İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (7)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (7)
Aristo çözememiş, İbn Sina çözememiş; Eflatun, Descartes , Spinoza çözememiş. Madde ile mananın, yani aynı cinsten olmayan iki şeyin birbirine nasıl bağlandığı sorusu tüm dünyada öylece kalmış. Ama Molla Sadra bunu çözmüş.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri. Programımızla ilgili güzel mesajlarınızdan dolayı teşekkür ederiz. Özellikle de aziz üstadımız, size özellikle teşekkür etmemi istedi. Programla ilgili sorduğunuz sorulara ya doğrudan cevap veriyoruz veya bu programda söz konusu ediyoruz. Bu programda genellikle sizin sorduğunuz soruları söz konusu ediyoruz.

 

Üstat halkımızda felsefi ve irfani meselelerin bu kadar derin bir karşılık bulmasından dolayı büyük bir memnuniyet duyuyoruz. Siz bana programda değindiğimiz konuların ağır olduğunu düşündüğünüzü defalarca söylediniz. Ben de aynı şekilde düşünüyordum ama seyircilerden çok güzel sorular geldi. Hatta bizim zor ve ağır olduğunu düşünerek girmediğimiz konularla ilgili sorular sordular.

 

Aziz üstat, bugün de söz konusu edeceğimiz konular, seyircilerimizin sorduğu sorulardan oluşuyor. Benim için de son derece önemli meselelerden biri şu oldu. Ben gençlerimizin, üniversite öğrencilerinin ve halkımızın arasında Molla Sadra'nın düşüncelerinin bu kadar yer ettiğini düşünmezdim. Toplumun her kesiminden Molla Sadra ile ilgili soru olduğunu görüyoruz. Bu, çok sevindirici bir mesele ve bizi bu tür meseleleri burada daha fazla güvenle söz konusu etme konusunda cesaretlendiriyor.

 

Birçok kişi Molla Sadra açısından insanın kim ve ne olduğu konusunu bilmek istiyor. Bu soru yani ben kimim sorusu her zaman bizim karşımızda olmalı. Bu konuda duyacağımız sözler bizi ikna etmeyecektir; çünkü insan eğer kendine dair bir tarife sahip olursa bu onda sükûta ve durağanlığa neden olur.

 

Üstat, insan nedir sorusu Molla Sadra'dan önce de vardı. Hatta Aristo'nın bir insan tarifi söz konusudur. Hace Nasıreddin Tusi,  nefis ve beden ilişkisi konusunda, İmam Fahri Razi'nin seçkin öğrencilerinden Şemseddin Husrevşahi'ye soru soruyor. Sorusu var ama cevabını ben görmedim, eğer siz biliyorsanız burada açıklarsanız çok iyi olur. Üstat siz insanı tanıma konusundan biraz bahsedin ben daha sonra asıl sorularımı sorayım.   

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Evet siz en temel meseleyi söz konusu ettiniz. Dışarıdan bakıldığında bu mesele, diğerleri gibi sıradan bir mesele olarak gözükebilir. Fakat belki de “insan nedir?” ya da daha doğru bir ifadeyle “ben kimim veya ben neyim?” sorusundan daha temel bir mesele yoktur. Bunların ikisi de aynıdır; ama “ben kimim?” sorusu “insan nedir?” sorusundan daha açıklayıcıdır.

 

Kimileri “insan nedir, insanın mahiyeti, insanın hakikati nedir?” sorusu ile “ben kimim?” sorusunun bir farkı olmadığını düşünebilir ve “ben de bir insan olduğuna göre ben kimim sorusu aynı zamanda insan kimdir sorusuyla aynıdır” diyebilir. Ancak burada küçük bir fark vardır.

 

“İnsan nedir” tümel (külli) bir meseledir. İnsana dair tarif yapılabilir. Nitekim tarifler de yapılmıştır. Tek tek bunlara değinirsek konu uzar; ama daha sonra bunların bazılarına değineceğim. “Ben kimim?” sorusu “İnsan nedir” sorusundan daha açıklayıcıdır. Çünkü insan tümel bir varlık olarak, mevcudatın türleri içinden bir tür olarak çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. “İktisadi hayvan”, “endüstriyel hayvan”, “konuşan hayvan”, “düşünen hayvan”, “üretici hayvan”, “değer yaratan hayvan” vb. gibi tarifler yapılmıştır. Tarih boyunca herkes kendi açısından bu tariflerle insanın ekonomi bildiğini, endüstri yarattığını, üretim yaptığını, konuştuğunu, düşündüğünü vs. söylemek istemiştir.

 

Ancak “ben kimim?” sorusu daha açıklayıcıdır. Benim bir insan bireyi olduğum doğrudur ama bu daha açıklayıcıdır ve neden açıklayıcı olduğunu daha sonra söyleyeceğim. Çünkü “ben” önemlidir, “ben”in bulunması önemlidir.

 

İşte bu açıdan bu sorunun, “ben kimim” sorusunun temel bir soru olduğunu söylüyorum. Bence felsefenin esası da budur. Hatta biraz daha cüret edip şunu da söyleyebilirim ki dinlerin esası da budur.

 

Laricani: Varlık bilgisinin (ontoloji) esası da budur.

 

Üstat Dinani: Evet varlık bilgisinin esası da budur. Çünkü varlık insan ile görünür oluyor. Eğer insan olmasaydı varlık bilgisi diye bir şey söz konusu olamazdı. İnsan olmaksızın varlık, sadece bir kavramdır. Ama varlık eğer doğru tanınırsa varlığın insanla birlikte görünür olduğu, varlığın insanda zuhur ettiği zaman anlam kazandığı anlaşılır. Çünkü insan olmasaydı, diğer mevcudat, varlık meselesini söz konusu etmezdi. Aslında etmezdi değil, edemezdi. Çünkü varlık, başka hiçbir mevcudatta bütünüyle zahir olmuyor. Varlığın zuhuru insandadır.

 

Aslında dinlerin öğretisi de budur. “Kendini bilen Rabbini bilir”, ister bir hadis olsun isterse olmasın bu kutsi söz değerlidir. Bazıları bunun senedinin olmadığını ve bu yüzden de hadis olmadığını söylüyor. Biz burada daha önce defalarca söyledik, bu söz hadis olmasa dahi bir Kur'an ayetinin aks-i nakızi olduğu için doğrudur. Çünkü ayet doğru olduğuna göre ayetin aks-i nakızi de doğrudur. Bu konu son derece önemlidir.

 

Laricani: Bu hangi ayettir?

 

Üstat Dinani: “Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın” ayeti. “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü bu ayetin aks-i nakızidir. Mantıkta buna aks-ı nakiz denir. Mantığa göre doğru olan bir şeyin aks-ı nakızi de doğrudur. Bu söz de bu ayetin aks-ı nakizi olduğu için burhan niteliğindedir.

 

Hadis olarak senedi olmasa bile “Kendini bilen Rabbini bilir” ifadesi Kur'an'ın içeriğini yansıtıyor. Dolayısıyla “insan nedir?” ve “ben kimim?” soruları çok önemlidir. İnsanı tanıma meselesi en başından beri insanın arzusudur. Yazılı kültürün ortaya çıkmasından itibaren bu mesele gündeme geldi. Eski İran filozofları, Yunan filozofları hatta Sokrates öncesi filozoflar bu meseleyle ilgili düşünce beyan etmişlerdir.

 

Aristo, insanı konuşan hayvan olarak tarif etmiştir. Burada “konuşan” demek sadece zahiri olarak söz söyleyen değildir. Tümeli idrak etmektir. İnsan eğer tümeli idrak edemezse, kavrayamazsa konuşamaz. İnsan neden konuşur; çünkü tümele dair bir idraki vardır. Belki de çok az insan tümeli kavramanın ne kadar önemli olduğunun farkındadır.

 

Hayvanların idraki vardır; ama tümele dair idraki yoktur; bu yüzden de konuşma yetenekleri yoktur. Birtakım seslerle veya içgüdüsel olarak birbirleriyle irtibat kurarlar. Kavramların yer aldığı bir konuşma hayvanlar için mümkün değildir. Bu yüzden “insan konuşan hayvandır” derken insanın tümel idrakine sahip olduğu kastedilir. Pekâlâ, daha önce bu meselelere değindiğimiz için yeniden onlara girmeyelim.

 

Dönelim sizin sorunuza. Şurası kesindir ki insan sadece bedenden ibaret değildir. Anatomi bedeni açıklıyor. Bedende organların, sinirlerin, kemiklerin, kasların, hücrelerin bulunduğunu söylüyor. İnsan bedenini milyarlarca hücre oluşturuyor. Ama insanın yaptığı işlerin tamamının bedensel olduğu söylenemez. İnsanın eliyle, gözüyle ve diğer organlarıyla yaptığı işler var; ama bunları sadece cisme isnat edemeyiz. Biraz önce sözünü ettiğimiz tümeli idrak etmek de bunlar arasındadır. Çoğu insan tümeli idrak etmenin yani kavramanın ne olduğunu bilmiyor.

 

Siz Ahmet'i, Hasan'ı, Hüseyin'i vs. fert fert görüyorsunuz. Ama insan dediğinizde bu tümel bir kavramdır. İnsan dediğinizde kaç kişiyi ifade eder? Oldukça fazla, fazladan da fazla, yani sonsuz fert. İnsan deyince sadece şu an yaşayanlar mı kastedilir? Daha önce yaşamış olanlar mı? Daha sonra gelecek olanlar mı? İnsan, bunların hepsini içeren bir kavramdır ve hiçbir fert onun dışında kalmaz.

 

Tümel dediğimizde bazıları bunu çok önemsemiyor. Hâlbuki tek bir kelime neleri ifade ediyor. İnsan dediğimizde kaç ferdi var? Ezelden ebede kadar, varlık âleminin her noktasındaki her fert, insandır. Bu, bir kavramdır. Bunu bir bedene isnat edebilir misiniz? Bedeniniz bir ağırlığa sahiptir. Hücrelerden oluşmuştur ve bu hücreler bir yere sahiptir. Cisim, ‘hayyiz' olmaksızın olmaz. Bu tarif kelamcılara aittir.

 

Cisim ‘hayyiz'e sahiptir. Hayyiz, bir ortamda bulunmak (mekân kaplamak) demektir. Peki tümel idrak nerede bulunuyor? Cevap olarak bunun sadece bir kavram olduğu söylenebilir. Evet ben de biliyorum, bu bir kavramdır; peki ama bu kavram var mıdır yok mudur? Varlıksal olarak düşünün. Kavram varlığa sahip midir değil midir? Kavram varlığa sahiptir ve bu kavram sonsuz ferde sahiptir. Bu kavramın fertleri ne kadardır? Sonsuzdur. Sonsuz sayıda şeyi içeren bu kavram nerededir? Bir ‘hayyiz'i yani bulunduğu bir yeri var mıdır? Beynin hücrelerinin içinde denilebilir. Ama bu beyin hücrelerinin kendisinin bir hayyizi vardır.

 

Sizin varlığınızın bir hayyizi vardır. Şimdi ben kavramdan daha yukarı çıkayım mana diyeyim. Mana, mefhumdan (kavramdan) biraz farklıdır ve mana ve mefhumun farkı şu an bu konuya giremeyeceğimiz kadar geniştir. Sizin kavramınız bir manaya sahiptir. Peki bu hangi hayyizde bulunuyor? Nerede yer alıyor? Siz bütün her şeyi bedene isnat edemezsiniz.

 

Ben bunca zor, ama bir bakıma da kolay olan meseleden şu sonucu çıkarmak istiyorum: Demek istiyorum ki kimi şeyler insanın bedenine aittir. Mesela şu kadar ağırlığı vardır, şu renge sahiptir, belirli bir boşluğu kaplıyor vs. bunlar bedene ait şeylerdir. Ama idraki, tümel idraki nerededir? Ben bunun belli bir yeri olduğunu düşünmüyorum; ama şimdi o konuya girmiyorum. Peki insanın kavradığı manalar kaç kilodur? Bu, kaç yaşındadır? Daha açık bir örnek vereyim: İki, artı iki eşittir dört. Bu bir manadır, buna dair bir kavrama sahibiz. Peki bu mananın kavranması kaç yaşındadır?

 

Laricani: Böylesi bir şeyin yaşı olmaz ki.

 

Üstat Dinani: Evet, bunun yaşı olmaz. “İki artı iki eşittir dört”ün ne ağırlığı vardır, ne rengi vardır, ne yaşı vardır; mekânı yoktur, zamanı yoktur. Bunu sen, ben söyleriz, bunun bir yeri yoktur. Bunu bedene isnat edebilir miyiz? Evet siz bunu bedeninizle söylüyorsunuz. Bedeninizle “iki artı iki eşittir dört” diyorsunuz. Bunu inkâr etmiyorum ama bu anlam nerede yer alıyor? Böyle bir yer yok ki.

 

Bunları örnek olsun diye söylüyorum. Bundan daha yüksek anlamlar var elbette. Mesela insanın inançları, inandıkları nerededir? İnançlar mı ağırdır yoksa beden mi? Eğer inançlar bedende olsaydı beden kaç kilo gelirdi?  İnsan bazen inancı için kendisini feda ediyor. Kendini, varlığını inancına feda ediyor. Peki insanın inancı mı ağırdır yoksa kendisi mi? Bunları bedene isnat edemeyiz. Yani insan bazı şeyleri bedeniyle yapıyor. Mesela yürüyor, yatıyor, yiyor, içiyor, yazıyor, hareket ediyor, oturuyor vs. Bunları bedeni yapıyor. Ama bazı şeyleri söylerken dili hareket ediyor ama anlamını beden yapmıyor.

 

Laricani: Üstat bu söylediklerinizden hareketle şu soru akla geliyor. Peki ‘benim ruhum', ‘benim inancım', ‘benim ahlakım' vs. dediğimizde bunları neye isnat ediyoruz? Yani bunların nispet edildiği şey nedir?

 

Üstat Dinani: Bu konudan daha önce bahsetmiştik, buna geliriz; ‘ben' meselesi oldukça ağır bir meseledir. İzin verirseniz burada bir düalizm kurmak istiyorum. Ama pekâlâ bu meseleye de değiniriz. Çünkü ‘ben' meselesi en temel meseledir. O ‘ben' ruhtan da daha yüksektir. Siz ‘benim bedenim' diyorsunuz, ardından ‘benim ruhum' diyorsunuz. Sonra ‘benim ruhum ve bedenim' diyorsunuz. Bunların her ikisini de ona isnat ediyorsunuz. O ben nedir ki hatta ruhu bile ona ait kılıyorsunuz. Bu, oldukça ağır bir meseledir, buna daha sonra değiniriz. Şimdi izin verirseniz sizin ilk sorduğunuz soruya, yani insanı tanımaya nasıl başlamalıyız şeklindeki soruya gelmek istiyorum.

 

İnsanı tanıma meselesinde onun iki yönünü belirlemeliyiz. Bir onun bedensel yönü vardır. Bir de bedeni olmayan yönü vardır. Buna ruhani diyebilirsiniz, nefsani diyebilirsiniz, zihinsel diyebilirsiniz, süje diyebilirsiniz, obje diyebilirsiniz. Aralarında farklılıklar da olsa bunların hepsi söyleniyor.

 

Buna ruhani ve cismani diyebiliriz. Manevi ve bedensel diyebiliriz. Bu iki yön de insandan sadır oluyor. İnsanın manevi işleri vardır. Maneviyatı bedene isnat edemezsiniz. ‘Şu işi yaptım', ‘şu kadar kilo kaldırdım', ‘yoruldum' dediğiniz zaman bunlar bedenin yaptığı işlerdir. Ama ‘şunu anladım', ‘bildim', ‘şuna dikkat ettim' dediğinizde bunlar bedenin işleri değildir.

 

Ruh ve beden ayrımı, çok eskilerden beri, yani eski Yunan ve İran'dan beri felsefi ve dini düşüncenin olduğu her yerde vardı. Peki acaba insan gerçekten iki hakikate mi sahiptir? Ruh ve beden düalizmine inanan birçok düşünür vardır. Şimdi ben Molla Sadra'ya gelmek istiyorum; çünkü konumuz Molla Sadra'dır.

 

Hemen herkes düalizme inanır, hatta İbn Sina bile… İbn Sina “Ruh bedene taalluk etmektedir” diyor. ‘Ayniye' diye çok ayrıntılı bir kasidesi var orada ruhu bir ruhani güvercine benzetiyor. O güvercin geliyor ve bedene konuyor.

 

Onun felsefesinde de ruh ve beden ayrımı söz konusudur. Bedenin anne rahminde cenin şeklinde bulunduğu ve çeşitli aşamalardan geçtiği sırada ayette de geçen ilahi ruhun üflenmesiyle nefsin oluştuğu söyleniyor. İbn Sina'nın görüşü bu şekildedir. Aristo da böyle düşünüyordu, Eflatun da böyle düşünüyordu. Batı felsefesinde bu düalizmi çok açık hale getiren kişi meşhur Fransız filozofu Rene Descartes oldu.

  

Descartes “düşünüyorum öyleyse varım” dedi. Böylece insanın esasını düşünce olarak gördü. Düşünce ise bedene ait değildi. O, bu sözüyle “ben düşünceyim” demiş oldu. Descartes'in düşünceyle başlarken başlangıçtaki sorunu bedene ulaşamamış olmasıydı. Çünkü düşünme dışındaki her şeyden şüphe etti. Sonra mademki şüphe ediyorum şüphe etmek bir düşüncedir. Şüphe ettiğimden şüphem yok. Şüphe ettiğime yani düşündüğüme göre o halde ben varım dedi. Böylece felsefesinin temelini düşünce üzerine kurdu. İslam hekimleri de ruh ile beden ayrımına inanıyordu.      

 

Laricani: Üstat izin verirseniz kısa bir ara verelim.

 

***

 

Laricani: Yaptığınız bu giriş gösteriyor ki konu çok ayrıntılı ve önemli. Bu arada açıklamalarınızla ilgili olarak iki soru ortaya çıkıyor. Bunlardan birincisi şudur: Neden “ben kimim?” diye sormamız gerekiyor? Ben kimim diye sorduğumda bunu kendime mi soruyorum, yoksa başkasına mı soruyorum? Yani bu soru hangi ortamda söz konusu ediliyor. Yani sizin de bahsettiğiniz bu düalizm konusu acaba inanın kendisinde de var mıdır? Acaba insan, kendisini iki tane mi görüyor? İkinci soru da şu ki, sizin de buyurduğunuz gibi insan gerçek “ben”e yaklaştıkça, uçsuz bucaksız bir yere adım attığını hissediyor.

 

Hafız da diyor ki “Her ne tarafa gittiysem, dehşetimden başka bir şey artmadı bu sonu ve yolu olmayan çölde.” Sanırım bu sonsuz yol insanın ta kendisi olmalı. Zira bazen kendini bir büyük girdapta, bazen uçsuz bucaksız bir ortamda görüyor ve daha sonra hemen geri dönüp kendi cismani yönüne yapışıyor. Galiba Descartes da o ortama düşmemek için gelip “düşünüyorum öyleyse varım”a yapıştı.

 

Üstat Dinani: Evet gerçekten çok iyi, sorularınız yeni yollar açıyor. Ama izin verirseniz önceki bahsimizi tamamlayayım ondan sonra yeni sorularınıza geleyim. Çünkü sorularınız yeni yollar açtı. “Her ne tarafa gittiysem, dehşetimden başka bir şey artmadı” diye bahsedilen bu yol, içeriye giden yoldur. Dışarıya giden yol o kadar dehşet verici değildir. Şimdi bir jet uçağına bindiğinizde her yere gidebiliyorsunuz. Hatta şimdilerde başka gezegenlere de gidiyorlar ve herhangi bir korku da duymuyorlar. Hafız'ın bahsettiği bu korku içsel yolun korkusudur. Çünkü bu yolun sonu yoktur. Yer kürenin sonu vardır, yörüngesinden çıktığınızda sona ermiş olur.

 

Dışarıdaki yolların hepsinin sonu vardır, sonu olmayan ve Hafız'ın şiirinde de geçtiği gibi korku ve dehşeti arttıran o yol içsel-batınî yoldur. Bu yolda ne kadar ilerlerseniz ilerleyin sona ermiyor. İnsanın sonsuz olması içsel (bâtın) yönü itibariyledir. Yoksa ben zahir yönü itibariyle sınırlıyım, şu kadar ağırlığım var ve şurada sandalyede oturuyorum. İnsanın bâtınının ulaştığı noktanın sonu yoktur. Descartes ile ilgili sözünüz de doğrudur. Descartes, düşüncede kalmak istemiştir. Düşünceden öteye gitmek istememiştir.

 

Şimdi yeniden düalizm konusuna geri dönelim. Düalizm, dünya filozoflarında her zaman vardı. Dünya filozofları diyorum yani hepsinde… Sadece materyalistler istisna… onların bahsi ayrı… Materyalizm, eskiden de olan bir şey şimdi de var. Materyalistlere göre bedenden başka hiçbir şey yoktur. Bunların hepsi bedenin eserleridir. Maddeden başka hiçbir şey yoktur.

 

Bazılarına göre ise ruhtan başka bir şey yoktur. Mısırlı bir düşünür “İnsan Bedensiz Ruhtur” diye kitap yazmıştır. Onlara göre de insanın ruhtan başka hiçbir şeyi yoktur. Yani mutlak anlamda ruha inananlar madde yoktur diyorlar. Mutlak olarak maddeye inananlar ise ruh yoktur diyorlar. Bazıları ise bunun her ikisinin de olduğunu ve bunların birlikte olduğunu söylüyor. Biraz önce de söyledik İbn Sina ruhun bedene ait olduğunu söylüyor. İbn Sina'dan Mola Sadra'ya kadar da filozoflar ruh ve bedenden bahsetmişlerdir. Konuyu uzatmamak için ayrıntılarına girmiyorum.

 

Şimdi Molla Sadra'nın şaheserlerinden birini söylemek istiyorum. Molla Sadra gelip farklı bir şey söyledi. Evet o da hem nefsi ve hem de bedeni kabul ediyor; yani hem ruhu hem de bedeni kabul ediyor. Ama bunlar iki ayrı şeydi de biri gelip diğerine mi taalluk etti? İşte sorun buradadır.

 

Molla Sadra ne materyalisttir ne de maddeyi inkâr eder. Hem maddenin hem de ruhun olduğunu söylüyor. Hem ruh hem beden, hem madde ve hem de mana varsa, bunlar birbiriyle nasıl irtibat kuruyor? Mana, maddenin cinsinden değildir. Madde de mananın cinsinden değildir. Birbirine karşı olan veya birbirinden farklı olan bu iki şey birbirine nasıl bağlanıyor? İşte sorun buradadır. Kudema bu meseleyi çözememiştir. Descartes de, hatta Şeyhu'r- Reis Ebu Ali İbn Sina da çözememiştir.  

 

Laricani: İbn Sina'nın çözememesinin sebebi neydi?

 

Üstat Dinani: O, ruhun bedene taalluk ettiğini söylüyor. Dindarlar da benzer bir şey söylüyor. “Nefahtu fihi min ruhi” (ona ruhumdan üfledim) ayetinin zahiri de böyle diyor. Yani beden bir topraktı onun içine ruhumuzdan üfledik diyor. Buna bazıları “hulul” da diyor.

 

Laricani: “İki denizi salıvermiştir, birbirine kavuşuyorlar. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar” ayetiyle ilgili olarak o diyor ki ruh ve bedenin birbirine karışmasını Allah engellemiştir.

 

Üstat Dinani: Engellemiş midir? Hayır, nasıl olabilir? Ruh bedene taalluk etmiştir. Ruhla beden birbirine bağlı değil midir?

 

Laricani: Yani ben bu ayetin ruh ve beden meselesiyle ilgisi olup olmadığını sormak istemiştim.

 

Üstat Dinani: Tüm ayetler ilgilidir, izin verirseniz bu ayetin tefsirine sonra geçeriz, şimdi önce meseleyi felsefi açıdan bir ortaya koyalım; daha sonra ayetlerin tefsirine geçeriz. Bakınız şu an ben meseleyi felsefi açıdan ortaya koymaya çalışıyorum: Madde âlemi, mana âlemiyle aynı cinsten değildir. Ruh, mana âleminin cinsindendir. Beden madde âleminin cinsindendir. Madde ve mana birbirine nasıl bağlanır?

 

Laricani: Üstat, bu mantıksal karşıtlık değildir.

 

Üstat Dinani: Neden? Tabi ki mantıksal karşıtlıktır. Mana, madde değildir. Mana madde midir?

 

Laricani: Yani bunların birbirine bağlanması karşıt değildir.

 

Üstat Dinani: O zaman manaya başka anlam vermelisiniz. Mana madde değildir, mana madde midir? Madde, mana mıdır? Değildir, o halde biz istesek de istemesek de karşıtlık vardır. Madde mana değil, mana da madde değil dediğinizde isteseniz de istemeseniz de bunları karşı karşıya getirmiş olursunuz.

 

Laricani: Ben mantıksal olarak karşı karşıya değildir diyorum.

 

Üstat Dinani: Mantıksal açıdan karşı karşıyadır. Siz madde, mana değildir ya da mana, madde değildir dediğiniz anda bu mantıksal olarak karşı karşıya gelmek değil midir? Karşıtlık veya karşı karşıya gelmek budur işte! Bu, bizim elimizde olan bir şey değil ki. Mana, maddenin cinsinden (sınhiyet) değildir. Madde de mananın cinsinden değildir. Mana, manadır, madde de maddedir. Bunlar iki ayrı cinstir. Şimdi siz bu iki ayrı cinsi birbirine nasıl bağlayacaksınız?

 

Siz şu an hem madde hem de manasınız. Bedeniniz, var, ağırlığınız var, şu an benim karşımda oturuyorsunuz yani maddesiniz. Bedeniniz madde değil mi? Ama sizin maneviyatınız da var. Düşünceleriniz var inançlarınız var. Peki bunlar birbirine nasıl bağlandı?

 

Laricani: Ben burada şunu söylemek istiyorum üstat. “Cismaniyetu'l-hudus” kuralı…

 

Üstat Dinani: İşte ben de tam bunu söylemeye çalışıyorum. Bu kelimelere girme, bu kelimeleri söylemek her şeyi bozuyor. Sen benim soruma cevap ver. Sizin bu iki şeyin birbirine bağlanmasıyla ilgili tasavvurunuz nedir? Mana ve cismin irtibatı ile ilgili sorun geçmişten beri vardı. Molla Sadra'dan önce vardı, İbn Sina'da da Batı'da Descartes'ta da Yunan'da Aristo'da da vardı. Molla Sadra madde ve mananın her ikisini de kabul ediyordu. Şimdi Molla Sadra'nın bu meseleyi nasıl çözdüğünü ve neden büyük bir filozof olduğunu anlatmak istiyorum.

 

Sizin bahsettiğiniz Hace Nasıruddin Tusi'nin Husrevşahi'ye sorduğu soruyu ben kitaplarımın birinde nakletmiştim. “Felsefi Düşünce Macerası” adlı kitabımda nakletmiştim. Bizim büyük filozoflarımızdan Hace Nasır, İmam Fahri Razi'nin öğrencilerinden Şemseddin Husrevşahi'ye soruyor. O cevap veriyor; ama onun verdiği cevap ikna edici değil. İşte söylemek istediğim mesele şu: O bile sorusuna cevap verememiştir. Bu mesele Molla Sadra zamanına kadar öylece kalıyor.

 

Hiç abartmıyorum, sadece İslam felsefesinde değil, tüm insanlık tarihi boyunca bu sorunu çözebilen tek kişi Mola Sadra'dır. Biz Molla Sadra büyüktür derken boşuna demiyoruz. Evet büyüktür; ama neden büyüktür bunu bilelim.

 

Aristo çözememiş, İbn Sina çözememiş; Eflatun, Descartes, Spinoza çözememiş. Madde ile mananın, yani aynı cinsten olmayan iki şeyin birbirine nasıl bağlandığı sorusu tüm dünyada öylece kalmış. Ama Molla Sadra bunu çözmüş. O, buyurmuştur ki “nefs, cismaniyetu'l-hudus ve ruhaniyetu'l-beka”. Bu cümle Molla Sadra'nın şaheserlerinden biridir. Bazıları bunu söylüyor; ama çok az insan bunun anlamını doğru biliyor.

 

“Cismaniyetu'l-hudus” nefsin beden ile hadis olduğu anlamına gelmiyor. Bunu zaten İbn Sina bin yıl önce söylemişti. Molla Sadra demek istiyor ki işin başında beşer nefis diye bir şeye sahip değildir. Beşer, işin başında “leyse illel madde” yani maddeden başka bir şey değildir. Sadece bir maddedir, nutfedir başka hiçbir şey değildir.

 

Peki ruh, nutfeye dışarıdan mı geliyor? Nutfe, ‘alaka' aşamasından geçerek ‘cenin' aşamasına geliyor. Bu, ‘cevheri tekâmül' ve harekettir. Biyolojik gelişimidir aynı zamanda… Molla Sadra'nın söz konusu ettiği ‘cevheri hareket' biyolojik gelişimden farklıdır, bunu daha sonra açıklarız. Peki cenin aşamasına gelince dışarıdan ona bir ruh mu gelip giriyor? Bizler bu şekilde anlıyoruz. İbn Sina da bunu bu şekilde anlıyordu.

 

Molla Sadra hayır bu olabilecek bir şey değil diyor. Ruh bedene dışarıdan girmez diyor. Peki o halde nedir? Diyor ki o hala bedendir. Doğduğu zaman da hala bedendir, hala hiçbir şey bilmez. Kur'an-ı Kerim buyuruyor ki “la talemuna şeya”, yani hiçbir şey bilmiyorsunuz (doğduğunuzda).

 

Maneviyat bilmekle olur. Bilmek olmadığı zaman maneviyat olmaz. Maddenin maneviyatı yoktur. İnsan bir maddeydi başlangıçta, peki nasıl ruhani oldu. Maddenin kendisi ruhani oldu. Ona dışarıdan bir ruh gelmedi. Bu konuyu hala bazıları doğru bilmiyor. Molla Sadra ruh bedene girdi demiyor, bu Molla Sadra'ya göre anlamsızdır. Ona göre madde, “cevheri hareketle” ruh oluyor. Evet Molla Sadra'nın en temel sorun çözücüsü “cevheri hareket” görüşüdür.

 

Daimi olan cevheri hareket ile madde ruh oluyor, ruh maddenin içine girmiyor. Bunlar birbirinden çok farklı şeylerdir. Birinde madde duruyor ve ruh dışarıdan gelip onun içine giriyor. Bu görüş Molla Sadra'ya göre anlamsızdır.

 

Diğerinde ise madde hareket ve değişimle ‘terevvuh' buluyor. Buna ‘tecessüm' ve ‘terevvuh' diyor. Bu kelimeler, konunun anlaşılmasına çok yardımcı oluyor. Tecessüm cismaniyet demektir. Tecessüm ‘terevvuh'a (ruhlaşmak) gidiyor. Peki bu ne demek? Bu, cismin kendisinin ruhani olması demektir. Peki ne zaman ruhani oluyor? Doğup da gözlerini açtığında tekâmül etmeye başlıyor. En basit idrakler bile, en küçük duyular, hatta dokunma bile ruhaniyetin bir tomurcuk gibi açmaya başlamasıdır. Ruhani olmayan bir idrak yoktur. Kavrayış, idrak ve ruhaniyetle aynı cinstendir.

 

Dolayısıyla madde, bu tekamül ile, bu cevheri hareket ile ‘terevvuh'a ulaşıyor. Yani kavrayışa ulaşıyor. Peki buna ulaşan nedir? Maddenin kendisi. Kavrayış ona dışarıdan mı geliyor? Hayır. Maddenin kendisi kavrayış oluyor. Değişim işte budur.

 

Molla Sadra'nın bu görüşlerine karşı birtakım rivayetleri delil göstererek itirazlar yapılmıştır. Ruhların bedenlerden önce yaratıldığına dair rivayetler söylenmiştir. Bazı rivayetlere göre ruhlar, bedenlerden bin yıl önce yaratılmıştır. Bunlar bizim rivayetlerimizde var. Bunları delil göstererek Molla Sadra'ya ‘niye bunları söyledin nefis bedenden önce vardı sen niye yok diyorsun?' diye itiraz ettiler. Molla Sadra da bunlara cevap verdi.

 

İşte bu yüzden Molla Sadra'yı anlamak zordur diyorum. Bazıları Molla Sadra'yı yanlış tanıyor, tahrif edilmiş bir şekilde tanıyor. Herkesi demiyorum ama bazıları yanlış tanıyor. Onun söylediklerini kabul edip etmemek ayrı bir meseledir. Kimilerine göre o yanlış şeyler söylemiştir. Bu ayrı bir meseledir.

 

Molla Sadra nefsin bedenden önce yaratılmasının mümkün olmadığını söylüyor. Ama bazı rivayetlerde nefislerin bedenlerden önce yaratıldığı söyleniyor. Eğer vaktimiz olursa Molla Sadra'nın bunlara ne cevap verdiğini açıklarım. Galiba süremiz bitti.

 

Laricani: Evet süremiz bitti. Ama benim zihnimde şu soru oluştu. Muhtemelen bazı izleyicilerimizin aklına da bu soru gelmiştir. Evet Molla Sadra cevheri hareket, ‘cismaniyetu'l hudus ve ruhaniyetu'l beka' kuralı ile bunlara cevap vermiştir doğru. Ama cevheri hareket derken buradaki cevher nedir ki hareket edebilmektedir ve bu hareketi nereden almaktadır?

 

Üstat Dinani: Bu ayrı bir meseledir, buna sonra değineceğiz.

 

Laricani: Çok güzel bir bahis oldu bence. İnsan daima ben kimim sorusu ile karşılaşıyor. Ben kimim sorusuna cevap vermek için insanın bu meselelere de aşina olması gerekiyor. Başka bir programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=gPqSuhv2hS8