İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (7)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (7)
Aklın tatmasına örnek sanatçılardır. Sanat işte böyle ortaya çıkıyor. Sanatçı, aklı tat alan kimsedir. Kavram yaratmıyor, tadıyor. Sanatçı kavram yaratmaksızın kendi tattığına ulaşıyor. Akıl tadar, zevk aklın tadışıdır. O halde şuhûd aklın görmesidir, zevk ise aklın tatmasıdır. Demek ki akıl olmadan ne şuhûd olur ne de zevk.

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bildiğiniz gibi Hekim Sühreverdi'nin nurani düşüncelerini ele alıyor ve Üstat Dinani'nin şifreleri çözen açıklamalarından yararlanıyoruz.

 

Bir önceki programda Şeyh Sühreverdi açısından rüya konusuna değinmiştik. Pertevname risalesinden okuduğumuz konumuz yarım kalmıştı.

 

Aziz üstat izin verirseniz o bölümü okuyarak konuyu tamamlayalım.  Öyle gözüküyor ki bu âlemde Sühreverdi'nin sevgilisi, “nur” kavramıdır. O, bu kavramın üstünde çok duruyor.

 

Sizin de buyurduğunuz gibi o, diyor ki insan ruhuyla, zihniyle, aklıyla nuraniyet kazandığı ölçüde gördüğü rüyalar, “rüya-yı sadıka”dır, bunun tersi olursa da gördüğü rüya, “rüya-yı kazibe”dir.

 

O, bu çerçevede görüşlerine devam ediyor, izin verirseniz o paragrafı okuyayım. Buyuruyor ki: “Bu şimşekler ve ışıklar, ilim veya akli suret değildir. Kutsi şualardır (ışıklar). Ve Kuds aleminden nurlar gelir, maddeden mücerrettir. Temiz ruhlular o aydınlıktan nasiplenirler. Vacib el-Vücud'un nurlarının sınırı ve sonu yoktur.

 

Aydın ruhlu olanlar ahirette bunu duyularla algılanabilen şeylerden (mahsusat) daha zahir bir şekilde görürler.”

 

Sonra da şu ayeti delil getiriyor: “Mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının, önlerinde ve sağlarında koştuğunu göreceğin gün kendilerine şöyle denir: Bugün size müjdelenen şey içlerinden ırmaklar akan, ebedî olarak kalacağınız cennetlerdir. İşte bu büyük başarıdır.” (Hadid: 12)

 

Evet üstat buyurun.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Sühreverdi, sizin de söylediğiniz gibi nura âşıktır; çünkü onun felsefesi, nur felsefesidir. Sürheverdi'nin kendisi de nur felsefesinin ve “Hikmet-i Hosrovani”nin ihya edicisi olduğunu iddia etmiştir.

 

“Hikmet-i Hosrovani”, yani nur felsefesi, antik İran'da mevcuttu. Eski Yunan'da felsefe dendiği zaman, Heraklites, Parmenides ve benzerleri yani Sokrat öncesinde ve Sokrat sonrasında felsefeden bahsedildiği dönemlerde, İran'da da nur felsefesi mevcuttu. Yani nur meselesi ilk kez İranlılar tarafından söz konusu edildi.

 

Sühreverdi, Yunan felsefesi karşısında bir tavır alıyor. Elbette Yunan felsefesine büyük bir saygı da duyuyor, bunu daha önce de defalarca söyledim. Ancak şunu söylemek istiyor: Felsefenin beşiği sadece Yunan değildir, İran da hikmetin beşiğidir ve o da “nuri hikmettir.” Onda esas olan nurdur. Bu sadece duyularla algılanan nur yani ışık değildir, elbette duyularla algılanan ışık da nurdur.

 

Burada nur kelimesi yerine “zuhur” ve “huzur” kelimelerini koyarsak Sühreverdi'nin düşüncelerini daha iyi kavrayabiliriz. Onun sürekli olarak kullandığı nur kelimesi yerine huzur veya zuhur kelimelerini kullanalım.

 

Zira nurun özelliği nedir? Zahir olmak ve zahir etmektir. Nur, eşyayı zahir etmekten ve ortaya çıkarmaktan başka ne yapar? Nurun hasleti zahir olmak ve zahir etmektir. Nur, zuhurdur. Nura, zuhur anlamı verdiğinizde biraz daha genelleşir.

 

Duyularla algılanan nur neden nurdur, çünkü zahirdir. Şu an bu odadaki nur (ışık) zahir olmasaydı, ışık olabilir miydi? Hayır, o halde onun nur oluşu, zuhuru sebebiyledir. O halde zahir olan her şey nurdur. Nur olan her şey zahirdir ve her zahir olan nurdur.

 

Peki nur, zahir olduğu için mi nurdur, yoksa zahir oluşu nur dolayısıyla mı zahir olur?

 

Laricani: Nasıl yani nur, nurdur.

 

Üstat Dinani: Nur, zuhurundan dolayı nurdur. Eğer zuhuru olmasaydı, nur olmazdı. O halde nurun ruhu, zuhurdur. Yani zahir oluşu nurdur. Elbette burada zuhur ve huzur aynıdır.

 

Laricani: Yani eş anlamlı mı kullanıyorsunuz?

 

Üstat Dinani: Evet, ama ben “huzur” derken “şu an sizin huzurunuzda bulunuyorum” cümlesindeki “huzur”u kastetmiyorum. Bu gerçek bir huzur değildir, çünkü sizinle benim sandalyelerimizin arasında mesafe var. Ben burada hakiki huzuru söylüyorum. Bir kişinin bu odada hazır olması gibi bir huzurdan söz etmiyorum. Evet bir kişi buraya gelince bu odada hazır olmuş olur bu doğru, burada huzurun anlamı onu görüyor olmamdır. Ancak gerçek huzur ne demektir?

 

Gerek huzur, gerçek gaybın karşıtıdır. Bunu felsefi anlamıyla göz önünde bulundurun.

 

Laricani: “Huzur-ı ger hemi hahi, ez u gaib meşo Hafız.” (Ey Hafız eğer huzuru istiyorsan, ondan gaib olma.)

 

Üstat Dinani: Evet, gaib olmak huzurun olmamasıdır; peki huzur nedir? Huzur, “var” demektir, “cem” yani toplanma demektir. Bunu ifade edebilmek için birkaç kelimeyi eş anlamlı olarak değil; ama kolaylaştırıcı olarak kullanabiliriz. “Cem” kelimesi de bunlardan biridir. Ama buradaki “cem” ayrı ayrı şeylerin bir yere toplanması değildir. Buradaki “cem” ayrı olmamak, bütün olmak, gaybda olmamak demektir.

 

Burada gayb yoktur, karanlık yoktur. İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim Allah'ı nur olarak niteliyor. Sühreverdi de Allah'ı nur olarak kabul ediyor. Kur'an-ı Kerim de “Allah göklerin ve yerin nurudur” diyor. Peki Allah nurdur ne demektir? Yani Allah duyularla algılanan nur mudur? Yani lambanın ışığı gibi bir nur mudur? “Allah, göklerin ve yerin nurudur” sözü bizatihi Allah'ın kendi sözüdür. Peki bu nur, şu lambanın ışığı gibi midir? Foton mudur?

 

Buradaki nur, huzurdur, yani zuhurdur. Yani gayb değildir. Allah'ın zatı gaybda değildir. Allah, kendi kendisinde gaib değildir, hiçbir şeyden gaib değildir ve hiçbir şey de O'na gaib değildir. Burada üç şey söyledim:

 

Allah, kendisi kendisine gaip değildir, başka hiçbir varlığa da gaib değildir ve hiçbir başka varlık da ona gaib değildir. Şu üç sözü bir düşünün. O, kendi kendisinde hazırdır ve zahirdir, her şey O'nun için zahirdir ve O'nun her şeyde huzuru bulunmaktadır. Allah nerede gaiptir? Varlık aleminde bir nokta göster ki Allah orada gaib olsun? Bütün bir varlık âleminde Allah'ın gaib olduğu tek bir nokta yoktur.

 

Peki Allah'ın gaib olduğu tek bir noktanın olmaması ne demektir? Allah'ın her yerde hazır olması demektir. Peki hazır ne demektir? Zuhurunun olması, zahir olması demektir. Hazır ve zahir olması ne demektir, yani nur olması demektir. Çünkü nur hazır ve zahirdir. Anlamı budur.

 

Evet işte bu Sühreverdi felsefesidir. Sühreverdi felsefesinin asli temeli budur. Sonuç itibariyle diyor ki bu zuhur ve huzurun mertebeleri vardır. Zuhur ve huzurun en üst mertebesi Hak Teâlâ'dır. Bu nurun dereceleri Allah'tan aşağı doğru gelir.

 

Ona göre nefs-i natıka da zuhur ve nurdur. İnsanın nefs-i natıkası zuhurdur. Eğer biz kendimize zahir olmasaydık, eşya da bize zahir olamazdı. Eğer ben kendime, nefs-i natıkama hazır olmasaydım hiçbir şey bende hazır olamazdı. Bu duvarın kendisinde huzuru yoktur, o yüzden de hiçbir şeyle ilgili ilmi yoktur. Tüm âlemi bu duvarın önüne de koysanız bu duvar ilim kazanabilir mi? Ama siz eşya ile karşılaştıkça ilim kazanıyorsunuz, neden? Çünkü siz kendinizde hazırsınız.

 

Laricani: Üstat, Sühreverdi burada diyor ki “Bu nu ne ilimdir ne de akli surettir. Kudsi bir şuadır.”    

 

Üstat Dinani: Bakınız bunu Meşşailere karşı söylüyor. Çünkü Meşşailer ilmi şöyle tarif ediyorlar: “Huve's suretun hasıletu min eş-şey inde'l- akl.” Yani ilim dışarıda olan bir şeyin suretinin sizin aklınızda tahakkuk etmesidir. Bu tarif hem doğrudur hem de doğru değildir.

 

Şu anlamıyla doğrudur: Evet siz dışarıdan bir görüntü alıyorsunuz. Ancak bu suret, bizim bir kâğıdın üstüne çizdiğimiz gibi bir suret değildir. Mesela siz bir levhaya, bir kâğıdın üstüne bir resim, bir suret çizin, o kâğıt sizin çizdiğiniz o sureti bilir mi?

 

Şeyh-i İşrak işte bunu söylemek istiyor. Yani demek istiyor ki suretin bende hazır olması doğrudur; ama suret bildiğimiz kelime anlamında değildir. Kitapta da suret vardır; ama o kitap âlim değildir. Sizin bir tabloya resimler yapmanızla o tablo resimleri biliyor olmaz.

 

Hekimler, “huve's-suretun hasıle” diyor. Yani ilim hasıl olan surettir diyor; ama bu suret sözlük anlamıyla suret değildir. Sizde hazır olan kudsi şuadır. Bu suret o “kudsi şua”da nur oluyor ve huzur oluyor. Burada önemli bir felsefi meseleyi açıklıyor.

 

İlim, “kudsi şua”dır. İlim zaten nur cinsinden bir şeydir. “El ilmu nurun” yani “ilim nurdur” diye bir hadis var. Yani ilim nurla aynı türdendir. Yani bu yalan değil, bu mecaz değil, bu istiare değil. İlim nurdur hadisini söylediğinizde bazıları bunun bir mecaz, bir istiare olduğunu düşünüyor. Nur ışıktır, ilim nasıl ışık olur diyorlar.

 

İlim nurdur demek bir mecaz değil bir hakikattir. Nur nedir, nur aydınlıktır. Peki ilimde aydınlatma yok mudur, siz âlim olduğunuzda aydınlanmıyor musunuz? Anlamak, aydınlanmaktır. Anlıyorum, aydınlandım demektir. Âlim aydındır. Ne kadar aydındır, ne kadar biliyorsa o kadar aydındır.

 

Âlim aydındır, neyle aydındır, ilmiyle. Ne kadar aydındır, bildiği kadar aydındır. Bilgi ne kadar artarsa aydınlanma da o kadar artar. Bağlardan ne kadar koparsa o kadar aydınlanır. Allah Teâlâ mutlak mücerrettir. Hiçbir şeye hiçbir bağlılığı yoktur. Bu yüzden de Hak Teâlâ'nın ilmi mutlaktır. Hak Teâlâ, mutlak ilimdir, mutlak nurdur. İşte o ilimden bize geliyor, ilim Hakk'ın nurudur.

 

Şimdi siz diyebilirsiniz ki bazı ilimler kötüdür. Evet buna söyleyecek bir şeyim yok; ama burada ilmin kötü olmasından kasıt malumun kötü olmasıdır. Yoksa ilim mahiyet olarak kötü değildir. İlim, bilmek olarak asla kötü bir şey değildir. Eğer siz bir ilmi kötü olarak görüyorsanız bu kötülük maluma yani bilinene aittir. İlmin kendisi kötü değildir. İşte Sühreverdi'nin dediği de budur.

 

Eğer âlemde nur ve bu bilmek olmasaydı, bir an için bu varlık âleminde bilmenin ve nurun olmadığını tasavvur et. İlim ve nur olmasaydı ne olurdu? Bu durumda ya mutlak karanlık veya mutlak yokluk...

 

Biraz önce okuduğunuz kısmı tekrar okuyun.

 

Laricani: “Bu şimşekler ve ışıklar, ilim veya akli suret değildir. Kutsi şualardır (ışıklar). Ve Kuds âleminden nurlar gelir, maddeden mücerrettir.              

 

Üstat Dinani: Evet, ilmi hem Sühreverdi hem de İbn Sina mücerret (soyut, aşkın) kabul eder. Molla Sadra ise bu konuda zirveye ulaşır. İlim, bilinç, hatta his mücerrettir. Molla Sadra, hissi idraki mücerret sayar. Ancak İbn Sina hissi mücerret kabul etmez, aklı mücerret kabul eder. Tabi burada akıl olmadan hissin de hiçbir işlevinin olmadığını söylemek gerekir.

 

His, arkasında akıl olmadan hiçbir işe yaramaz. Size örnek vereyim. Siz şu sehpayı görüyorsunuz. Bunu dış âlemde gördüğünüz için “bu vardır” diye hüküm veriyorsunuz. Neden var diyorsunuz; çünkü onu gördüm diyorsunuz. Peki onun var olduğunu söyleyen görmek midir başka bir şey midir? Göz onu görüyor; ama onun var olduğunu söyleyen başka bir şeydir, o da aklıdır.

 

Eğer o hissin arkasında o akıl olmasaydı, görmek onun var olduğunu söyleyemezdi. Gördüğünüz şeyin var olduğunu söyleyen akıldır. İlim mücerrettir, yani ilimde madde hasleti yoktur. Peki “ilimde madde hasleti yok” ne demektir. Bunun için önce maddenin ne haslete sahip olduğunu söylemek gerekir. Maddenin hasletleri nelerdir: Ağırlığı, şekli, ölçüsü, parçalanabilir, bölünebilir olması.

 

Her madde bölünebilir, parçalanabilir niteliktedir. Peki ilim parçalanabilir mi, ağırlığı var mı, yaşı var mı? Mesela 2+2=4 dediğimiz bilginin yaşı var mıdır, kaç yaşındadır, genç midir, yaşlı mıdır? Ne yaşlıdır ne de gençtir.

 

Aslında idrak mücerrettir, özellikle de akli idrak. Bizler bazen makulat (akli olan akledilen şey) ile mahsusatı (hissi/duyusal olan) birbirine karıştırıyoruz. Bunları ayırma konusunda izin verirseniz bir örnek vereyim.

 

Hepimiz noktayı biliriz. Noktanın geometrik tarifi nedir? Bir matematikçi, bir geometrici noktayı nasıl tarif eder? Ben söyleyeyim: Nokta öyle bir şeydir ki ne uzunluğu vardır, ne genişliği, ne de derinliği vardır. Peki uzunluğu, genişliği ve derinliği olmayan bir şey mevcut mudur?

 

Eğer dış dünyada var olsaydı, uzunluğu, genişliği ve derinliği olması gerekirdi. Dış dünyada uzunluğu, genişliği ve derinliği olmayan bir şey var mı? Ama noktanın uzunluğu, genişliği ve derinliği yok. Ama eğer nokta dış dünyada olmasa siz ne yapardınız?

 

Evet nokta makuldür yani aklidir; ama hisle algılanan bir şey değildir. Siz noktayı aklediyorsunuz ve noktanın var olduğunu biliyorsunuz. Eğer biz noktayı bilmeseydik, matematiği bilemezdik. Peki matematiği bilmeseydik neyi bilebilirdik?  Hiçbir şeyi bilemezdik, geometriyi bilemezdik. Biz noktayı biliyoruz; çünkü makuldür yani aklidir; peki noktaya işaret edebilir miyiz?

 

Yani siz bir harfin üstündeki noktaya işaret edebilirsiniz; ama bu gerçek bir nokta, geometrik bir nokta değildir. Harfin üstünde bulunan noktanın hem uzunluğu, hem genişliği hem de derinliği vardır. Dudağın altında bulunan nokta şeklindeki benin de uzunluğu, genişliği ve derinliği vardır. Ancak geometrik nokta işaret edilebilir bir şey değildir, işte budur diye gösterebileceğimiz bir şey değildir; ancak makuldür. Bu örneği makul ile mahsusun farkını açıklamak için verdim.

    

Demek istiyorum ki his ve aklın irtibatı ve idrak bütün olarak birbirine bağlıdır. Yani akıl olmadan his insana bir şey katmaz. Bizim öncelikle duyuları kullandığımız doğrudur. Ancak onun arkasında akıl vardır. İşte bu idraklerin hepsi birbirine bağlıdır, bunların hepsi nurdur, hepsi huzurdur ve hepsi zuhurdur. İşte Sühreverdi'nin kudsi şua, kudsi ışık dediği şey budur. Özetle ilim ve bilinç olmasa hiçbir şey olmaz.

 

Laricani: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Evet sayın üstat, Şeyh Sühreverdi'nin burada ulaştığı sonuç müthiş. Buyuruyor ki “Aydınlık ruhlular, ahirette bunu yani nuru, gözle görünenden daha açık bir şekilde görürler: Mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının, önlerinde ve sağlarında koştuğunu göreceğin gün kendilerine şöyle denir: ‘Bugün size müjdelenen şey içlerinden ırmaklar akan, ebedî olarak kalacağınız cennetlerdir.' İşte bu büyük başarıdır.” (Hadid: 12)

 

Üstat, şimdi burada şöyle demek istemiyor mu: Bu melekûtî şule olmasa insanın ahireti yoktur ve ahiretin kemâli de işte bu nurdur.

 

Üstat Dinani: Evet aynen onu diyor; ama şu açıklama ile: Demin de söylediğimiz gibi ilim nurdur, huzurdur ve zuhurdur. Bizim şu âlemde en iyi gördüğümüz şey, en aydınlık olarak gördüğümüz şeydir. “Onu ben kendim gördüm” deriz. Hiçbir şey kendi gözümüzle gördüğümüz şey kadar açık ve kesin değildir.

 

Nurani melekeye ve yüksek makamlara sahip olanlar, bu alemden göçtüklerinde tüm varlıkları nur ilmidir. Bakın Kur'an ayeti ne buyuruyor: “Mümin erkeklerle mümin kadınların nurlarının, önlerinde ve sağlarında koştuğunu göreceğin gün...” yani nurla hareket ediyorlar, huzur nuruyla.

 

Nefsî tecerrüt, akılcılık ve kudsî makam olan o huzur nuru...

 

Laricani: Peki neden “sağlarından” ifadesi kullanılmış?

 

Üstat Dinani: “Ashab-ı yemin” olduklarını yani “sırat-ı müstakim” üzere olduklarını ifade etmek için. Yani doğru yolda, nur yolunda gittiler demektir. Sırat-ı müstakim nur yoludur. Karanlık yol, yol değildir.

 

Evet o, sizin bu âlemde gördüğünüz şeyi, diğer âlemde çok daha açık bir şekilde görür. Yani örneğin ben şu sehpayı görüyorum ve bu benim için son derece açık ve kesin. Ancak onların diğer âlemde gördükleri, işte bununla kıyaslanmayacak kadar belirgin bir şekilde açık ve kesindir. Yani onlar orada, sizin bu dünyada gözlerinizle gördüklerinizden çok daha açık ve net bir şekilde görürler.

 

Ahiret âlemi, huzur âlemidir. Sühreverdi, ilmi huzur olarak kabul ediyor; nefsi, huzur ve zuhur olarak kabul ediyor. Ahiret âlemi maddenin nefyidir. Biz orada cisimden kurtuluyoruz, tefrika ve ayrılıktan kurtuluyoruz. Bu durumda ne oluyor? Mutlak huzur oluyor. Mutlak huzur, mutlak bilinçtir, mutlak huzur, mutlak zuhur ve mutlak bedahettir (açıklık).

 

Bakın Kur'an ne diyor? Sühreverdi, nur felsefesi için ayetten ne kadar güzel istifade ediyor: “İnne'd-dârel âhırate le hiyel hayevân” (Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. (Ankebut: 64) “Hayevan” ne demektir? Hayevan, hayattır, mübalağa kipindedir, hayatın mübalağa halidir.

 

Biz burayı hayat sanıyoruz. Hâlbuki burası karanlıktır, hayat değildir. Burası sorunlarla doludur. Ahiret ise mutlak hayattır. Mutlak zuhurdur, mutlak huzurdur ve mutlak nurdur ve mutlak lezzettir. Kemal olduğu için, yoğunlaşmış olduğu için ve huzur olduğu için mutlak lezzettir. İşte bu yüzden “gerçek hayat odur.”

 

Biz burada yaşadığımızı sanıyoruz, hâlbuki bu gerçek bir hayat değil. Mecazi olan hayat buradaki hayattır. Nur ve karanlık burada birbirine karışmış durumdadır. Buradaki ayet çok dikkat çekicidir. “İnned dârel âhırate le hiyel hayevân.” “İnne” kelimesi tekit ifade eder. “Le hiye” derken de “le” sınırlama da ifade eder. “Hayevan” ise mübalağa ifade eder. “İşte gerçek hayat budur” ve dünya ise onun yanında bir hiçtir. Mutlak nur, mutlak, huzur, mutlak zuhur ve mutlak lezzet, bununla kıyas edilebilecek bir şey değildir.

 

Laricani: Evet, pekâlâ üstat, Şeyh Sühreverdi daha sonra Hz. Ali'nin bir hadisinden de yararlanıyor ve şunu naklediyor: “Kad ahya aklah ve emate nefseh.” (Aklını diriltmiş, nefsini öldürmüştür.) Bu melekûtî şule de akıldır. Aklın ihya edilmesidir. “Hatta dakka celileh ve letufe ğalizeh” bu sözlerle bu hadisi özetliyor.

 

Üstat Dinani: “Letufe ğalizeh” yani gittikçe latifleşen, zulmete değil Hakk'a giden kimse... Ne kadar güzel bir ifade.  Ardından “dakka celile” yani daha da dakik, daha da zarif, daha da ince, latif oluyor. Evet bu kıyas bile edilemez. Bu dünyada ise her şey birbirine karışık haldedir.

 

Bazen şu soruyu sorarım bu âlemde “basit” (saf, tek parçalı) olan şey nedir? Bana bu alemde öyle bir şey gösterin ki “mürekkeb” değil “basit” olsun. Cansızlar, bitkiler, hayvanlar hepsi “mürekkeb”dir. Daha önceki fizik âlimleri 4 tane “basit” olduğunu söylerdi, şimdilerde 109-110 “basit” (element) olduğu kabul edilyor. Ancak onlar da “basit” değildir, çünkü onlar da parçalanabiliyorlar. Bu âlemde asla parçalanamayan tamamen “basit” olan bir şey bulamazsınız.

 

“Terkib”de birbirinden uzaklık, ayrılık, gaybet vardır. Yani taksim edilebilir. Boyutu vardır. Orası ise taksim edilemez, boyut kabul etmez, “terkib” değildir, tamamen “basit”tir. Bakın “Letufe ğalizeh” diyor. Bu ne demek yani galizlik yok, hiddet yok, sertlik yok, baskı yok, zor yok. “La tezahuma fi'r ruhaniyat” ruhani meselelerde tezahüm (çatışma, sıkışma) var mıdır? Ama burada tezahüm vardır.

 

Örneğin ben sizi bu sandalye ile birlikte dışarı çıkarmak istiyorsam kapı dar olduğunda ikisini birden çıkarabilir miyim? Bir kalabalık bir kapıdan çıkmak istediğinde kapı dar olduğu için izdihamdan dolayı kavga çıkar. Çünkü birileri arada sıkışır, ezilir vs. ama ruhani âlemde, mücerret âlemde tezahüm yoktur. Hiçbir şey hiçbir şeye engel olmaz.

 

Engelleme diye bir şey yoktur. Eziyet yoktur, baskı yoktur, güç kullanma yoktur. Orada vahdet hakimdir. Burada ise kesret hakimdir.

 

Laricani: Daha sonra çok daha ince bir şey söylüyor diyor ki “Beraka lamiun kesiru'l-berk” Yani buradan anlaşılıyor ki bu nurun insanın nefs-i natıkasına yansıması gerekiyor.

 

Üstat Dinani: Evet tabii ki... Söylediğimiz gibi nefis burada esirdir. Nefis buradaki bağlılıkların esiridir. Mesela kafesteki kuş gibi örnekler birer misaldir ama nefis gerçekten bedenin esiridir. Beden, tezatların esiridir. Bu âlem bir tezat âlemidir. Savaş âlemidir, çatışma âlemidir, birbirini engelleme, tezahüm âlemidir.  Ama diğer âlemde bunların hiçbiri yoktur.  Hekimler, o âlem için “murselat âlemi” derler. Ne kadar güzeldir bu kelime, “murselat alemi” ne demek yani mutlak kurtuluş, mutlak özgürlük. Hiçbir şey sana engel değil. Lezzet içinde lezzet. Huzur içinde huzur, nur içinde nur.

 

Laricani: Üslubu da çok güzel, insanın içinde yer ediyor.

 

Üstat Dinani:  Risalenin ismi de Pertovname, yani “ışık risalesi, nurani risale”.

 

Laricani: Evet, sonra şöyle devam ediyor: “Hikmet bilenler, Nuru'l-Envar'ın (Nurların Nuru) takdis ve övgüsüne devam ederler. Onun kaynağından beslenirler.” Yani insanın ruhunun nuru da Allah'tan mı?

 

Üstat Dinani:  Evet tabi ki Hak Teâlâ'nın nurun eseridir. Her şey Hak Teâlâ'nın nurunun eseridir. Hak Teâlâ mutlak nurdur. Hayat-ı Tayyibe Hakk'ın nurudur. Eğer o olmasaydı mutlak karanlık olurdu.

 

Laricani:

 

Mevlana da çok güzel söylüyor. Diyor ki

 

Men ser ne horem ki ser giran est

Paçe ne horem ki ustuhan est

Buryan ne horem ki hem ziyan est

Men nur horem ki kuvvet-i can est

 

Ben kelle yemem çünkü pahalıdır.

Paça yemem, çünkü kemiktir

Büryan yemem çünkü israftır

Ben nur yerim çünkü ruhun kuvvetidir.

 

Üstat çok ilginç ki bizler, aslında gelip geçici olan maddi gıdalarımıza o kadar dikkat ettiğimiz halde ruhani gıdalarımıza o kadar ilgi göstermiyoruz.

 

Üstat Dinani: Burada dikkatimizi çekmeyen bir cümle var. Diyor ki bizim orayı anlamamamızın sebebi ‘sukr-i tabiat'tır.

 

Laricani: Henüz o paragrafa gelmedik.

 

Üstat Dinani: Öyle mi, peki ama bu tam da bahsini ettiğiniz şeyi teyit ediyor. Bizler bu âlemde ahiret âleminin lezzetlerini anlayamıyoruz. Neden? Burada çok güzel bir kelime kullanıyor. “Sukr-i tabiat” kelimesini kullanıyor, yani tıpkı sarhoş olup da hiçbir şeyi anlayamayan insan gibiyiz. Yani tabiat tıpkı bir uyuşturucu madde gibi bedenimizi, hayatımızı uyuşturmuştur. “Sukr-ı tabiat” bizi uyuşturmuştur, bu yüzden de mana âleminin lezzetlerinden habersiziz.

  

Yaşamak için ihtiyaç duyulan şeyler hariç, tabiata dair olan şeylere ve şehvete ne kadar dalarsak işte bu “sukr-ı tabiat” bizi o kadar uyuşturuyor. Ve ne kadar uyuşturulursak mana âleminden de o kadar gafil oluruz.

 

Laricani: Evet, daha sonra şöyle diyor: “Eğer böyle yaparsa ve Nuru'l Envar'ın takdisine devam ederse dediğimiz gibi ona ‘hurre-yi kiyani' verir ve ‘ferr-i nurani' bağışlar. İlahi parıltılar da ona heybet ve değer elbisesi giydirir ve âlemin tabiat reisi olur.”

 

Üstat Dinani: Evet, tabiatın reisi oluyor.  Sühreverdi'nin burada kullandığı ve diğer eserlerinde de çokça kullandığı “hurre” kelimesi, Farsça bir kelimedir ve “ferreh-i İzedi” demektir. Yani Hak Teâlâ'dan insana ulaşan nur demektir. İnsanın ruhunun özüdür. Farsçada kullanılan “ferehmend” kelimesi ilahi nura sahip kimse demektir. Bazen kullandığımız kelimelerin anlamını bilmiyoruz. Evet “hurre” insana ulaşan ilahi nurdur. Bu kelime antik İran'da kullanılıyordu. Sühreverdi, bu kelimeyi Kur'an ayetine çok güzel bir şekilde tatbik ediyor.

 

Laricani: Şöyle devam ediyor: “Ona yüce âlemden yardım (nusret) ulaşır. Onun sözü ulvi âlemde dinlenir. Rüyaları ve ilhamı da kemâle ulaşır.”

 

Üstat Dinani: İşte bu, daha önce bahsettiği manası olan rüyalardır. Ama eğer bu makamlara ulaşamazsa gördüğü rüyalar hayalden başka bir şey değildir.  

 

Laricani: Peki onun sözü nasıl “ulvi âlemde dinlenir” oluyor?       

 

Üstat Dinani: Çünkü vâsıl olmuştur, huzurdadır, huzur âlemindedir. Huzur âleminde işitmek, görmek, akıl vs. hepsi huzurdur. Huzur içinde huzurdur. Hepsi bir şeydir. Gözüyle akleder, aklıyla görür. Hatta orada akletmek görmektir, suret değildir. İşte bu yüzden “suret değil, şekil değil” diyor.

 

Akletmenin kendisi şuhûddur. Şuhûd kelimesini kullandığında bu akletmek demektir. Dikkat edin, bazen şuhûd iddiasında bulunanlar oluyor; ama bunlar çoğunlukla şuhûdun ne olduğunun farkında değildir. Aklın suret âleminin üstüne çıkması şuhûddur. Yani aklın kendisi görüyor. Yani akıl göz oluyor.

 

Şu örnekle açıklayayım. Benim şu zahiri gözüm mahsusatı (duyularla algılanan cisimleri) görüyor. Peki aklım neyi görüyor? Makulatı (akılla anlaşılabilecek şeyleri) görüyor.  Akıl görebiliyor mu göremiyor mu?

 

Laricani: Tabi ki neden görmesin?

 

Üstat Dinani: Peki neyi görüyor?

 

Laricani: Makulatı.

 

Üstat Dinani: Evet bravo. Göz mahsusatı görüyor, akıl ise makulatı görüyor. Her ikisi de görmektir. İşte bu şuhûddur. İşte sürekli olarak şuhûddan dem vuran ama şuhûdun ne olduğundan habersiz olanlar ve buna ehil olmayanlar, şuhûdun ne olduğunu bilsinler.

 

Akıl olmadan şuhûd olmaz. Aklı olmayan birinin ben şuhûd ehliyim demesi saçmalıktır. Müşahede iddiasında olup da kâmil bir akla sahip olmayanlar, boş sözler söylüyorlar. Anlamsız sözler söylüyorlar. Çünkü akıl olmadan müşahedenin hiçbir anlamı yoktur. Müşahede, aklın makulü müşahede etmesidir. Nasıl gözüm mahsusatı görüyorsa, aklım da makulatı görüyor. Dolayısıyla akılcılık olmadan müşahedenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer birisi şuhûd iddiasında bulunuyorsa ve akılcılığı yoksa onun sözünü dinle ama inanma. Onu hurafecilikle ve hayalcilikle suçla.

 

Tatma da aynı şekildedir. Zevk, aklın tatmasıdır. Birinin zevk sahibi olması ne demektir? Bir zahiri tat (zevk) vardır, biz onunla tatlı, acı, ekşi veya tuzlu olduğunu anlarız. Zevk zaikadır. Zaika Arapça bir kelimedir. Bunun Farsçası “çeşiden”dir (Türkçesi tatmak), birinin zevk sahibi olması onun tatması anlamına gelir. Mesela yemeklerin tadını tadar. Tuzluluğunu, tatlılığını, ekşiliğini tadıyoruz. İşte nasıl tatma duyumuzla bunları tadıyorsak akıl da aynı şekilde tadıyor. Suretin ötesine geçer, artık mefhum değildir, mefhumdan daha yukarıdadır.

 

Aklın tatmasına örnek sanatçılardır. Sanat işte böyle ortaya çıkıyor. Sanatçı, aklı tat alan kimsedir. Kavram yaratmıyor, tadıyor. Sanatçı kavram yaratmaksızın kendi tattığına ulaşıyor. Akıl tadar, zevk aklın tadışıdır.

 

O halde şuhûd aklın görmesidir, zevk ise aklın tatmasıdır. Demek ki akıl olmadan ne şuhûd olur ne de zevk. Bunu Sühreverdi düşüncesi temelinde bu sözü kullanmak istiyorum: Akıl olmadan zevk yoktur, akıl olmadan şuhûd da yoktur. O halde biz bundan sonra zevk ve şuhûdu aklın letafeti olarak anlamlandırmalıyız. Bazı kişilerin bunu istismar ettiğini görüyorum onlar şuhûdun akıl dışılık olduğunu sanıyor.

 

Laricani: Evet üstat çok güzel bir açıklama oldu. Şimdi bu program için söz konusu etmiyorum ama bir giriş olarak söyleyeyim. Sühreverdi, onca bahsettiği o nuru, o şulenin lambasını akıl olarak görüyor. Daha sonra da o nurdan aldığı lezzeti de başka bir paragrafta anlatıyor; ancak şu an vaktimiz kalmadı. Fakat çok güzel. Diyor ki “Kur'an'da geçen o şarap da işte bu lambanın damlasıdır.”

 

Üstat Dinani: Bakın, orada her şey akılla müstağraktır. Şuhûd nasıl aklın görmesi ise, zevk nasıl aklın tatması ise o şarap da aklın tatmasıdır. Tüm hissi idrakler akıldan yardım alır. Akli olur, şuhûd, tatma, görme vs. hepsi akli yönlere sahiptir.

 

Laricani: Şunu da okumasam yazık olur: “Eğer biz bu makulat âleminde lezzet bulamıyorsak ve cahillik rezaletinden dolayı acı duymuyorsak bunun sebebi sukr-ı tabiatın bize galip gelmesidir ve kendi âlemimizle meşgul olmamızdır.”

 

Üstat Dinani: Bakın çok önemli bir şey söylüyor. Biz burada cehaletten dolayı rahatsız değiliz. Hiç cehaletinden dolayı rahatsız olan birini gördünüz mü? Kimse, cehaletinden rahatsız değil. Halbuki cehalet çok kötü bir şeydir. Mümkün olabilecek en kötü şey cehalettir. Ama insanlar cahilliklerinden dolayı rahatsız değiller. Çünkü “sukr-ı tabiat” onları mağlup etmiştir. Uyuşturulmuşlar, tabiatla uyuşmuş oldukları için cehaletten dolayı acı çekmiyorlar. Ancak diğer âlemde cehalet çok büyük bir acı verir. Hatta o âlemin acısı bilgisizliktir. O âlemde cahil kalmış olanlar büyük acı çekecekler.

 

Bu âlemde bilgisiz olduğu halde bilgisizliğinden rahatsız olmuyor; çünkü uyuşmuş bulunuyor. Sukr-ı tabiat onu uyuşturmuştur.

 

Laricani: Üstat, çok istifade ettik; konu çok ilginç bir yere geldi. İnşallah Hekim Sühreverdi'nin Pertevname risalesine bir sonraki programda da devam edeceğiz. Bir diğer programda buluşmak umuduyla aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

  

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=AlljNMN4Y68