İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (3)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (3)
Pekâlâ, yaratılışın amacı neydi? Allah’ın yaratmadaki amacı neydi? Ne istiyordu ki yarattı? Buna kendisi cevap veriyor: Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim. Peki kendisi bilmeden bilinebilmesi mümkün müdür? Şimdi size bir soru sorayım: Siz tanımayı mı daha çok istersiniz yoksa tanınmayı mı?

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim. Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri. Bildiğiniz gibi konumuz Hekim Şeyh Şihabeddin Sühreverdi'nin düşünceleri ve eserleridir.

 

Sayın Üstat, Sühreverdi'nin eserlerine bakıldığında onun ‘hikmetin menşei nedir ve hekim kimdir' meselesine odaklandığı görülüyor. Kitaplarının muhtelif yerlerinde bu meseleye işaret ettiğini görüyoruz. Hikmetül'l-İşrak'taki konulardan biri ‘kayyım-ı kitap' (kitabın kayyımı) meselesidir. Hikmete sahip olan kimseyi ‘kayyım-ı kitap' olarak niteliyor. Yani kayyım-ı kitap, ‘ümmü'l-kitab' kendisine emanet edilen kişidir.

 

Zatıâliniz de Şua-ı Endişe ve Şuhud der Felsefe-yi Sühreverdi adlı kitabınızda ‘kayyım-ı kitab'ın ‘tiba-ı tamm'a yani ‘ruhi ve zati nura sahip kimse' olduğunu söylüyorsunuz. ‘Tiba' tümel akıldır ve insan türünün işlerini tedbir ve idare ediyor diyorsunuz. Ayrıca bir başka yerde de buyuruyorsunuz ki onlar ilahi hikmet ve maarifi talep edenlere öğretenlerdir. Şimdi biraz ‘kayyım-ı kitap' kavramından bahseder misiniz?

  

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim ve bihi nestain. Evet Hekim Sühreverdi'nin kendine özgü ıstılahlarından biri de ‘kayyım-ı kitap' ıstılahıdır. O, bu ıstılahı eserlerinde kullanmıştır. ‘Kayyım-ı kitab'ın ne demek olduğunu, ‘kayyım-ı kitab'ın kim olduğunu doğru bir şekilde anlayabilmek için önce ‘kitabın' ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Eğer kitabın ne demek olduğunu bilmezsek, ‘kayyım-ı kitab' da doğru bir şekilde anlaşılamayacaktır.

 

Kitap derken bildiğimiz sıradan kitaptan söz ediyoruz. Kitap, içinde bir dizi konudan bahseden ve yazılıp basılmış ve insanlara sunulmuş şeydir. Yani kitap, birtakım konular içerir. Fihristi, önsözü vardır, sonucu vardır; sonuç olarak kitap içinde konular barındıran bir şeydir.

 

‘Mektub'dur yani yazılmış bir şeydir. Elbette kitap yazıya geçirilmiş sözdür. Yani söz olmasa kitap olmaz. Dikkat ederseniz yazıyla söz arasında ilişki vardır. Aynı şekilde sözle düşünce arasında da bir ilişki vardır. Düşünce, söz ve yazı arasında ilişki olduğu gibi dış âlemdeki düşünce, söz ve yazı arasında da ilişki vardır.

 

İslam hekimleri varlık âlemi konusunda çok güzel bir taksim yapmışlardır. Varlığı, nesnel varlık, zihinsel varlık, sözel ve lafzi varlık ve yazınsal varlık diye taksim etmiştirler. Şimdi örnek verelim.

 

Örneğin şu an bizim aramızda duran bu masanın nesnel bir varlığı vardır. Yani nesnel olarak dışımızda bulunmaktadır. Bir de sizin ve benim zihnimizde bulunan zihinsel varlığı vardır. Biz bu zihin yoluyla bu nesnel olana ulaşabiliyoruz. Eğer zihne sahip olmasaydık ona da ulaşamazdık. Dolayısıyla zihin ile nesnel olan varlık arasında bir ilişki vardır. Bu son derece hassas ve ayrıntılı bir ilişkidir bu sebeple şimdi zihinle nesnel olan arasındaki rabıta konusuna girmiyoruz.  

     

Zihin, söze geliyor ve örneğin biz masa diye bir kelime meydana getiriyoruz. Farsçada buna ‘miz' diyoruz, başka dillerde de başka isimler veriyoruz. Bu ise lafzi varlığıdır. Nesnel varlığı dış dünyadadır, zihinsel varlığı sizin ve benim ya da herkesin zihnimizdedir. Lafzi varlığı da söze dökülüyor, yazılı varlığı ise yazdığımız şeydir.

 

Yani dört merhaledir ve bu dört merhalenin birbiriyle doğrudan irtibatı vardır. Nesnel, zihinsel, sözel ve yazınsal bir varlığın dört merhalesidir. Yani bir masanın dış âlemde bir varlığı var, zihinde bir varlığı var, söz veya lafız âleminde bir varlığı var ve yazılı olarak bir varlığı var. Hekimlerin yaptığı bu taksim oldukça önemlidir.

 

Elbette sözel ve yazınsal olanı sözleşmeye dayalıdır. Yani lafzı dil dediğimiz bir sözleşmeyle, yazıyı da yazı ya da alfabe dediğimiz bir sözleşme ile yapıyoruz. Bu yüzden de tüm dünyada muhtelif dillere göre lafızlar ya da yazılar farklıdır. Ama nesnel ve zihinsel olanda ihtilaf yoktur yoktur. Zihin sözleşmeye dayalı değildir. Söz ve yazı sözleşmeye dayalıdır. Çünkü diller veya alfabeler kullananlara göre farklı farklıdır. Ama zihinsel veya nesnel olan sözleşmeye dayalı değildir. Kimse zihniyle sözleşme yapmıyor. Nesnel olan da sözleşmeye dayalı değildir, bir gerçekliktir.

 

Bu dört merhale, bizim kitaplarımızla ilgilidir. Siz bu dört merhaleyi tüm varlık âlemine uygulayabilirsiniz. Sadece bu masayı değil, tüm âlemi göz önünde bulundurun. Varlık âlemi bir akla mı dayalıdır yoksa akılsızlığa mı? Kuşkusuz akla dayalıdır. Tüm varlık âleminden bahsediyorum sadece yer küreden değil, eğer varlık âlemi akla dayalı olmasaydı kaos olurdu. Ölçüsüz olurdu, ya asla olamazdı veya olsaydı bile kaos olurdu. Kaos ile olmama hali yani kaos nedir, var olmama nedir meselesi ise kendi başına bir meseledir ki şu an ben o konuya girmiyorum.

 

Demek ki varlık âleminin arkasında bir akıl bulunmaktadır ve bütün bu âlem o akıl tarafından yazılmıştır. Âlem yazılıdır, âlem, Allah'ın kitabıdır. Bir anlamıyla Allah'ın sözüdür, bir anlamıyla Allah'ın ilmidir. Âlem, Allah'ın ilminin zuhurudur, Allah'ın sözünün zuhurudur ve Allah'ın yazısının zuhurudur.

 

Buna Hak Teâla'nın ‘Sun kalemi' [yaratıcılık kalemi] deniyor. Allah, kendi ilmiyle âlemin başlangıcına sahipti, yani âlem Allah'ın ilmindeydi. Daha sonra bir söz söyledi. Bunu ben iddia etmiyorum, Kur'an-ı Kerim söylüyor: ‘Kun fe yekûn' [Allah ol der ve oluverir] ‘kun' yani ‘ol' sözü Allah'ın sözü değil mi? Evet tekvini bir sözdür.

 

Bu, ‘kun' yani ‘ol' sözü ilim merhalesinden söz merhalesine geldi. ‘Kun fe yekûn' yani Allah'ın ol demesiyle olması, bazı ayetlerde de Allah'ın ‘sun kalemi' ile yazması olarak zikredilmiştir. Bütün bir varlık âleminde bu dört merhale bulunmaktadır. Yani Hak Teâla'nın ilmi, Hak Teâla'nın sözü ve Hak Teâla'nın yazması ve nesnel olarak âlem…

 

Pekâlâ, eğer bu âlemi bir kitaba benzetirsek çok da önemli bir benzetme değildir, çünkü bir gerçekliktir. Âlemin kendisi bir kitaptır. Niçin bir kitaptır? Çünkü içinde birçok şey var. Kitapta neler okuruz? Bir sürü bilgi buluruz. Âlem kitabını okuyun, yaratılış kitabını okuyun, yaratılış kitabı çok büyük bir kitaptır. Yaratılış kitabında olmayan hangi konu var? Yaratılış kitabında olmayan hangi bilgiyi bulabilirsiniz? O halde tüm bilgiler, yaratılış kitabında okunabilmeye elverişlidir. Eğer okuyamıyorsak biz tembeliz. Varlık âleminin bu kitabının bir kayyımı vardır. Kayyım, mukavvim [kıvama getiren] demektir. Veya eliyle yazan demektir. Yaratılış kitabında var olan bilgiler, biri tarafından yazılmıştır.

 

Önce de söylediğimiz gibi yaratılış âleminin başlangıcı bir bilinç üzeredir. Tüm bilgiler bu âlemdedir ve bu âlem bir bilince, bir yazara sahiptir. İşte o kitabın kayyımıdır. Bu yaratılış âlemindeki tüm bilgiler Hak Teâla'nın yaratış kalemiyle yazılmıştır. Yaratıcının kalemiyle yaratılmıştır. Yaratıcının kelimesi ‘kun' yani ‘ol' kelimesidir.

 

Şebusteri bir şiirinde ‘kaf ve nun'un ‘kevneyn'i yarattığını söylüyor. Kevneyn ise mülk ve melekût âlemidir yani tüm âlemdir. ‘Kun' ile ‘kevneyn'i yaratan kayyımdır.

 

Daha önce her kitabın bir fihristi olduğunu söyledik. Fihristi olmayan kitap iyi bir kitap değildir. İyi kitaplarda mutlaka fihrist olur. Kitabın içindeki tüm konular fihristte yazılır. Kitabın fihristine bakarsınız ve özetle orada hangi konuların bulunduğunu görürsünüz. Varlık âleminin içinde saklı olan ve insanın da da keşfedebileceği inceden inceye tüm konuların bir fihristi vardır. Peki yaratılış âleminin fihristi nedir? Hiç kuşkusuz insandır. Bunu söylemekten asla çekinmeyin.

 

Yaratılış âleminin içindeki insanın varlığı, tüm yaratılış âleminin fihristidir. Sadece yer kürenin fihristi değil, tüm gezegenlerin ve galaksilerin. Sadece nasut âleminin değil melekût âleminin de fihristidir. Ceberut âleminin de hahut âleminin de fihristidir. Hatta Hak Teâlâ'nın sıfatlarının fihristidir. Hak Tebarek ve Teâla'nın tüm sıfatları insanda mazhara sahiptir. Yani insan tüm sıfatların mazharıdır. O halde insan tüm yaratılış âleminin fihristidir. Yani varlık âleminde tafsilatlı olarak var olan her şey özet olarak insanda mevcuttur. Bu, özet olarak insanda mevcut olduğu için insan bunu keşfedebiliyor. Eğer bu özet insanda olmasaydı, insan onu keşfetmeye kadir olamazdı.

 

Bu duvar, âlemin sırlarını anlayamaz. Hiçbir hayvan âlemin tüm sırlarını anlayamaz. Belki de diyebiliriz ki melekler dahi âlemin tüm esrarını anlayamazlar. Sadece bir kısmını anlayabilirler. Çünkü melekler münezzeh ve mücerrettir ve nasuti değildir. Nasut'un sırları asla onda mevcut değildir. Mesela melek şehvetin ne demek olduğunu bilmez. Cebrail'e, Mikail'e şehvetin ne demek olduğunu sor; asla bilemezler; çünkü bundan tamamen yoksundurlar. Ama insan, tümel akıldan ve en münezzeh şeylerden tutun da en nasut, en pis, en alçak şeylere kadar her şeyi içinde barındırır. Yaratılış âleminin fihristidir. O halde insan yaratılış âleminin kayyımıdır; peki hangi insan? Bir testi su alan insan değil, denizleri alabilen insan; yani insan-ı kâmil. Yaratılış sırlarına vakıf olan insan-ı kâmildir.

 

Şimdi böyle biri yok diyebilirsiniz. Çünkü bilim şu ana kadar yaratılış sırlarının bazılarını keşfetmiştir. Tüm sırları keşfedebilmesi için uzun bir yol var. Evet, bilim adım adım ilerlemelidir. Bir anda tüm sırları keşfedemez. Etse bile bu tabiatın sırlarıdır. Ben yaratılış âleminin sırlarından söz ediyorum. Bilimin gücü yeterse ve sona ulaşırsa, yani eğer sonu varsa -eğer diyorum- bile en fazla tabiatın sırlarını keşfedebilir. Ben ise varlığın sırlarından söz ediyorum. Acaba insan varlığın sırlarına vakıf olabilir mi? Evet olabilir; ama hangi insan? İnsan-ı kâmil… Ve nitekim insan-ı kâmil de vardır. Peygamberler ve veliler… Selam onların üzerine olsun. Onlar âlemin sırlarına vakıftırlar.

 

Onlar âlemin sırlarına vakıf oldukları için ve âlem Allah'ın kitabı olduğu için onlar da kitabın kayyımıdırlar. ‘Kayyım-ı kitab', ‘insan-ı kâmil'dir. Sühreverdi, ‘kayyım-ı kitab'dan söz ettiği zaman hekime işaret ediyor. Hekim, onun ıstılahında insan-ı kâmildir. Daha önceki programda söylemiştim, Sühreverdi'nin ıstılahında hekim ile filozof birbirinden biraz farklıdır. O, hekim dediği zaman insan-ı kâmili kasteder. İnsan-ı kâmil evliya ve enbiyadır. Onların içinde de farklı dereceler söz konusudur.

 

İnsan-ı kâmil, ‘kayyım-ı kitab'dır. İmam-ı Zaman Hz. Mehdi (a.s.), ‘kayyım-ı kitab'dır. Veliyullah-ı Azam, bu âlemin kayyımıdır, bu âlemin mukavvimidir. Eğer Hak Teâla'nın hücceti bu âlemde bulunmazsa bu âlem mevcut olmayacaktır. Veya fihristsiz bir kitap olacaktır. O da hiçbir işe yaramaz. O halde bu varlık âlemi kitabında her zaman bir kayyım vardır.

 

Bu âlem var olduğundan beri bu âlemin kayyımı vardır. Kitabın kayyımı da Allah'ın velileridir. İşte Sühreverdi'nin ıstılahı budur.

 

Laricani: Çok güzel, keşke Şua-ı Endişe ve Şuhud der Felsefe-yi Sühreverdi adlı kitabınızda da bu açıklamayı yapsaydınız.

 

Üstat Dinani: Özet olarak değindim.

             

Laricani: Evet bu değindikleriniz gerçekten çok güzeldi. Aslında o büyük insan bu meselenin peşindedir. Ama sizin insan-ı kâmil dışındaki her insanın yaratılışı anlayamayacağına dair ifadeniz çok incelikli bir açıklama oldu. Sühreverdi, ‘kitabın kayyımı' meselesiyle ilgili olarak sizin vardığınız neticeye oldukça ayrıntılı bir şekilde değiniyor.

 

Üstat Dinani: Aslında bu mesele rivayetlerde de teyit edilmektedir. Yani bu mesele hem akli ve burhani bir meseledir hem de ayetlerle ve rivayetlerle teyit edilmiştir. Âlem, akıl esasına göre meydana gelmiştir. Sühreverdi felsefesinin adı ‘Hikmet-i Cavidane'dir (Ebedi Hikmet). Orada ‘Hıred-i Cavidane'den yani ebedi akıldan bahseder. O, akıl için belirli bir zaman öngörmüyor.

 

Aklı, ezeli ve ebedi olarak görüyor. Ona göre akıl her zaman bu âlemde geçerlidir; fakat her dönemde farklı tecellilere sahiptir. Bunu inkâr ediyor değiliz, akıl her dönemde farklı tecellilere sahiptir. Yani her gün her yıl değil her an farklı tecellilere sahiptir ve bundan kuşku yoktur; ancak akıl ezelidir. Çünkü Allah ezelidir, Allah akla sahiptir, Allah'ın ilmi akıldır. Buradaki programlarda daha önce defalarca buna dair rivayetlere işaret etmiştik. ‘Allah önce aklı yarattı', bu bizim İslami rivayetlerimizdendir. Bazı rivayetlerde ise Hz. Peygamber (s.a.a.) ‘Allah önce benim nurumu yarattı' diyor. Yani tümel akıl (akl-ı kull) insanda zuhur ediyor. Eğer tümel akıl insanda zuhur etmeseydi bu âlemin fihristi tecelli edemezdi. Yani bir insan-ı kâmil aslında tümel aklın zuhurudur. Tümel akıl başlangıçtır ve aynı zamanda sonuçtur ve işte o kitabın kayyımıdır.

 

Laricani: Pekala üstat şimdi kısa bir ara verelim… Evet üstat çok güzel bir şekilde buyurduğunuz gibi kitabın kayyımı- ‘insan-ı kâmil'dir. İnsan-ı kâmil de peygamberler ve velilerdir. Hz. Sühreverdi de işte bu hakikati ispat etme peşindedir. Nitekim sizin bahsini ettiğiniz o hadise yani Allah önce aklı ve önce benim nurumu yarattı hadisine dikkat çekiyor ve diyor ki Muhammedî Hakikat nur olduğuna göre bu zaman ve mekânla kayıt altına alınamaz. Tüm zamanlarda vardır. Zatıâlinizin de buyurduğunuz gibi her dönemde bunun tecellileri vardır. Bu, aynı zamanda hatemiyetin de çok güzel bir şekilde ispatıdır.

 

Üstat Dinani: Nuraniyetin ve aklın kemâli olduğu için hatemdir. Zira eğer kemâl olmasaydı, hatemiyetin anlamı olmazdı. Hatemiyet kemâldir, yani ondan sonra kemâl yoktur. Ondan sonra neler oluyor; kemalin tecellileri oluyor. İşte hatemiyetin anlamı budur. Yani yüce akıl, yani ilahi ilmin zuhuru bir yerde tecelli etmiş, zirveye çıkmış ve kemâle ulaşmıştır. Sühreverdi'nin sözünü ettiği ebedi akıl, işte bu konuya işaret ediyor.

 

Laricani: Diğer peygamberler, veliler vs. de bunun farklı tecellileridir. O halde Hz. Mevlana'nın şu şiirinde söylediği şeyin aslında işte bu düşünceden kaynaklandığı söylenebilir. Mevlana şöyle diyor:

 

Mustafa şunu dedi ki Âdem ve peygamberler

Benim halefim olarak bir sancak altında

Ben şekil olarak Âdemoğlu olsam da

Ben atanın atası anlamının peşindeyim.

 

Üstat Dinani:  Sadece herkesin öğretmeni değil aynı zamanda meleklerin de öğretmenidir. Rivayette geçtiği üzere: “Biz tesbih ettik, melekler tesbih etmeyi bizden öğrendi”. Melekler bizim (Ehl-i Beyt'in) tecellilerimizdir.

 

Sayın Laricani, bakınız bizim en temel sorunumuz insanın makamını tanımıyor olmamızdır. Maalesef bu bugün de böyledir. Biz insanı deri, et ve kemik olarak tanıyoruz. İnsanı yalnızca tabii yönüyle ve hayvani boyutuyla tanıyoruz. Elbette bu yanlış değil, ben insan hayvan değildir demiyorum. Evet insan aynı zamanda bir hayvandır. Hatta daha da ilerisini söyleyeyim. Gerçi bunu ben söylemiyorum, bizatihi Allah'ın kendisi söylüyor. İnsan hatta hayvandan bile daha aşağıdır bazen. Peki bu ne demektir? Yani insan hayvandan da daha aşağı olabiliyor. Böcekten daha aşağı, köpekten daha aşağı, domuzdan daha aşağı olabilir. Evet olabilir; ama domuzdan daha aşağı, böcekten daha zayıf olabildiği gibi meleklerden üstün de olabilir. Evet bu da olabilir; insan âlemdeki en yüksek varlık da olabilir.

 

Şu iniş ve çıkışa bakın. İniş ve çıkış arasındaki mesafeye bakın, ne kadar yüksek ve ne kadar alçak! İnsanın alçalışı ile yükselişi arasındaki mesafe uçsuz bucaksız bir mesafedir. İnsan ‘meselu'l-ala'dır. Bu ‘meselu'l-ala' ifadesine dikkat edin. El meselu'l-ala… Allah'ın misli yoktur; ama meseli vardır. ‘Leyse ke mislihi şey', Allah'ın misli, yani eşi benzeri yoktur. Allah'ın eşi benzeri de yoktur, zıddı da yoktur. Ama Allah'ın misali vardır. İnsan en yüce yaratılış misalidir. ‘Ve lehu'l meselu'l ala', ‘insan meselu'l-ala'dır.  

 

Alçalış ve yükseliş arasındaki mesafe sonsuzdur, her şey insanda vardır. İşte bu nedenle insan yaratılışın hedefidir. İşte bunun için ahlak insana özgüdür. Diğer varlıklar ahlaklı mıdır? Hayvanlar için ahlakın bir anlamı var mıdır? Hayvanları şartlandırarak bir şeyler öğretmek mümkündür. Mesela Pavlov'un köpekleri. Hayvanlar şartlandırılabilir yani belirli şartlar yaratılarak hayvanın belirli bir tepki vermesi sağlanabilir. Bunlar bilinen şeylerdir. Gerçi bazen insanlar da şartlandırılabilir.

 

Örneğin bazı kültürler şartlandırmayla oluşabilir, bu yüzden de çok yüksek bir değere sahip değildirler. Ancak ahlak hangi varlık için anlamlıdır? Hayvanlarda ahlak var mıdır? Bitkilerde ahlak var mıdır? Cansızlarda ahlak var mıdır? Meleklerde ahlak var mıdır? Ahlak bir melek için ne anlam taşır? Hiçbir anlam taşımaz. Ahlak kime özgüdür; yalnızca insana özgüdür. Ahlakın mahiyeti, çok uzun bir meseledir şu an bu konuya giremeyiz. Ancak insan ahlakla ahlaklandırılmıştır, hangi ahlakla, Allah'ın ahlakıyla, Hak Teâla'nın ahlakıyla. Bu yüzden insan buna riayet etmelidir. İnsan eğer Allah'ın ahlakıyla ahlaklanırsa o zaman ‘meselu'l-ala' olur, bunun anlamı da ‘kitabın kayyımı' olmaktır.

 

Laricani: Bu konudan biraz daha bahsetmek istiyorum. Bence Hekim Sühreverdi'nin düşünce geometrisi, hatta İbn Sina ve Molla Sadra gibi büyük isimler ve ilahi hikmet kaynağından su içen tüm hekimler, gerçekten de bu güzergâhta ilerliyorlar.  

 

Ben şekil olarak Âdemoğlu olsam da

Ben atanın atası anlamının peşindeyim.

 

Şiirinde de geçtiği üzere insan-ı kâmil ezeli ve ebedidir ve bu da marifet alanındaki birçok sorunu çözüyor.

 

Bir başka şiirde ise şöyle deniyor:

 

Berayı men buved secde- melek (Meleğin secdesi benim içindi)

Bes pey-i men reft ta heftum felek (O halde yedi felek benim peşimden gitti)

 

Meleklerin aslında Hz. Muhammed'e (s.a.a.) secde ettiği belirtilerek Âdem'e secde meselesi de açıklanmış oluyor.

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle önemli bir mesele… Daha önce de belirtmiştik ancak bu bazılarına biraz abartılı gelebilir. Özellikle de hayvan hakları savunucuları, siz insanı neden bu kadar büyütüyorsunuz, insan da aslında hayvandan başka bir şey değil diyebilirler. Elbette bunu söyleyenler, insanı sadece hayvan düzeyinde tanıyanlar yanılıyor. Daha önce de arz ettiğim gibi evet insan bir yönüyle hayvandır, hatta hayvandan da aşağıdır. Ama yüce bir makamı da vardır.

 

Laricani: Evet sizin de bahsettiğiniz gibi insan eğer hayvan düzeyine inerse artık daha aşağı seviyeye de iner. Zira hayvanların insana bir zararı yoktur.

 

Üstat Dinani: Evet insana da tabiata da âleme de hayvanlar zarar vermiyor.  Eğer biz yaratılış meselesi üzerinde biraz düşünürsek amel ve akılda birkaç mesele olduğunu görürüz. Gaye ve amaç önemli bir meseledir. Bakınız, insanın özelliklerinden biri akıldır. Akıl sahibi bir varlık gayesiz ve amaçsız bir iş yapabilir mi? Eğer bir varlık herhangi bir gaye ve amaç gütmeksizin öylesine gelişigüzel işler yaparsa bu yaptığının bir değeri olur mu? Elbette olmaz. O halde hikmetli davranış belirli bir gayeye yönelik olmalı ve amaç taşımalıdır. Bu temel bir ilkedir. Peki Allah yaratmada gaye ve amaç taşıyor mu? Bu, önemli bir meseledir. Eşariler amaç taşımadığını söylüyor. Bu, büyük bir hatadır.

 

Bunlar önemli meselelerdi ve biz bunlara çok fazla dikkat etmiyoruz. Bunlar bizim kültürümüzde, kelamımızda, felsefemizde vardı. Biz bunların eski meseleler olduğunu ve artık bunlarla uğraşılmaması gerektiğini düşünüyoruz; hâlbuki bunlar çok yeni meselelerdir. Eşarilerden bazıları Allah'ın fiillerinde bir amaç olmadığını, Allah'ın davranışlarında belirli bir amaç ve gayesinin olmadığını söylüyor.

           

Peki onlar neden böyle diyor? Onlar şunu sorun ediyor: Onlara göre bir varlık kendindeki bir şeyleri artırmak için amaç taşır; çünkü muhtaçtır. Allah ise kâmil ve mutlak olduğu için kendindeki bir şeyleri artırmak istemez o yüzden de amacı veya gayesi yoktur.

 

Peki biz bu bahane ile Allah'ın amaç sahibi olmadığını söyleyebilir miyiz? Amaçsız ve gayesiz bir davranış sefihçe bir davranıştır. Allah'ın kesinlikle amacı vardır. Eşarilerin sorun edindiği şeyi ortadan kaldırmak için cevap verelim: Allah kendi dışında bir amaca sahip değildir. Kendisi, kendinin amacıdır. Kemâl-i mutlak olduğu için kendisi, kendisinin amacıdır.

 

Pekâlâ, yaratılışın amacı neydi? Allah'ın yaratmadaki amacı neydi? Ne istiyordu ki yarattı? Buna kendisi cevap veriyor: Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim. Peki kendisi bilmeden bilinebilmesi mümkün müdür? Şimdi size bir soru sorayım: Siz tanımayı mı daha çok istersiniz yoksa tanınmayı mı?

 

Laricani: İnsan tanımayı daha çok ister, çünkü tanımasa tanınamaz.

 

Üstat Dinani: Yani siz şu an eşyayı ve hakikatleri tanımayı ve bilmeyi mi daha çok istersiniz? Ki bunu istediğinizi biliyorum. Herkes tanımak bilmek ister. Yoksa tanınmayı ve bilinmeyi mi daha çok istersiniz?

 

Laricani: Ben ne kadar tanır, bilirsem, kendim de o kadar çok tanınır bilinirim.

 

Üstat Dinani: Evet siz benim amacımı anladınız ve bununla irtibat kuruyorsunuz. Eğer tanıyıp bilseniz; ama kendiniz hiç tanıyıp bilmeseniz bunun ne değeri olur?

 

Laricani: Hiçbir değeri olmaz.

 

Üstat Dinani: Evet, o halde hem tanınmak istiyorsunuz hem de tanımak istiyorsunuz. Yani tanımak istediğiniz ölçüde tanınmak da istiyorsunuz. Bunda hiçbir sorun yok. Elbette tanınmak istemeniz doğru bir şeydir, bunda yanlış bir şey yok. Tabi bazıları, olmadıkları şekilde tanınmak istiyor. Ben şimdi bu konuya girmeyeceğim, ama bu yanlış bir şeydir. Kimileri tanınmak istiyor; ama olduklarından daha üstün bir şekilde yani olmadıkları şekilde tanınmak istiyor. Bu, korkunç bir sapkınlıktır. Ama insan tanıdığı, bildiği ölçüde, tanınmak da ister. Hak Teâla da aynı şekilde… Varlık âlemini ve onun yaratıcısını tanıma kudretine sahip olan sadece insandır. Bu, boş bir söz değildir. İnsan âlemin yaratılış hedefidir. Bu da kitabın kayyımının anlamıdır.

 

Larcani: Yaratıcı ile yaratan arasındaki tenasübü çok güzel açıkladınız üstat, burada Mevlana'nın bir şiirini okumamadan geçemeyeceğim. Buyuruyor ki:

 

Der dil-i her ümmeti, kez Hak meze est

Ruy u avaz-ı peyamber mucize est.

Çun peyamber ez burun bangi zened

Can-ı ümmet der derun secde koned.

 

Her ümmetin kalbinde Hak'tan bir tat vardır

Peygamberin yüzü ve sesi mucizedir

Peygamber dışarıdan seslendiği zaman

Ümmetin ruhu içeriden secde eder.

 

Üstat Dinani: Herkesin bir tadı vardır; ama Hatemu'l-Enbiya'nın tadı bambaşkadır. Her ümmetin Hak'tan bir nasibi yani tadı vardır. Ama Hz. Hatemu'l-Enbiya (s.a.a.) bambaşkadır. Sizin okuduğunuz bu şiir adeta şu hadisin tercümesi gibidir. Hz. Peygamber buyuruyor ki: ‘‘Ebiytu inde Rabbi, -Rabbimin katında geceledim- yutimuni ve yuskîni.'' Burada ‘ebiytu', kelimesi Hak Teâla ile birlikte sabahlamak demektir. ‘Yutimuni ve yeskıyni: O beni yedirip içirir…

 

Laricani: Evet üstat, çok güzel bir bahis oldu. Bugünkü konumuz kitabın kayyımı meselesiydi. Kitabın kayyımının kim olduğu konusunda şu sonuca ulaştık ki kitabın kayyımı, ‘ummu'l kitab' kendisine emanet bırakılmış olan kişidir. Ummu'l kitabı da üstat Dinani, çok güzel bir şekilde açıkladılar ki ‘İnsan-ı Kamil'in içinde olanla uyumludur. Yani İnsan-ı Kamil, ummu'l kitaba kendi varlığının levhasında sahiptir.

 

Üstat Dinani: O, hakiki kitaptır. Hz. Emirü'l-Müminin'in sözünü burada söylemenin tam sırası: Muaviye ile savaş sırasında Muaviye ordusu Kur'an'ı mızrakların ucuna taktı. Bazıları da Kur'an'a karşı savaşıyoruz diye korktular. O sırada Hz. Ali (a.s.) kitap benim, onlar kâğıt ve harflerden ibarettir diye buyurdu. İşte mesele budur.

 

Laricani: Çok güzel bağladınız üstat. Bir başka programda buluşmak dileğiyle üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.      

                

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=mYQW-7mBzy0