğunun tasavvurudur. Yani eğer iki şey arasında bir mesafe varsa bunun anlamı şudur: Birisi buraya kadar, öteki de şuraya kadar gelmiş; ama birbirine ulaşamamıştır ve aralarında mesafe kalmıştır. Yani birisi buraya kadar diğeri de şuraya kadar sınırlıdır.

 

Ancak Hak Tebârek ve Teâlâ'nın varlığı için bir sınır tasavvur edemezsiniz. Sınır koyduğunuz ve bir had belirlediğiniz anda Hak Tebârek ve Teâlâ'yı sınırlamış olursunuz. Hak Teâlâ'nın sınırlandırılması, onun “mümkün” oluşunu gerektirir. Her sınırlı olan varlık “mümkün”dür.

 

Sınırlı olan sayılır, sayılabilir olan parçalanır. Sınırlanan ve bunun neticesinde “mümkün” olan bir şey ilahlık salahiyetine sahip değildir, o ilah değildir. O halde Hak Teâlâ için bir sınır koyamazsınız, O'na bir had tayin edemezsiniz. Bu durumda sizin sorunuz daha ciddi bir hal alıyor: Eğer sınır yoksa o zaman bu maiyyet ne demektir? Hak Teâlâ'nın bir şeyle olması ne demektir?

 

Mesela iki insan birlikte olur. Birlikte yürürler, birlikte sohbet ederler, evlenirler, ticari sözleşme yaparlar vs. Maiyyetin yani birlikteliğin muhtelif çeşitleri vardır. Birlikteliği olan iki şey arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Peki Hak Teâlâ'nın kimle birlikteliği var? Yani iki bağımsız tarafın birlikteliği mi var? Böylesi bir şey Hak Teâlâ için asla tasavvur edilemez. Bu bir tür şirk olur.

 

Hiçbir şey Hak Teâlâ'ya karşı “sen sensin, ben de benim, bizim ikimizin bir birlikteliği var” diyemez. İki tarafın da “ben benim ve bizim bir maiyyetimiz var” dediği maiyet yani birliktelik, itibarî bir maiyyettir.

 

Mesela felsefenin diliyle konuşacak olursak suret ve madde birliktedir. Yani cisim, suret ve maddeden oluşur. Suret ile madde bir araya geliyor, cisim dediğimiz şey oluşuyor. Cisimlerin atomlardan meydana gelmesi, bedenin hücrelerden meydana gelmesi gibi. Mesela hücreler belirli bir düzen içerisinde bir araya geliyorlar ve bu sistem içerisinde bir araya geldiklerinde de örneğin bir insan veya hayvan bedenini oluşturuyorlar. Bunlar, bizim bildiğimiz maiyyetler yani birlikteliklerdir.

        

Allah'ın insanla veya başka her türlü varlıkla maiyyeti ise bizim bildiğimiz diğer türlerden değildir. Yani iki ayrı varlığın bir sistem içerisinde birlikte çalışması gibi değildir. En önemli mesele Allah'ın kendisi dışındakilerle ilişkisi meselesidir. Maiyyet de bir tür ilişkidir öyle değil mi? Eğer herhangi bir ilişkileri olmasaydı maiyyete de sahip olmazlardı.

Maiyyet ancak bir şekilde ilişkili olan şeyler arasında olur. İlişkilerin de kısımları vardır. Tekvinî ilişkiler, itibarî ilişkiler, etken veya edilgen ilişkiler vs. Ancak Allah'ın kendi dışındaki varlıklarla maiyyeti demek olan ilişkisi, bizim bildiğimiz hiçbir maiyet veya ilişkilerden değildir.

 

Büyükler, buna bir isim vermişlerdir ve ben de onları takip ederek bu ismi tercih ediyorum. Ben bu maiyyeti, kayyûmî maiyyet olarak görüyorum. Peki “kayyûmî maiyyet” ne demektir?

 

Kayyûmî maiyyette de iki şey olduğu doğrudur. Yaratıcı ve yaratılan olduğu doğrudur, Allah ve insan olduğu doğrudur. Allah ve dünya olduğu doğrudur. Ancak Allah ile dünyanın veya Allah ile varlık ve dünyanın sembolü olan insanın ilişkisi, kayyûmî bir ilişkidir. Yani biri mukavvim, diğeri mütekavvimdir.

 

Hatta bunların ilişkisi araz ile cevher ilişkisi bile değildir. Araz ve cevherin birbiriyle ilişkisi vardır. Mesela renk ve cisim. Renk ile cisim arasında bir ilişki vardır. Renk, cisim olmadan kendi başına var olabilir mi? Nerede bir renk varsa orada, o rengi taşıyan bir şey vardır. Yani renk, bir şeyin rengidir. Cisim olmaksızın bir renge sahip olamazsınız, böyle bir şey olmaz.

 

Tat da aynı şekildedir. Bir şeyin tadı olabilir, tat kendi başına var olamaz. Bir rengin bir cisme veya bir tadın bir yiyeceğe ait olması örneklerinde olduğu gibi araz, tüm varlığıyla cevhere bağlı olduğu için Allah ile dünya arasındaki ilişkiyi araz ile cevher ilişkisi gibi açıklayamayız. Çünkü araz en azında kavramsal olarak bir bağımsızlığa sahiptir. Yani ayrı bir mahiyete sahiptir.

 

O halde en doğrusu, Allah ile insan veya tüm dünya arasındaki ilişki, kayyûmî bir ilişkidir demektir. Yani mukavvimidir. Mukavvimi ne demektir? Bir başka ifadeyle, daha basit bir şekilde söyleyecek olursam bunu bir örnekle açıklamalıyım. Çünkü mukavvim ve mütekavvim bazıları için anlaşılması zor olan şeyler olabilir. Zira mukavvim ile mütekavvim arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişki olduğu tasavvur edilemeyebilir.

 

Bu yüzden en iyisi bunu bir örnekle anlatayım. Bu ilişki, güneş ile güneşin ışığı gibi bir ilişkidir. Güneşin ışığının güneşin kendisine nasıl bir nispeti vardır?  Acaba güneşi göz ardı ederek onun ışığını kendi başına düşünebilir misiniz? Veya bir başka örnek vereyim, nitekim daha önceki programlarımızın birinde bu örneği vermiştim. Yani bunu bir misal olarak veriyorum, çünkü misaller anlamaya yardımcı oluyorlar.

 

Örneğin insanın kendi gölgesiyle olan misalini düşünün. İnsanın kendi gölgesiyle bir maiyyeti vardır. Gölge ile insan arasında bir maiyet ilişkisi yok mudur? Gölgeniz sizinle birliktedir. Siz nereye giderseniz gölgeniz de sizinle birliktedir. Böyle bir maiyyet yani birliktelik var; ama bu nasıl bir birlikteliktir? Gölge ayrı bir yerde, siz ayrı bir yerdesiniz de ikinizi birbirine mi birleştirmişler? Hayır, asla böyle bir şey yok. Ancak gölge sizin dışınızda bir şey olmakla birlikte siz olmadan ne bir anlam taşır ne de var olabilir. Yani gölgenin tüm varlığı, sahibine bağlıdır; ancak gölge ile gölgenin sahibi aynı şey değildir.

 

Hak Teâlâ “ve huve me'akum eyne mâ kuntum” yani “siz her neredeyseniz Allah sizinledir'' diyor; dolayısıyla Allah olmaksızın hiçbir varlık var olamaz. “Me'akum” yani daimi bir maiyyete, birlikteliğe sahiptir. Kısaca sadece misal olması bakımından söylüyorum: Bu birlikteliğin misali siz ve sizin gölgenizin birlikteliği gibidir. Bu ilişkiyi biz bu misalle açıklayabiliriz.

 

Öyleyse Hak Teâlâ her şeyle birlikteliğe sahiptir; sonuç itibariyle bu maiyyet bir anlamda zuhurdur. Cisim, gölgesiyle zuhur ediyor. Sizin gölgeniz sizin zuhurunuzdur. Sizi yakından tanıyan biri, gölgenize bakarak da sizi tanıyabilir. Âlem de Hak Tebârek ve Teâlâ'nın zuhurudur. İnsan da Hak Tebârek ve Teâlâ'nın zuhurudur.

 

Atomdan galaksilere, mülkten melekûta, arştan ferşe kadar her varlık bir bakıma Hak Teâlâ'nın gölgesi yahut aynasıdır. Ancak O'nun tam görüntüsü değildir. Her varlık Allah'ın bir vechini gösteriyor. Hak Tebârek ve Teâlâ'yı her yönde gösteren tek varlık, onun kahrını, lütfunu, celâlini ve cemâlini, ezelî ve ebedî gösteren tek varlık insan-ı kâmildir.

 

Biz insandan bahsederken insan-ı kâmilden ve insanın istidatlarından bahsediyoruz. Tek tek kişilerden söz etmiyoruz. Sıradan insanlar, tüm istidatlarını ve imkânlarını fiiliyata dökememiş olabilir, bu bizim konumuz değil. Biz insan derken insanın mahiyetinden söz ediyoruz. Zira o Hak Teâlâ'nın gölgesinin tamamını gösterebilecek bir kemâle ulaşmıştır. İnsan-ı kâmil işte böylesi bir makama ulaşmış insandır.

 

Yoksa çoğu insan, ortaya çıkan veya kendilerinin yarattığı şartlardan dolayı kendi varlıklarındaki o kapasiteyi bulamamış olabilir. Fiiliyata dökebileceği kemâllere, fiiliyata dökebilecek istidatlara ulaşamamış olabilir. Hatta tam tersi yöne de gitmiş olabilir. Bu bizim bahsimizin dışındadır.

 

İnsan, mahiyet olarak, tabiat ve zât olarak bu güce sahiptir. İnsan yaratılış olarak Hak Teâlâ'nın tüm celâl ve cemâl sıfatlarını, selbî ve icabî sıfatlarını gösterebilir, Hak Teâlâ'nın kâmil bir gölgesi olabilir. Bir başka deyişle Hak Teâlâ'nın varlığının tamamını gösteren bir aynadır.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat. Merhum Feyz (Kâşânî) de maiyyeti zuhur olarak ele almıştır. “Huve me'akum eyne mâ kuntum” (Her neredeyseniz Allah sizinle beraberdir.) derken oradaki “kum” (siz) zamirinden de bu anlaşılıyor.

 

Yani sizin de buyurduğunuz gibi tüm insanlarda zuhuru vardır; ama tamamıyla ancak belli bir kişide zuhur ediyor. Yani insan-ı kâmil, zuhurun kemâle erdiği kimsedir. Bu, sizin güzel bir şekilde açıkladığınız önemli bir konuydu. Böylece bir soruya cevap verilmiş oldu.

 

Üstat Dînânî: Burada “insan-ı kâmil” ve “kemâl” konusunda söylediklerinize bir ilave yapayım. Ayetteki “me'akum” (sizinle birliktedir) kelimesi sadece insan için değil, her şey için geçerlidir. Yani Allah, tüm varlıklarla birliktedir. İnsanla olan birliktelik her şeyle birlikteliktir. Çünkü insan her şeydir. Ben neden böyle bir iddiada bulunuyorum, benim bu iddiam saçma bir iddia değildir.

 

‘'İnsan her şeydir'' demek ne demektir? Dünyanın kemâli insandır. Dünyayı insansız olarak düşünün. Bu dünya olsun ama insan olmasın, böyle bir dünya eksik, belki de anlamsız olurdu. Varlığın göz bebeği insandır. İnsan bu dünyada yaşadığı için bu dünya kâmil bir dünyadır. İnsanın olmadığı bir dünya ise eksik ve belki de anlamsızdır. Bu insanın varlıktaki makamıdır.

 

Laricanî: Evet, burada önemli olan bir diğer ve bir sonraki soruyu gündeme getiren konu da şudur: Muhyiddîn Arabî, insan-ı kâmili, gayb âlemine bağlı olan yönüyle “veli” olarak ifade ediyor ve onu velâyetle ilişkilendiriyor. Zuhur âlemiyle, dış âlemle ilgili yönünü ise “nebi” olarak ifade ediyor ve onu da nübüvvetle ilişkilendiriyor. Siyaset hükümleri de beraberinde olduğunda da onu “risalet” olarak niteliyor.

 

Sühreverdî de bu çerçevede “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun” ayetinin tefsirinde bir ifadeye yer veriyor. O, bu ayeti birçok yerde tekrar ediyor. Bu her iki büyük şahsın söylediği gibi Allah'ın velisi olması yönüyle insan, Allah'la birliktedir. Yani onunla Allah arasında bir sınır konamıyor.

 

Üstat bu çerçevede velâyet makamını, velâyet sahasını ilahi bir saha olarak görebilir miyiz?

 

Üstat Dinanî: Çok derin bir meseleyi gündeme getirdiniz. İzin verirseniz bu konuda biraz daha fazla açıklama yapayım. Biraz önce İbn Arabî'den naklettiğiniz insanın zâhirî ve bâtınî yönünün olması meselesi veya gayb ve şuhûd yönü veya mülk ve melekût veya nübüvvet ve velayet yönü (…) bütün bunlar birbirinin diğer ifadesidir.

 

Benim burada bir açıklama yapmam gerekiyor; çünkü bu ifadeler çok yanlış anlaşılıyor. Mesela gayb ve şuhûddan ya da zâhir ve bâtından söz ettiğimizde insanlar zâhir ve gayb âlemini dışsal iki âlem diye anlıyor ve örneğin sağa gittiğinde gayb, sola gittiğinde zâhir âlemine ulaşıldığını sanıyor. Sağa gidildiğinde melekût âlemine, sola gidildiğinde ise mülk âlemine varıldığını düşünüyor. İşte yanlışlık burada başlıyor. Yani insan o kadar dışına bakıyor ki gaybı ve şuhûdu da kendi dışında bulmak istiyor.

 

Bütün sorunlar insanın içine bakıyor olmaktan çok dışına bakıyor olmasından kaynaklanıyor. Elbette insan dışa bakmalıdır, ben insan dışa bakmasın demek istemiyorum. İnsan dışına bakmıyorsa kördür ve sorun yaşar. Fakat dışa bakışını, içe bakışını kaybedecek şekilde ciddiye almamalıdır. Yani içe bakışı, dışa bakışa feda etmemelidir; aynı şekilde dışa bakışı da içe bakışa kurban etmemelidir.

 

Gayb ve şuhûdun veya daha doğru bir tabirle zâhir ve bâtının yahut buyurduğunuz üzere velâyet ve nübüvvetin doğru anlaşılabilmesi için en iyi yol insanın kendisine müracaat etmesidir. Yani dışarıyı bir anlığına paranteze almalı ve kendine müracaat etmelidir. Peki “kendine müracaat etmek'' ne demek? Yani bir an kendi varoluşunu kavramasıdır.

 

O zaman görür ki bir dışsal yönü var. Güneşi görüyor, ayı görüyor, sokağı görüyor, yemek yiyor, su içiyor, eşi var, çocukları, arkadaşları var vs. Bütün bunlar dıştır. Aynı şekilde kendisinin bir de içi var. İçsel halleri, düşünceleri var, belki hiç kimseye söylemediği, derununda tuttuğu hâlleri var. Eğer içine yönelirse kendi içinde bu tür şeyleri bulabilir.

 

İnsan eğer bu iki bakış açısına sahip olursa her iki bakışın da kendisine ait olduğunu bilir. Ayette “Elem nec'al lehu ‘ayneyn, ve lisânen ve şefeteyn” (Beled, 8/9) (‘'Biz ona iki göz vermedik mi ve bir dil ve iki dudak vermedik mi?'') gerçek anlamdaki iki göz söylendiği gibi bu “iki göz” ile bâtın gözüne de işaret edilmektedir.

 

İnsanın iki gözü zâhiri görür doğru; ama bu iki gözle bâtını da görebilirsiniz. Yeter ki insan içe gidebilsin. İşte bu içe gidebilmek bazı kimseler için biraz zordur. Peki ben bu girişle ne anlatmak istiyorum? Demek istiyorum ki insanın gayb âlemini anlayabilmesi için kendi içini anlaması gerekir.

 

İzin verirseniz meseleyi daha da basitleştireyim. Ta ki insanlar gaybın acayip, garip bir şey olduğunu düşünmesin. Çünkü insanlar gaybın çok acayip ve garip bir şey olduğunu düşünüyor. Evet, hem acayip ve garip bir şeydir ama aynı zamanda çok da acayip ve garip değildir. Ben bunu basitleştireyim şimdi.

 

Siz, bedeninizin tüm organlarınızı görebilirsiniz. Elinizi, ayağınızı, aynaya bakarak yüzünüzü, gözünüzü vs. görebilirsiniz. Gözünüzü görebilirsiniz ama görmenizi göremezsiniz. İşitmenizi duyamazsınız; ama bana şunu diyebilirsiniz: Ben görmemi mahsusatta (duyularla hissedilen şeylerde) görebilirim. Yani bir şeye baktığımda görmemi görmüyorum ama o görüneni görüyorum. İşte şu bardaktır, şu sudur, şu çaydır vs. Yani benim görmem, hissedilen bir şey olarak benim için tecelli ediyor.

 

Ancak size aklınızı görebilir misiniz diye sorsam? Siz aklınızı görebilir, onu elde edebilir veya onu ihata edebilir misiniz? Siz aklınızı ihata edemezsiniz, o sizi ihata eder. Onu göremezsiniz, işitemezsiniz. Şimdi şöyle diyebilirsiniz: Ben görmemi görmediğim halde görüneni görebildiğim gibi, aklımı da görmediğim halde onu makulde (akledilen şeyde) görebilirim.

 

O zaman ben de size şunu sorarım: Peki makulünüz nerede, makulünüzü görebilir misiniz? Hayır makulünüzü da göremezsiniz. Aklınızı göremediğiniz gibi makulünüzü de göremezsiniz. Çünkü akledilen bir şey görülemez, sadece akledilebilir, yalnızca akılla idrak edilebilir. O halde aklınızı göremezsiniz aynı şekilde makulünüzü de göremezsiniz; ancak hem akla hem de makule sahipsiniz. İşte bu sizin gaybınızdır.

 

Ben gaybı biraz aydınlatmak istiyorum. Yani gaybı insanlara biraz açıklamak istiyorum ki insanlar gaybın öyle siyah, acayip, tuhaf bir şey olduğunu düşünmesin. Hayır sizin gaybınız aklınızdır. Ama sizin gaybınız olan akıl dünyası, çok uçsuz bucaksız bir dünyadır. Ayrıca sizin gaybınız olan aklınızın içinde daha nice gayblar mevcuttur.

 

Bu vadi o kadar uçsuz bucaksızdır ki bu vadide gayb içinde gaybda ve perde içinde perdede yol gitmeniz gerekir. Ta ki aklınızın artık ben burada aciz kaldım diyeceği yere kadar…

 

Gaybın yolu budur. Gaybın yolunu kendi içinizde aramanız gerekir, onu dışarıda aramayın. Gayb ve zâhir dendiğinde sağa sola bakıp gayba ulaşmak için şu taraftan mı gideyim bu taraftan mı gideyim diye düşünmemek gerekir. Uzay aracına binip galaksilere de gitseniz gayba ulaşamazsınız. Ya da kuyu kazıp gidebildiğiniz yere kadar gitseniz gayba ulaşabilir misiniz? Hayır, asla ulaşamazsınız.

 

Belki her şeye ulaşabilirsiniz ama gayba değil. Sağa, sola hangi yöne giderseniz gidin gökyüzü aynı renktir. Peki hangi yolla gayb âlemine gidebilirsiniz? Kendi içinizle (derûn). Derûn yani içiniz de öyle acayip, tuhaf bir şey değildir.

 

Siz eğer aklınıza doğru giderseniz gayba doğru gitmiş olursunuz. Sizin aklınız sizin gaybınızdır. Aklınız sizin gaybınızın penceresidir.

       

Konumuz neydi, nereden başlamıştık? Sizin sorunuz neydi?

 

Laricanî: Velâyet ve nübüvvet… Bâtınî…

 

Üstat Dînânî: Bâtına gitmek için -ki o da velâyettir- derûndan (içten) gitmelisiniz. Akılla da gidebilirsiniz evet. İşte bu derûna gitmeye arifler “suûd” yani yükseliş derler. Yani Hakk'a yükseliş. Bu da sonsuzdur. Velâyetin karşısında yer alan nübüvvete gelince… İnsanlar velâyetin anlamını da anlamıyorlar.

 

Velâyet, bâtına, sırr-ı süveydaya, sonsuz âleme gitmektir. Nübüvvet ise tersine bir seyirdir. O sonsuz âlemden bu âleme seyirdir. Nebi, velâyeti tamamlanmış olandır, velâyetsiz hiçbir peygamber yoktur. Her peygamber, velâyeti ölçüsünde nebidir.

 

Yani gaybî seyri kadar, yani her veli, bâtındaki seyri ve gaybda kat ettiği merhaleler ölçüsünce nebi olabilir. Bu yüzden peygamberlerin dereceleri de aynı değildir. Peygamberlerin dereceleri, velâyetlerindeki derecelerine göredir. Gayb âlemindeki seyirleri ve yükselişleri ölçüsünce geri dönebilirler. İşte bu gaybdan zâhire dönüşe nübüvvet denir.

 

Peygamber, bâtında sırr-ı süveydaya ilerliyor ve mekmen-i gaybdan zâhiri dünyaya geliyor ve insanlarla konuşuyor, insanları davet ediyor. Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ (s.a.a.) insanlarla konuşuyor, mekmen-i gaybdan aldığı mesajı gelip insanlara iletiyor.

 

O halde nübüvvet, zâhire geliş, velâyet ise bâtına gidiştir. Peki hangisi daha yukarıdadır? Siz sormasanız da ben sorayım: Acaba bâtına gidiş mi önemlidir, yoksa zâhire geliş mi? Her ikisi de önemlidir; ancak hangisi yukarıdadır? Arifler, bâtına gidişi “yeli'r-rab” ıstılahıyla ifade ederler, yani; Hak yönüne gidiş. Nübüvveti ise “yeli'l-halk” diye ifade ederler, yani yaratılana gidiş.

 

Yönleri farklıdır; batıni olanın yönü Hakk'a doğrudur; nübüvvetin seyir yönü ise halktır. Hak'tan geliyor; doğru ama sonuçta halka ulaşıyor. Ancak velâyet, halktan geliyor doğru ama Hakk'a gidiyor. Bunlar iki seyirdir ve birbirine ekli ve bağlıdır, iki yarım dairedir. İşte bu yükseliş ve iniş yarım daireleri, insanın varlık dairesidir.

 

İnsan-ı kâmil bu iki daire ile tamamlanıyor. İnsan-ı kâmil işte bu iki daireyi dolaşan kimsedir. Yani varlıkta tur atmıştır. Gayba gitmiş ve gaybdan tekrar şuhûda gelmiştir. Eğer bu ikisinden biri eksik olursa insan kâmil olamaz.   

 

Laricanî: Soru tam da burada üstat. Yani işin zorluğu kendini burada gösteriyor. Evet insan kendindeki akıl adlı hakikati hissediyor; ancak bu âleme doğru gitmek, çok zor bir iştir. Sühreverdî de şunu dile getiriyor: Zikir ehli olmayan biri için insanın kendi içine yönelmesi mümkün değildir. İşte bu yüzden de bizim bâtınî seyr-u sülûkumuz, zikir ehlinin yani “pir”in yönlendirmesiyle sınırlandırılmıştır. Bu durum seyr-u sülûkta “pir”in yerini ve konumunu göstermiyor mu?

 

Üstat Dînânî: Evet kesinlikle öyle. Arz ettiğim gibi pir, insan-ı kâmildir. Pir, o yolu gitmiş olan kimsedir. Yani zorluklarını tatmıştır, tehlikelerini göğüslemiştir, menzillerin yolunu yordamını bilir.

 

Bé mey seccade rengin kon geret pir-i mugan guyed  

Ké salik ne buved z' rah-é resm-é menzilha

 

Eğer sana Pir söylüyorsa, seccadeyi içkiyle boya

Çünkü salik menzillerin yolunu yordamını bilmez.

 

Peygamberler yolun pirleridir. Allah'ın velileri, yolun piridirler. Elbette velinin tanınması, nasıl tanınacağı ayrı bir bahistir. Ancak Allah'ın peygamberleri pirdirler, semavi kitaplar bize bunu göstermiştir. Peygamberler yaptıklarıyla gözümüzün önündedir. Veliler de vardı, tarikat büyükleri de vardı ve ne mutlu ki onların eserleri de elimizdedir. Bunlar menzillerin yolunu yordamını biliyorlardı ve bu yolları geçmişlerdi. Biz eğer onların sözlerini bilir ve onlara uyarsak o yolda gideriz.

 

Fakat bunların şartı, öncelikle kendi bilincimize varmaktır. Daha önce de arz ettiğim gibi biz eğer kendimizi tanımazsak bâtın yolunun kendi içimiz olduğunu bilemeyiz. Daha önce de dediğim gibi biz kendi bâtın yolumuzu dışarıda arıyoruz. Hâlbuki bâtın yolu dışarıda değildir. Ben Hâfız'dan başka bir beyit okuyayım. Allah, Hâfız'a rahmet etsin, gerçekten müthiş bir insandır. O diyor ki:

 

Huzur-é ger hemé khahi z'u gafil me şov Hafız

Meta ma telka men tehva dae'd dünya ve ehmilha.

 

Hafız, daimî bir huzura ermek, sevgiliye vâsıl olmak istiyorsan O'ndan, dolayısıyla kendinden gafil olma. (Kendini bilen, Rabbini bilir.)

 

Sevdiğine ulaşınca da artık dünyayı bırak, âlemi terk et.

 

Eğer huzuru istiyorsan, kendine doğru git. Huzuru kendinde bulmalısın. Bu çok önemlidir. Sühreverdî de bunu söylüyor. Bana göre Hâfız bu sözü Sühreverdî'den almıştır. Bana göre Hâfız, Sühreverdî'yi tamamen okumuştu. Çünkü Sühreverdî'nin tüm mesajları, insanın huzur makamına yöneliktir.

 

Huzur, insanın bâtınıdır. Bu, bugünün dünyasının kulak vermek istemediği şeydir. Bugün bâtından söz etmek istediğimizde, boğazına kadar zâhire batmış olanlar, bâtına hiçbir şekilde dikkat göstermiyorlar. Siz bâtından söz ettiğinizde onlar, iç organlarını anlıyorlar. Organlar insanın bâtını değildir, bizim bâtınımızı bulabilmemiz için kendi içimize, derûnumuzdaki sırr-ı süveydaya yönelmemiz gerekir. Ancak bu yönelişi ve dikkati kazandığımız zaman büyüklerin bâtınla ilgili sözlerini hakkıyla anlayabiliriz.

 

Bakınız Mevlânâ'nın şiirlerini herkes okuyabilir; ancak herkes onun muhtevasını doğru anlamıyor. Şu an yapılan bazı tefsirler de onu zâhirî olarak tefsir ediyor. Sadece zâhirle bir yere ulaşılamaz. Hâfız'ın şiirleri de öyledir…

 

Bu şiirler, onları kimin okuduğuna göre anlam kazanıyor. “Hâfız, daimî bir huzura ermek, sevgiliye vâsıl olmak istiyorsan kendinden gafil olma” diye okuduğumuzda zâhir ehli birisi buradaki huzura nasıl bir anlam veriyor? Diyor ki huzur, birilerinin bir yerde toplanıp oturması, konuşup gülüp eğlenmesidir. Bu huzur değildir.

 

Bakın bugünün dünyasının kulağı bâtına çok fazla açık değildir. Bâtını çok az dinliyor, belki her zaman böyleydi. Bizim her zaman iki göze sahip olmamız gerekir. Hem bâtınî hem de zâhirî göze sahip olmalıyız. Bu iki gözü kullanmazsak takılır kalırız. Salt bâtında kalıp zâhirden gafil olmak tehlikelidir. Zahire gark olup bâtından gafil olmak da aynı şekilde tehlikelidir.

 

Laricanî: Konu hararetlendi ancak bizim programın süresi de sona erdi. İnşallah diğer konuları da önümüzdeki programda ele alırız. Yeni bir programda görüşmek umuduyla tüm izleyicilerimize hoşça kalın diyoruz.

 

        

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=d8W_RrDnOdQ