İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (2)

İbrahimi Dinani'den Sühreverdi dersleri (2)
Arifin biri şöyle diyor: Ben bu dünyadaki insanlara hayret ediyorum. Onlar âlemin zahir, Allah’ın ise gizli olduğunu sanıyor. Hâlbuki zatıyla zahir olan Allah’tır, siz gidin de gizli olan âlemi bulun.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim Selam aziz izleyiciler, değerli dostlar ve Marifet programının sevgili izleyicileri.

 

Bildiğiniz gibi geçen programda Hekim Sühreverdi'nin aydınlık düşüncelerini ele almaya başladık. Birçok izleyicimiz Hafız'la ilgili programımıza devam etmemizi istemişti; ancak biz Hafız'dan geçici olarak müsaade aldık. Çünkü diğer yüce şahsiyetlere de değinmek istiyoruz. Sühreverdi'nin de Hafız'dan eksik kalır bir yanı yok. Bunların hepsi tevhid gül bahçesinin taze gülleridir. Bunların her birini koklamanın ayrı bir yeri vardır. Doğal olarak Hekim Sühreverdi ile ilgili programımızda aziz üstat Dinani'nin bilgece açıklamaları ile düşüncelerinin gizli kalmış yönlerini öğrendikçe onun da bambaşka tazeliği ile bir gül olduğunu anlayacağız.

 

Üstat bu açıklamayı yapma gereği duydum. Daha önceki bahsimizde hikmet konusundan bahsetmiştik. Üstat, bana çok ilginç gelen bir mesele şuydu: Şeyh-i İşrak, Fars hekimlerinin (filozoflarının) hepsinin muvahhid olduğunu söylüyor. Çünkü eğer muvahhid olmasalardı, onun yaptığı tarifle hikmetten yararlanamazlardı. Zira ona göre Allah müşrik birine marifet vermiyor. Daha sonra bunları Mecusilik küfründen ve Mani dinsizliğinden ayrı tutuyor. Onları Allah'a şirk koşmaktan münezzeh tutuyor ve onların muvahhid olduğunu söylüyor. Bu yüzden de onların hikmetten nasiplendiğini ifade ediyor. Evet üstat, İran hikmeti konusunda biraz daha açıklama yapar mısınız?

 

 

Üstat Dinani: Sizin de işaret ettiğiniz üzere Sühreverdi, İran hekimlerinin muvahhid olduğuna inanıyordu. Tümünün ismini vermiyor ama bazılarının isimlerini zikrediyor. O, Zerdüşt'ü de muvahhid olarak görüyor. Bununla birlikte birtakım sapmaların olduğunu da söylüyor. Bunlardan biri de Mecusilerdir. Mecusiler, İran'ın tevhidi öğretisinden sapmış bir gruptu. Yine aynı şekilde Mani'nin de inanca sahip olmadığını söylüyor ve Mani'yi dinsiz addediyor.

 

Ona göre İran hekimleri esasta muvahhiddi. Onların bu düşünceleri gizli kaldı ve eserleri de savaşlar sebebiyle yok oldu. Daha önce söz ettiğim gibi bu eserler, İran'a yapılan saldırılar sonucu yok olmuştu. Sühreverdi, kendisini işte o hikmetin ihya edicisi olarak görüyor ve bunu İslam ışığında tefsir ediyor.

 

Onun öncelikli meselesi ışıktır (nurdur). Nur, ilk kez İran'da söz konusu oldu. Hint'te, Çin'de ve Yunan'da nur meselesi söz konusu edilmedi. Aslında varlık meselesi ve ontoloji, daha çok Yunan felsefesinde vardır. Varlık felsefesi akli ve felsefi bir konudur. Varlık meselesini biz Yunan filozofları arasında görüyoruz. Mesela Parmenides resmen varlıktan bahsediyor.

 

İran'da ise varlık yerine nurdan söz edilmiştir. Şu, aslında kendi başına ilginç bir meseledir: Acaba asıl olan nur mudur, yoksa varlık mıdır? Molla Sadra'nın Sühreverdi ile ihtilafı da işte bunun üzerinedir. Sadru'l-Muteellihin, varlığı esas kabul eder. Hikmetü'l-İşrak'a yazdığı talikte Sühreverdi ile tartışmaya girer. Orada “Siz nur diyorsunuz, biz ise varlık diyoruz” der; belki de bu sadece lafzi bir farklılıktır. Ama Sühreverdi olsaydı bu tartışmayı çok da lafzi olarak görmezdi.

 

Sühreverdi'nin diliyle Molla Sadra'ya “Siz neye göre tartışmanın lafzi olduğunu söylüyorsunuz?'' diye bir soru sormak mümkündür. Molla Sadra'nın kendisi diyor ki varlığın mantıki tarifi yoktur. Biz varlığı tarif edemeyiz. Yani bir tür olarak varlığı tarif edemeyiz.

 

Varlık neden tarif edilemez? Çünkü “ebdeh-i bedihiyattır” yani apaçıktır. Çünkü varlıktan daha aşikâr hiçbir şey yoktur. Varlık kavramından daha açık bir kavrama sahip değiliz ki varlığı tarif etmek için onu kullanalım. Birincisi, “ebdeh-i bedihiyat” yani apaçık olan bir şey tarif edilemez. İkincisi ise varlığın aslı basit olduğu için bir türle terkip olmaz. Ayrıca varlık mahiyete sahip değildir ki biz onu tarif edebilelim. Tarif, mahiyetle ilgilidir, mahiyete tarif yapılabilir.

 

Varlığı tarif edilebilir bir şey olarak görmese de tarif yerine geçebilecek bir resim olarak bir şeyler söylüyor, diyor ki eğer varlığı mantıki düzeyde olmasa da lafzi olarak tarif etmek istersek diyebileceğimiz en iyi şey şudur: “Ez-zahiru bi'z- zat, el-muzhiru li'l-gayr.''

 

Bu tarifi Molla Sadra'nın kendisi yapmıştır. Yani varlık öyle bir şeydir ki zatıyla zahirdir. Yani kendisi zahirdir, başka bir şey onu zahir etmiyor. Ve kendisi zahir olduğuna göre “gayrı” da yani kendisinin dışındakini de zahir ediyor, görünür kılıyor.

 

Burada şunu sorabilirsiniz: Varlığın gayrısı nedir? Yani varlığın dışında kalan nedir? Varlığın dışında bir şey yoktur ki. Varlık vardır, varlık dışında bir şey yoktur. “Adem” yani yokluk da hiçbir zaman zahir değildir. Onun “gayr-ı vücud”dan yani varlık dışında kalanlardan maksadı mahiyetlerdir. Dolayısıyla demek istiyor ki varlık zatıyla zahirdir ve mahiyetler yani ağaç, taş, deniz, çöl vs. ise varlığın ışığında zahir olur.

 

‘'Ez-zahiru bi'z-zat, el-muzhiru li'l-gayr'' tarifi Molla Sadra'nın kendisine aittir. Yani varlık zatıyla zahirdir, diğer şeyler de varlığın ışığında zahir olmakta, bir başka deyişle görünür olmaktadır. Şimdi bu durumda Sühreverdi, Molla Sadra'ya şöyle sorabilir? Bu tarif nura mı aittir yoksa varlığa mı? Yani zatıyla zahir olup kendi dışındakileri görünür kılma özelliği nura (ışığa) mı aittir yoksa varlığa mı? Gerçekten de nura yani ışığa ait bir özelliktir.

 

Mesela biz ışığı tarif etmek istersek onu nasıl tanımlarız? Burada fotonla izah edilecek fiziki tarifi kastetmiyorum. Nur/ışık, aydınlıktır. Nur, zatıyla aydınlıktır. Nur yani ışık, aydınlığını nereden alır? Aydınlığı zatındandır. Zatıyla aydınlık olduğu için diğer şeyleri de aydınlatıyor, görünür kılıyor.

Eğer ışık olmasaydı, bir şey görebilir miydik? Eğer ışık olmasaydı biz hiçbir şey göremezdik. O halde gördüğümüz her şey, bize görünen her şey ışığın aydınlığı sebebiyledir. Peki ışığın kendisi neyle zahirdir? Kendi zatıyla zahirdir. Yani “Ez-zahiru bi'z-zat, el-muzhiru li'l-gayr.''

 

Şimdi Sühreverdi diyebilir ki sizin varlıkla ilgili yaptığınız bu tarif, aslında nurun yani ışığın tarifidir. Zatıyla zahir olup dışındakileri zahir kılan nurdur. Ama biz ışığı da bir mazharda (zahir olan bir şeyde) görürüz. Eğer bir şey olmasaydı siz ışığı görebilir miydiniz? Eğer ışıklı bir şey olmasaydı, ışık boşlukta görünür müydü? Hayır, ışık her zaman bir şeyde görünür. Aynı şekilde varlık da (vücud) da mevcutta zahir olur. Bu açıdan birbirlerine çok yakındırlar.

 

Şimdi buradaki tartışmanın lafzi bir tartışma olup olmadığı konusuna girmeyeceğiz. Ancak Sühreverdi, nurdan yani ışıktan söz ediyor. Yani nurun asıl, temel olduğuna inanıyor. Molla Sadra'nın varlığın asıl olduğuna inanması gibi, Sühreverdi de nurun asıl olduğuna inanır. Ama Sühreverdi'nin kastettiği nur, yalnızca duyularla algılanan nur/ışık değildir. Bu, önemli bir noktadır.

 

Biz burada ışıktan söz ettiğimiz zaman sıradan insanların çoğunun aklına duyularla algılanan ışık gelir. Yani elektrik lambasının ışığı, mumun, güneşin ışığı vs. Evet bunlar da nurdur; ama bunlar duyusal nurdur. Duyusal nur ne demek? Yani gözlerimizle görebildiğimiz nur demektir.  Biz güneşin nurunu, lambanın nurunu, mumun nurunu gözlerimizle görürüz.

 

Peki biz nuru “Ez-zahiru bi'z-zat, el-muzhiru li'l-gayr'', yani zatıyla zahir olan ve dışındakileri zahir kılan diye tarif ettiğimizde akıl da nur olmaz mı? Akıl anlamıyor mu? Anlamak ne demektir? Bir şeyi zahir kılmak demektir. Taakkul yani akletmek bir şeyi zahir etmek, görünür kılmaktır. Biz bir şeyi idrak ettiğimiz zaman o, bizim için zahir olmaz mı? Bu anlamda idrak, zuhurdur. İdrak etmek, anlamak nedir? Bir kişi ben bir şeyi idrak ettim, anladım dediğinde ne demiş oluyor? Bu mesele benim için aydınlandı demiş oluyor. O halde anlamak nurdur, idrak nurdur ve hepsinden üstün olan nur da akıldır.

 

Laricani: Bunların hepsinin üstünde olan da Nuru'l-Envar'dır (Nurların Nuru).

 

Üstat Dinani: Evet Allah da “Nuru'l-Envar”dır. Şimdi asıl mesele şudur. Sühreverdi, varlıktan bahsetmiyor. Varlığı itibari bir şey olarak görüyor ve varlık bir kavramdır diyor. Varlık kavramını resmen itibari olarak görüyor ve bunu da bir kaideyle açıklıyor. Ben bunu Kavaid-i Kulli-i Felsefi (Felsefenin Genel Kaideleri) adlı kitabımda nakletmiştim.

 

Sühreverdi bu kaide ile ilgili olarak diyor ki: ‘'Tahakkuku tekrarı gerektiren her şey itibaridir.''  Tahakkuku tekrar gerektiren şu demektir: Siz varlık (vücud) mevcuttur derseniz mevcut, varlığı (vücudu) olan demektir. Varlığın kendisi mevcuttur yani varlığı vardır. O zaman tekrar şu sorulur o varlığı olan mevcut mudur? Eğer o da mevcut ise onun da varlığının olması gerekir ki bu da tekrarı gerektirmiş olur. Yani teselsül olur. Diyor ki işte bu şekilde olan şey itibaridir.

 

Evet varlığı itibari olarak görüyor. Peki varlığı itibari gördüğüne göre onun yerine neyi koyuyor? Bazıları Sühreverdi'nin mahiyeti esas aldığını söylüyor. Sühreverdi'nin bazı zahiri ifadeleri, onun mahiyeti esas aldığı kanaatini oluşturabilir; ama hayır Sühreverdi onun yerine nuru koyuyor. Ve diyor ki esas olan nurdur. Nur, zatıyla zahirdir. Nur, başka bir şeyle zahir değildir. Nur kendi başına zahirdir. Diğer şeyler de nur sayesinde zahir oluyor. Nur da sadece duyusal nur değildir; akli nur, hayali nur, vehmi nur vs. Yani her idrak nurdur.

 

Peki Allah nedir? Molla Sadra diyor ki varlıktır, mevcuttur. Sühreverdi ise “Nuru'l-Envar”dır diyor. Peki şimdi bakalım acaba Molla Sadra'nın ifadesi mi Kur'an'a daha yakındır; yoksa Sühreverdi'nin ifadesi mi? Kur'an'da varlık kelimesi yoktur. Sadece Kur'an'da da değil, hiçbir rivayette de varlık kelimesi geçmez.

 

Allah Kur'an'da kendisi için ne diyor? “Allâhu nûrus semâvâti vel ard'' (Allah göklerin ve yerin nurudur.) Yani Allah, Kur'an'da “Allah vacibu'l- vücuddur'' demiyor. Kur'an'da vacibu'l-vücud kelimesi yoktur. Molla Sadra ise Allah'ı vacibu'l-vücud olarak görür. Bunu söylerken şunu da belirtelim. Vacibu'l-vücud kavramı doğrudur, yanlış değildir, Vacibu'l-vücud da vardır. Ama Allah Teâlâ, ne diyor? Eğer Allah'ın kendi sözüne kulak vereceksek, Allah ben “vacibu'l-vücud”um demiyor. Allah, ben nurum diyor. Yani zatı ile zahirdir.

 

Şimdi bu söze çok dikkat edelim. Allah zatıyla zahirdir ne demektir? Allah zatıyla zahirdir, çünkü nur zatıyla zahirdir. Her şey de nurun aydınlığıyla zahirdir. Allah nur olduğuna göre bu ne demektir? Yani başka şeyler mi Allah'ı bize zahir ediyor, yoksa Allah mı başka şeyleri bize zahir kılıyor? Allah her şeyi bize zahir kılıyor; hâlbuki biz başka şeylerden Allah'a ulaşmak istiyoruz öyle değil mi? Biz yaratılandan hareketle yaratana ulaşmak istiyoruz; mümkünü'l-vücuddan vacibu'l-vücuda ulaşmak istiyoruz. Evet bu da kötü bir yol değildir; ama diğer yol daha güçlüdür.

 

Mevcudat mı nuru (ışığı) zahir eder (görünür kılar) yoksa nur mu mevcudatı zahir eder?  

 

Laricani: Nur mevcudatı zahir eder.

 

Üstat Dinani: Allah nurdur, o halde eğer Hak Teâlâ'nın nuru olmasaydı, biz hiçbir şeyi anlayamazdık. Biz mevcudatı kendi başımıza anladığımızı sanıyoruz ve bu anlamanın ışığında da Allah'ı anlamak, bilmek istiyoruz. Ama kendimize “Anlıyor olmak ne demektir?” diye sormuyoruz. Asıl mesele burada, bizim kendimiz ve anlayışımız Hak Teâlâ'nın nurudur.

 

Laricani: Mevlana da bu meseleye dikkat çekiyor ve diyor ki:

 

Gözün nurunun nuru gönül nurunun kendisidir

Gözün nuru gönüllerin nurundan hâsıl olmuştur

Yine gönül nurunun nuru Allah'ın nurudur

Ki o, akıl ve his nurundan pak ve ayrıdır.

 

Üstat Dinani: Yani Nuru'l-Envar… Yani âlemde var olan tüm aydınlıklar, gözle görülen, akılla duyulan aydınlıklar, kısaca idrakle elde edilen tüm aydınlıklar, Hak Teâlâ'nın ışığıyladır. Hak Teâlâ, zatıyla zahirdir. Hiçbir şey Hak Teâlâ'yı zahir kılmıyor, Hak zatıyla zahirdir. Görmeyen biziz, eğer gören gözümüz varsa Hak zatıyla zahirdir. Eğer birisi Hak Teâlâ'yı zatıyla zahir görmüyorsa bu eksiklik Hak Teâlâ'da değil, onun gözündedir, onun anlayışındadır. Sühreverdi felsefesinin esası budur.

 

Arifin biri şöyle diyor: Ben bu dünyadaki insanlara hayret ediyorum. Onlar âlemin zahir, Allah'ın ise gizli olduğunu sanıyor. Hâlbuki zatıyla zahir olan Allah'tır, siz gidin de gizli olan âlemi bulun.

 

Eğer biz Allah'ın zahir oluşunu anlamıyorsak sorun bizim aklımızda, anlayışımızda ve gözümüzdedir. Şimdi burada bizzat Allah'ın kelamını delil olarak sunuyorum. Zira birçok kelam kitaplarında biz vacibu'l-vücudu ispat etmeye çalışıyor ve Allah'ı ispat etme konusunda ne kadar burhan, delil getirdik diye kendi kendimize övünüp duruyoruz! Bakın Allah ne buyuruyor, hem de kısacık bir cümle ile: “E fîllâhi şekkun fâtırıs semâvâti vel ard?” (“Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?) (İbrahim, 10) Eğer insan Hak Teâlâ'nın zatıyla nur olduğunu bilirse O'ndan şüphe edebilir mi? Zatıyla zahir olandan şüphe mi edilir?

 

Bu yeni bir öğretidir, bu yeni bir marifettir. İbn Sina bunun adını “burhan-ı sıddıkîn” koymuştur. Çünkü bu burhan ne malulden illete ne de illetten malule gidiyor. Yani bu durumda Hakk'ın nuruyla Hakk'ı görmek gerekir.

 

Evet işte bu Sühreverdi felsefesinin esasıdır. Sühreverdi diyor ki antik İran hekimleri -yani Mecusiler ve Maniheistler değil, çünkü bunlar sapkındılar- ilk kez nur meselesini söz konusu ettiler.

 

Burada meşhur bir Avrupalı filozofun söylediği bir şeyi de ifade etmeliyim. Alman filozofu Hegel, oldukça önemli bir filozoftur. Hegel, Batı felsefesine inanır, felsefe tarihini Batı felsefesinden ibaret görür. Doğu'ya çok da inanmaz ve Doğu'yu tarih dışı sayar. Doğu'nun tamamı konusunda olumlu düşünmese de şu sözü çok önemlidir ve bu sözü üzerinde çok fazla durulmamıştır. Hegel konuşmalarının derlendiği bir kitabında diyor ki “Maneviyat, ilk defa antik İran'la tarihe girmiştir. Çünkü onlar nurdan söz etmiştirler. Nur meselesinin tarihe girişi, maneviyatın girişi olmuştur.” Bu sözler, Doğu ile arası pek de iyi olmayan Hegel'e aittir.

 

Sühreverdi de işte bunu savunur. Bunları söyledikten sonra Kur'an'a ulaşır ve ilahi nuraniyetin zirvesinin Kur'an-ı Kerim'de olduğunu ifade eder. Allah diğer her tariften öte, şöyle diyor:

 

Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Nur, 35)

 

İbn Sina bir filozof olmasına ve tefsirci olmamasına rağmen, birkaç ayeti tefsir etmiştir. Onlardan biri de bu nur ayetidir. Bu ayetin çok etkisinde kalmıştır. İşte ben bu nedenle İbn Sina'nın aslında İşraki olduğunu söylerim. Elbette Meşşai tarzda yazdıkları da vardır; ama o bence İşraki'dir. Öte yandan Gazali, Eşari olmasına ve felsefeye karşı olmasına rağmen, onun Mişkatu'l-Envar kitabı okunmaya değerdir. Diğer kitaplarına bir sözüm yok, bu kitabı ise tamamen nur ayetiyle ilgilidir. Sühreverdi de bu kitabı okumuştu.

 

Şimdi söylediklerimi kısaca özetleyeyim: Sühreverdi felsefesi nur felsefesidir. Ve Sühreverdi bu nurani hikmetin zirvesini Kur'an-ı Kerim olarak görür.

 

***

 

Laricani: Süheverdi, hikmetin diğer bir menşeini de irfani hikmet olarak görüyor.

 

Üstat Dinani: İnsan hayret ediyor bu kadar genç yaşta bu denli uzun yolculuklar yapmış birisi bunca kitabı yazacak fırsatı ne zaman buldu? Bazen yolculuklarda mola verdiği yerlerde yazmıştır. Gençliğinin başlarında Sühreverd'de yaşadı. Sühreverd, Zencan ile Kürdistan arasında bir köydür. Ben oraya gittim, çok güzel bir köydür. Sühreverdi, orada doğdu ve gençlik yıllarının başlarında Meraga'ya gitti.

 

Meraga o dönemde ilim şehriydi, ilim merkeziydi. Mecduddin Cili, o dönemin hekimlerinden biriydi; aslında daha çok kelamcıdır ama aynı zamanda hekimdir. Sühreverdi Cili'den ders aldı. Ama o hocası olmasına rağmen Sühreverdi'ye ulaşabilecek çapta değildir.

 

Sühreverdi, birkaç yıl Cili'den ders alıyor. O dönemde Fahreddin Razi de oradaydı. Yani Sühreverdi ile Fahreddin Razi sınıf arkadaşıydı. Fahreddin Razi oraya Rey'den gidiyor, Sühreverdi ise Zencan'dan gidiyor. Orada Mecduddin Cili'den ders alıyorlar ve Sühreverdi ondan sonra Meraga'dan İsfahan'a gidiyor. İsfahan'da da birkaç yıl kalıyor ve Savi adlı birinden mantık dersi alıyor. Ondan sonra ise yolculuklara çıkıyor. Sonunda Suriye'nin Halep kentine gidiyor ve orada da şehit ediliyor.

 

Onun niçin şehit edildiğine daha sonra değiniriz. Sühreverdi, genç yaşta Meraga ve İsfahan'da ders okudu, yolculuklara çıktı ve tüm bunlar sırasında sürekli olarak riyaziyat ve müşahedeler içindeydi. Gerçekten bir tür tecerrüd makamına ulaşmıştı. Hem temiz yürekli biriydi hem de istidlal ehliydi. Onun kitaplarında istidlalî olmayan bir konu bulamazsınız.

 

O, kişisel müşahedeleriyle elde ettiği konuları yani kendi tabiriyle “zevkî hikmet”i de yine istidlal diliyle beyan etti. Ona göre hem zevk hem de istidlal ehli olan bir hekim en güçlü hekimdir.

 

Laricani: Üstat sizin de buyurduğunuz gibi Sühreverdi, hem vasiyetnamesinde hem de Hikmet-i İşrak kitabında çile doldurmayan birinin (40 günlük inziva) bu kitabı okumamasını tavsiye ediyor. Sühreverdi hikmetin pak kalplerde olan bir nur olduğunu söylüyor. Yani temiz olmayan kalpler hikmet nurunu alamıyor. Bu tavsiyesi, Ehl-i Beyt'in onun hikmetindeki etkisini gösteriyor.   Veya buyuruyor ki fazla et yemesinler, her zaman biraz açlık içinde olsunlar, günahın çevresine yaklaşmasınlar. Yani Sühreverdi'de hikmet, ameli ahlak ve ameli irfan ile çok iç içedir. Gerçekten çok müthiş bir insan.

 

Üstat Dinani: Bu, Kur'an'daki “yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete'' (O, onları temizler, onlara kitabı ve hikmeti öğretir) ayetinin tefsiridir. Yani tezkiye olmadan Hikmet-i İşrak'a ulaşılamaz. Cedelci ve tartışmacı hikmette tartışmak, cedel yapmak mümkün olabilir, yani nefsin temiz olması ya da olmaması önem taşımayabilir. İşraki konular ise irfani ve nuranidir. Bir insan pak olmadan, kalbi tezkiye olmadan, yersiz hayallerden, evhamlardan vs. temizlenmeden bu konulara doğru bir şekilde ulaşamaz.

 

Sühreverdi'nin kendisi de tezkiye ehli biriydi ve Kur'an'la çok dosttu. Sizin de okuduğunuz o vasiyetinde çok müthiş bir şey söylüyor. O, sürekli olarak Kur'an okurdu, Kur'an ayetlerine müthiş bir hâkimiyeti vardı. O, bu vasiyetinde bir tavsiyede bulunuyor ki bu dinlenmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir tavsiyedir. Muhataplarına şu tavsiyede bulunuyor: Kur'an'ı okuduğunuzda onu, sanki sadece size nazil olmuş gibi okuyun.

 

Yani genele hitap etmiyor, sadece size hitap ediyor gibi düşünerek, her cümlesine dikkat ederek ve yerine getirerek okuyun demek istiyor. Bu çok müthiş bir tavsiyedir. Kendisi de bu şekildeydi.

 

Laricani: Ben Hikmet-i İşrak'ta ince bir nokta gördüm, o da hikmetin nur ile olan ilgisidir. Az önce okuduğunuz “Allah göklerin ve yerin nurudur'' ayetinden başka bir de hadis var. Onda da hikmetin bir Allah vergisi olduğu ve kalbin temiz olması halinde onu nura dönüştürdüğü söyleniyor. Mevlana da bunu destekleyici şeyler söylüyor. Bunu nasıl anlamak lazım?

 

Üstat Dinani: Bu, “Hikmet-i Nurî”dir. Hikmet-i Nurî'de arifler ve marifet erbabı da var elbette. Ancak Sühreverdi bunun asıl kahramanıdır. Sühreverdi bunu delilli hale getirmiştir. Hem de kısacık ömrü içerisinde… O yüce insan Şeyh Sühreverdi, en fazla 38 yaşında şehit edildi. 36 diyenler de var, ama Sühreverdi 60-70 yıl yaşasaydı, bizim şimdi konuşacak çok şeyimiz olurdu. Maalesef, ecel mühlet vermedi, kötü niyetli bağnazlar sebebiyle şehit edildi. Gerçi şu an elimizde olan yazdıklarından da iyi bir şekilde istifade edilmiş değildir.

 

Laricani: Burada söz konusu edilen hususlardan hareketle bir sonuç çıkarmak istersek, acaba Batı'da Sühreverdi'nin yaptığı felsefe ve hikmet tanımına uyan bir felsefe veya hikmet var mıdır?

 

Üstat Dinani: Gerçekten çok güzel bir soru sordunuz. Sühreverdi'nin İşraki bir filozof olduğundan hiç kuşku yok. Batı'da da bazı filozofların İşraki olduğu söylenir. Mesela Bergson için İşraki bir filozoftur denir. Sokrates ve Eflatun için de İşraki denir. Ancak Sokrat ve Eflatun İşrakiliği ile Sühreverdi'nin İşrakiliğinin aynı türden olduğu konusunda benim şüphelerim var. Ben onları aynı türden görmüyorum. Onları aynı türden görmediğime göre çağdaş bir Fransız filozofu olan ve İşraki olduğu söylenen Bergson'un Sühreverdi'nin İşrakiliği ile arasında fersahlarca mesafe olduğunu söyleyebilirim.

 

Her ikisine de İşraki diyorlar; ama bunlar arasında çok büyük farklar var. Sühreverdi'nin İşrakiliğinin kendine özgü bir anlamı var. Sokrates'in, hatta Eflatun'un söylediklerinden farklıdır. Sühreverdi'nin Sokrat ve Eflatun'a saygı duyduğu doğrudur. Ancak Sühreverdi'nin İşrakiliği ile Sokrates ve Eflatun'un İşrakiliği birbirinden oldukça farklıdır. Eğer vaktimiz olursa ben başka bir programda bunların farklarından bahsederim.

 

Laricani: Bu açıdan onların söz konusu ettiği şuhûd ve irfani tecrübelerin de mahiyetleri bakımından farklı olduğu söylenebilir mi?

 

Üstat Dinani: Evet oldukça farklı. Şu anda da irfani tecrübelerden çokça bahsediliyor. Özellikle de Batı'daki yeni filozoflar, dini tecrübeden söz ediyorlar ama onların dini tecrübeden ne kastettikleri bilinmiyor. Sühreverdi'nin bahsettiği İşrak ile onlarınki arasında yerle gök arasındaki mesafe kadar fark var. Arz ettiğim gibi, Sühreverdi'nin işrakı burhansız değildir. Sühreverdi'nin tüm kitaplarında burhansız tek bir söz bulabilirseniz ben o zaman söylediklerimi geri alırım. Bu çok önemli bir şeydir ve çok az kişide böylesi bir kudret vardır.

 

Laricani: Üstat çok güzel bir noktaya geldik; ancak programımızın da süresi bitti.  

              

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net

                   

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=aS9o-BM4GJ4