İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (8)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (8)
Bir arifin tabiri ile söyleyecek olursak “Ba marifet-i kâmil duzeh, beheşt mi gerded ve ba cehl u nadani beheşt, duzeh mi şeved” yani “bilmekle (marifet ile) cehennem, cennete dönüşür. Cehalet ve bilgisizlikle ise cennet, cehennem olur.” Hele de “cehl-i mürekkeb” (bilmediğini bilmemek) olursa vay halimize!

 

 

 

İsmail Mansuri Laricani:

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bildiğiniz gibi aziz üstadımızla birlikte Hekim Sühreverdi'nin Farsça risalelerini inceliyoruz. Bu risaleler son derece zarif felsefi ve irfani noktalar içeriyor ve hepimizin bunlardan istifade edeceğimizi umuyorum.

 

Üstat “Pertovname” risalesini okuyorduk, şimdi de yine buradan bazı paragraflar okumak istiyorum. Hekim Sühreverdi, nur kelimesiyle adeta büyük bir aşk yaşıyor. Ayrıca Kur'an-ı Kerim ayetleriyle haz ve elem kavramlarını çok güzel bir şekilde açıklıyor.

 

O, şöyle diyor: “Eğer biz makulât âleminden haz alamıyor ve cehalet rezaleti yüzünden acı çekmiyorsak bunun sebebi tabiat âleminin “sukr”unun (şarhoşluğunun) bize galip gelmesi ve kendi âlemimizle meşgul olmamızdır. Bu meşgaleler ortadan kalktığında kemâl sahibi olanlar Vacib el-Vücud'u, ‘mele-yi a'lâ'yı ve nur âleminin acayipliklerini müşahede ederek sonsuz bir haz alırlar. O haz içerisinde daimi olarak kalırlar. “Fî mak'adi sıdkın inde melîkin muktedir'” (Kudret Sahibi Melik'in huzurunda, sadıklar makamındadır.) (Kamer, 55) Ve akılları nurani olur, mukarreb melekler topluluğundan olurlar. Asla bu kötü toprağa sevgi beslemezler ve ona bakmazlar. “Ve izâ raeyte semme raeyte naîmen ve mulken kebîrâ” (Ve baktığın zaman orada ni'metler, büyük bir mülk ve saltanat görmüş olursun.) (Dehr, 20)

 

Üstat Dinani: Bismillahirrrahmanirrahim. Buyurduğunuz gibi, Sühreverdi, nur kelimesiyle büyük bir aşk yaşıyor. Çünkü Sühreverdi'nin felsefesi nur felsefesidir. Varlık âlemini bir nur âlemi olarak görüyor. Hak Teâlâ'yı da nur olarak görüyor. Tabi Hak Tebarek ve Teâlâ'nın kendi sözüne uygun olarak...

 

Ona göre her şey nurdur; o varlıktan söz etmiyor, nurdan söz ediyor. Daha önce de açıkladığım gibi ona göre nur, duyularla algılanan bir nur değildir. Ona göre nur; vuzuh ve zuhura sahiptir, aşikârdır. Açık olmak, vazıh olmak, aşikâr olmak nurdur, akıl nurdur.

 

İşte bu açıdan Allah nurdur; çünkü zahirdir. Allah duyularla algılanan bir nur değildir, lambanın ışığı gibi bir nur değildir. Allah nurdur ne demektir, Allah vazıhtır, zahirdir demektir.

 

Onun felsefesinin kökeni hem Kur'an-ı Kerim, hem de antik İran felsefesidir. Eğer varlık âleminin aslı nur ise insanın hangi yönü daha nuranidir? İdrakin kendisi nur ise; eğer kavrama, anlama, idrak, şuur, bilinç nur ise insanın hangi yönü daha nuranidir? Tabii ki söylememiz gereken şey akıldır.

 

İnsan akla sahiptir; vehme, hayale ve hisse yani beş duyuya sahiptir. Bunlar, sırasıyla idraklerdir. Bu idrak güçlerinden yani akıl, vehim, hayal ve histen hangisi daha güçlüdür? Akıl en güçlüdür, o halde akıl daha nuranidir.

 

İnsan nura ne kadar yaklaşırsa aldığı haz da fazlalaşır. Haz, nura ulaşmaktır, aydınlığa ulaşmaktır. Sıkıntı ve elem ise karanlığa gitmektir. Zulmette kalmak sıkıntıdır. Zulmet ayrılıktır, tefrikadır; zulmette huzur yoktur. Zulmette yani karanlıkta huzur yoktur, zuhur yoktur. Yabancılıktır, ayrılıktır, tefrikadır.

 

Zaten acı, ayrılıktır. İnsanın bir organı kesildiğinde acıması, organın ayrılığıdır. Kesildiğinde hücreler birbirinden ayrılıyor ve acı ortaya çıkıyor. Acı ayrılıktır, acının kökeni ayrılıktır. Hatta bedende bile böyledir. Bedende uyumsuzluk, ölçüsüzlük ve ayrılma olduğu zaman acı ortaya çıkıyor.

 

Acının kökeni ayrılıktır, zulmet acı vericidir. Nur ise hazdır; dolayısıyla nura ne kadar yaklaşırsan aldığın haz da o kadar artar. Sühreverdi'nin bu risalesinin ismi de güzel: “Pertovname”. Pertov, nurdur; yani bu risale, onun aklının ışığıdır. Bunu 6. hicrî yüzyılın o güzel Farsçası ile yazmıştır.  

 

Laricani: Üstat özür dilerim. Günümüzün en önemli problemlerinden biri şudur: Hazzın, elemin ölçüsü nedir? Sevincin ölçüsü nedir? Batı'daki hedonizmden dolayı insanlık dünyevi zevklere, şehvete, ölçüsüzlüğe yöneldi. Hazzın kökünü “Vacibu'l-Vücud”da, “Mele-yi A'lâ” ve “acâib-i âlem-i nur”da gören Sühreverdi'nin düşüncelerini dikkate alarak insanlığın bugün bu ihtiyaçlarını nasıl temin edebiliriz?

     

Üstat Dinani: Hazzın ve elemin mahiyeti nedir bunları daha önce de açıklamıştık. Bu konuda bizim hekimlerimiz arasında da birçok ihtilaf vardı. Daha önce Nasır-ı Hüsrev'in görüşünü nakletmiştik, bugün başka görüşler de var.

 

Kimi zaman maddi hazlardan ve maddi elemlerden bahsediyoruz, bazen de mutlak hazdan bahsediyoruz ki bunun da ruhani olması gerekiyor. Deniyor ki cisim için ayrılma, kesilme bir elemdir, yabancılık elemdir. Kavuşma ve birlik ise hazdır. Şimdi maddi olandan ruhani olana gidelim.

 

Haz ve lezzet, her şeyin kemâline ulaşmasıdır. İnsanın kendi istediğine ulaşması hazdır. Maksadına ulaşmaması ise elemdir. Yani nihai maksadına ve gayesine ulaştığında razı olur, tatmin olur. Her hareketin bir gayesi var mıdır? Bu âlemde gayesiz bir hareket gösterebilir misiniz? Sonu olmayan ve gayesi olmayan bir hareket var mı? Hayır, her hareketin bir gayesi vardır.

 

Hareket, bir şeye veya bir yere ulaşmak için bir çabadır, işte o ulaşmak istediği yere ulaşması bir hazdır, lezzettir; ulaşamazsa da elemdir. İşte o kemâle, o gayeye, o maksada ulaşmak farklıdır. Kim nereye ulaşmak istiyor? Beden nereye ulaşmak istiyor?

 

Gözün kemâli görmesi, kulağın kemâli işitmesidir, dilinki tatmasıdır, burnun kemâli koklamasıdır, dokunmanın kemâli dokunmaktır. Muhayyilenin kemâli hayal etmektir. Vehmin (vahime) kemâli, tikel mana idraklerine ulaşabilmektir. Aklın kemâli makulâta (akli olan şeylere) ulaşmasıdır.

   

Yani her birinin bir maksadı ve o maksada tamamen ulaşma amacı vardır. Şimdi her biri bu konuda derece bakımından ne kadar yükselirse, aldığı haz da yükselir. Göz, zahire bakar ve ne kadar görürse de o kadar haz alır. Görme görülene, tatma tadılana, dokunma dokunulana, akıl ise makule (aklî olana) ulaşır. Makul mü daha geniştir, yoksa dokunulan (melmus) mı?

 

Makul sonsuzdur, makul tümeldir ve sonsuzdur, dokunma ise sınırlıdır. Daire geniş olduğu için o halde aklın hazzı duyuların hazzıyla kıyaslanamaz bile.

 

Laricani: Belki de akıl olmasa, duyusal hazlar da olmayacak?

 

Üstat Dinani: Bravo, evet duyusal hazlar da eğer arkasında akıl olmazsa hiçbir anlam taşımaz. Çok güzel bir örnek verdiniz. Mesela şu an siz şu masayı görüyorsunuz. Sizin gözünüz sadece görme işini yapıyor. Benim gördüğüm şey vardır, mevcuttur diyen acaba göz müdür yoksa akıl mıdır? Onun var olduğunu söyleyen akıldır. Göz sadece görüyor, hüküm vermiyor. Benim gördüğüm şeyin mevcudiyeti hükmünü veren akıldır.

 

Dolayısıyla evet sizin söylediğinizi teyit ediyorum duyusal hazların arkasında da akıl vardır. Sonuç itibariyle akıl o kadar ileri bir noktaya gidiyor ki artık duyulara da ihtiyacı kalmıyor. Duyulara akıl yardımcı oluyor; fakat akıl o kadar yükseliyor ki artık duyularla çalışmıyor. Duyu aşamalarından, hayal aşamalarından, vehim aşamalarından daha yukarıdaki makulât aşamasında sonsuz bir seyir yapıyor.

 

İzin verirseniz bir örnek vereyim. Siz bugünün dünyasından söz ettiniz, bugünün biliminden... Benim bilime büyük bir saygım var. Her gün her saat her an ilerlemekte olan bilime karşı çıkılamaz. Bu bir gerçekliktir ve ilerlemektedir.

 

Bakın şimdi, insan bir laboratuvara girdiğinde neyi görür? Gördüğü şeyi araçlarla görür. Örneğin ya bize milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksileri teleskopla görür veya molekülleri, hücreleri mikroskopla. Yani biri sonsuz derecede küçük, diğeri ise sonsuz derecede büyük iki âlem. Yani sonsuz büyüklükte teleskop ve sonsuz küçüklükte mikroskopla görüyor. Ve her idrak ettiği şey insan için bir haz ve lezzettir.

 

Elbette akıl da ona yardım ediyor ama bu henüz saf akıl değildir, hala araçlarla görüyor. Bakın herkesin bir laboratuvarı vardır, filozof laboratuvarına akılla giriyor. Elbette akıl boşlukta çalışmıyor; algılarla, duyularla, hayallerle alıyor ve sürekli yükseliyor.

 

Şimdi bir örnek vereyim. Çocuk doğduğunda idrak başlıyor. Çocuk doğduğunda gözü görüyor, kulakları duyuyor, hisleri çalışıyor. Tabii bunları birbirinden ayıramıyor ama hisleri çalışıyor. Üç dört günlük bir çocuğun bile bir laboratuvarı vardır. O laboratuvar nedir biliyor musunuz, aklıdır.

 

Çocuk eline ne geçerse ağzına götürür. Altı aylık veya bir yaşındaki bir bebeğe bir şey verirseniz, verdiğiniz şey ister iyi olsun ister kötü olsun onu ağzına götürür. Bir iki yaşındaki bebeğin laboratuvarı adeta onun ağzıdır. Bebek görür, işitir, koklar, dokunur ama onun için adeta ağzı bunların hepsinden daha önemlidir. Bebeğin laboratuvarı ağzıdır sanki. Çünkü eline geçen her şeyi ağzına götürür.

 

Fakat yaşı büyüdükçe eline geçirdiği şeyleri artık hemen ağzına götürmemeye başlıyor. Ona dokunuyor, bakıyor, kokluyor vs. yani yaş büyüdükçe diğer duyuları da kullanıyor. Daha sonra giderek hayali güçleniyor. Tahayyülden başka giderek vehimleri güçleniyor. Vehim, tikel anlam idrakidir.

 

Vehim derken bugün anlaşıldığı gibi batıl, boş düşünceyi kastetmiyoruz. “Vehmiyat”, felsefi bir ıstılah olarak tikel anlamın idrakidir. Hayal, tikel suretlerin idrakidir. Yani karşı karşıya olmadığınız ama zihninizde sureti olan şeydir. Mesela Anka kuşu için tasavvur ettiğiniz kuş hayaldir. Vehim ise tikel anlamların idrakidir, yani sureti yoktur.

 

Mesela bir şahıs hoşunuza gider. Hoşa gitmenin şekli yoktur. Anka kuşunun sizin tahayyülünüzde bir şekli vardır ama hoşa gitmenin şekli yoktur. Mesela bir denizi tasavvur edebilirsiniz, şekli vardır. Ama sevginin muhabbetin şekli yoktur. Tümel muhabbet aklî, tikel muhabbet vehmîdir. Mesela falan adam hoşunuza gider, hoşa gitmek muhabbettir, işte buna felsefi ıstılahta vehim denir. Yani vehmin batıl bir anlamı yoktur.

 

Veya nefreti düşünün, nefretin şekli nasıldır? Biri bir başkasından ya da bir şeyden hoşlanmıyor, bunun şekli yoktur ve bu vehimdir. Tümel olarak nefret akılla ilgilidir; ama tikel olarak düşündüğünüzde yani birinin bir şahsı sevmemesi vehimdir.

 

Tümel nefret akılla ilgilidir, örneğin insanın zulümden hoşlanmaması akılla ilgili bir anlamdır. Zulüm tümel olarak akılla ilgilidir; ama bir insanın belirli bir varlığı sevmemesi vehimdir. Bunları izleyicilerimizin bu ıstılahları bilmesi için açıklıyorum.

 

Konuya dönecek olursak, bebeğin laboratuvarında sırasıyla önce denemeye ağzıyla başlaması gibi bilimin laboratuvarı da duyulardır. Tabii ki duyular tanzim ediliyor, akıl onları tanzim ediyor; duyularla aldığı verileri akılla tanzim ediyor ve bilimsel bir yasa haline getiriyor.

 

Akla ulaşıncaya kadar ne kadar yükselirsen aydınlık o kadar artar. Aklın aydınlığı da vehmin, hayalin ve hissin aydınlığından fazladır. Akıl mutlak aydınlıktır, mutlak açıklıktır. Akıl âleminde gayb yoktur, ayrılık yoktur. Akıl taksim edilemez. Akıl âleminde her şey huzur, baha ve kemâldir.

 

Bir arifin tabiri ile söyleyecek olursak “Ba marifet-i kâmil duzeh, beheşt mi gerded ve ba cehl u nadani beheşt, duzeh mi şeved”  yani “bilmekle (marifet ile) cehennem, cennete dönüşür. Cehalet ve bilgisizlikle ise cennet, cehennem olur.” Hele de “cehl-i mürekkeb” (bilmediğini bilmemek) olursa vay halimize!

 

Çünkü cehalet, tüm idrak yollarının kapalı olmasıdır. Cehalet, bilgisizlik demektir, bilgisizlik ise zulmet yani karanlık anlamına gelir. Zulmet; karanlıktır, ayrılıktır, tefrika ve elemdir.

 

Şeyh Sühreverdi, işte bunları söylüyor. Yani demek istiyor ki marifete yani bilmeye ne kadar yaklaşırsan yaklaş bunun sonu yoktur. Ne kadar yükselirsen yüksel bil ki daha yukarısı vardır. Yani bilme konusunda bir yere ulaşıp da artık burası yolun sonudur, daha ileri gidilemez diyemeyiz. Ben gidemem diyebiliriz; ama bilmek buraya kadardır daha ileri gidilmez diyemeyiz. Bizden daha güçlü birileri gidebilir.

 

Bakın Kur'an-ı Kerim ne diyor: “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yusuf, 76) Yani siz bir noktaya ulaşıp, bunun bilmenin sonu olduğunu düşünseniz bile onun üstünde de bir makam vardır. İşte Şeyh Sühreverdi bunu söylüyor.

 

“Rabbim ilmimi arttır!” Bu sözü peygamberlerin sonuncusu söylüyor. Hz. Hatemu'l-Enbiya, insanların en bilginidir, varlık âleminin en bilginidir. İlahi, ledunni, vehbi, gaybi ilimlere sahiptir. İşte bu makama sahip olan Peygamber ne diyor? “İlmimi arttır” diyor.

 

Laricani: Evet üstat o halde şu neticeye varıyoruz ki hayal vehim, his idrakin mertebeleridir ve hazzın ve lezzetin hakikati akıldır.

 

Üstat Dinani: Tabii duyuların da hazzı vardır. Göz görmekten, el dokunmaktan, kulak güzel bir ezgi duymaktan haz alır. Ancak aklın hazzı bunların hepsinin üstündedir.

 

Laricani: Evet üstat, izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Evet, sayın üstat, Hekim Sühreverdi, bu paragrafta hazzın kaynağını Hak Teâlâ, Mele-yi A'lâ ve nur âleminin ilginçlikleri olarak açıklıyor. Sizin de çok güzel bir şekilde açıkladığınız gibi o nurani olanın akıl olduğu inancına sahiptir. Ancak soruyu biraz daha açmamız gerekiyor: Sonuç itibariyle haz ve elemin ölçütü nedir?

 

Hz. Mevlana bir misal veriyor. Diyor ki birine âşık olan birini farz edin, ona aşk derecinde bağlanıyor. Ancak o kişi aniden ölüyor, sureti bedeni yerli yerinde olmasına rağmen ruhu gidiyor ve o da onu terk ediyor. O aşk, o sevgi gidiyor.

 

Buradan anlaşılıyor ki Mevlana bu ölçütü aklın ötesine götürüyor. Peki nereye götürmek istiyor?

 

Üstat Dinani: Çok güzel buyurdunuz. Ben üç ciltlik “Akıl Defteri ve Aşk Ayeti” adlı kitabımda bu konuyu ele aldım. Evet, aşk akıl değildir, akıl da aşk değildir. “Ama”, burada büyük bir “ama” var. Aşk hiçbir zaman dirayetsiz ve akılsız değildir. Aşkın içinde akıl gizlidir. Sonuçta akıl orada sarhoşça hareket ediyor; aşk sarhoş akıldır. Aşk, aklın sarhoş olduğu yerde peyda olur.

 

Ben buna daha önce de değinmiştim. Bu, Mevlana'nın şiirinde de gizlidir. Orada bir soru soruyor. Bir âşık var ki sevgilisinden dolayı gecesini gündüzünü şaşırmıştır, her şeyinden, hatta canından bile sevgilisi için vazgeçmiştir. Mevlana burada onun sevgilisinin öldüğünü farz ediyor ve o âşık sevgilisinin ölmüş bedenine bakıyor. Peki acaba sevgilisinin ölüsüne, sevgilisinin dirisine duyduğu aşkı duyuyor mu?

 

Leyla ölse ve Mecnun'u onun kabrinin başına götürseler, Mecnun ne yapacaktır? Daha önceki halinde olacak mıdır? İnsafla söyleyecek olursak hayır. Mevlana işte şu soruyu soruyor: Bu senin aynı sevgilin; yüzü, bedeni yerli yerinde duruyor. Gözü, kaşı, saçı başı yerli yerinde duruyor, peki şimdi o daha önceki aşkı niye duymuyorsun? Daha sonra cevaben şöyle diyor: Ey âşık, arayışa çık senin sevgilin kimdir? Sen cisim sanıyordun; ama aslında onun ruhuna âşıktın.

 

İnsanın sevgilisi sadece bedeni değildir. O âşık sadece bedenini sevdiğini düşünüyor olabilir. Tabii eğer söz konusu olan şehvet ise evet bu olabilir. Aşkla şehvet arasında çok mesafe var. Şehvet, bedenle gerçekleşir. Ama gerçek aşkın olduğu yerde, aşk sadece bedenle mi yoksa tüm varlığıyla mı gerçekleşir? Tüm varlığıyla...

 

Mevlana işte bunu söylemek istiyor. Diyor ki “Ey âşık, arayışa çık, senin sevgilin kimdir?” Yani ey âşık, senin âşık olduğun, yanıp yakıldığın sevgilinin bedeni şu an mezarda duruyor. Peki sen neyi istiyordun, onun ruhunu istiyordun. Onun ruhu artık burada değil. Ruh, elle tutulabilen bir şey değildir, manadır.

 

Peki mana nasıl idrak edilir? Mana, makul (aklî) müdür, mahsus (duyusal) mu? Mana makuldür. O halde makul olduğu için “maşuk” (sevgili) idi. Yani bunları Mevlana'nın söylediklerinden kendi çıkardığım sonuç olarak söylüyorum. Bunlar benim kişisel yorumum. Evet Mevlana, bazı yerlerde aşk ile aklı birbirinden ayırıyor; ama bu şiirde olduğu gibi bazı yerlerde de bunları birleştiriyor.

 

Yani demek istiyor ki sen aslında manaya âşıktın ama bunu kendin de bilmiyordun. Şu an yüzü, bedeni var ama mana yok. Sen aslında manaya âşıktın, mana dokunulabilecek, görülebilecek, işitilebilecek bir şey değildir; mana duyularla idrak edilemez. Mana makuldür, akılla idrak edilebilir. O halde sen manaya âşıktın, mana akli bir şeydir ve âşık olan aslında akıldır. Yani belirli bir aşamada akıl ile aşk birbirinden ayrı değildi.

 

Laricani: Çok güzel üstat... Şimdi Mevlana'dan bahsedince şunu söylemek lazım. Mevlana aynı zamanda müthiş bir filozoftur. İnsanlığı mutlak bir zahirilikten, bâtına götürüyor. Bu yüzden de bugün insanlığın işine çok yarayabilir. Örneğin insan, paraya ulaştığında her şeye ulaşabileceğini düşünüyor; ama gidip bakıyor ki hayır o duygu tatmin olmadı. Örneğin falan makamı elde ettiğinde her şeye ulaşabileceğini düşünüyor ama bakıyor ki hayır o da değil.

 

Şu an biz güce ve servete sahip olanların herkesten çok daha fazla tedirgin olduğunu görüyoruz. Mevlana sonra şu sonuca varıyor:

 

Ehl-i dünya zan sebep ama dilend

Şarib-i şurabe-yi ab u gilend

Afet-i in der hevâ vu şehvet est

Ver ne inca şerbet ender şerbet est

 

Dünya ehlinin şu sebeple gönül gözü kördür

Çünkü tuzlu ve çamurlu suyu içerler.

Bu kapının afeti hevâ ve şehvettir

Yoksa burası şerbet içinde şerbettir.

   

Yani burada bizi zahircilikten bâtınî hakikate, yani zatıâlinizin açıkladığınız o manaya davet ediyor. Yani aslında insanlığın bakış açısının kıblesini değiştiriyor. Gerçekten ne kadar da filozofça bir yaklaşım sergiliyor!

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle. Bütün bunlar Sühreverdi'nin sözlerinde de gözlemlenebiliyor.

 

Laricani: Ancak zatıâlinizin de buyurduğunuz şekilde Sühreverdi de diyor ki “Aklı ve kalbi bir yere götürürseniz bir olurlar.” Bu söz aynen zatıâlinizin “aşk sarhoş akıldır” şeklindeki incelikli ifadeniz gibidir. O, bütün bunları Allah'a, yani nurun kaynağına yöneltmek gerektiğini söylüyor.

 

İzin verirseniz ben onun cümlelerini okuyayım, siz yorumlayın. Diyor ki “O maddi meşgaleler kalkınca kemâle sahip olan kimseler, ‘Vacib el-Vücud'u, ‘Mele-yi A'lâ'yı ve ‘Nur âleminin ilginçliklerini' müşahede ederek sonsuz bir haz bulur ve o haz içerisinde daimi kalırlar. ‘Fî mak'adi sıdkın inde melîkin muktedir' (Kudret Sahibi Melik'in huzurunda, sadıklar makamındadır.) Kamer, 55.”

 

Üstat Dinani: Çok müthiş, nur âlemine yani akıl âlemine gidiyor. Bazıları aklın belirli bir sınırı olduğunu sanıyor. Hâlbuki akıl kabiliyet açısından sonsuzdur. İnsanın aklı faaliyet açısından sınırlıdır, yani bir ölçüye kadar çalışır; ancak kabiliyet, yani nuru kabul etme açısından sınırsızdır, sonsuz kabul edebilir. Neyi kabul eder? Nûru'l-Envâr olan Hakk'ın nurunu. Hak Teâlâ'nın nuru sonsuzdur, dolayısıyla sonsuz bir haz ve lezzettir. Nur içinde nur, lezzet içinde lezzettir.

 

Burada ilginç olan şu ki Hekim Sühreverdi, şu ayeti delil getiriyor: “Kudret Sahibi Melik'in huzurunda, sadıklar makamındadır.” Yani nereye ulaşmış oluyorsun? Bu ayetteki “mak'adi sıdk” çok müthiş bir kelimedir. Oturulan yerdir, mik'ad kelimesini oturulan yer olarak tercüme edebiliriz. Şu anda da Arapçada mik'ad oturak, sandalye anlamlarında kullanılır. Yani karar kılınan, yerleşilen yer demektir.

 

Burada, yerleşilen yer sıdktır. Hem Hekim Sühreverdi hem de ayet-i kerime açısında sıdk ne kadar da önemlidir. Sıdk veya doğruluk, gerçekliktir. Yani gerçekliğe ulaşmaktır. Kizb, yani yalan ne demektir? Gerçeğe aykırı olan şey demektir. Varlık âleminin gerçeği nurdur. Varlığın gerçeği, Nûru'l-Envâr'dır. Nûru'l-Envâr makamı ile bağlantı kurmak, işte gerçeklik budur, sıdk budur. Buraya ulaştığınızda istikrar bulursunuz.

 

Bu âlem gerçeklik (vâkıiyyet) değil, sen onu gerçeklik sanıyorsun. Aslında zannının esirisin, vehim içindesin. Gerçekliği olmayan yeri gerçeklik sanıyorsun, bu hayat, gerçek bir hayat değildir. İnsanların çoğu, ömrünü gerçeklik dışı bir hayatla geçiriyor ve onu gerçek sanıyor.

      

Gerçekliği mi yaşamak gerekir, yoksa gerçek dışılığı mı? İşte tüm sorun, insanın gerçekliği yaşamaması, gerçek dışılığı yaşamasıdır. Yani sürekli olarak kendisini kandırıyor. Yani olmayan şeyi varmış gibi sanıyor. Gerçek sandığı şeyler gerçek değil ve o zan içinde kalıyor.

 

Hekim Sühreverdi'nin kullandığı ve delil gösterdiği ayette de geçen o sıdk, bir yerleşme yeridir. “Fî mak'adi sıdkın inde melîkin muktedir.” (Kudret Sahibi Melik'in huzurunda, sadıklar makamındadır.) Şu irtibata bakın. Sıdk, istikrardır, yalan ise ıstıraptır. Yalanda istikrar yoktur, batılda istikrar yoktur, her zaman tehlikedir. Çünkü vehimdir, batıldır, gerçekliği yoktur. Gerçekliği olmayan bir şeyin istikrarı olur mu? İstikrar gerçekliktedir ve sıdk da gerçekliktir.

  

Daha sonra “Melikin Muktedir” yani kudret sahibi melik diyor. Melik, “malik”in mübalağasıdır, muktedir ise iktidar ve güç sahibidir. Yani güç de sıdkla birliktedir. Sıdkın yani doğruluğun gücü mü fazladır, yalanın gücü mü? Yalan, bomboştur, gücü yoktur, yani her şeyden yoksundur. Güç, sıdktadır yani doğruluktadır. Sıdk ise bilinçtedir, yani insan ancak bilinçle sıdka ulaşır. Bilinçsiz bir insan sıdka ulaşamaz.

 

Konunun irtibatını anlatmaya çalışıyorum. Nur ile başlıyor, duyusal idrakler ile başlıyor, yukarı çıkıyor ve akla gidiyor, nuraniyet makamına oradan nur makamlarına, oradan Nûru'l-Envâr'a gidiyor. Orası sıdk makamıdır, istikrar ve iktidar makamıdır. Kudret doğruluktadır, sıdktadır, gerçekliktedir. Gerçek dışılık koftur, boştur, batıldır ve yok olucudur.  

 

Laricani: Şeyh Sühreverdi, ayetlerden yararlanma konusunda adeta bir mimar gibidir, insan gerçekten hayretler içinde kalıyor.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

www.medyasafak.net

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=jsj7P1Zgffo