İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (6)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (6)
Görüyor musunuz savaş nerede başlıyor? Hikmet ile din arasında savaş yok, savaş kendi mertebelerindeki insanlar arasındadır. His mertebesinde kalan biri, din benim anladığımdır, sen daha yukarı gitme diyor. Peki neden daha yukarı gitmeyeyim? Daha yukarısı yok mu? Dinin histen daha yukarısı yok mu? Ben neden histen daha yukarısına gitmeyeyim?

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri. Bildiğiniz gibi aziz üstatla birlikte Hekim Molla Sadra'nın düşüncelerinde bir gezinti yapıyoruz. O, büyük insan bize gerçekten çok değerli bir miras bırakmıştır. Onun bazı görüşleri teknik ve felsefi bahisler içeriyor ve biz bunlara girmiyoruz. Herkesin anlayabileceği konuları seçiyor ve onlar üzerinde duruyoruz.

 

Konumuz, varlığın hakikati, bu hakikati anlamanın yolu ve insanı bu hakikate götürecek sırlar ve semboller etrafındadır. İlm-i husulî ve ilm-i huzurî meselelerini üstadın dilinden dinledik.

 

Üstat bizim için çok dikkate değer olan ve eminim izleyicilerimizin de dinlemek istediği husus şudur: Hekim Molla Sadra, varlığın hakikatinden olan bir şeyin âlemdeki tüm mevcudatta olduğuna inanıyor. Öyle ki her şeyin varlığı ona bağlıdır. Eğer o olmazsa hiçbir şey mevcut olmaz. O, bunun adını ‘Nefes-i Rahmaniye' koymuştur. Şimdi buradan hareketle din ve felsefe dengesi konusuna girmek istiyorum.

 

Molla Sadra, bu atmosfere giriyor. Aslında onun hikmetinin yücelme merdiveni ve peşinde olduğu düşüncesi ayet ve rivayetlerdir ve genel anlamda da dini öğretilerdir. O, bunun adını ‘nefes-i Rahmani' koymuştur. Ona göre eğer bu olmazsa âlemde hiçbir şey mevcut olmaz. Bu âlemdeki her şey işte bu Rahmani Nefes vasıtasıyla bir başka şeye dönüşüyor. Bu da bizim kavrayabileceğimiz bir şey değildir.

 

Üstat sorum şu: Molla Sadra'nın daha önceki programlarda değindiğimiz varlığın hakikatini anlamaya yönelik görüşleri acaba bizi yeni bir ortama, yani Kur'an ve rivayetlerle iç içe olan bir maarife ulaştırmak için miydi?

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Elbette Sadru'l-Müteellihin dini bir filozof, daha doğrusu dini bir hekimdir. Şii bir hekimdir. Tam anlamıyla bir Şii'dir. Fakat filozof veya hekim daha önceden sahip olduğu bir düşünceyi ispat etme peşinde olan biri değildir. Eğer böyle olursa kelamcı olur.

 

Elbette ben Molla Sadra kelamcı değildir demiyorum. O, kelam ilmine, hadis ilmine hâkimdir. Fakihtir, ediptir, bunların hepsidir. Fakat filozof veya hekim, ön kabule sahip değildir ve onu her ne pahasına olursa olsun ispat etmeye çalışmaz. Yani özgürdür. Evet Molla Sadra özgürdür ve tam bir özgürlükle hakikatlere ulaşıyor. Teemmül (derin düşünme), hikmet ve istidlal ile hakikatlere ulaşıyor. Taklitle ulaşanlar ile tahkikle ulaşanlar arasında çok fark vardır.

 

Tahkik ile taklit arasındaki mesafe çok fazladır. İnsanların çoğunun işi taklittir çünkü başka çareleri de yoktur, hikmet alanına girmemişlerdir. Fakat hekimin işi taklit değil tahkiktir. Başkalarının taklitle söylediklerini, o tahkikle söyler. Sadru'l-Müteellihin de tahkik ehlidir.

 

Dolayısıyla sizin şimdi naklettiğiniz Rahmani Nefes, Kur'an'a ait bir ıstılahtır. Kur'an-ı Kerim'den alınmıştır, varlık bilgisinde (ontoloji) önemli bir meseledir. Varlık felsefesiyle uğraşan biri için bu akli bir konudur. Bu, bir ilk taksimdir. Bu taksime göre ‘vücud' (varlık) ya ‘vacip'tir ya da ‘mümkün'. Bunu her akıl sahibi kabul eder.

 

Vacibu'l-vücud nedir? Vacibu'l-vücud, yokluğu olmayandır. Olmaması imkânsız varlıktır. Varlığın aslının olmaması olabilir mi? Eğer o olmazsa hiçbir şey yoktur. Yok diyecek olan kimdir? Biri olmalı ki yoktur desin. Vacip olan yani yokluğu bulunmayan varlık, ‘vücud'un (varlığın) aslıdır. ‘Mevcud'un olmaması mümkündür. Mesela masa şu an var ve biz bunu kullanıyoruz. Bir zaman sonra olmayabilir. Bir süre önce yoktu, şimdi var ve bir süre sonra olmayabilir.

 

Elinizi dokundurduğunuz her varlık şu an var. Bir vakitler yoktu ve bir vakit sonra da olmayacak. Ve şimdi de olmayabilir. Başka bir şeye dönüşebilir ve olmayabilir. Ama varlığın aslının olmaması diye bir şey olmaz. Varlığın aslının olmadığını biri söylüyorsa o söyleyen demek ki var ki söylüyor. Olmaması olamaz. Bu felsefi taksimdir. Yani varlık için bir ‘vacip' vardır bir de ‘mümkün' vardır. ‘Mümkün'ler de mevcutlardır, ola da bilir olmaya da bilir; ama şu an vardırlar. Bu âlem ‘mümkünü'l-vücud'dur. Şu an var, ama olmaması da mümkün.

 

Bu âlem bir zamanlar yoktu ve bir zaman sonra belki de olmayacak. Âlemin ‘mümkün' olması demek varlığının da yokluğunun da mümkün olması demektir. Ama Hak Teâla'nın olmaması olmaz. O, zatı ile ‘vacibu'l vücud'dur. Yokluğu imkânsızdır. Varlığın aslıdır, mutlak varlıktır.

 

Şimdi mesele şu: Eğer iki türlü mevcut varsa ve bunlar da yokluğu imkânsız olan mevcut ile olmaması mümkün mevcut ise şimdi, olmaması imkânsız olan mevcut ile olmaması mümkün olan mevcut arasındaki ilişki nedir?

 

Yani ‘vacib' ile ‘mümkün'ün irtibatı nasıldır? ‘Mümkün', ‘vacib'le nasıl irtibat kurabilir? Çünkü irtibat gerektirir. Birbiriyle irtibatı olan iki şey arasında bir bağlantı (sınhiyet) olmalıdır. ‘Mümkünü'l-vücud'un ‘vacibu'l vücud'la nasıl bir bağlantısı olabilir?  Varlıkta bağlantısı vardır.

   

Sadru'l-Müteellihin ve arifler, mümkünâtın varlığını; ama taş, ağaç, deniz güvercin gibi mevcutları değil, mümkünâtın varlığını ‘vücud-ı munbasit' olarak görürler. Yani mahiyetlerin bedenine yayılmış varlık… ‘Munbasit', inbisat etmiş yani yayılmış demektir. Bazı arifler buna ‘Nefes-i Rahmani' veya ‘Hakk-ı mahlûkun bih' diyorlar. Bunlar hekimlerin kitaplarındaki ıstılahlardır.

 

‘Nefesu'r-Rahman' Kur'ani kökene sahiptir. Burada bir teşbih yapılıyor. Hak Tebarek ve Teâla'nın nefes çektiği söyleniyor. Hak Teâla bizim gibi nefes almıyor ki. Mesela Kur'an'da “Nefehtu fihi min ruhi” (Ona ruhumdan üfledim) geçiyor. Nefehtu ne demektir? Üfledim demektir, yani Hak Teâla âleme üflediğini söylüyor.

 

Ben burada başka bir konuya giriyorum; ama bu, bizim konumuzla çok yakından ilgili ve bunu açıklamak için giriyorum. Siz, yani Dr. İsmail Mansuri Laricani, eğer siz ömrünüz boyunca hiç konuşmamış olsaydınız, tek bir kelime bile etmemiş olsaydınız, sizin ne düşündüğünüzü kim bilebilirdi? Veya sizi ömrü boyunca hiç görmemiş olan biri gelse ve siz de hiçbir şey konuşmadan dursanız o, sizin ne düşündüğünüzü, içinizden ne geçtiğini nereden bilebilir?

 

İnsanlar sizi ancak konuştuğunuz zaman tanıyabilir. Peki siz nasıl ve neyle konuşursunuz? Yani konuşma materyallerinizi düşünün. Siz eğer nefes almasanız konuşabilir misiniz? Sizin konuşmanız, sizin nefesinizin terkibidir. Yani her an nefes alan siz nefes almak için özel bir çaba da sarf etmezsiniz, insan doğal olarak nefes alır. Ciğer sürekli olarak çalışır ve insan kendiliğinden nefes alır. Hasta olmayan insan hiçbir zahmete girmeksizin nefes alır ve bunu da hissetmez bile.

 

Nefesiniz, ciğerden çıktıktan sonra gırtlağınıza gider, oradan ağzınıza gelir ve ağzınızdan dışarı çıkar. Gırtlaktan dudağa kadar bir mesafe vardır. Nefes burada olan ses tellerine çarpar ve ses çıkmasını sağlar.

 

Mesela ‘ga' sesi gırtlaktan çıkar, ‘kaf' ‘gayın' harflerinin sesleri gırtlaktan çıkar. ‘Be' dediğinizde ise iki dudağınızdan çıkar. İki dudak ile gırtlağın arasında mesafe vardır. Nefes buradan hançereye gelir ve ses çıkar. Seslerle harfler oluşturulur. Harfler ile alfabe yapılır. Siz bu harflerden kelimeleri yaparsınız, kelimelerden de cümleleri, cümlelerle de konuları açıklarsınız. Yani sizin cümleniz ve kelimeleriniz nefesle ortaya çıkıyor. Eğer nefes olmasa kelimeler olmaz. İnsan nefes almazsa konuşamaz.

 

Peki Allah “nefahtu min ruhi'' derken ne diyor? Burada üflemek derken nefes demiyor, ‘Kun' yani ‘ol' kelimesiyle âlemi yaratmıştır. Buradaki ‘kun' tekvinidir, sesli bir kelam değil, tekvini bir kelamdır. ‘'Nefahtu min ruhi'' yani Hak Teala'nın kelamıyla âlem var olmuştur. “Bir şeyin olmasını diledik mi ona ol deriz, derhal olur.''

 

Yani Hak Teâla âlemde zuhur etmiştir. İşte buna ‘vücud-ı munbasit' diyorlar. Sizin adını söylediğiniz ‘Nefesu'r-Rahman' da tüm mümkünât âlemidir. Tabi sadece mümkünât, yani mülkten melekûta, atomdan galaksilere kadar kâinatın tüm varlıkları ilahi ‘nefha'dır, ‘Nefesu'r-Rahman'dır. Sizin bahsini ettiğiniz Rahmani Nefes işte budur. Arifler de buna ‘vücud-ı munbasit' diyorlar.

 

Laricani: Üstat benim sorum daha önceki bahislerimiz çerçevesindeydi. Siz buyurdunuz ki biz varlığın dışında değiliz. “Nefahtu min ruhi'' ayeti de bu anlama ulaştırıyor. Büyüklerimiz de herhalde ayetler ve rivayetler olmadan bu meselenin halledilemeyeceği sonucuna ulaştılar.

 

Hekim Molla Sadra'nın buna dair bir metnini daha sonra okuyacağım. Üstat bu durum şunu göstermez mi? Felsefe veya bütünüyle felsefi kaideler ve felsefi ekoller, yaratılış âleminin sorularına cevap verememektedir. Hekimlerin dine yönelmeleri de bundan dolayıdır. Şimdi sorumu bir başka şekilde sorayım, Molla Sadra, dini taassuptan dolayı bu kelimeleri seçmedi. Akli yaklaşım ve felsefenin dinle birlikte olması marifet bilgisi alanında bir zarurettir.     

 

Üstat Dinani: Kesinlikle öyledir. Biz de bunu diyoruz. Din ile felsefeyi karşı karşıya getirmek sorun yaratır. Akıl özgür olmalıdır, bunu sürekli söylüyorum, bir kez daha vurguluyorum. Akıl eğer taassupla bir şeye bağlanıyor ve onu ispat etmeye çalışıyorsa özgür değildir. Bunu değiştirmeye kalkma.

 

Laricani: Taassup meselesi değil, akıl hangi ön kabulle akletmelidir?

 

Üstat Dinani: Felsefede ön kabul olmamalıdır. Elbette boş zihinle de düşünme olmaz. Tabi ön kabul de yine aklın işidir. Akıl olmadan ön kabul olur mu? Mesela bedihi meseleleri ya da ‘ilm-i huzuri'yi ön kabul olarak belirleyecekseniz tenebbuh sahibi olmanız gerekir. Eğer bilinç sahibi olamazsanız hiçbir şey yapamazsınız.

 

Bilincin olmadığı bir yerde ne din vardır ne de felsefe. Aklın olmadığı yerde din olur mu? Felsefe de hikmet de böyledir. Her şey bilinçle başlar. Bilinç de özgürdür, özgürlük hercümerç değildir. Bunu defalarca söyledik. Sorun şu ki insanlar özgürlüğün ne olduğunu bilmiyor, özgürlük taassup sahibi olmamaktır. Biz özgürlük derken hercümerç dediğimiz sanılıyor. Hercümerç bir gaflettir, bir zavallılıktır.

 

Özgürlük, cansızlığa esir olmamak demektir, katılaşmamak, taassup sahibi olmamak demektir. Bizim özgürlükten kastımız budur, bunu defalarca belirttik ve bir kez daha vurguluyoruz. Özgür ol demek, mutaassıp olma demektir. Cansızlaşma demektir, taklitte kalma demektir. Hareket et demektir. Bundan başka çare yoktur. Akıl eğer bu anlamda özgür olmazsa hiçbir şey bilemez. Mutaassıp akıl hiçbir şey bilmez. Tam anlamıyla yolunu kaybetmiştir. Mutaassıp akıl ebediyen taassubun sapkınlığında kalır. Cansız akıl, cansızlıkta kalır. Cansız akıl, sadece bazı şeyleri değil, hiçbir şeyi anlamaz. Mutaassıp akıl hiçbir şey anlamaz, anladığı şey anlamak değildir.

 

Biz özgür düşünceden bahsettiğimizde bazıları bizim hercümerçten yana olduğumuzu sanıyor. Asla böyle bir şey yok, ben bunu defalarca söyledim. Hercümercin kendisi bir sapkınlıktır. Özgürlük, cansızlıktan, taassuptan ve körü kürüne taklitten kurtulmak demektir. Dolayısıyla akıl dinin karşısında yer almaz.

 

O halde akıl her şeydir, akıl asla dinin karşısında yer almaz. Akıl dini anlar ve tasdik eder. Eğer cansızlaşmamışsa… Dine karşı tavır alanlar, özgür akla sahip olanlar değildir. Bir başka cansızlığa, katılığa uğramış olanlardır. Her ne pahasına olursa olsun dine düşmanlık edenler, sizce taassup sahibi değil mi?

 

Siz bir önceki programda taassup sahibi Marksistlerden söz ettiniz. Marksist ideolojinin taassubuna sahipler, ne söyleseniz kabul etmezler. Bunlar özgür değiller ki… Marksist katılığın taassubundan kurtulabilse dinin hak olduğunu anlayabilir. Ama bu taraf da taassup sahibi olmamalıdır. Zorlaştırma ve taassup hamlıktır.     

 

Laricani: Sizin sözünü ettiğiniz özgürlüğün bayraktarı, ilahi peygamberlerdi.

 

Üstat Dinani: Pekâlâ, elbette bundan şüphemiz yok ki. Tabi ki tüm peygamberler özgürlük yanlısıdır. Hiçbir peygamber özgürlüğe karşı değildir, bu apaçık bir gerçekliktir. Onların başında da Hatemü'l-Enbiya (s.a.a.) gelir.

 

Peygamberler özgürlük ve düşünce yanlısıdır ve asla fikri cansızlaşma ve donuklaşma olsun istememiştirler. Hekimler, filozoflar da özgürdürler, eğer özgür olmasalardı, hakikatlere ulaşamazlardı.

 

 

    ***

 

Laricani: Pekâlâ üstat, en büyük feryadı peygamberler ettiler, tıpkı sizin de buyurduğunuz gibi en hür özgürlükçü Hatemü'l-Enbiya Muhammed Mustafa (s.a.a.) idi. Meliku'ş- Şuara diyor ki:

 

Ger zir-i felek fikr-i men azad ne bud

Der hencereem in heme feryad ne bud.

 

Eğer göğün altında benim fikrim özgür olmasaydı

Hançeremde bunca feryat olmazdı.

 

Pekâlâ, üstat şimdi izin verirseniz ben Molla Sadra'dan bir metin okuyayım…

 

Üstat Dinani: İzin verirseniz ben bir şeyi vurgulayayım. Bunu birçok defa söyledik; ama şu anda da yine yeridir. Siz Hz. Hatemü'l-Enbiya'nın özgürlükçülüğünden söz ettiniz. Bakınız Hz. Peygamberin söylediklerinin senedi, Kur'an'dır. Kur'an-ı Kerim'den daha sağlam bir senedi yok ki. Kur'an sizin elinizdedir ve onu her zaman okuyorsunuz. Şimdiye kadar yazılmış tüm kitaplar içinden, bunlar ister dini olsun isterse dini olmasın bana bir kitap göster ki Kur'an-ı Kerim kadar ‘teakkul, tefekkür ve tedebbur' üzerinde durmuş ve bunları teşvik etmiş olsun.

 

Vaktimiz olsaydı ben size Kur'an'dan ne kadar ayetin tefekkürü vurguladığını ve değer verdiğini sayardım. “Neden düşünmüyorsunuz?” veya “Hiç düşünmez misiniz?” diye azarlıyor. Defalarca “efela yetefekkerun” (Hiç düşünmezler mi?), “efela yetedebberun” diyor.

 

Şimdi ‘tedebbur' ile ‘tefekkür'ün farkı sorulabilir. Tefekkür düşünmek demek bunu zaten herkes biliyor. Tedebbur ise bence ‘debr' ve ‘dubr' yani arka kelimesi ile aynı köktendir. Yani vakaların arkasını da görün deniyor. Bu durumda ‘tedbir', hem hadiselerin önünü yani görünen tarafını hem de arkasını yani görünmeyen yönünü görün demektir.  

 

Laricani: Hikmet de zaten budur.

 

Üstat Dinani: Evet, yani yalnızca sureti görme, anlamı da gör. Sadece zahiri görme, batını da gör. Tedbir işte budur. Kur'an sürekli olarak ‘tedebbur'e davet eder. ‘Taakkul'a (akletme) ve ‘tefekkür'e davet eder.

 

Tefekkür etmeyenleri şuur, bilinç sahibi olmayanlar diye niteler ve kınar. Bu ayetlerin sayıları oldukça fazladır. Bunlar, Allah'ın sözleridir. Peygamber, Allah'ın sözlerini getirmiştir. Bunlar Allah'ın mesajdır, Allah bizi tefekküre davet ediyor. Peki bize düşünmeyi kim yasaklayabilir? Eğer Allah beni bu kadar tefekküre davet ediyor ve düşünmememi kınıyorsa, beni düşünmekten uzak durmaya kim davet edebilir? Peygamber beni bu kadar akletmeye davet ederken, beni akletmekten uzak durmaya kim davet edebilir? İnsanın cevheri fikir ve akıldır.

 

Düşünme ve akletmesi olmayan insan neye eşittir? Özgür düşünme ve aklı olmayan insan nedir söyle bana? Mutlak cahillik ve hayvandan farkı olmamaktır. Kur'an'ın ‘belhum adal' (hayvandan daha da aşağı) ifadesi bize çok şey söylüyor. Hayvan gibi demiyor, hayvandan daha aşağı diyor. Neden daha kötü çünkü hayvan düşünme istidadına sahip değildir. Ama sen o istidada sahipsin ama onu harap ettin. Yani, hayvan cevhere sahip değildi; ama sen sahip olduğun cevheri elinden çıkardın. O halde hayvandan daha aşağısın.

 

Akletme meselesi üzerinde bu kadar dururken bunu laf olsun diye yapmıyoruz ki. Hem Allah bizi akletmeye davet ediyor, hem de akıl Allah'ı biliyor. Bizim aklımız olmasaydı Allah'ı bilebilir miydik? Hem akıl bize Allah'a gitmeye rehberlik ediyor, hem de peygamberler akıllıca davet ediyor. Peygamberlerin tüm daveti aklidir. Hiçbir peygamber, ‘makul' olmayan hiçbir söz söylememiştir. Tüm peygamberler akli söz söylemiştir ve akıl da peygamberlere yöneltiyor, Allah'a yöneltiyor, Allah da aklı teşvik ediyor. Biz daha ne söyleyelim artık?

 

Laricani: Akıl yolunu tutmayanlar kıyamette diyecekler ki “Eğer akledip kulak verseydik cehennem ehli olmayacaktık.” (Mülk, 10)

 

Üstat Dinani: Orada içine düştükleri zavallı durumu görüyorlar. Gönül gözleri açılıyor ve ne kadar yanlış yola gittiklerini, yanlış davrandıklarını ve zarar gördüklerini anlıyorlar ve diyorlar ki “eğer biz kulak verseydik ve akletseydik şimdi burada olmazdık.” Burada kulak verme ifadesi çok önemlidir. İnsanın içine düştüğü tüm kötü durumların sebebi doğru bir kulağa sahip olmamasıdır. Hakikate kulak vermiyor ve akletmiyor. Bunu kıyamete kadar tekrar etsek yine de az.

 

Laricani: Burada izin verirseniz ben hekim Molla Sadra'dan şu anda da işimize yarayacak bir bölüm okuyayım. O, tıpkı sizin de buyurduğunuz gibi diyor ki ‘tedebbur', meselenin arkasını da görmek ve bir şeyin ötesini de görmektir. Zaten Hikmet-i Mütealiye de işte budur derler ve bu gerçekten de doğrudur.

 

O, şöyle buyuruyor: Eflatun aşktan söz etmiştir. Akıl ve his yolu olmaksızın dünyanın sırlarına ulaşılamaz. Bundan dolayı aşka yönelmiştir. Ama onların söz ettiği aşk, dünyevidir. Hâlbuki akıl daima âşıktır, kendinden ötede olan şeylere. Sahip olduğuyla yetinmez. Sahip olduklarını tutarsa şüpheye ve zanna kapılır. Onun işi sınırları kırmaktır. Yeni ışıklar yakmaktır. “Allah'ın nur vermediğinin nuru yoktur” ayetinde geçen nurun mişkatı (kandil; kandilin konduğu yer) akıldan başkası değildir ve ışıkların kaynağından sürekli olarak yeni ışıklar talep eder.

 

Üstat Dinani: Belki de tüm insanlık tarihi boyunca aklın tarifiyle ilgili olarak şu an okuduğunuz bu ifadeden daha güzelini bulmak mümkün değildir. Aklın hasleti, öteye gitmektir. Aklın öteye gitmesi ne demektir? Yani akıl hangi sınıra ulaşırsa ulaşsın onunla yetinmez.

 

Molla Sadra'nın yaptığı tarifle ilgili konuşan diğer hekimlerin dediği gibi aklın bir yere ulaşıp da “tamam artık burası benim için yeterli” dediği bir yer yoktur. Akılda yetinme diye bir şey yoktur. Fakat bu dikey yöndedir, dünyevi yönde değildir. Çünkü bakınız bu haslet hırsta da vardır. Bunları karıştırmamak lazım. İnsanın hırsı da doyumsuzdur. Maddi olarak her neye ulaşırsa daha fazlasını ister. Ama akıl ile hırsın farkı şudur: Hırs, dünyevi iştaha sahiptir ve doyumsuzdur. Akıl ise manevi ve melekûtî iştaha sahiptir ve yine doyumsuzdur. Yani maneviyatta doyumsuzdur. Hangi ulvi makama, hangi melekûtî makama ulaşırsa ulaşsın yine daha yükseğe çıkmak ister. (Çünkü âşıktır, yolculuğunda son yoktur.)

 

İşte bu Molla Sadra'nın ifadesidir. İşte buna özgürlük diyoruz. Özgürlük hiçbir şekilde tutulmaz, tutulduğu anda mahpus olur, özgür olmaz.

 

Laricani: Evet, onun kullandığı ayet ve rivayetler üzerinde daha fazla durmalıyız. Diyor ki kim ulaşırsa “kad caekum burhanun min Rabbikum ve enzelna ileykum nuran mubine” (size Rabbinizin burhan=delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik) (Nisa, 174) der. Burhan istiyor ama Rabbin nurundan istiyor. Bunun aklın sınırsız olduğunu gösterdiğini söylüyor. Şimdi sorum şu: Acaba hekim mi aklı başkalarının düşündüğünün ötesine götürüyor, yoksa akıl mı hekimi götürüyor?

 

Üstat Dinani: Akıl, hekimi götürüyor. Biz kimiz ki aklı götürelim? Hikmet akıl demektir. Bakınız hekim, akıl haline gelmiş kimsedir. Onun tüm varlığını akıl kaplamıştır. Biz aklı bir yere götürebilir miyiz hiç? Bakın bu çok önemli bir meseledir ve bazıları bu konuda yanlış yapıyor. Eğer vaktimiz varsa bunu açıklayayım.

 

Sadru'l-Müteellihin'in felsefesinin en önemli özelliklerinden biri şudur: O, diyor ki insan, idraklerinin yaratıcısıdır. Başkaları, idrakleri insanın yarattığı bir şey olarak görmezler. Molla Sadra diyor ki insan, hissin yaratıcısıdır; hayalin, vehmin yaratıcısıdır. Bunlar, nefsin yarattığı şeylerdir. Ama insan, bir nefis olarak aklın yaratıcısı değildir.

 

Hayalleri ben yaratıyorum, vehimleri ben yaratıyorum, kısaca aklın dışındaki tüm idrakleri nefis yaratır. Yani nefis, yaratıcılığa sahiptir. Ama nefis, aklı yaratamıyor. Neden, çünkü akıl, nefisten daha yüksektir. Aşağı olan yüksek olanı asla yaratamaz. Yaratılmış olan mı yüksektir, yaratan mı? Peki aşağı derecedeki bir şey yukarı derecedeki bir şeyi yaratabilir mi? Her yaratıcı, yarattığından yukarıdadır, üstündür. Nefis, akıldan daha aşağı olduğuna göre, aklı yaratamaz.

 

Dolayısıyla akıl, insanın yarattığı bir şey değildir. Akıl bir hibedir, tümel akılla (akl-ı küll) olan bağlantımızdır. Elbette nefis çaba gösterirse penceresini akıl âlemine daha fazla açabilir. Yani Hak Teâla'nın ilminin şuunundan olan tümel akıl âlemi bize sunuluyor.

 

Biz ne kadar çaba gösterirsek penceremizi tümel akla daha fazla açabiliriz. Fakat biz aklı yaratmıyoruz, akıl bizi yönlendiriyor; biz aklı yönlendirmiyoruz. Hiç kimse aklı yönlendiremez. Yönlendirici olan akıldır. Peki aklın kendisi nedir? Akıl, Hak Teâla'nın ilminin şuunundandır. Aklı ne yönlendirebilir?          

 

Laricani: “Burhanun min nuri rabbikum” (Rabbinizin nurundan olan bir burhan)

 

Üstat Dinani: Rabbin nuru işte budur. Yani bizi o yönlendiriyor. Burhan nurdur, “berhene” “nevvere” demektir. “Berhene” kelimesi “aydınlık” demektir.

 

Laricani: Daha sonra değineceğiz; ama Molla Sadra diyor ki akıl ikna olduğu için bu görevi kabul etti.

 

Üstat Dinani: Evet doğru. Hak Teâla'ya ikna oldu. Ama yine de akıl daha fazla nuraniyet (ışık) ister. Teali (yücelme) de işte budur, ‘Hikmet-i Mütealiye' de budur.

 

Laricani: Bildiğiniz gibi Molla Sadra, Şiraz'daki Allahverdi Han Medresesinde diğer ilimlerin de okutulması yönünde talimat verdi. Matematik, fizik, kimya, astronomi ve hatta tıp gibi ilimlerin okutulması talimatını veriyor. Bazen orada bulunanları toplar ve yeni ne buldunuz diye sorardı.

 

Yani bu gösteriyor ki o tüm ilimleri öğrenme ruhuna sahipti. Topladıklarına diyor ki sizin kazandıklarınız dünya hikmetidir. Eğer bunda kalırsanız, dünya hikmeti zannı ve şüpheyi arttırır, dini hikmet ise melekûta yükseltir. O, aklın dinden aldığı besinle aşılması gereken sınırları geride bırakıp ulaşılması gereken yerlere yükselebileceğini söylüyor.  Akıl ve din ilişkisini biraz daha açıklar mısınız?

 

Üstat Dinani: Bunlar iki hüccettir, hadiste de geçtiği üzere biri batıni, diğeri ise zahiri hüccettir. Molla Sadra'nın Şiraz'daki Allahverdi Han Medresesinde tüm ilimlerin okutulması talimatını verdiğini söylediniz. Burada şunu belirteyim ki Molla Sadra orada okutulan o ilimlerin tamamına sahipti. O, tıp da okumuştu, çok yüksek düzeyde olmasa da yetecek kadar tıp bilgisine sahipti. Matematik de biliyordu, iyi bir fıkıhçıydı, hadisçiydi, talimat verdiği gibi kendisi de bunları okumuştu; ama bunların hepsini aşmıştı.

 

Sizin de buyurduğunuz gibi akıl ve din birbirinin karşısında olan şeyler değildir. Bunların karşı karşıya getirilmesi sadece taassuptan dolayıdır. Din, aklın özüdür. Aklın özetidir. Daha önce de arz ettiğim gibi din akıl dışı değildir. Hiçbir peygamber akıl dışı bir şey söylememiştir. Bu ne demektir, din aklidir.

 

Sonuç olarak filozof, bir hakikate burhan ile istidlal ile çaba göstererek ulaşıyor. Yani işini burhanla yapıyor. Peygamberlerin işi ise vahiyledir. Yani istidlal için bir okula gitmemişlerdir. Allah onlara bir lütuf vermiştir ve gerekli olan şeyleri içlerinden almışlardır.

 

Hakikat birdir; yol ise iki tanedir. Hekim çaba ve çalışmayla ulaşıyor. Peygamberler ise vahiy yoluyla doğrudan ulaşıyor. Fakat onları yan yana getirirseniz aslında birdirler. Birinin nebevi sureti var, diğerinin ise hikemi sureti var. Gerçek ve müteali olan hiçbir hikmet, peygamberlerin öğretisiyle asla uyumsuz değildir. Peygamberlerin talimatları da hikmet-i müteâliye ile uyumsuz değildir. Dolayısıyla bunlar bir hakikatin iki suretidir. Bunlar arasında karşıtlık ve savaş yaratmamalıyız.

 

Ben hekim ile peygamberlerin talimatları arsında bir savaş görmüyorum. Savaş olmadığı gibi ihtiyaç da var. Bizim peygamberlerin talimatlarını doğru anlamamız gerekmiyor mu? Peygamberlerin talimatları tek mertebeli değil ki birçok mertebesi var.

 

Peygamberlerin talimatı nereden geliyor? Vahiyle… Peki vahiy nereden geliyor? Allah'ın gaybi mekveninden geliyor. Hak Teâla'nın gaybi mekveninden his âlemine kadar olan mesafe ne kadardır biliyor musunuz? Sonsuzdur. Tüm mertebeler doludur. Eğer bir kişi bu dünyevi hislerle yetinirse bu sadece zahirdir. Ama bunun batınına daha da batınına gitmek mümkün değil midir? Eğer biri buraya gidiyorsa işte o hekimdir. İşte o zahir ehli olanlar bundan daha yukarısı yok diyorlar. Peki neden yukarısı olmasın?

 

Görüyor musunuz savaş nerede başlıyor? Hikmet ile din arasında savaş yok, savaş kendi mertebelerindeki insanlar arasındadır. His mertebesinde kalan biri, din benim anladığımdır, sen daha yukarı gitme diyor. Peki neden daha yukarı gitmeyeyim? Daha yukarısı yok mu? Dinin histen daha yukarısı yok mu? Ben neden histen daha yukarısına gitmeyeyim?

 

Zahir ehli olan ile hekim arasındaki kavga şuradadır: Zahir ehli olan hissin sınırları içinde kal diyor, hekim ise diyor ki hayır ben senin hissini kabul ediyorum ama daha yukarı gitmek istiyorum. Savaş işte buradadır, savaş insanlar arasındadır. Yoksa hekim ile peygamberin savaş yoktur.

 

Laricani: Burada İmam Musa Kâzım'ın (a.s.) bir hadisini dayanak olarak alıyorum: “Allah'ın insanlar üzerinde iki hücceti vardır: Zahiri hüccet ve batıni hüccet.” Bunun talikinde de şöyle deniyor: İlahi resullerin insanlık âleminin terkibinde ve insanlık toplumunda sahip olduğu hüccet ve itibarın aynısına akıl, âlem-i basitte sahiptir.

 

Üstat Dinani: Ayrıca aklı batıni bir hüccet olarak görüyor. Yani batına giden kimseler, nübüvvetin batınına gidiyorlar.

 

Laricani: Konu güzel bir yere geldi; ama bizim süremiz doldu. Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle…

             

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

 

                

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=-axiYmQgRQc