İbrahimi Dinani: Mahiyet ve Varlık İlişkisi

İbrahimi Dinani: Mahiyet ve Varlık İlişkisi
“Allah kayısıyı kayısı kılmadı, kayısıya varlık (vücud) verdi.” (Ma cealellâhu…) Bunun anlamı şudur: Allah kayısılığı yaratmadı, kayısının varlığını yarattı. İşte bu, tüm açıklığıyla varlığı asıl kabul edenlerin (esas alanların) sözüdür.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî:

 

Yüz göster ve kendi varlığımı hatırımdan çıkar

Harmanı yanmış olanları, söyle rüzgâra götürsün

Biz gönlü ve gözü senin aşkının bela tufanına vermişiz

Söyle keder seli gelip varlık evini temelinden götürsün

 

 

Bismillahirrahmanirrahim. Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının daimî takipçileri. Siz değerli izleyicilerimizin Üstat Dinanî'nin “Mahsustan Makul'a” adlı kitabıyla ilgili sorularınız çerçevesinde şu noktaya gelmiştik:

 

Üstat Dinanî, kitabında diyor ki: “İbn Sina'nın eserlerine aşina olanlar, onun şu konudaki meşhur sözünü çok iyi bilirler. O şöyle demiştir: Allah Teâlâ, kayısıyı kayısı kılmadı, onu sadece var etti.” Şimdi burada şu soru akla geliyor: Acaba bu söz, mahiyetin yaratılmış bir şey olmadığı anlamına mı geliyor?  

 

Üstat Dinanî: Bismilahîrrahmanirrahim. Evet, soruyu soran sayın izleyicimiz çok iyi bir noktaya dikkat çekmiş. Bu mesele basit değil, gerçekten önemli bir meseledir. “Acaba mahiyet mi asıldır yoksa varlık mı?” konusu, Müslüman filozoflar hatta dünyadaki filozoflar arasında çok eskilere dayanan bir tartışmadır. Bu, varlığın veya mahiyetin esas oluşu tartışmasıdır.

 

Bu mesele hem basit hem de çok çok ince bir meseledir. Her şeyden önce “varlık” (vücud) ve “mahiyet”i açıklayalım. Böylece öncelikle onun sorusu sonra da bizim bu soruya vereceğimiz cevap anlaşılabilsin. Ve tabii İbn Sina'nın sözü de… 

 

Bakınız, biz bu âleme baktığımız zaman cansız, bitki veya hayvan olarak birçok varlık görürüz. Karga, güvercin, dağ, deniz vs. Her varlığın (mevcud) bir ismi ve ismin dışında bir mahiyeti ve hüviyeti vardır.

 

Denizin hüviyeti çölün hüviyetinden, karganın hüviyeti güvercinin hüviyetinden farklıdır. Cevher ve zat olarak bunlar birbirilerinden farklıdır. O halde tüm varlıklar (mevcudat) türsel olarak, birbirinden cevherî olarak farklıdır. Ancak bunlar varlıksal olarak yani var olmaları bakımından farklı değildirler.

 

Karga varlığa sahip olduğu gibi güvercin de varlığa sahiptir. Sinek var olduğu gibi dağ da vardır. Dağ büyüktür, sinek ise küçüktür. Atom var olduğu gibi dağ da vardır. Varlık varlıktır, sonuç itibariyle dağ kemiyet olarak büyüktür, atom kemiyet olarak küçüktür. O halde var olma bakımından tüm mevcudat müşterektir.

 

Ancak zat, unvan ve mahiyet bakımından aynı değildirler. Karga güvercin değildir ve güvercin karga değildir, deniz çöl değildir ve çöl deniz değildir. Yani ortak oldukları şey varlıktır, farklı oldukları şey ise mahiyettir. Buraya kadar anlaşıldı sanırım.

 

Şimdi şu soru gündeme geliyor: Acaba Allah eşyanın mahiyetini mi yarattı, yoksa varlığını (vücud) mı yarattı?

 

Laricanî: Varlığını yarattı.

 

Üstat Dinanî: Allah denizi deniz mi yaptı yoksa denize varlık (vücud) mı verdi? Aynı soruyu karga, güvercin, deniz, çöl vs. diğer tüm varlıklar (mevcudat) için de sorabiliriz. Varlığı (vücud) asıl kabul edenlere göre Allah, onlara varlık verdi.

 

Sizin demin okuduğunuz İbn Sina'nın meşhur sözü de bunu söylüyor. Molla Sadra varlığın asıl olduğunu kabul eder; ama İbn Sina, Molla Sadra'dan çok önce varlığı asıl kabul ediyor. Şimdi sizin okuduğunuz bu cümle de onun varlığı esas aldığını gösteriyor. Her ne kadar o açıkça varlığı asıl kabul ettiğini söylemiyor olsa da işte bu cümlesi oldukça açıktır.

 

Bu sözü çok meşhurdur ve tüm kitaplarında da vardır. O, bin yıl önce buyuruyor ki: “Allah kayısıyı kayısı kılmadı, kayısıya varlık (vücud) verdi.” (Ma cealellâhu…) Bunun anlamı şudur: Allah kayısılığı yaratmadı, kayısının varlığını yarattı. İşte bu, tüm açıklığıyla varlığı asıl kabul edenlerin (esas alanların) sözüdür.   

 

Laricanî: O halde mahiyet, kılınmış (mec'ul) ve yaratılmış (mahlûk) değildir.

 

Üstat Dinanî: Mahiyet kılınmış ve yaratılmış (mahlûk) değildir; ama mahiyetin varlığı yaratılmıştır. Mahiyet zaten kendi başına mevcut değildir. Yani güvercin mevcut olmasaydı güvercin olma unvanı mevcut olabilir miydi? Olamazdı.

 

Şimdi bir örnek vereyim. Mesela Anka'yı düşünün. Siz Anka'ya dair bir tasavvura sahipsiniz. Nitekim şiirlerini de okursunuz. Anka, hayalî bir kuştur. Biz onu kanatları büyük, işte gagası şöyle vb. diye bir kuş olarak tasavvur ederiz. Yani biz ona bir mahiyet tasavvur ederiz. Ancak Anka diye bir kuş mevcut değildir.  

 

Anka mevcut değildir, hayalîdir. O halde mahiyetini tasavvur edebiliriz; ancak mevcut değildir. Dolayısıyla mahiyetler mevcut değildir, onlara bu verilir. Ancak tasavvur ve taakkula elverişlidirler.  

 

Allah Tebarek ve Teâlâ'nın ezelî ilminde mahiyetler vardır. Buna “ayn-ı sabit” deniyor. Allah ezelde, âlemi yaratmadan önce her şeyin bilgisine sahipti. Onlar henüz mevcut değildi; ama Allah, ezelî ilminde her şeyi biliyordu. Bu mahiyetler, Hak Teâlâ'nın ilminde ilmî olarak hazırdı. İşte bu ilmî olarak hazır olmaya (huzur-ı ilmî) “ayn-ı sabit” deniyor.   

 

Yani Allah neyi yaratacağını biliyordu. Bildiği şeyleri de var etti. İşte varlığın veya mahiyetin esas alınması tartışmasının esası budur. Bu tartışmanın kapsamı oldukça geniştir; ama şimdi bu felsefî konulara girmek istemiyoruz. Buna sadece soru soran sayın izleyicimize cevap olması bakımından özetle değindim.

 

İbn Sina'nın bu sözünden, onun varlığı esas aldığı sonucu çıkıyor. Yani diyor ki Allah eşyaya varlık verdi; ancak eşya var olmadan önce o Allah'ın ilmindeydi. Ve buna da “ayn-ı sabit” denir.

 

Laricanî: Mevlâna çok güzel ifade ediyor:

 

Munbasit bûdîm o yek cevher hemé

Bî ser o bî pâ bûdîm ân ser hemé

Yek govher bûdîm hem çon afitâb

Bî girih bûdîm o sâfi hemçu âb

Çun bé sûret âmed ân nûr-é séreh

Şod aded çun sâyeha-yé kongere

Kogere vîrân konîd ez mancınîk

Tâ reved fark ez miyân-é în farîk.

 

 

Hepimiz yayılmıştık ve tek bir cevherdik

Orada başsız ve ayaksızdık

Bir cevherdik tıpkı Güneş gibi

Düğümsüzdük ve saftık tıpkı su gibi

O güzel ve latif nur suret kazanınca

Sayı oldu tıpkı kale burçlarının gölgesi gibi

Mancınıkla o burçları yıkın ki

Bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

 

Üstat Dinanî: Çok güzel bir örnek verdiniz. Bu benzetme gerçekten çok doğru. Zira Güneş bu âleme ışıklarını yansıtıyor; ama şu evin, bu evin, şu köyün, bu köyün, doğunun, batının ışığı birbirinden farklıdır, öyle değil mi? İşte bu farklılıklar işte bu duvara dair taayyünlerin vasıtasıyladır. Işık aynı ışıktır; ancak her yerin kendi istidadına göre parlıyor.    

 

Hak Teâlâ'nın yaratma emri olan “kun” (ol) bir lafız değildir. Arifler ona “Rahman'ın nefesi” (Nefesu'r-Rahman) derler. Arifler buna neden Rahman'ın nefesi diyorlar? Ariflerin söylediği sözün Kur'ânî veya İslamî bir kökeni vardır. Zira Hak Tebarek ve Teâlâ, yaratmanın başından yani insanın yaratılmasından bahsederken Kur'an'da “ona ruhumuzdan üfledik” diyor.

 

Şimdi burada şu sorun ortaya çıkıyor: Allah nefes almaz, nefes insanın ciğerlerini havayla doldurmasıdır. Bizim hayatımız nefes almamıza bağlıdır. Nefes almazsak yaşayamayız. Allah ise nefes almaz, Allah cisim değildir. Peki o zaman Allah'ın ruhundan üflemesi, (nefha) ne anlama geliyor? Bunu tefsir etmemiz, açıklamamız gerekir.

 

“İlahî nefha” yani Allah'ın ruhundan üflemesi, kelimenin doğal anlamıyla nefes değildir. Ariflerin de Rahman'ın Nefesi dediği, Allah'ın iradesidir. Şimdi ben soru soran sayın izleyicimizin dikkatine sunmak için bir benzetme yapayım. Ben önce insanla başlayayım, böylece Hak Teâlâ'nın yaratması açıklık kazansın:

 

Siz konuşuyorsunuz, örneğin ben şu an konuşuyorum. Benim konuşmalarım cümlelerle oluyor. Yani şu an kurduğum cümlelerle oluyor. Mesela ‘‘bu masadır”, “hava soğuktur” dediğimde bunları cümleler halinde söylüyorum. Bu cümleler harflerden oluşuyor. Peki harfleri çıkarabilmem ve a, b, c, d vs. diyebilmem için nefes almam gerekmiyor mu? Nefes almadan harfleri söyleyemem.

 

Harfler ise seslerin sembolüdür. Yani seslerden oluşmuştur. Eğer nefes olmazsa ses olabilir mi? Olamaz. O halde nefes aldığımızda, gırtlaktan dudaklara kadar olan mesafede nefesimiz hançeremizde ses tellerine çarpıyor ve bu sesler ortaya çıkıyor.

 

Mesela “B” derken iki dudak birbirine değiyor. Fakat “H” dediğinizde dudaklarınız birbirine değmiyor; ama gırtlağınızdan çıkıyor. O halde kimilerinde gırtlak, kimilerinde iki dudak, kimilerinde ise hem gırtlak hem de dudaklar hareket ediyor.

 

O halde gırtlaktan dudaklara kadar olan mesafeden kaç harf çıkıyor? 23, 25, 28 veya daha fazla. Yani İngilizce, Fransızca vs. tüm diller için bu böyledir. O halde nefes almak, harflerin taayyünleridir. Taayyün kelimesini kullandığım için dehşete düşmeyin. Yani bu nefes, mahreçten bir taayyün buluyor. Böylece B, C, D vs. oluyor. Bunlar benim nefesimin taayyünleridir.

 

Peki nefes niçin taayyün buluyor? Çünkü bu mahreçlere çarpıyor. O halde Hz. Âdem'den kıyamete kadar her insan konuştuğunda gırtladığından dudaklarına kadar olan mesafedeki nefesi insanın taayyünleridir. Demek ki nefes almasaydık ve seslere, harflere sahip olmasaydık konuşamazdık.

 

Şimdi gelelim âlemdeki varlıklara yani mevcudata… Atom ve hücrelerden, dağlara ve galaksilere kadar tüm mevcudat, tıpkı bizim konuşmamızın harfleri gibidir. Bizim harflerimiz, 30, 40 tane kadardır; ancak varlıklar, mevcudatın sayısı kadardır.

 

İşte bunlar Allah'ın nefes almasıdır. Allah'ın üflemesi bir andır. Ancak Allah'ın bir anlık üflemesinin taayyünleri; deniz, çöl, dağ, sinek, aslan vs. sayısızdır. İşte bunlar Rahman'ın Nefesi'nin taayyünleridir.

 

Rahman'ın Nefesi ses, soluk, hava değildir, peki Allah'ın nefesi nedir? Allah'ın iradesidir, Allah'ın ilmidir. Allah'ın “kun” yani “ol” demesi, Allah'ın iradesidir. Allah'ın iradesinin müteallikleri, taayyünler bulur ve bu taayyünler de âlemdeki mevcudattır. Ariflerin “vücudî kun”u (varlığa ol denmesi) dediği şey işte budur.

 

Arifler “vücudî kun” diyorlar. Yani Allah “kun” (ol) diyerek onlara varlık verdi. İşte bu “kun”a “vücudî kun” adı veriliyor. Bu, itibarî değildir. Örneğin benim bir şeye ol dememle bir şey olmuyor; çünkü benimki itibar âlemidir. Fakat Allah'ın “kun”u (ol demesi) O'nun iradesidir.

 

Hak Teâlâ'nın iradesiyle her şey var oluyor. Şimdi burada yeni bir konu gündeme geliyor. Acaba şu anda âlemdeki varlıkların sayısı ne kadardır? Kuşkusuz hesaplanamayacak kadar çoktur. ‘‘Varlıklar ne kadardır, hücreler ne kadardır?'' bunları biz bilmiyoruz; belki bilgisayarlar hesaplayabilir.     

 

Şu an var olması gereken her şey var mıdır? Birçok şey şu an yoktur; ama gelecekte var olabilir. Öyle değil mi, şu an yoktur; ama gelecekte var olabilirler. Bütün bunlar Allah'ın iradesidir. Gelecekte ne kadar varlık ortaya çıkacak kim bilebilir? Şu anda var olanların sayısını dahi bizler bilmiyoruz.

 

Gelecekte var olması mümkün olan şeyler mütenahi (sınırlı/sonlu) mi yoksa gayri mütenahi (sınırsız/sonsuz) midir?

 

Laricanî: Eğer var olması mümkün ise demek ki mütenahidir.

 

Üstat Dinanî: ‘‘Olması mümkündür'' neden mütenahi olsun; gayri mütenahi olması mümkün olamaz mı? Peki eğer gayri mütenahi mevcut olabiliyorsa, gayri mütenahi şu an mevcuttur, buna hayır diyebilirsin. Bilfiil olarak gayri mütenahi mevcut değildir.   

 

Laricanî. Sayıları bakımından mı kendisi mi?

 

Üstat Dinanî: Hayır, yani eğer şimdi gayri mütenahi varsa siz doğru söylüyorsunuz; ancak ‘‘şu an gayri mütenahi bilfiil olarak mevcuttur'' diyemezsiniz. Bilfiil olarak var olanlar sınırlıdır; ama biz onları sayamıyoruz. Peki gelecekte de mütenahi olacağını söyleyebilir misiniz? Bunu bilemeyeceğinize göre gayri mütenahi olması da mümkün olabilir.  

 

O halde gayri mütenahi bilfiil olarak yoktur; ancak mümkün olarak var olabilir. Yani biz şu kadar var olacak diye bir sınır koyamayız.  Biz geleceğe bir sınır tayin edemeyiz. Bunu yapabilir miyiz, kim geleceğe sınır tayin edebilir? Demek ki gayri mütenahi de gelebilir. Fiilen gayri mütenahi yoktur, bilfiil olarak mevcut olanlar mütenahidir.

 

O halde soru soran izleyicimizin sorduğu “vücudî kun” Hak Teâlâ'nın iradesidir. O her neyi isterse onu var ediyor. Allah'ın ne kadar irade ettiğini de bizler ölçebilecek durumda değiliz. Allah'ın isteğini, Allah'ın kendisi biliyor. Allah'ın isteği mutlaktır ve önünde bir engel yoktur; bizim isteklerimizin ise önünde bir engel vardır. Ben çok isteğe sahip olabilirim; ama bunları gerçekleştiremiyorum. Neden? Çünkü benim ayaklarımı bağlayan bağlar vardır.

 

Sayın Laricanî, bizim ayaklarımızda görünmeyen bağlar da vardır. Bakınız bizler elimizi ayağımızı bağlayan bazı bağları biliyoruz. Örneğin ben kanadım olmadığı için uçamayacağımı biliyorum. Yine mesela bazı şeyleri bilmediğim için görüş belirtemiyorum. Biz varlığımızdaki bazı bağları biliyoruz. Uçamıyorum, bundan fazlasını bilmiyor ve bundan daha fazlasını yiyemiyorum. Yani bazı şeyleri bir ölçüde biliyoruz.

 

Ama ayaklarımızda bazı bağlar da vardır ki onlar görünmezdir. Onların ne olduğunu kendimiz de bilmiyoruz. Ayağımızı bağladığı halde bizim bilmediğimiz o bağlar ne kadar fazladır biliyor musunuz? Çok çok fazladır, ayağımızı bağlayan o kadar çok bağ var ki biz onları tanımıyoruz. Elimizi ayağımızı bağlayan bağlar sandığımızdan çok daha fazladır.    

 

Laricanî: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Laricanî: Üstat, çok ince bir noktaya işaret ettiniz. İnsanın kendisinin de bilmediği engelleyici bağları vardır. O bağlar yokluğa aittir, yani göze gözükmüyorlar.

 

Ma ademhayim o hestiha-yi ma

To vucud-é mutlaqi fani numa.

 

Biz yokluklarız ve bizim varlıklarımız

Mutlak varlık sensin faniyi gösteren.

 

Mevlâna'nın terennüm ettiği bu beyit gerçekten de doğru. Yani her an yeni bir tecellide bulunan Allah'tır. Öyle değil mi üstat?

 

Üstat Dinanî: Evet, aynen öyle. Hak Teâlâ'nın sürekli tecellileri gayri mütenahidir. Elimizi ayağımızı bağlayan görünmez bağlara dair söylediklerim umut kırıcıdır. Ama şimdi umut verici bir şey söyleyeyim. Çünkü elimiz ve ayağımızda görünmez bağların olduğunun söylenmesi oldukça ağır ve sıkıntılı bir şeydir ve insanı umutsuzluğa düşürebilir.

 

Ancak umut verici bir söz daha var ki insan varlığının şaşırtıcılığı biraz da bundandır: İnsanın özgürlüğü de nihayetsizdir. İnsan ne kadar özgürdür? Siyasi veya toplumsal olarak söylemiyorum. Toplumsal olarak birçok şeyi yapamıyor olabilirsiniz. Evet toplumsal olarak canımızın her istediğini yapamayız.

 

Ancak kendi düşünce âleminizde ne kadar özgürsünüz? Daha fazla bir şey istemeyeceğiniz bir noktaya ulaşabilir misiniz? İstekleriniz ne kadardır? Ne kadar istekte bulunabilirsiniz? Bunları gerçekleştiremeyebilirsiniz, bunları gerçekleştirmek ayrı bir konudur. Belki bunları hiç gerçekleştiremeyeceksiniz. Ancak düşüncenizin özgürlüğü nereye kadardır?

 

Ne kadar ilim kazanabilirsiniz? ‘‘Ben bundan daha fazlasını bilemem'' diyebileceğiniz bir nokta var mıdır? Bunlar sınırsızdır. İnsanın bu özgürlüğü ve bilgisi hayret vericidir. Beşer, zatı itibariyle özgürdür. Bu bağları ve zincirleri elimize, ayağımıza biz vuruyoruz.

 

Toplumumuz da zincir vuruyor, bazen kendimiz de zincir vuruyoruz. Fakat biz, kendimize zincir vurmazsak ve toplumumuzun bize nasıl zincir vurduğunu dikkate almazsak insanın düşüncesinin haddi hesabı yoktur. Evet, bu umut vericidir; ama bununla birlikte bir tehlikeye daha dikkat çekmek gerekir.

 

Bizler şu an iyi bir hayat yaşıyoruz. Bunu eskiden söyleseydik, belki bazı kimseler kabul etmeyebilirdi. Bugün bilimin ilerlediğini görüyoruz, öyle değil mi? Bilimin 24 saat içindeki gelişmesi bile ne kadar fazladır. Bunlar gerçekten daha önce eşi görülmemiş gelişmelerdir. Elbette gelişiyoruz ve bu sevindiricidir.

 

Ancak tehlikeli bir ihtimal var. Yani acaba şöyle bir ihtimal yok mu? İnsanın bilgisi öyle bir noktaya gelebilir ve öyle bir şey yapabilir ki o şey bilimin kendisini yok edebilir. Şu an adeta bunun eşiğindeyiz. Mesela şu an yapılmış olan atom bombası, bilimin eseridir. Hatta belki bilmediğimiz ondan daha kötüleri de vardır.

 

Eğer bu bombalar, yerkürenin tamamında patlayacak olursa geriye ne kalır? Acaba bilim kalır mı? O halde bilim bu gücü ve kapasitesiyle daima bu tehlikeyle karşı karşıyadır.  İnsanlık da -bilimin bu yönü doğrultusunda- daima bu tehlikeyle karşı karşıyadır. İnsanlık eğer akılcılıkla ilerlerse bu iyi bir şeydir. Yani maslahatı düşünür ve bu tehlikeli işleri yapmazsa... Ama şu an örneklerine tanık olduğumuz gibi başıbozuklukla ilerlerse daima tehlikeyle karşı karşıyayız.

 

Allah'ın ilminin tehlikesi yok ama bizim ilmimizin tehlikesi vardır. Allah her zaman maslahata uygun olanı yaratıyor. Allah'ın ilmiyle ameli birdir. Amelî (pratik) ve nazarî (teorik) akıl ayrımı Eflatun'dan bu yana hep söz konusu edilir. Deniyor ki insan, amelî ve nazarî akla sahiptir.

 

Allah'ta nazar ve amel birdir. Bizde ise iki tanedir; çünkü nazarımız ile amelimiz farklıdır. Bakınız bizde tüm insanların kullandığı iki kelime var. Onlardan biri “hak”, diğeri de “hayır”dır. Filan şey haktır, filan söz haktır vs deriz. Bazen de hayırdır, yani iyidir deriz. “Hak” ile “hayır” arasındaki fark nedir?

 

Hak olan her şey hayırsa ve hayır olan her şey hak ise o zaman bu ayrımın sebebi nedir? Demek ki bazı yerlerde hayır, hak değildir (gerçek olan, reel olan her şey iyi olmayabilir). Eğer bir olsaydı bu ayrım yanlış olurdu. Hak Teâlâ'nın kendisi haktır ve hayırdır. Allah'ta bunun ikisi birdir; ama iş insana geldiğinde iki oluyor.

 

İnsan hem mülke hem de melekûta aittir. İşte tehlike insanın bu iki yönlülüğünden dolayıdır. İnsan hem dünyevî ve uhrevîdir, hem mülkî ve melekutî, hem de ruhî ve bedenîdir. İnsanın bu iki yönlü oluşu hem bir meziyet hem de bir tehlikedir.

 

Laricanî: Üstat insanın sonsuz isteklere sahip olduğundan kuşku yok. Düşüncesinin sınırsızlığının sebebi de bu. Fakat bu isteklerin ve arzuların onu esir etmesi de mümkündür. Yani o sonsuz şeyler istediği gibi onların esiri de olabilir.

 

Üstat Dinanî: Evet, insan dışsal zincirlerin esiri olmaktan çok daha fazla içsel zincirlerinin esiridir. İnsan özgürlük iddiasında bulunuyor, bunu yapabilir ve gerçekten de özgür olabilir. Zaten özgürlük insana özgü bir şeydir. Diğer varlıklar değil insan özgürlüğü anlayabilir.

 

Fakat insan özgür olduğu ve özgürlüğü anlayabildiği, ona değer verdiği ölçüde içsel esaretlere de sahiptir. Yani nefsinin ve makul olmayan arzularının zinciriyle ayakları bağlıdır. Kendini nasıl kurtarabilir?

 

Laricanî:

 

Bend bogsel, bâş âzâd ey péser

Çend bâşi bend-é sîm o bend-é zer.

 

Bağı çöz, özgür ol ey oğul

Ne zamana kadar altın ve gümüş bağının esiri olacaksın.

 

Üstat Dinanî: Bu zincirlerden kurtulmak çok zordur. Altın ve gümüş zincirleri, tanınan bilinen zincirlerdir. Ancak tanınmayan, bilinmeyen istekler de birer zincirdir.

 

İnsanın Allah yolundaki cihadı, insanın bu zincirlerden kendini kurtarmasıdır. Tıpkı Mevlâna'nın şiirinde dediği gibi “Bağı çöz, özgür ol ey oğul, ne zamana kadar altın ve gümüş bağının esiri olacaksın!” Heva ve heves, makam, riyaset, bencillik bağının… Bu bağlar öyle bir iki tane değil ki!

 

İnsan için en iyi şey, yani insanı kurtarabilecek tek şey yine bilinçtir. İnsan bununla bu bağları tanıyabilir ve meselelerini halledebilir. Eski hekimlerin güzel bir sözü vardır: Eğer tek bir problemi çözerseniz, o çözdüğünüz tek problem, birçok problemin çözümünü sağlar.

 

Kendisi çözüldüğünde tüm problemlerin çözülmesini sağlayan problem nedir? İnsanın kendi problemini çözmesidir. İnsan bir gözlemcidir, çevresini gözlemler, laboratuvarda incelemekte olduğu şeyi gözlemler. İnsan gözlemlemeye başladığı andan itibaren artık gözlemci, gözlem ortamından çıkmıştır. Zira masaya baktığınız anda artık kendinizi değil masayı görürsünüz.

 

O halde daima eşya bizim gözlemimizde yer alıyor ve biz gözlemci olduğumuz için gözlem ortamının dışında kalıyoruz. Gözlem ortamının dışında kaldığımız için de kendimiz çözümlenemiyoruz. Yani kendi problemimiz çözülmüyor. Kendi problemimiz de çözülmeyince başka hiçbir problem çözülemiyor.

 

Laricanî: Sonuç olarak insan bu güce ve özgürlüğe sahip olmakla birlikte bu problemler de insanın her zaman karşısındadır. Allah Kur'ân'da buyuruyor ki: “Ya eyyuhellezine amenuttekullahe hakka tukatihi” (Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının.)  (Âl-i İmrân, 102)

 

Allame Tabatabai, bu ayetteki “hakka tukatihi” ifadesini “tüm bağlardan kendinizi kurtarın” şeklinde tefsir ediyor.

 

Üstat Dinanî: Ayetteki “tukatihi” yani sakınmak, takvalı olmak, bağlardan özgürleşmektir. “Vekaye”, kendini bağlardan korumaktır. “Hakka tukatihi” yani ‘‘hakkıyla bağlardan özgür olun'' demektir. Bu da çok zor bir şeydir.

 

Laricanî: Yani iman yeterli değil, takvalı da olmak gerekir. Ayrıca takvalı olmak da yeterli değil, “hakka tukatih” yani ‘‘hakkıyla takvalı olmak'' gerekir.

 

Üstat Dinanî: Evet “Hakka tukatih” için hakkani olmak gerekir.

 

Laricanî: Burada da ariflerin “kendinden dışarı çık” şeklindeki sözü akla geliyor.

 

Üstat Dinanî: İnsan gerçekten çok hayret verici bir varlıktır. “İlahî nefha” konusuna değinmiştim. Nefha, doğal bir nefes değildir; ilahî tecelli ve iradedir. Eğer bir kimse daima ilahî tecellileri görürse o artık özgürleşmiş, kurtulmuştur. Allah'ın tecellisini görmek; Allah dışındakilerden kurtulmak ve Rahmanî olmak demektir.

 

Ancak Allah'ın tecellisini kavramak bilinç gerektirir. Bilinç kazanmak ise duyularla algılanan şeylere gömülmekle olmaz. Duyu aşamasından biraz öteye geçmek ve akıl aşamasına geçmek gerekir.  

  

İlahî nefha ve Allah'ın feyzi bir an mevcut olup bir an olmayan bir şey değildir. Bunlar daimîdir. Allah'ın feyzi asla kesilmez, Allah her zaman feyzini yayar, sorun bizim alıcılarımızdadır. Eğer biz daimî alıcı olursak, ilahî nefhayı ve feyzi daimî olarak alırız. Fakat biz gafiliz, gaflet bizden kaynaklanmaktadır; çünkü feyz daimdir.

 

Hâfız ne kadar güzel söylüyor:

 

Bende-yé pîr-é hârâbâtem ké lotfeş daimest

Ver ne lotf-é şeyh o zâhid gâh hest o gâh nist.

 

Lütfu daim olan bir harabat pirinin bendesiyim

Zira şeyh ve zâhidin lütfu bazen vardır bazen yoktur.

 

Evet, daimî olana yönelmek gerek. Ebedî olandan başkası için riyazet çekme. Ebedî olandan başkası insanı mutlu edebilir mi? İnsana ne verebilirsin ki memnun olup artık ben bundan başkasını istemiyorum diyebilsin? Ebedîlik, sadece ebedîlik, insana istiğna kazandırabilir. İnsan ebedîlikten başka ne isteyebilir? Ebedîlikten başka bir şey yoktur ki. Bu âlemdeki varlıklar (mevcudat) Rahman'ın Nefesinin taayyünleridir.

 

Biz bu duvarların ve kapının muhasarası altındayız. Kapıyı açıp veya duvarı yıkıp çıkabiliriz. Ama bizi en çok muhasara eden ve dışarı çıkmamızı zorlaştıran şey cehalet ve cehaletten kaynaklanan isteklerdir. Cehaletten kaynaklanan isteklerimizin muhasarasını neyle kırabiliriz? Bu muhasarayı kırmak, duvarları ve kapıları kırmaktan daha zordur. Biz daha çok kendi kuşatmamızın altındayız.

    

Laricanî: Üstat çok istifade ettik. Yeni bir programda buluşmak dileğiyle, üstadımızla birlikte hepinizi Allah'a emanet ediyoruz.

  

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

https://philosophyar.net/marefat/07-april-2017/