İbrahimi Dinani: Hz. Peygamber'in manevi ve bâtınî makamı

İbrahimi Dinani: Hz. Peygamber'in manevi ve bâtınî makamı
Attâr işte burada diyor ki Hz. Hâtemü’l-Enbiyâ’nın zâtı, Hak Tebârek ve Teâlâ’nın Esmâü’l-Hüsnâ’sıdır. Yani Allah’ın en güzel isimlerinin, kemâl, cemâl ve celâl sıfatının, kısaca Allah’taki tüm güzelliklerin tam mazharı Hz. Peygamber’in kendisidir. Allah’ın tüm Esmâü’l-Hüsnâ’sı Hz. Peygamber’in mübarek varlığında yer almıştır.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

Meyhane kapısına gitmek renkli bir iştir

Kendini satanlara, mey satanların semtine varacak yol yoktur

Bize uymayan her şey, bizim bedenimizin uyumsuzluğundandır

Yoksa senin lütfun hiç kimseden eksik değildir.

 

Selâm, sayın izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının her zamanki samimi takipçileri. Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ Muhammed Mustafa (s.a.a.) ve İmam Hasan Müctebâ'nın (a.s) melekûtî irtihalleri münasebetiyle hepinize taziyelerimizi arz ediyoruz.

 

Sayın üstat, bu vesileyle Resûl-i Ekrem'in (s.a.a.) faziletiyle ilgili olarak Şeyh Attâr'ın Musibetnâme'sinden bir bölüm seçtik. Şimdi bunu size sunuyorum:

 

Âdem'in nesline farz-ı ayın olan şey

Âlemin en üstünü ve dolunayı olan Muhammed'dir.

Dindarların güneşi, peygamberlerin hocası ve komutanı

O nebi idi, hem içte ve hem de dışta

Dedi ki biz en sonuz ve en önceyiz

Kâinatın imamı ve mercii

Kıyamı da kıyamete kadar mucizedir.

Esma denizinin cevheri O'nun zâtı

Ta ebediyete kadar Hakk'ın davetçisi O'nun daveti.

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Bu önemli münasebet dolayısıyla ne kadar güzel bir şiir seçmişsiniz. Allah kendisine rahmet etsin, Şeyh Attâr'ın Musibetnâme adlı eserinden okuduğunuz bölümde iki cümle çok dikkat çekiciydi. İzin verirseniz ben onlar hakkında biraz açıklama yapayım.

 

Bunlardan birincisi; Hz. Peygamberin zâtını, esma ve sıfat olarak gördüğü cümledir. Bunun ne olduğunu açıklayalım. Bir diğeri de ‘'farz-ı ayın'' ifadesinin geçtiği mısradır. Farz-ı ayın, beşer için gerekli olan şey demektir.

 

Laricanî: “Âdem'in nesline farz-ı ayın olan” diyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, Âdem'in nesli yani ‘'ebediyete kadar'' demektir. Yani ebediyete kadar beşeriyete farz-ı ayın olan yani gerekli olanı Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın sözlerinden dinlemeliyiz. İşte bu sebeple Hâtemü'l-Enbiyâ'dır. Beşeriyete, sonsuza kadar lazım olacak şeyleri buyurduğuna göre demek ki Hâtemü'l-Enbiyâ'dır. Yani peygamberlerin sonuncusudur, peygamberliği sona erdirmiştir. Artık O'ndan sonra bir peygamber gelmeyecektir. Gelmemiştir, gelmeyecektir ve peygamberlik iddia eden de yalancıdır. Hz. Peygamberden sonra biri çıkıp da peygamberlik iddia ederse o açık bir yalancıdır.

 

Peki şimdi ‘'niçin'' diye sorulabilir. Bu şiirde Şeyh Attâr bunun sebebini Hz. Peygamber'in bir hadisinden naklen söylüyor. Hz. Peygamber “Nahnu'l-ahirune's-sabikun” “biz en sonuz ve en önceyiz” buyuruyor. Peki bu ne demektir? Yani biz, peygamberlikte en sonuncuyuz, peygamberliğin sona erdiğini ilan ettik ve peygamberlik bizimle sona erdi. Ancak bir cihetle de diğer peygamberlerden önceyiz. Mana ve bâtın açısından diğer tüm peygamberlerden önceyiz; zaman açısından ise tüm peygamberlerin sonuncusuyuz.

 

Şimdi bana şöyle sorabilirsiniz: “Nasıl oluyor da bir açıdan öncenin öncesi, bir açıdan da en sonuncusu olabiliyor?” Mana, marifet, insanî makam, insanî kemâl açısından en öncedir, birincidir. Zaman seyri, tarihi dönemler açısından ise en sonuncudur ve kendisi peygamberliği sona erdiriyor. İşte “biz en sonuncu ve en önceyiz” ifadesinin anlamı budur.

 

Bir arifin bir şiiri var, Arapçadır, şairinin kim olduğunu bilmiyorum. Onun kim olduğunu unuttum ama ben o şiiri okuyup size açıklayayım. O arif şair bu meseleye çok güzel değinmiş ve çok güzel ifade etmiştir. Şiiri Hz. Peygamberin diliyle söylüyor ve şöyledir:

 

Ben surette Âdem'in oğluyum

Ama mânâda Âdem'den önceyim.

 

Yani ben zâhiren Âdemoğullarından biri olsam da bâtınî olarak ya da marifet ve mana âlemi itibariyle Âdem'den önceyim. Âdem henüz yaratılmamışken ben vardım. İşte bu Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın nübüvvet makamıdır: “Âdem henüz çamur ve su arasındayken ben nübüvvet makamındaydım.”

 

Laricanî: Bunları ne zaman anlayacağız üstat?

 

Üstat Dinanî: Evet, güzel bir soru. İnsan eğer insan-ı kâmil makamının bilincine varırsa o zaman bunları çok iyi anlar. Yeryüzünde yaşayan tüm insanlar saygıdeğerdir; peki ama acaba insan kimdir? İnsan dünyaya geliyor, yiyip içiyor, 50 yıl, 60 yıl, 100 yıl yaşıyor, gündelik hayatını yaşıyor ve ölüyor. Biz insanı anlamıyoruz, bundan daha fazla ne diyelim? Fakat -örneğin- psikologlara sorduğunuzda, onlar bilimsel tecrübelerle size birçok şey söyleyebilirler. Filozoflar, bilim adamları yaptıkları araştırmalar veya deneyimleriyle birçok şeyler söyleyebilirler. Acaba insan günlük hayatıyla, yiyip içmesiyle özetlenebilir mi? Yoksa insanda bunlardan daha fazlası olan bir bâtın, bir sır, bir derûn var mıdır?     

  

Laricanî: Her ne varsa içtedir (derûndadır).

 

Üstat Dinanî: Evet, ama acaba insan içte, bâtında ve akletmede daha yukarı bir aşamaya gidemeyeceği bir noktaya ulaşabilir mi? Yani artık burası yeterlidir mi der?

 

Laricanî: Hayır, insan yeterlidir demez, daha öteye de gitmek ister.

 

Üstat Dinanî: İnsan dışta da yetinmez. Kur'an-ı Kerim'de “dış” afakî ayetler olarak zikredilmiştir. Yani afakta istediğin her yere git, Mars'a git, galaksilere git, âlemin doğusunu ve batısını dolaş. İçsel seyir de yapabilirsin, iç çok daha karmaşıktır, çok daha derindir, derine indikçe derinleşir. Peki acaba sonunu ilan edeceğin bir yere ulaşabilir misin? Hayır, insanın derûnu sınırsızdır, ona bir had belirlemek mümkün değildir.

 

İnsanın birçok kabiliyeti vardır. Sizce insanın sahip olduğu kabiliyetleri arasından en çok hangi kabiliyeti üstündür? Eğer siz bu soruyu bana soracak olursanız ben akletme (taakkul) kabiliyeti derim. Akletme, akıl yürütme kabiliyeti mi daha üstündür, yoksa insanın bizim bildiğimiz diğer kabiliyetleri mi? Akletme kabiliyeti diğer tüm kabiliyetlerden daha üstündür. Çünkü insanın sergilediği diğer tüm kabiliyetler, insanın akletme kabiliyetinden doğmaktadır.

 

O halde akletme kabiliyeti insanın ulaşabileceği veya sahip olduğu en üstün kabiliyettir. İnsan bu konuda ne kadar ilerlerse bu yolda da o kadar ilerler. Akletme yolunda ne kadar ilerlersen ilerle onun sonu yoktur. Pekâlâ, akletmeyi en üstün kabiliyet olarak görüyoruz. Ancak acaba duyularımız önemsiz midir? Yani duyularla algıladığımız şeyler (mahsûsât) akılla bilebildiğimiz şeylerden (makûlât) daha aşağı düzeyde olduğuna göre acaba biz makûlâtta veya akıl yürütmede çok çok ilerlersek mahsûsâta artık ihtiyaç duymaz mıyız? Asla, hayır.

 

İnsan bilimsel tecrübelerde, akli ve felsefi düşüncede ne kadar ilerlerse ilerlesin, duyulara olan ihtiyacı ortadan kalkmaz. İnsanın büyüklüğü biraz da buradadır. İnsan hayatta olduğu sürece duyulara olan ihtiyacı ortadan kalkmaz; insan beş duyuyu kullanır. Ancak idrâkin ilk basamağı olan beş duyu ile başlarsınız, bu basamakları birbiri ardınca geçerek yükselirsiniz. Vehim, hayal derken akıl gelir; ancak akıl da kendi içinde basamaklara sahiptir. Aklın bu basamaklarını da birbiri ardınca çıkarak yükselirsiniz. Bu yol bu şekilde devam etmektedir.

 

O halde insanın en büyük kabiliyeti akletmesidir fakat insanın bu yüce akledişi duyulara ihtiyaç duymaktan kurtulamıyor. İnsan onları akılcı hale getirebilir. Bu bir basamaktır, bu basamağı geçmeniz gerekir. Müslüman hekimler arasında bir söz vardır. Tabii bu, Eski Yunan'da da vardı ve muhtemelen Aristo'dan miras kalmıştır. Çok güzel bir sözdür, Sadrü'l-Müteellihîn buna işaret etmiştir, İbn-i Sina buna çok değinmiştir.

 

Bu söz meâlen şöyledir: “Eğer bir kimse hissi idrâklerin birini veya tüm hissi idrâkleri kaybederse akıl, ilim ve bilinçten nasipsiz kalır.” Peki bu ne demek? Yani bütün bilgi histen ibarettir, demek istemiyor. Bütün bir akletme histen ibarettir demiyor. Demek istiyor ki bunlar hislerle başlıyor. Eğer hisleriniz yoksa, gündelik hayatta mahsûsâtı dikkate almazsanız makûlâta da ulaşamazsınız.

 

O halde mahsûsâtı dikkate al, beş duyunu en üst düzeyde kullan; iyi dinle, iyi bak, iyi tat, iyi dokun ve iyi kokla ama his sınırına takılıp kalma. Yükseğe, daha yükseğe çıkarak akletmeye ulaş. Bu, insanın seyrinin iniş ve çıkışlarıdır. Akıl âlemine ve aklın üstüne çıkmak ve akıldan ve aklın üstünden duyular âlemine ve mahsûsâta inmek… İşte bu insanın geliş ve gidiş seyri ve iniş çıkışıdır.

 

Laricanî: Eğer bu seyir olmazsa nübüvvet ve insan-ı kâmil sahasını anlayamayız.

 

Üstat Dinanî: Asla anlayamayız. Sorunuzun cevabı buradadır. Mukaddes nebevî sahayı bir insan-ı kâmil olarak anlayabilmemiz için, Hz. Peygamber'in ilk ve son olduğunu, ilk olmakla birlikte nübüvveti sona erdirdiğini anlayabilmemiz için, ilk önce oluşun aynı zamanda en sonuncu oluş, en sonuncu oluşun aynı zamanda ilk önce oluş olduğunu anlayabilmemiz için insan kemâlinin bu iniş çıkışlarını anlamamız gerekiyor.

 

Eğer bir kimse bu iniş çıkışı bilmez, insanın seyrini anlamazsa, insanı sadece duyulardan ibaret görürse asla bu anlamı kavramaya imkân bulamayacaktır.

 

Laricanî: Şeyh Attâr da çok güzel bir şekilde şöyle diyor:

 

Yaratılanların mercii ve kâinatın imamı

Kıyamından kıyamete kadar mucizedir.

 

Üstat Dinanî: Müthiş bir söz Sayın Laricanî, izin verirseniz şu sözü açıklayayım. “Kıyamından kıyamete kadar mucize.” Hz. Peygamber'in (s.a.a.) kıyamı on dört asır önceydi. Kıyam etti, yani peygamber olarak görevlendirildi. Biseti, peygamberlik görevi on dört asır önceydi. Şeyh Attâr diyor ki Hz. Peygamber'in (s.a.a.) bu kıyamı, kıyamete kadar devam ediyor. Nasıl? Mucizeler yoluyla… Peki Hz. Peygamber'in (s.a.a.) mucizesi neydi? Mesela Hz. Musa'nın (a.s.) mucizesi ejderha olan asasıydı ve bitti. Hz. Mesih'in (a.s) mucizesi neydi? Cüzzamlıları iyileştirmesi, ölüyü diriltmesiydi ve bu da bitti. O halde her peygamberin mucizesi tamamlanmış ve sonlanmıştır. Hatta peygamberlerin şeyhi olan Hz. İbrahim'inki de aynı şekilde bitti. Zira onun mucizesi içine atıldığı ateşin serinlik olmasıydı ve o da sona erdi.

 

Yani her peygamberin mucizesi belirli bir dönemde, belirli bir günde ve belirli bir olayla gerçekleşti ve tamamlanıp sona erdi. Peki Şeyh Attâr neden Hz. Peygamber'in mucizesinin kıyamete kadar kalıcı olduğunu söylüyor? Ben burada sizi Kur'ân-ı Kerim'e götürüyorum. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın (s.a.a.) mucizesidir. Hz. Peygamberin mucizesi sözüdür.

 

İlahi vahiy olan ve O'nun dilinden dökülen bu söz on dört asır önce dünyanın tüm düşünürlerinin huzuruna geldi. Âlimler, edipler, söz üstatları, felsefeciler, kelâmcılar, Kur'ân-ı Kerim'i gördüler. Kur'ân'ın karşısında saygıyla eğildiler. Kıyamete kadar da her âlim, her filozof, her fesahât ve her belagât uzmanı, Kur'ân'ı gördüklerinde onun karşısında saygıyla eğilecekler.

 

Dolayısıyla Şeyh Attâr, bu sözü laf olsun diye söylemiyor. Diyor ki Hz. Peygamber kıyam edip Kur'ân-ı Kerim'i getirdi; bu mucizedir ve bu mucize de kıyamete kadar kalıcıdır. Gerçekten de insafla bir insan gelip de Kur'ân-ı Kerim'i okursa onun küçücük bir ayetinin bile tüm âleme denk olduğunu görür. Yani o kadar derin ve incelikli anlamlara sahiptir. Bu nedenle de Kur'ân'ı bilinçle, derinlikli düşünerek okumak gerekir. Sadece lafız olarak okumak değil.

 

Laricanî: Burada Hz. Ali'nin sözünü anmadan geçmek olmaz. Kur'ân'ın ilginçliklerinin sonu olmadığını söylüyor.

 

Üstat Dinanî: Hz. Ali çok güzel buyuruyor. Kur'ân'ın ilginçliklerinin, şaşırtıcılıklarının sonu yoktur. Her ilginçliğin her şaşırtıcılığın bir sonu vardır. Peki Kur'ân'ın ilginçliklerinin neden sonu yok, diye sorabilirsiniz. Bu dünyadaki her ilginç veya şaşırtıcı bir şeyi kaç defa görebilirsiniz? Bu dünyada görebileceğiniz tüm ilginçlikleri, harikaları, bir defa, iki defa, birkaç defa görürsünüz ve o artık eskir.

 

Hz. Ali ise Kur'ân'ın ilginçliklerinin sona ermediğini buyuruyor. Peki neden? Çünkü Kur'ân'da okuduğunuz her ilginç ve derin anlamı daha sonra tekrar okuduğunuzda onda yeni bir ilginç anlamın ortaya çıktığını görürsünüz. Bu tıpkı güzellik gibidir.

 

Ben bu programların birinde söylemiştim. Asil güzellikler bir kez görülünce bitip sona eren şeyler değildir. Eğer bir güzellik asilse onu bin defa da görseniz, onda yeni tecelliler bulursunuz. Çünkü onun derinlikleri vardır. Güzel bir çiçek, güzel bir kitap, güzel bir renk birkaç defa gördüğünüzde biter; ama derinlikli insani ve manevi bir güzelliğe, on bin defa da gelip baksanız ona her baktığınızda adeta ilk defa görüyormuşsunuz gibi yeni bir güzellik bulursunuz.

 

Bu sebeple Hz. Ali çok doğru bir şekilde “la tufna acaibuh” (ilginçlikleri son bulmaz) buyuruyor. Yani o, öyle birkaç defa baktığınızda bitecek bir şey değildir. Bu her an taze olan bir bağdır, yani eskimesi yoktur. Asla eskimeyen bu yeni nasıl bir yenidir? Bu, zâhiri bir tazelik, yenilik değildir. Bu âlemdeki her yeni şey eskir; ancak bu yeninin kökleri maneviyattadır. Bu yüzden de ona her baktığınızda her seferinde yenilikler görürsünüz.

 

Laricanî: Allah da aynı şekildedir.

 

Üstat Dinanî: Evet, Allah da aynı şekildedir. Allah mutlak hakikattir, tevhide inananlar, bu âlemin büyük muvahhidleri, Hak Teâlâ'ya yöneldikleri her anda yeni bir tecelli ile karşılaşırlar. Tevhid öyle tekdüze bir şey değildir ki muvahhid ‘'ben onu kavradım, artık sonsuza kadar yeter'' diyebilsin; o bitmez, sona ermez.

 

Şu an aklıma gelmişken bir şey söylemek istiyorum, eğer bunu söylemezsem yazık olur. Hepimiz anlayış ve kavrayış sahibiyiz ve zihnimizde kavramlar bulunmaktadır. Bunlar felsefî, kelâmî, fıkhî, edebî vs. kavramlar olabilir. Okuduklarınızdan, gördüğünüz derslerden dolayı zihninizde bir dizi kavram mevcuttur.

 

Her âlim okuduğu ilmin kavramlarına aşinadır. Bir fizikçi fiziğe ait kavramları veya formülleri zihninde taşır. Bir kimyacı, bir matematikçi de aynı şekilde… Peki bilmek mi (fehm) üstündür yoksa kavram (mefhûm) mı? Tabii ki bilmek; çünkü kavramın belirli bir çerçevesi vardır. Bir kavram ne kadar büyük olursa olsun bir çerçeveye sahiptir. Fakat bilmek (fehm) her an yeni bir kavrama ulaşır, yeni bir kavram üretir.

 

Akıllı insan, fehm ile mefhûm arasında fark olduğunu bilen kimsedir. Fehmi, mefhûmun yerine koymayan kişidir. İnsan mefhûmlara sahip olsun. Ne kadar mefhûma sahip olursa o kadar iyi olur ancak şunu bilmelidir ki fehm, mefhûmdan ayrı bir şeydir. Mefhûmda takılıp kalmamalıdır.

 

Laricanî: Pekâlâ üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Peki sayın üstat, sizin de güzel bir şekilde açıkladığınız üzere kıyamının kıyamete kadar devam edecek olması, Kur'ân mucizesi sebebiyledir. Çünkü Kur'ân bitip sona erecek bir şey değildir. Bu doğru ama o, Hz. Peygamber'in şahsını da İslam'ın devamının sebebi olarak söylüyor ve şöyle diyor:

 

Esma denizinin cevheri O'nun zâtı

Ta ebediyete kadar Hakk'ın davetçisi O'nun daveti.

               

Üstat Dinanî: İzin verirseniz bu beyti açıklayayım. Attâr, çok müthiş bir noktaya işaret etmiş. Hak Tebârek ve Teâlâ, zâtî sıfatlara ve isimlere (esma) sahiptir. “Ve lillahil esmaü'l-hüsnâ fed'uhu biha” (En güzel isimler Allah'ındır. O'na o güzel isimleriyle dua edin.  A'râf, 180) Allah'ın birçok ismi var. “Esmâü'l-Hüsnâ”, “esmâ”, isminin çoğuludur ve isimler demektir. Bu isimlerin hepsi de “hüsnâ”dır, yani güzeldir. Esmâü'l-Hüsnâ yani en güzel isimler Allah'a aittir.

 

Pekâlâ Allah'ın sadece Esmâü'l-Hüsnâ'sı mıdır var olan, yoksa zâtı da var mıdır? Allah'ın zâtı da vardır ve Allah'ın zâtı bu güzel isimlere sahiptir. Peki Attâr ne diyor? Allah'ın zâtına giden bir yol yoktur. Attâr işte burada diyor ki Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın zâtı, Hak Tebârek ve Teâlâ'nın Esmâü'l-Hüsnâ'sıdır.

 

Yani Allah'ın en güzel isimlerinin, kemâl, cemâl ve celâl sıfatının, kısaca Allah'taki tüm güzelliklerin tam mazharı Hz. Peygamber'in kendisidir. Allah'ın tüm Esmâü'l-Hüsnâ'sı Hz. Peygamber'in mübarek varlığında yer almıştır.

 

Laricanî: Bu yüzden de o, “sadır-ı evvel”dir, “taayyün-i evvel”dir.

 

Üstat Dinanî: Evet “sadır-ı evvel” ve “taayyün-i evvel”dir, hiç şüphe yok.

 

Laricanî: “Evvelu mâ halakallâhu nûrî” (Allah'ın ilk yarattığı şey benim nurumdur) hadisi de budur.

 

Üstat Dinanî: Evet, doğru. Yani O'ndan önce herhangi bir varlık yoktur. Yani Hak Teâlâ'nın tüm sıfatlarının tam olarak zuhurudur. Evet Attâr gerçekten çok güçlü bir şiir söylemiş.

 

Laricanî: Allâme Tabatabaî de çok güzel açıklıyor: “Ya eyyuhen nebiyyu inna erselnake şahiden ve mubeşşiren ve nezira.” (Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ahzâb, 45) ayetindeki “şahit”i işte bu makam olarak açıklıyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, “şahiden ve mubeşşiren ve nezira.” Peki neden “mübeşşir” yani müjdeleyici ve “nezir” yani uyarıcıdır? Çünkü “şahit”tir. Şahit nedir? Şahit, görendir. Bu Farsçada da çok kullandığımız bir kelimedir. Mesela bir şeyi gördüm demeyiz de “şahit oldum” deriz. “Şuhûd”, görmek, “şahid” ise gören kimse, demektir.        

 

Peki Hz. Peygamber'in şahit olması ne demektir? Hz. Peygamber neyi görmektedir? Hak Teâlâ'nın esmasını ve sıfatlarını görmektedir. O, Hak Teâlâ'nın tüm esma ve sıfatlarını şuhûd etmektedir. Yani tüm varlığıyla kavramakta. İşte bu yüzden de müjdeleyici ve uyarıcı olmaktadır.

 

Eğer Hak Teâlâ'nın cemâl ve celâl sıfatlarına tam olarak şuhûdu olmasaydı doğru bir şekilde müjdeleyici ve uyarıcı olabilir miydi? Eğer bir kimse Hak Teâlâ'nın cemal ve celal sıfatlarına şahit olmasa müjdeleyici ve uyarıcı olma iddiasında bulunabilir mi?

 

“Ve daiyen ilallahi bi iznihi ve siracen munira.” (yine O'nun izniyle Allah'a çağıran bir davetçi ve etrafını aydınlatan bir kandil. Ahzâb, 46) olabilir mi? Aydınlatan bir lamba…

 

Laricanî: Ve bu lamba hiçbir zaman sönmüyor.

 

Üstat Dinanî: Evet, bu ışığı asla sönmeyen bir lambadır. Bu âlemdeki her lamba şu ya da bu sebeple sönebilir. Bu “siracen munira”, aydınlatıcı lamba, asla sönmüyor, her zaman ışık veriyor. Hak Teâlâ'nın isimlerinin ve sıfatlarının zevâli olur mu hiç?! Bunlar ezelî ve ebedîdir. O ise Hak Teâlâ'nın isimlerinin ve sıfatlarının mazharıdır. Her zaman ışık veren bir lambadır. Ne kendisi söner ne de bir başkası onu söndürebilir.

 

Çeraği ra ké îzed ber furuzed

Her an kes ké puf koned rişeş be sûzed.

 

Allah'ın yaktığı bir lambaya

Her kim üflerse, kökü/sakalı tutuşur yanar.

 

Allah'ın lambasını hiç kimse söndüremez. Allah'ın nuru söndürülemez ki... İstediğin her lambayı söndürebilirsin ama Allah'ın nuru söndürülebilir bir şey değildir. Hiçbir güç de onu söndüremez. O nurun gelmesiyle artık karanlık diye bir şey kalmıyor. Elbette her lamba aydınlatıcıdır; ama diğer lambalar sönebiliyor, bu ise asla sönmüyor. Çünkü zâtı aydınlatıcıdır ve sönmesi mümkün değildir. İşte Hâtemü'l-Enbiyâ'nın bekâsının ve hatemiyetinin sırrı budur. O niçin hatemdir; çünkü O'ndan sonra gelecek yoktur ve o daimdir.

 

Laricanî: Bâtında olan her şeyi zuhur ettirdiği söylenebilir mi?

 

Üstat Dinanî: Evet, bâtında olan her ne varsa onu zuhura ulaştırmıştır. Eğer bâtında olup da zuhur etmeyen bir şey kalsaydı bir eksiklik olurdu. Ne kadar güzel bir soru sordunuz. Allah'ın selâmı üzerlerine olsun, diğer peygamberler de kemâl sahibiydi, onlar da kemâlleri zuhur ettirdiler; fakat bâtında olanların tamamını zuhur ettirmemişlerdi.

 

Dikkat edin, tüm peygamberler görevlerini yerine getirdi. Risaletle görevliydiler, insanları davet ettiler, hidayet ettiler. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa yani tüm peygamberler çok işler yaptı. Ama gaybda olan, bâtında olan her şey zuhura ulaşmadı. Ancak, Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ gelip ne yaptı? Perde gerisinde olan her ne varsa perdenin önüne getirdi.

 

Laricanî:

 

Çun Muhammed bé vucûd âmed

Der pes-é perde her çé bud âmed.

 

Muhammed vücuda gelince

Perde gerisinde her ne varsa ortaya çıktı.

  

Üstat Dinanî: Evet, bakınız Attâr'ın bu şiiri aslında felsefî bir bahistir ve şu anda da dünyada söz konusudur. Bu yaşadığımız âlemde, âlem derken sadece yaşadığımız yerküreyi kastetmiyorum, tüm âlemi kastediyorum. Filozoflar ve kelâmcılar da âlem derken çoğunlukla tüm âlem, yani Allah dışındaki her şeyi (masiva Allah) kastederler. Allah'ın dışında olan her şey için âlem deniyor.

 

Madde âlemi vardır, yerküre, galaksiler vs. Ayrıca mana, mülk, melekût, hahût ve nasût âlemi, bunların hepsi için de âlem deniyor. Yani Allah dışındaki her şey âlemdir. Mesele işte burada… Özellikle de melekût âlemiyle çok fazla ilgilenmeyen, bu madde âlemiyle ilgilenen Batılı filozoflar bile diyorlar ki acaba en iyi âlem bu mudur? Yoksa bundan daha iyi bir âlem de farz edilebilir mi?

 

Bu çok önemli bir bahistir. Yani şu an içinde yaşadığımız bu âlem acaba mümkün olabilecek en iyi âlem midir? Yoksa bundan daha iyi bir âlemin var olması imkân dahilinde midir? Bizim hekimlerimiz diyor ki bu en iyi âlemdir. Yani mümkün olabilecek en iyi âlem işte bu mevcut olan âlemdir.

 

Kimileri de diyor ki hayır, bu âlemden daha iyi olabilecek bir âlem farz etmemiz mümkündür. Bizim hekimlerimiz diyor ki mümkün olabilecek en iyi âlem budur; ancak bizim bunu kötü kullanmamız, bundan iyi yararlanamamamız ayrı bir konudur. Bu âlem mümkün olabilecek en iyi âlemdir ve biz de bundan en iyi şekilde yararlanabiliriz. Eğer biz bunu yapamıyorsak bunun suçlusu biz kendimiziz.

 

Bu âlem, en iyi âlemdir; ama insan bu en iyi âlemde günah işliyor. Hayvanlar, bitkiler, cansızlar, günah işlemiyor. Hepsi kendi işini yapıyor. Bu âlemde atomdan galaksilere varıncaya kadar her şey kendi işini yapıyor. Ancak bizim de içinde yaşadığımız bu en iyi âlemde, bizler günah işliyoruz.

 

İşte bu insanın en büyük tuhaflıklarından biridir. Zira mümkün olabilecek en iyi âlemde günah işlememesi gerekirken günah işliyor. İşte bu çok önemli bir konudur. Birilerinin zihninde bir âlem tasavvur edip onun en iyi âlem olduğunu söylemesi mümkündür. Ancak tasavvur edilen gerçekleşince onun en iyi âlem olmadığı görülür.

 

Laricanî: "Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir" (Tâhâ, 50)

 

Üstat Dinanî:  

  

Céhan çun zolf u kahtt u khal u ebrust

Ké her çizi bé cay-é khiş nikust.

 

Dünya zülüf, yanaktaki ben, ayva tüyü ve kaştır

Ki her şeyi kendi yerinde güzeldir.

 

Laricanî:

 

Eger yek zerre rab er giri ez cay

Khılel yabed hemé âlem serapay.

 

Bir zerreyi bile yerinden alsan

Tüm âlem baştan ayağa bozulur.

 

Üstat Dinanî: Evet, bir zerreyi, bir atomu dahi yerinden oynatırsan, tüm âlemin düzeni bozulur. Bilirsiniz fırtına esince her taraf toz toprak olur. Bunca toz toprak içinde birbirinin aynısı olan iki tane toz zerresi bulamazsınız. Bunca toz zerresi içerisinde her zerre bir diğerinden farklıdır. Âlemin güzelliği işte bu farklılıklardır.

 

Kimi insanlar her şey tek tip olsun istiyor. Ancak tabiattaki bu farklılıklar olmasa ne güzellik olurdu? O halde âlem, tüm bu farklılıklarıyla, iniş çıkışlarıyla güzeldir, “ahsenü'l-avâlim”dir. (Âlemlerin en güzeli.)                  

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, Kur'ân da ne kadar güzel buyuruyor: “O ki, yedi göğü tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahmân´ın yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin; gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozukluk görebilir misin? Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer.” (Mülk, 3-4)

 

Bakın ne kadar güzel ifade etmiş. Sizin de dediğiniz gibi başka bir âlem tasavvur etseniz de sonunda en iyisi bu âlemdir.

 

Üstat Dinanî: Evet, sadece iyi olduğunu düşünür; ama aslında en iyi âlem, bu âlemdir. İnsan, Allah'ın kendisine verdiği aklı azami düzeyde kullanabilir. Fakat bazı insanlar maalesef hevâ ve heveslerinin, şehvetlerinin esiri oluyorlar ve akıllarından yararlanmıyorlar. Bakınız insanın gerçek evi, insanın aklıdır. İnsan gerçek evi olan aklını yanında taşırsa asla zarar görmez.

 

Burada eskilerden birinin söylediği bir sözü söylemenin tam yeri. O diyor ki ‘'kaplumbağa, her nereye giderse evini de beraberinde götürür. Kaplumbağanın kabuğu onun evidir ve o her nereye giderse sert olan ve kendisini tehlikelerden koruyan kabuğuna sığınarak korunur.''

 

Allah da insana akıl vermiştir; ama bizler acaba her zaman aklımızla mı hareket ediyoruz? Maalesef, her zaman aklımızla hareket etmiyoruz. Eğer biz de kaplumbağa gibi aklımızı kendimize ev olarak seçseydik o zaman daha az zarar görürdük. Ya da en azından pişman olmazdık.

 

İnsanın gördüğü zararlar da iki türlüdür. Biri kaza ve kaderdir ki onun için yapacak bir şey yoktur. Ancak bir diğeri de karşılaştığımızda pişman olduğumuz zarardır. Pişmanlık çok zor bir şeydir. Ben filan işi şöyle yaptım ama keşke böyle yapsaydım deriz. İnsan ne zaman pişman olur? Aklın gereklerini yerine getirmediğini anladığı zaman... Yani insan yapmaması gereken bir şeyi yaptığı veya yapması gereken bir şeyi yapmadığı için pişman olur. Yani kısaca pişmanlık, aklın gereklerine uygun davranmadığınız zaman ortaya çıkar.

 

Fakat aklın gereklerine uygun hareket ederseniz başarılı olamasanız bile pişman olmazsınız. Çünkü aklın gereğini yerine getirdiniz. O halde özetle söyleyecek olursak pişmanlık yalnızca aklın gereklerine uygun hareket edilmediği zaman yaşanır. Akıl, Allah'ın insana verdiği en büyük nimettir.

 

Laricanî: Hz. Peygamber'in varlığı, ne kadar anlatsak da ifade edemeyeceğimiz bir hazinedir. Çok teşekkür ederiz üstat, bir başka programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

 

https://philosophyar.net/marefat/17-november-2017/