İbrahimi Dinani: Düşünce ve Varlık ilişkisi nasıldır?

İbrahimi Dinani: Düşünce ve Varlık ilişkisi nasıldır?
Evet. Maşrık, güneşin doğduğu yerdir. Yani Hak Teâlâ’nın nuru, akılda doğuyor. Akıl bu yüzden maşrıktır. “Nurun yeşrıku min subhi’l-ezel” (Nur ezel sabahından doğuyor). Bu sözün Hz. Emir’e ait olması lazım. Buradaki ezel nedir? Ezel zaman mıdır? Hayır. Hidayet sabahı, aklın nuraniyet sabahıdır. Bilinç sabahıdır.

 

 

İsmail Mansuri Laricanî: Bismillahirrahmanirrahim

 

İlahi senin kapından başka hangi kapıyı tanıyayım

Senin canından başka hangi kadehi tanıyayım

Bütün isim ve sıfatlarına yemin olsun

Senin yüzünden başka hangi dilberi tanıyayım

 

Merhaba sevgili izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının her zamanki samimi takipçileri. Arz ettiğimiz gibi “Varlığa Dair Soru ya da Sorunun Varlığı” adlı nefis kitapla birlikteyiz.

 

Değerli üstat bugünkü programımızın konusu şudur: “Düşünceyle varlığın ilişkisi nedir?” Düşünce olmaksızın varlık veya varlık olmaksızın düşünce nasıl dile getirilebilir?

 

“Her nerede varlık varsa düşünce de vardır. Elbette düşüncenin ulaşabildiği her yerde varlık da ondan ayrılmaz. Bu durumda düşüncenin varlıktan, varlığın da düşünceden ayrılması mümkün değildir. Ayrıca bu ikisi bir diğeri olmadan hiçbir anlam taşımaz. Ancak düşünce varlıktan ve varlık da düşünceden ayrılmamakla birlikte şu sorunun sorulması yerinde olacaktır: Acaba varlık mı düşünceden öncedir yoksa düşünce mi varlıktan önce gelir?”

 

Üstat Dinanî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, çok büyük bir problemi gündeme getirdiniz. Bu büyük problem, düşünce ile varlığın ilişkisidir. Düşünce nedir, varlık nedir? Bir başka deyişle “süje” ve “obje”; yahut “zihinsel-öznel” ve “nesnel” ne demektir?

 

Yani bizim bir zihnimizdekiler vardır, bir de zihnimizin dışında olanlar, yani dış dünya. Müslüman filozoflar bundan “zihin” ve “ayn”; Batılı filozoflar, “süje” ve “obje” diye bahsederler. Burada bu iki ıstılah aşılmış ve mesele başka bir şekilde dile getirilmiştir: Varlık ve düşünce.

 

İnsan düşünen bir varlıktır. İnsan dünyaya geldikten sonra yaşama hayvani içgüdülerle başlıyor, ardından düşünüyor ve aşamalı olarak düşüncede yükselerek -mesela- Sokrat, Aristo düzeyine kadar ulaşıyor. Yani düşüncesi yüceliyor.

 

Düşünmek bir şeyle ilgilidir. Bir insanın düşünmesi; ama neyi düşündüğünü bilmemesi mümkün değildir. Düşünüyorsa mutlaka bir şeyi düşünüyordur. Dolayısıyla düşünmek ile düşünülen şey arasında bir fark vardır. Elbette insan başlangıçta mevcudatı düşünür. Yani cansız, bitki, hayvan, deniz, çöl, ağaç, taş, güvercin vs. Yani şu mevcutla, bu mevcutla karşılaşıyor ve bunların ne olduğunu soruyor.    

 

Ancak mevcudat, varlıksız (vücud) değildir. Mevcudatı düşünüp de varlığı düşünmemek mümkün müdür? Çünkü bir şey mevcutsa varlığa sahiptir. Ancak bizler çoğu zaman mevcudu düşünmekle birlikte varlıktan gafiliz. Hâlbuki biraz dikkatle bakacak olursak varlık mevcuda göre daha esaslı bir meseledir.

 

Varlık (vücud) mı mevcudattan ortaya çıkıyor; yoksa mevcudat mı varlıktan kaynaklanıyor? Tabii ki mevcudat varlıktan kaynaklanıyor. O halde aslolan varlıktır. Dolayısıyla da varlık üzerinde düşünmek gerekir. Burada şu soruluyor: Düşünmenin kendisi varlığın dışından mı varlığa geliyor; yoksa düşünme, varlığın özüne ait bir şey midir? Düşünce varlığın özünde olan bir şeydir.

 

Belki şöyle düşünenler vardır: İnsan varlığın karşısında durup varlığı düşünüyor. Peki ama varlığın karşısına ne geçebilir ki? Varlığın dışında bir şey var mıdır ki geçip onun karşısında durabilsin? Hayır, düşünmek denen şey varlığın özünde olan bir şeydir. Varlığın tecellisidir.

 

Eğer mantık çerçevesinde bu iki önermeyi bir araya getirecek olursak ortaya şu çıkar: “İnsan, varlığı düşünür.” Bu birincisidir ve kesindir. İkinci önerme ise “Hiçbir şey varlığın dışında değildir.” Pekâlâ, “Ben varlığı düşünürüm ve hiçbir şey varlığın dışında değildir.” Bu iki önermenin neticesi nedir? Yani varlığın kendisi varlığı düşünüyor. Yani insan varlığın bir tecellisi olduğu için tecelli olan, tecelli edeni düşünüyor. Bakınız, varlık ne kadar kapsamlıdır.

 

Laricanî: Yani burada varlığa öncelik vermiş oldunuz.

 

Üstat Dinanî: Evet, varlık esastır. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere varlığa dair soru sorduğuna göre yani varlığı sorguladığına göre varlığa hâkim durumdadır. Daima sorgulayan, sorgulanana hâkimdir. ‘‘Varlık nedir'' diye sorduğuma göre onu sorguluyorum.

 

Peki varlığı sorgulayan bu düşünce var mıdır? Düşünce varsa o halde varlıktır. O halde bunun anlamı, varlığın varlığı düşünüyor olmasıdır. Bu meseleye çok fazla girmeye gerek yok, bir yönüyle basit; ama bir yönüyle de karmaşıktır. Basit olduğu gibi zordur da... İnsanların çoğu sadece zor olan şeylerin zor olduğunu sanıyor. Ama çok basit olan şeyler daha zordur.

 

Varlık her şeyden çok daha açıktır; ama her şeyden de daha zordur. Daha sıradan bir şekilde söyleyelim. Bizler, öncekilerin düşüncelerini düşünmüyor muyuz? Mesela Sokrat, Eflatun, Aristo neler dedi, Peygamberler ne buyurdu, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Hâtemü'l Enbiyâ ne dedi? Semavî kitaplar, felsefî ekoller neler söylediler? Tarihin bizi götürdüğü kadar geçmiştekilerin neler düşündüklerini ve söylediklerini düşünürüz.

 

Bir yandan geçmiştekileri düşünürüz, bir yandan da mevcut gerçeklikle karşı karşıyayız. Biz yaşadığımız şu an yaşadığımız çağda yeni bir gerçeklikle karşı karşıya değil miyiz? Mesela internet, mobil telefonlar, yeni bir gerçeklik olarak karşınızdadır. Yeni dünya yeni teknolojilerle sizin karşınızdadır.

 

Biz geçmiştekilerin düşünceleriyle bugün var olan gerçeklik arasında dolaşım halindeyiz. Ne sadece bugüne bakıp geçmiştekilerin düşüncelerinden gafiliz ne de sadece geçmiştekilerin düşünceleriyle düşünüp bugünün gerçeklerini unutuyoruz. Peki geçmiştekilerin düşünceleriyle bugünün gerçekliğini nasıl birleştirebiliriz? Veya birleştirebilir miyiz, birleştiremez miyiz?

 

Kimileri “hayır birleştiremeyiz, geçmiştekilerin düşünceleri o zamana aitti ve geçip gitti. Ben şu an yeni bir durumda yaşıyorum ve geçmiş benim hiçbir işime yaramaz” diyebilir. Kimileri de diyebilir ki ‘‘hayır geçmiştekilerin de etkisi vardır''. Geçmişi tamamen yok edip yok sayarak yeni doğmuş bir çocuk gibi düşünmek mümkün müdür? İnsanlar düşünürken yeni doğmuş çocuklar gibi mi düşünürler yoksa geçmişi esas alarak mı düşünürler?

 

Geçmişi unutmak diye bir şey olamaz. Yeni bir şey söylüyor olabilirsin, yeni teknolojilerin icat ettiği ve daha önce olmayan şeyler yapıyor olabilirsin. Ancak bunları yaparken geçmişi tümüyle göz ardı ederek veya geçmişe olumsuz bakarak mı bu sonuca ulaşıyorsun yoksa geçmişi dikkate alarak mı bu noktaya ulaşıyorsun? Tabii ki geçmişi dikkate alarak. O halde bu geçmişin bir devamıdır.

 

Yeni bilimlerin ve teknolojilerin geçmişten farklı olduğu malûmdur, bunun inkâr edilecek bir yanı yoktur. Ancak bu geçmişten tamamen ayrı bir şey değildir, geçmişin devamıdır.

 

Laricanî: Modernite ile gelenek arasında çatışma görenler yanılıyor.

 

Üstat Dinanî: Çelişki görmemek gerekir. Onlar filin üstüne binmiş bir serçe gibi olduklarını düşünmeliler. Filin üstüne binmiş olan bir serçe fili görmezden mi gelmeli? Bilim şu an birçok şey keşfetmiştir doğru; ama bütün bunları geçmişi göz ardı ederek mi yapmıştır? Yoksa geçmiştekilere bakarak ve onların hatalarını ayıklayıp doğrularını alarak mı bu buluşları yapmıştır?

 

İnsanın sürekli yaptığı iş, hataları düzeltmektir. İnsanın işi hataları düzeltmekten ibarettir. Düne ait bir fikir vardır, bugün onun yanlış olduğu görülür, yeni bir fikre ulaşılır. Eğer geçmişin o hatasını bulamazsak yeni düşünceye de ulaşamayız. İnsan sürekli olarak doğru ve yanlış arasında salınıp durur.

 

O halde sürekli olarak geçmişe geri dönüyoruz ve geçmiştekilerin düşünceleri üzerine düşünüyoruz ve bugüne tekrar dönerek bugünün gerçekliğiyle karşı karşıya geliyoruz. İşte bu geçmiş ve bugün arasındaki gidiş geliştir. Geçmişi unutmak mümkün değildir. Bu da beşerin tarihi bir varlık oluşunun ispatıdır.

 

Hayvanlar geçmişi düşünmezler. Cansızlar, bitkiler geçmişi düşünmezler. Bunların geçmişi vardır; ama geçmiş bilinci yoktur. İnsan ise geçmişi düşündüğü için yeni bir şeyler söylüyor. İnsan hem tarihidir, tarih yapar hem de tarihi anlar.

 

Laricanî: “Her dem bu bahçeye taze bir meyve düşer.” Yani eğer bağ olmasa bahçede meyve de olamaz.

 

Üstat Dinanî: İnsan eğer tarihi düşünmezse, tarihin ne olduğunu bilmezse, bir şeyi keşfedemez ve anlayamaz. Tarih çok önemlidir. Tarih yapan ve tarihi anlayan tek varlık insandır.

 

Varlık var olmaktadır. Var olmak düşünmektir, düşünmek de varlıktır. O halde düşünmek de varlığın bir tecellisidir. Yani varlık durgun değil, hareketlidir. Varlığı durgun bir şey olarak görmeyin. Seyelan, seyr, teceddüt, tecelli, yenilenme, “bu bahçeye her dem taze bir meyve düşürmek” varlığın nitelikleridir.

 

Varlık durgun olmadığına göre düşünce durgun olabilir mi? Varlık her an her gün değişir. Düşünce de varlığın bir parçası olduğuna göre, varlık değiştiği halde düşünce durgun kalırsa ne olur? Katılaşır…

 

Laricanî: Mevlânâ'nın tabiriyle:

 

Bu söz ve ses düşünceden çıkar

Sen düşünce denizinin nerede olduğunu bilmezsin.

 

Suret, suretsizlikten çıktı dışarı

Açıldı “İnna ileyhi raciun.”

 

Üstat Dinanî: Mevlânâ çok güzel ifade etmiş. “Suret, suretsizlikten çıkar”. Bakınız Sayın Laricanî, suret bir başka suretten çıkmıyor. Suretin kendisi değişmezse yeni bir suret oluşturamaz. Sayısız suretler vardır ve bu suretler bir suretten değil, suretsizlikten çıkıyor.

 

Pekâlâ eğer suret, suretsizlikten çıkıyorsa ‘‘varlığın kendisinin sureti'' nedir? Varlığın kendisi surete sahip midir yoksa suretsiz midir? Varlığın kendisinin belirli bir sureti yoktur ama kaç surete sahip olabilir? Daima yeni bir tecelli… Varlığın seyelanı suret yaratır. Varlığın sureti yoktur. Mutlak varlığın şekli yoktur.

 

Şimdi “mutlak” ve “mukayyet”ten bahsetmemiz gerekir. “Mutlak”ın şekli yoktur; çünkü onun için şekil tasavvur ederseniz “mukayyet” kılmış olursunuz. Hem mutlak olup hem de şekil sahibi olması mümkün değildir. Mutlak olan bir şeyin mutlak olabilmesi için şekle sahip olmaması gerekir. Mutlak ancak mukayyet olursa şekil kazanır.

 

Mutlak sonsuz sayıda kayıtlı -yani mukayyet- olabilir, tıpkı deniz gibi. Deniz denizdir; ama dalgasız mıdır? Ne kadar dalgası vardır? Sonsuz dalgası vardır. Hiçbir dalga bir öncekinin aynısı değildir ve hepsi farklıdır. Bir denizde birbirinin aynısı olan iki dalga gördünüz mü? Daimî olarak dalgalanıp durur. İşte varlık denizi de işte böyle salınım halindedir.

 

Laricanî: Varlığın esas olduğu düşüncesi ne kadar da verimlidir!

 

Üstat Dinanî: Evet, ama çok az insan bunu anlıyor.

 

Laricanî: Dekart, bu yüzden “düşünüyorum, öyleyse varım” diyor.

 

Üstat Dinanî: Asıl olan varlıktır. Bu Sadrü'l-Müteellihîn'in düşüncesidir. Demek ki Sadrü'l-Müteellihîn'i ciddiye almalıyız değil mi? İşte Hikmet-i Müteâliye budur.

 

Laricanî: Evet, kendi başına ciddidir. Siz şimdi bu kitapta başka bir dil kullanıyorsunuz. Yani şu şekilde: “Varlık diyor ki ey düşünce eğer ben olmasam sen olmazsın. Düşünce de diyor ki seni düşünen benim. Dolayısıyla düşüncenin ifadesinin sağlamlığı, varlığın sözünün sağlamlığıyla çelişiyor.” Yani her ikisinin sözü de sağlamdır.

 

Üstat Dinanî: Yani orada varlıkla düşünceyi karşı karşıya getiriyoruz. Elbette düşüncenin varlıktan çıktığını söylüyoruz. Ancak öyle olmakla birlikte düşünce de varlığı düşünüyor öyle değil mi? Onları karşı karşıya getiriyor ve onları birbiriyle konuşturuyoruz. Düşünme, varlığı düşünüyor, varlık ise düşünülüyor.

 

Şimdi varlık düşünceye diyor ki: “Bay veya bayan düşünce, sen beni mi düşünüyorsun? Eğer ben olmasam sen hiç olur muydun?” Düşünce de ona diyor ki: “Doğru söylüyorsun, eğer sen olmasaydın ben olmazdım; ama eğer ben düşünmeseydim sen ortaya çıkamazdın.”

 

Şimdi bunların hangisi doğru söylüyor? Her ikisi de doğru söylüyor. Birisi “ispat” makamında doğru söylüyor, diğeri “sübut” makamında. Varlık “sübut” makamındadır, düşünmek ise “ispat”. O halde hem düşünce varlığı düşündüğünü söyleyerek doğru söylüyor hem de varlık eğer kendisi olmasa düşünmenin olmayacağını söyleyerek.

 

Bir şair Allah için benzer bir şey söylüyor. Özellikle de hekim ve arif olan şairler ne kadar güçlü şeyler söylüyorlar. Bir şair Hak Tebârek ve Teâlâ'ya şöyle diyor:

 

Ey Rabbim benim varlığım senden

Senin zuhurun da bendendir.

 

Yani ‘‘Ey Allah'ım Sen olmasan ben olmazdım'' derken doğru söylüyor. Ancak senin zuhurun bendendir, diyor. Yani ben düşünmeseydim, sen bana zâhir olmazdın.  Yani Allah'ın zuhuru düşüncede, düşüncenin varlığı ise Allah'ın varlığındadır. Allah, düşünceye varlık veriyor; dolayısıyla düşüncenin varlığı Allah'a aittir. Ancak Allah'ın zuhuru da düşüncede değil midir? Düşünce olmaksızın Allah zâhir olabilir mi?

 

Âlemde hiçbir şekilde düşünce ve bilinç olmasaydı, Allah zâhir olamazdı; ama düşüncenin ve bilincin varlığı da Allah'a aittir. Şimdi şu iki önermeyi birleştirelim: Bilincin varlığı Allah'a ait olduğuna ve Allah bilinçte zâhir olduğuna göre bilinç de Allah'tan olduğuna göre Allah aslında kendi vasıtasıyla zâhir oluyor. Yani Allah kendini zâhir etmiş oluyor. Peki kendini nasıl zâhir ediyor? Düşünce yoluyla…

 

Şimdi burada bir konuyu söyleyeyim. Düşünürler, “bilinç mutlak hâkimdir” derler. Varlığın düşünceyi yarattığı doğrudur; fakat hâkim kimdir? Hâkim, hükmeden demektir. Yani hâkim olan sadece sultan değildir. Sultan, vezir, cumhurbaşkanı, evin reisi, arabanın şoförü çeşitli şekillerde hükmederler.

 

Hâkim, hükmeden kimsedir. Şoförden tutun sultana kadar hükmeden herhangi biri bilinçsiz bir şekilde hükmedebilir mi? Bilinç olmadan hükmün bir anlamı var mıdır? O halde mutlak hâkim kimdir? Bilinçtir. Şimdi diğer soruya geçelim: Eğer mutlak bilinç olmasaydı, âlemde hâkim olur muydu? Olmazdı; o halde mutlak hâkim kimdir? Bilinçtir.

 

Bilinç dile gelecek olursa “ben mutlak hâkimim” der. Peki bu mutlak hâkimi kim azledebilir? Yani bilincin mutlak hâkimlikten azledilmesi istenilirse bunu kim yapabilir? Çünkü her hâkim azledilebilir öyle değil mi? Mesela bir cumhurbaşkanının süresi dolabilir veya azledilebilir, bu olmayacak bir şey değildir.

 

Peki bilinç mutlak hâkim olduğuna göre bilinci kim azledebilir? Kendinden başka hiç kimse azledemez. Eğer azledilecekse bilinç bunu kendisi yapar ve ‘‘şimdi burada hüküm verme'' der. Bilinç dışında hiçbir şey bilinci azledemez. Mesela; cehalet bilinci azledebilir mi? Tabii ki hayır.

 

Şimdi bu konuyu biraz açalım. Cehaletin mertebeleri vardır. Mesela şöyle bir cehalet vardır: Bir kişi falan konuyu bilmez ama filan konuyu bilir. Yani bir şeyi bilir ama bir başka şeyi bilmez. Bu tür cehalet nisbidir. Bir de mutlak cehalet farz edilebilir. Mutlak cehalet, yani hiçbir şeyin bilinmemesi demektir.

 

Mutlak cehalet farz edilebildiğine göre mutlak ilim de farz edilemez mi? Bu ise hiçbir cehaletin olmadığı mutlak ilimdir. Mesela Allah'ın ilmi mutlaktır. Bir mutlak cehalet bir de mutlak ilim varsa insanda bulunan mutlak cehalet midir yoksa mutlak ilim midir? İnsandaki ne mutlak cehalet ne de mutlak ilimdir. İnsan mutlak cehalet ile mutlak ilim arasında gidiş geliş yapıyor. Bazı şeyleri biliyor, bazı şeyleri bilmiyor.

 

Laricanî: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Pekâlâ üstat, kitabın ilerleyen bölümünde bir başka soruyu gündeme getiriyor ve şöyle diyorsunuz:

 

“Kalp, huzurun ta kendisi olduğu hükmü gereği, düşüncenin ortaya çıkışının menşei sayılır. Ve düşüncenin hiçbir suretiyle sınırlanamaz. Aynı şekilde onun da ötesine geçilebilir. Burada düşüncenin veya düşünen şahsın menşei olarak tanınan düşünce ve kalbin birbirine olan nispeti, varlıkla mevcudun birbirine olan nispetiyle aynıdır. Varlık da tüm mevcudatta hazırdır. (Yani huzuru bulunmaktadır) Fakat mevcudatın hiçbirinde, mahdut ve mukayyet değildir.” Bu ifadeler bana çok ilginç geldi.

 

Üstat Dinanî: Bu çok önemli bir konu. Bir teşbih de söz konusu. Önce “varlık” (vücud) ve “mevcud”a bakalım, sonra da “düşünce” ve “huzur”a. Âlemdeki mevcudat, çok fazladır, sayısızdır. Ancak herhangi bir “mevcut”, varlıksız olabilir mi? Olamaz. Her mevcutta varlığın huzuru vardır (her mevcudun içinde varlık / vücud hazırdır). Bir çakıl taşının da varlığı vardır, bir atomun da kendi ölçeğinde varlığı vardır. Bir dağın da bir galaksinin de kendi ölçeğinde varlığı vardır. Yani mutlak varlık olan Hak Teâlâ'ya kadar her şeyin varlığı vardır.

 

O halde varlığın her mevcudatta huzuru bulunmaktadır. Yani varlık her mevcutta hazırdır. Peki mevcudat, varlığın tamamı mıdır, bir kısmı mıdır?

 

Laricanî: Bir kısmıdır.

 

Üstat Dinanî: Evet bir kısmıdır ama varlığın (vücud) onların hepsinde huzuru bulunmaktadır. Varlığın her mevcutta huzuru bulunmaktadır; ancak her mevcudun tüm varlıkta huzuru yoktur; bir kısmında vardır. Şimdi gelelim düşünceye. İnsan düşünür; çünkü düşünen bir mevcuttur.

 

Bu duvar da bir mevcuttur ama düşünemez. Bir dağ mevcuttur ama düşünemez. Bunlar neden düşünemez; çünkü bunların kendilerinde huzuru yoktur. Neden huzuru yoktur; çünkü atomlardan oluşmuştur. Dağ vahdet halinde değildir, atomlardan oluşmuştur. Atomlar ise ayrıdır; benim huzur dediğim şey vahdettir.

 

Huzur kelimesinin anlamını verecek olursak vahdetin ta kendisidir. Dağ tek bir dağ olsa da çok sayıda atomdan oluşmuştur. Bunlar bir vahdet oluşturmuştur; ama bunun altyapısı kesrettir. Peki insan sadece hücrelerden mi ibarettir? Bir pozitivist için insan sadece hücrelerin toplamından ibaret olabilir.

 

Ancak eğer “nefs-i natıka” ve “tecerrüd-i nefs-i natıka”ya inanıyorsanız “nefs-i mücerred” sadece hücrelerden ibaret değildir. Nefsinin bilincindedir, bilinç ise huzurdur. Kesretten meydana gelmiş değildir. Nefis, huzurun bilincindedir, huzur olduğu için de düşünebilmektedir.  Huzur olmasaydı düşünemezdi.

 

Dağ atomlardan oluşmuştur ve kesret düşünemez. Nefis ise huzura sahip olduğu için, parçalardan oluşmuş olmadığı için sayısız ölçüde düşünebilir. Huzur olduğu için sonsuz suretler ve suret içinde suretlerdir. Burada asla bir boşluk yoktur.

 

İnsan düşüncesiz yaşayamaz. Batıl düşünceye, yanlış düşünceye sahip olabilir ama düşüncesiz olamaz. Düşünce iyi olabilir veya kötü olabilir ama düşüncede boşluk yoktur. Bir anlık dahi olsa düşüncede boşluk olamaz. Tabii sağlıklı insanlardan bahsediyoruz, hasta insanlarda bu sözünü ettiğim durum olabilir.

 

Şimdi bir başka konudan, dini ve ahlakî bir konudan söz etmek istiyorum. Her insanın düşünme gücü vardır. Fakat bazı insanların kendini cehalete vurduğunu görürsünüz. Neden kendilerini cehalete vururlar; çünkü inatları vardır. İnsanlar bilmek istemediği bir şeyi, bilmeye meyilli değildir.   

 

Aslında istemiyor ve bilmezden geliyor ve “ben bilmiyorum, anlamıyorum” diyor. Mesela Allah'ı inkâr eden biriyle konuşun. Sürekli bilmezlikten gelir; Allah'ın birliğine ve varlığının ispatına dair delilleri ve burhanları kabul etmek istemez. Sürekli bilmezlikten gelir, inat ve inkâr eder.

 

Düşünmekten uzak duran ve düşünmek istemeyen birinin zihni boş kalmaz, doğru düşünce zihni boşaltınca orası boş kalmaz, onun yerini yanlış düşünceler alır. İnsan eğer kendindeki doğru düşünceleri boşaltırsa zihni boş kalmaz ve ondan boşalan yeri batıl düşünceler alır. İnsan her zaman işte bu şekilde bir dolaşımın içindedir.

 

Laricanî: Sadi de ilginç bir şey söylüyor. Diyor ki:

 

Hiç kayıp hazır diye bir şey duydun mu?

Ben topluluk içindeyim, kalbim başka yerdedir.

 

Peki Sadi'nin burada bahsettiği “ben” nedir, “kalp” nedir?

 

Üstat Dinanî: Buradaki “ben” huzuru (hazır olmayı, bulunmayı) ifade ediyor. Yani ‘‘ben burada hazırım, burada bulunuyorum; ama düşüncelerim her yere gidiyor''. İnsan buradadır; ama düşünceleri göklerin ötesine gidebilir. Tabii Sadi burada şairane bir dille ve romantik bir tarzda söylüyor ama bu aynı zamanda felsefî bir konudur.  

 

O demek istiyor ki ben sizin aranızda, topluluğun içinde oturuyorum ama benim kalbim, fikrim sevgilinin yanındadır. Bakınız sizin nerde yaşadığınızın bir önemi yok. Ben şu an yeryüzünde, Tahran'da yaşıyorum. Kim bilir belki bir gün Ay'da ya da başka bir gezegende de yaşayacağız. Yani böylesi bir şey mümkündür. Yerkürede veya Ay'da yaşıyor olmanızın bir önemi yok. Önemli olan hayatınızın anlama sahip olmasıdır.

 

Eğer hayatınızın bir anlamı yoksa yeryüzünde yaşamak ile Ay'da yaşamanın ne farkı olabilir? Anlamsızlığın mekâna göre bir farkı olmaz. O halde benim nerede yaşadığım önemli değil, doğuda veya batıda, dağda ya da sarayda yaşıyor olmam mühim değil. Önemli olan şudur: Benim hayatımın anlamı nedir ve biz ne için yaşıyoruz?

 

Hayatlarının anlamı üzerine düşünen insanlar çok az maalesef. Eğer insan hayatının anlamını ve ne için yaşadığını bilirse nerede yaşadığının ne önemi olur? Asıl olan hayatın anlamıdır; ama maalesef bizler bu konunun çok az farkındayız. Bu da ancak düşünmekle olabilecek bir şey. Düşünce olmaksızın hayatın anlamına varmak mümkün değildir. İnsan düşünmeksizin hayatın anlamına ulaşabilir mi?

 

Laricanî: Mevlânâ güzel söylüyor: Hayatın anlamı “İnna ileyhi raciun”dur. Mevlânâ çok güzel söylemiş, düşünce O'ndan geliyor ve yine O'na işaret ediyor.  

 

Üstat Dinanî: Düşünce geldiği yere gidiyor. Düşünce, geldiği Mutlak Varlık'tan yine O'na geri dönüyor.

 

Laricanî:

 

Biz yukarıdanız, yukarı gidiyoruz

Biz denizdeniz ve denize gidiyoruz.   

Biz şuradan veya buradan değiliz

Biz yersizdeniz ve yersize gidiyoruz.

 

Yani eğer bir yerden gelmiş olsaydık orası bir yeri gerektirirdi. Biz “yersizlik”ten geldik.

 

Üstat Dinanî: “Yersiz”lik neresidir? “Yersiz”liğin kendisi çok büyük bir yerdir. “Yersizlik” belirli bir mekân değildir. Cisim imtidatsız (mekân, uzam) olmaz; imtidadı yani uzunluk, genişlik ve derinliği olmayan bir cisim düşünebilir misiniz? Ama düşüncenin imtidadı, yani uzunluğu, genişliği ve derinliği yoktur. Canının istediği her yere gidebilir.

 

Düşüncenin sonu yoktur. Ne kadar gitse, bir o kadar daha gidebilir. Düşünce için bir durak veya durulacak bir sınır yoktur. Düşüncede durak olmadığı halde maalesef bazı kişiler kendilerine bir üs kurup orada duruyorlar. Durmuş olan insanların hali nasıl olur? Durup kalmak, ölümdür. Düşünmemek ölmektir.

 

Laricanî: Gazzâlî'nin bu konudaki sözü de çok önemlidir. O, düşünme konusunda el-İktisad fi'l-İtikad kitabında diyor ki: “Düşünmede itidale riayet edin.”

 

Üstat Dinanî: Kitabın ismine dikkat edin: Neden biliyor musunuz? Çünkü o bir Eş'arî'ydi. Bir Eş'arî'ydi, bir kelâmcıydı ve korkuyordu. Bunu da bir yerde söylemişti; ama bu kitapta daha da öteye gitti. Daha önce de değinmiştik. Gazzâlî'nin çeşitli dönemleri vardır. Onun hayatında birçok değişim olmuştu. Ömrünün bir döneminde düşünmekten korkuyordu.

 

Şu anda da birçok kişi düşünmekten korkuyor. Bu insanlar neden düşünmekten korkuyor; çünkü onlar inançlarının bozulmasından korkuyor. Felsefeye karşı olanlar ne diyorlar? Felsefeye karşı olanların getirdikleri delilleri biliyor musunuz? Diyorlar ki eğer düşünürseniz inançlarınız bozulur. Söyledikleri bundan ibarettir.

 

Gazzâlî de bir dönemler böyleydi ve el-İktisad fi'l-İtikad kitabını yazmıştı. Tabii kitabında düşüncede değil inançta iktisattan bahsediyor. Fakat onun başka bir sözü daha var. Ben bu programlarda daha önce defalarca söylemiştim, şimdi bir kez daha tekrar etmekte fayda var. O, Kimya-yı Saadet kitabında Hz. Musa'yı (a.s.) kastederek aynen şu cümleyi yazıyor: “Asası elinde ejderhaya dönüşen kişi, yani Allah'ın peygamberi ben Muhammed Gazzâlî'ye 7+3=10 değil derse ben onun sözünü kabul etmem. Yalnızca elindeki asanın nasıl ejderha olabildiğine şaşarım.”

 

Gazzâlî'nin bu sözünün anlamı nedir? Düşünmektir, akla itibar etmektir. Yani hayatının bir döneminde düşünmekten korkuyordu ama sonraki döneminde aklı esas alıyordu ve korkusu gitmişti.

 

Laricanî: Mişkatü'l-Envâr kitabında ise akla başka bir tarif yapıyor. Aklı, nurdan gelip nura giden bir nur olarak görüyor.

 

Üstat Dinanî: Akıl neden nurdur, çünkü aydınlatıyor. Tıpkı şu lambanın odayı aydınlatması gibi aklın özelliği de aydınlatmaktır. Gidebileceği yere kadar gitmek için cehalet karanlığını kovuyor, cehaleti ortadan kaldırıyor. Cehalet çok ağırdır, cehalet ortadan kaldırılmazsa insan onun ağırlığı altında ezilip gider. İnsan cehaletin ağır yükü altında yok olur. İnsanın omzundaki bu ağırlığı kaldıran akıldır.

 

Çünkü Allah'ın kendisi nurdur. “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” Allah nur olduğuna ve bitmeyeceğine göre nur asla sona ermeyecektir. Akıl da Hak Teâlâ'nın nurunun bir tecellisidir.

 

Laricanî: Mevlânâ'nın dediği gibi:

 

Marifet güneşi nakil değildir.

Onun maşrıkı can ve akıldan başkası değildir.

 

Yani akıl, Allah'ın maşrıkıdır.

 

Üstat Dinanî: Evet. Maşrık, güneşin doğduğu yerdir. Yani Hak Teâlâ'nın nuru, akılda doğuyor. Akıl bu yüzden maşrıktır.

 

Laricanî: Yani “nurdan nura” derken bunu kastediyor.

 

Üstat Dinanî: “Nurun yeşrıku min subhi'l-ezel” (Nur ezel sabahından doğuyor). Bu sözün Hz. Emir'e ait olması lazım. Buradaki ezel nedir? Ezel zaman mıdır? Hayır. Hidayet sabahı, aklın nuraniyet sabahıdır. Bilinç sabahıdır. Sabah bilinçtir, sabah olmasa cehalet karanlığı gider miydi? Cehalet karanlığını gideren bilinçtir. O halde bilinç sabahtır.

 

Laricanî: Kur'an'dan daha büyük bir nur ne olabilir?

 

Üstat Dinanî: Allah'ın nurundan daha büyük nur ne olabilir? Kur'an'ın nuru da Allah'tandır.

 

Laricani: Allah bizi onunla rızıklandırsın. Üstat çok istifade ettik. Soru çok ağır olsa da çok güzel bir bahis oldu.

 

Gül idim ama senin feyzinle gül bahçesi olmadım

Senin hakikat nurunla aydınlanmadım.

Geçti ömrün tatlı baharı yazık

Tohumdan tomurcuk açmadım ve hasat olmadım.

 

Bir başka programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

https://philosophyar.net/marefat/11-october-2019/