İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (5)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (5)
Her şey zihinde olduğuna göre Sadru’l-Muteelihin, şuna inanır: Varlığın hakikati zihinle kavranamaz. Varlık kavramını anlayabiliriz. Varlık kavramını herkes anlar; ama varlık kavramı varlığın kendisi midir? Peki, o halde varlığın kendisine nasıl ulaşabiliriz? Ancak zihnimizi aşarsak.

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri. Hekim Molla Sadra'nın düşünceleriyle ilgili programımıza devam ediyoruz.

 

Üstat, son programımızda şu konuya gelmiştik: Molla Sadra, varlığın hakikati ile varlık kavramını farklı görüyor. Varlığın hakikatini tanımanın yolunu da şuhudi marifet ya da kendi tabiriyle “sarihu'l müşahade duni'l had ve'l burhan” olarak gösteriyordu.

 

Siz bunu ilm-i huzuri olarak ifade ettiniz. İlm-i huzuri ile ilm-i husuli arasındaki farkı açıkladınız. Bu konu üzerinde biraz daha durmanız yararlı olacaktır.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Sizin de işaret ettiğiniz gibi bu mesele, meselelerin anasıdır. Sadru'l-Muteellihin'in temel meselesi varlıktır. Aslında her filozof için böyledir. Varlığı tanıma ve varlık bilgisi aslında her filozofun işidir. Özellikle de ilahi filozofların… Sadru'l-Muteellihin de bunun istisnası olmadığı gibi bu alanda bir zirvedir.

 

Daha önce de bahsettiğim gibi varlık, insanlık için söz konusu olmuş en bedihi (açık) meseledir. Belki de varlık sadece insan için söz konusudur. Her şey vardır; her şeyin varlığı vardır; ama varlığa dikkat etmek ve onun üzerinde durmak sadece insanın yaptığı bir iştir.

 

Varlık her yerdedir. Zaten varlıktan başka bir şey yoktur; ama burada şöyle bir sorun var. İnsan her zaman varlık veya ‘vücud' yerine, var olan yani ‘mevcut' üzerinde durmuştur. Gerçi bundan başka çaresi de yoktur. Biz hep var olanları yani mevcutları tanıyoruz. Varlığı (vücud) tanımaksızın var olanı (mevcut) tanımak mümkün değildir; ama taayyün olmaksızın varlığın bizatihi kendisi üzerinde çok fazla durulmamıştır.

 

Bu masa, duvar, sandalye, deniz, çöl, yer küre, ay, hatta âlem, varlık (vücud) değil; ‘var olan'dır (mevcud). Bizim karşılaştığımız her şey var olandır yani mevcuttur. Peki vücud ile mevcud arasında fark yok mudur? Kesinlikle fark vardır. Mevcut neden mevcuttur, vücud ile mevcuttur. Eğer vücud olmasa mevcut olmaz. Ama vücud ile mevcud arasında fark vardır. Bu, meselenin bedihi tarafıdır ve son derece açıktır. Fakat biz vücuda daha az dikkat ediyoruz; daha çok mevcut üzerinde duruyoruz.

 

Karşılaştığımız her şey mevcuttur ve mevcut da vücudla mevcut olmaktadır. Peki vücud yani varlık nedir? Taayyünlerini göz ardı ederek, yani masa oluşunu, sandalye oluşunu, deniz oluşunu, dağ oluşunu, yer oluşunu, gök oluşunu vs. göz ardı ederek söyleyelim, varlığın kendisi nedir? Bunun cevabı çok zordur.

 

Varlık bilgisi (ontoloji), üzerinde çok az durulmuş bir meseledir, filozoflar işte bu mesele üzerinde dururlar. Mevcut, benim karşımda olan, yani karşı karşıya bulunduğum şeydir. Ben karşı karşıya olduğum bir şeyi tanıyorum. Peki ben varlıkla karşı karşıya gelebilir miyim? Varlık nerededir ki ben onunla karşı karşıya gelebileyim? Varlığın kendinden başka bir yer var mı? Varlık dışında bir yer tasavvur edilebilir mi? Ben varlıkla karşı karşıya gelmek istiyorum. Peki ben varlıkla karşı karşıya gelebilmek için nerede durmalıyım? Varlık dışında bir yerde durulabilir mi? Elbette hayır.

 

Ben varlığın içindeyim ve varlık hakkında konuşmak istiyorum. Bu, bir bakıma tikelin (cüzî) tümelden (küllî) haberdar olması gibi bir şeydir. Tikel, tümelden nasıl haberdar olabilir? Bu tümel ve tikel ilişkisi meselesi, -ki bugüne hermenötik dönemi de deniyor- her zaman sorundu. Tikel, tümelden nasıl haber verebilir? Ben varlığın içindeyim, peki varlığı nasıl anlatabilirim? Bu asıl meseledir. Ancak öte yandan…

 

Laricani: Bu konuda bir soru var üstat. Doğrudur ki ben ‘vücud'um o ise ‘mevcud'dur. Dolayısıyla ‘ben' ile o mutlak varlık arasındaki ilişkinin açıklanması gerekir.

 

Üstat Dinani: Sizin bu söylediklerinizde iki mesele var. Birincisi fena meselesidir, çünkü bu, fena meselesine dönmektedir ve ayrı bir konudur. Ancak varlık bilgisi üzerinde dururken ‘o' diyemeyiz. Çünkü ‘o' benim karşımda olan bir şeydir. Varlık ise benim karşımda olan bir şey değildir. Eğer varlık benim karşımdaysa o zaman ben neredeyim? Varlığın içinde miyim yoksa dışında mıyım?

 

Laricani: Varlığın içindeyim.

 

Üstat Dinani: Eğer varlığın içindeysem ‘o' diye bir şey olmaz. Ben varlığın içindeyken o diye bir şey olabilir mi? Eğer ‘o' diyorsam demek ki ben onun içinde değilim ve o benim dışımdadır. Eğer ‘o' zamirini kullanıyorsam demek ki benim dışımdadır ve ben onunla karşı karşıya bulunuyorum. Peki varlık benim dışımda ve ben de varlığın karşısında mıyım? Değilim, o halde ‘o' diyemem. O kelimesiyle varlığı işaret edemem. Ben daha önceki programda da anlatmıştım. Varlık bilgisi, varlığın kendini benim dilimle anlatması demektir.

 

Mevlana “keşke varlığın dili olsaydı” derken dili yoktur demiyor, aslında varlığın dili var; ama keşke biz o dili anlayabilseydik demek istiyor. Varlığın diliyle bizim konuşmamız gerekiyor.

 

Sanırım bizim bu programda biraz daha basit konuşmamız gerekiyor. Bunlar felsefi konulardır ve kendine özgü inceliklere sahiptir. Bunları ancak felsefi terimleri bilenler anlayabilir. Şu an biz genele konuştuğumuz için daha basit konuşmalıyız.

 

Öte yandan Sadru'l-Muteelihin, biz herhangi bir şeyi kavramlardan başka bir yolla anlayamayız diyor. İlm-i husuli kavramlarla olur. Biz her şeyi kavramlarla anlarız. Bizim idrakimiz kavramlarla olur. İnsanın tüm bildikleri, en aşağıdan yukarıya kadar insanın hissi, akli, vehmi ve hayali idrakleridir. Biz idrak yoluyla dünya ile irtibat kuruyoruz. İdrak sahibi olmayan mevcudât, dünya ile bilinçli bir ilişki kuramıyorlar.

 

Biz dünyayı kavramlarla tanıyabiliyoruz. Dünya ile varlık aynı şey değildir. Varlık dünya değildir. Dünya, varlığa sahiptir. Biz dünyayı varlıkla eşit görmemeliyiz. Varlık dünyadan daha öte bir şeydir. Aslında varlık her şeyden ötedir. Varlık, mutlaktır, kapsamlıdır. Pekâlâ, ben varlığı kavramlarla nasıl anlayabilirim? Bu durumda akla hemen şu soru geliyor: Varlık kavramı var mıdır yok mudur?

 

Bana ‘varlık kavramının kendisi var mıdır?' diye sorarlarsa onlara ne cevap vermeliyim? Varlık kavramı vardır. Var olduğuna göre varlıktan ayrı değildir. Eğer varlık kavramı varsa o halde o da varlıktır. Bu durumda varlık, varlık kavramıyla tanınamaz. Siz bu masayı kavramla tanırsınız, hiç sorun olmaz. Yer küreyi, gökyüzünü, denizi, dağı vs. kavramla tanırsınız; ancak varlığı varlık kavramıyla tanıyamazsınız. Çünkü varlık kavramının kendisi de varlıktır. Varlıktan ayrı bir şey değildir. Varlık, geriye kendinden başka bir şey bırakmıyor.

 

Siz huzur makamını sordunuz. İşte Molla Sadra, varlığa huzurla gitmemiz gerektiğine inanıyor. Huzurla gitmek oldukça zordur. Ne kadar açıklarsak açıklayalım oldukça zordur. Çünkü zihnin esiriyiz. Biz zihnimizin dışına çıkamayız. Söylediğimiz her şeyi zihinle söylüyoruz. Biz zihnimizin ötesine atlayabilir miyiz? Ben bunu açıklamak için hep şu soruyu sorarım: İnsan gölgesini aşmak için gölgesinin ötesine atlayabilir mi? Nasıl gölgemizin ötesine atlayamıyorsak zihnimizin ötesine de atlayamayız. Her ne söylüyorsak zihinle söylüyoruz. Zihinden ne kadar çıkmaya çalışırsak çalışalım yine zihnin içindeyiz.

 

Pekâlâ, her şey zihinde olduğuna göre Sadru'l-Muteelihin, şuna inanır: Varlığın hakikati zihinle kavranamaz. Varlık kavramını anlayabiliriz. Varlık kavramını herkes anlar; ama varlık kavramı varlığın kendisi midir? Peki, o halde varlığın kendisine nasıl ulaşabiliriz? Ancak zihnimizi aşarsak. Peki zihnimizi nasıl aşabiliriz? Zihni aşmak zor bir meseledir.

 

Zihin kalmıyor ki siz onu aşabilesiniz. Siz nereye gitseniz zihin de sizinledir. Dolayısıyla burada ‘tenebbuh' (uyanış) lazımdır. Burada geçmek; adımla ve kalemle değil, atlamayla ve hareket etmeyle değildir. Burada tenebbuh gerekir. Benim zihnimin durduğu bir yer var, zihnimin kökeni var. Benim zihnimin kökeni, benim zihnimi yaratan varlıktır. Varlık zihne gelmez, zihni yaratır.

 

Mutlak varlık zihne gelmez. Onun ağaç, taş, deniz vs. gibi taayyünleri zihne gelir varlığın aslı zihne gelmez. Peki varlık nedir ki zihne gelmiyor? Varlık zihin yaratandır. Zihnin kendisi varlığın taayyünlerinden biridir. Bunlar bazı izleyicilerimiz için anlaşılmazı zor olan konulardır.

 

Laricani: Üstat, ben Molla Sadra'nın eserlerinde bir araştırma yaptım. Bu büyük hekim, bizi adeta sıçratmak ve sizin tabirinizle zihinden diğer tarafa atlatmak ve tenebbuh kazandırmak için iki yol gösteriyor. Bunlardan birincisi Esfar'ın ikinci cildinde ve ‘Basit Fıtri İdrak' başlığını taşıyor. Orada diyor ki dünyaya gelen kimse bu ‘basit fıtri idraki' beraberinde getiriyor. Tenebbuh da galiba bu fıtrattan başkası olmasa gerek. Dünyadaki insanlar ikiye ayrılıyor, kimileri kendileriyle birlikte getirdikleri o basit idraki unutuyorlar. Onların yeniden hatırlamak için peygamberlere ihtiyacı var. Kimileri ise bunu unutmuyorlar. Bunlar evliyadır. Birincisi budur.

 

İkincisi ise sıddık olanların burhanıdır (kanıtıdır) (burhan-ı sıddıkin). Tabi burada İbn Sina'nın burhanından da etkilenmiştir. Benim görebildiğim kadarıyla İbn Sina ve Sühreverdi de bu vadide çok çaba göstermiştir. İbn Sina ‘fezada muallak insan' teorisinde şöyle diyor: İnsan hiçbir şekilde kendi halinden gafil değildir. Kendi ilmiyle kendisi açısından ilmin menşei olabilir. Ya da Sühreverdi'nin söz konusu ettiği kendini bilme ki onu ‘sıddıkların burhanı' adı altında söz konusu ediyor. Molla Sadra da gelip onu teyit ediyor ve yine ‘sıddıkların burhanı' adı altında ona yeni birtakım şeyler ekliyor.

 

Ben bu iki yoldan başkasını görmedim; ama bir yol daha öneriyor. O da insanın dinin eteğine tutunmasıdır. Bu konudaki ayetleri ve rivayetleri daha sonraya bırakalım.

 

Üstat şimdi biz bu ‘basit fıtri idraki' kendimizle zihin yaratan o âlem arasında köprü edinirsek sorun çözülüyor. Ve bence bu en iyi ve en kolay yol. ‘Sıddıkların burhanı' da öyle gözüküyor ki yine bu ‘basit fıtri idrak'e dayalıdır. Sizce de bu ikisi aynı gözükmüyor mu?

 

Üstat Dinani: Hayır, izin verirseniz bir düzeltme yapayım. Burada iki konu birbirine karıştırılıyor. Birincisi ‘sıddıkların burhanı'dır. Evet, bunu ilk ortaya koyan Ebu Ali Sina'dır. Ebu Ali Sina'dan sonra bu varlık bilgisini ve Hak Tebarek ve Teâla'yı ispat eden en büyük ve en hassas burhanla ilgili olarak şimdiye kadar 19 takrir yazılmıştır. Meselenin aslı tektir; ama 19 takriri olmuştur. Ha bire gelip buna yeni takrirler eklediler. Fakat meselenin aslına İbn Sina dikkat etmişti. Bu ‘sıddıkların burhanı' ile sizin buyurduğunuz o ‘basit fıtri idrak' birbirinden farklıdır.

 

Hiç kuşku yok ki insan fıtri bilgiye sahiptir. Fakat bu fıtri bilginin de iki anlamı vardır. Bunlardan biri Eflatun'un teorisinde olandır. Bu konuda Eflatun'un bir teorisi var. Tabi Eflatun'un bazı sözleri bazen Kur'an ayetleriyle uyum göstermiyor. Buna ‘tezekkür nazariyesi' (hatırlama teorisi) de deniyor.

 

Tezekkür nazariyesi şudur: İnsan, ‘elest meclisinde' ya da diğer âlemde, ruhlar âleminde her şeyi biliyordu. Bu dünyaya gelince her şeyi unuttu. Şimdi olaylarla karşılaştığında orada bildiklerini hatırlıyor. Yani insana dışarıdan bir şey gelmiyor. Her şey insanın içindedir ve bir şeylerle karşılaşınca hatırlamaya başlıyor. Buna tezekkür yani hatırlama nazariyesi deniyor. Buna göre özetle ben hiçbir şeyi dışarıdan almıyorum, her şey benim içimdedir ve ben karşılaştıkça hatırlıyorum.

 

Şöyle bir benzetme yapılıyor. Bir lamba kendi içinden yanıyor. Yani alev lambanın dışından gelmiyor onun içinden parlıyor. İçinde gazyağı olan lambanın yanabilmesi için yalnızca bir kibrite ihtiyaç var. İşte bu Eflatun'un tezekkür nazariyesidir. Bu önemli bir nazariyedir; ama şimdi bu konuya girmeyeceğim.

 

Sizin işaret ettiğiniz Molla Sadra'nın ‘ilm-i basit ve ilm-i mürekkeb' bahsi çok önemlidir. Sadru'l-Muteellihin, bu ‘ilm-i basit ve ilm-i mürekkeb' ile büyük bir manevra yapıyor. Bunun Eflatun'un nazariyesiyle bir ilgisi yok. Bu, ilk aşamada öğrendiklerimize basit ilim diyor. Yani ben bunun bir masa olduğunu biliyorum, yuvarlak olduğunu biliyorum. Ben bunun duvar olduğunu biliyorum. İşte şunun kırmızı olduğunu, bunun ağaç olduğunu vs. bütün bunları biliyorum. Bu ilme belki hayvanlar da sahiptir. Yani hayvanlar da şunun ağaç olduğunu, bunun yiyecek olduğunu, neyin kendine zararlı neyin ise yenebileceğini biliyor.

 

Fakat bir şey daha var ki o sadece beşere aittir. Bu ise şudur: Ben bunun masa olduğunu bilmemin yanı sıra bunun masa olduğunu bildiğimi de biliyorum. İşte bu çok önemlidir ve çok az insan buna dikkat ediyor. Esas olan işte budur: Ben bunun masa olduğunu biliyorum; ama ayrıca şunu da biliyorum ki bunun masa olduğunu bilen benim.

 

Laricani: Yani bildiğimi biliyorum.

 

Üstat Dinani: Evet, bravo. Yani bildiğimi biliyorum. İşte buna ‘ilm-i mürekkeb' deniyor. Mesela sigara içen birinin sigaralarını saydığını düşünün. Bir, iki, üç diye sayarken yalnızca saymayı değil, sayanın kendisi olduğunu da biliyor. Yani hem sigaranın tanelerini biliyorum hem de sayan kişinin ben olduğumu biliyorum. İşte buna bilinç deniyor. Batılılar buna ‘consciousness' diyorlar. Arapçada ‘va'i' deniyor. Yani biliyorum ve bildiğimi de biliyorum.

 

Molla Sadra, mükellefiyeti de bunda görüyor. Diyor ki eğer bir kişi biliyor; ama bilmediğini bilmiyorsa mükellef değildir. Tıpkı hayvanlar gibi… Hayvanlar da bir şeyler biliyorlar, örneğin menfaatlerini biliyorlar, işlerine yarayacak şeylerin peşinden gidiyorlar. Kendilerine zararı dokunacak şeylerden uzak duruyorlar. Fakat bildiklerini bilmiyorlar. Bu yüzden de hiçbir hayvan ilahi tekliflerle mükellef değildir.  İnsan, bilen ve bildiğini de bilen tek varlıktır. İşte bundan dolayı da mükelleftir.

 

Peki insan niçin biliyor ve bildiğini de biliyor? Çünkü akıl sahibidir. İşte bu aklın hasletidir. Akıl, hem eşyayı biliyor hem de bildiğini de biliyor. Bu, çok önemlidir, eğer bildiğini bilmek olmasa ‘consciousness' olmaz. Yani bilinç olmaz. Yalnızca içgüdüsel olarak bilinmiş olur. Hayvanlar da içgüdüsel olarak bilmiyor mu?

 

Eğer ‘ilm-i basit' esas olsaydı, o zaman belki de hayvanların ilmi bizden daha fazla olurdu. Neden biliyor musunuz? Çünkü hayvanlar az hata yapıyorlar. Hatta hiç hata yapmıyorlar. Bize göre hata yapıyor olsalar bile kendilerine göre hata yapmıyorlar. Çünkü hiçbir hayvan yaptığı hatanın farkına varmaz. Hayvanlar hata yapsalar da yaptıkları hatanın farkında olmazlar. Onlar bize göre hata yapıyorlar kendilerine göre hata yapmıyorlar. Biz de ‘ilm-i mürekkeb'e sahip olduğumuz için hata yaptığını anlıyoruz.

 

Dikkat edin bu çok önemli bir meseledir. Ben hata yaptığımı anlayabiliyor muyum? Evet anlıyorum. Peki hata yaptığımı nereden anlıyorum? Çünkü bildiğimi biliyorum. Eğer bildiğimi bilmeseydim, hata yaptığımı bilemezdim. Yani biliyorum ki daha önce sahip olduğum o bilgi, bilgi olarak hatalıydı. Peki ben bilgimin yanlış olduğunu ne zaman anlıyorum bilgimi bildiğim zaman. Bilgim konusunda bilgim olmasaydı hata yaptığımı anlayamazdım. İşte bu yüzden hiçbir hayvan hatasını bilemez. Çünkü ilmi konusunda ilmi yoktur. Ama insan bilgisi konusunda bilgiye sahip olduğu için falan bilgisinin yanlış olduğunu biliyor. Hatasının farkına varmak insanın ne kadar yararınadır biliyor musunuz? İnsan eğer hatalarının farkına varmasaydı, hayvandan hiçbir farkı kalmazdı. Yanlışlarının farkına vardığı için hatalarını düzeltiyor ve yükselme yolunda ilerliyor.

 

Bildiğini bilmek yani ilmi konusunda ilme sahip olmak çok önemlidir -ki Molla Sadra buna ‘ilm-i mürekkeb' diyor. Bildiğimizi bildiğimiz için doğru yolu anlayabiliyoruz. Bu durumda bilmediğimizi bilmiyorsak vay halimize! Bildiğini bilmenin karşıtı nedir? Bilmediğini bilmemektir. Biliyorsam, bildiğimi de biliyorsam, bu ilm-i mürekkebdir. Bilmiyorsam ve bilmediğimi de bilmiyorsam bu da cehl-i mürekkebdir ve çok tehlikelidir. İşte hayvanlar böyledir. Bilmiyorlar ve bilmediklerini de bilmiyorlar. Ama insanlar birçok şeyi bilmiyorlar; ama bilmediklerini biliyorlar.

 

Bilmediğini bilmemek, insan hayatında ne kadar da etkilidir, ilerleme kapılarını açan budur. Bilmediğimi biliyorsam bilmek için çaba gösterir, bilmenin peşinden giderim. Ama bilmediğimi bilmiyorsam neler olur? Asla bilimin, ilmin peşinden gitmem. Bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen kişi cehl-i mürekkepte ebediyen kalır.

 

Dolayısıyla bir ‘cehl-i mürekkeb' var, onda kişi bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyor. Buna karşı bir de ilm-i mürekkeb var. Bunda da kişi biliyor ve bildiğini de biliyor. Sadru'l-Muteellihin, ilm-i mürekkeb üzerinde çok durmuştur. Mükellefiyetin bununla olduğunu ve peygamberlerin işte bu bildiklerini bilen kimseler için gönderildiğini söylüyor. Mükellefiyetin medarı da, ilerlemenin yolu da, yükselmenin yolu da işte budur.

 

Laricani: İzninizle, kısa bir ara veriyoruz.

 

***

 

Laricani: Üstat burada iki soru gündeme geliyor. Ben bildiğimi biliyorum derken burada benim bildiğim nedir? Yani en başında benim bildiğim şey nedir? Bu birinci soru.

 

İkinci ise ben bildiğimi biliyorsam peki nasıl oluyor da yeniden cehalete sürükleniyorum?

 

Üstat Dinani: Birinci sorunuza cevap vereyim. Burada ilm-i huzûrî ve ilm-i husulinin tam sırası. Mesela diyorum ki bu masa yuvarlaktır, bu masa şu kadar kilodur. Şu duvar şu kadar metre uzunluğa sahiptir. Bunlara dair bilgilerim husulidir. Çünkü bunlar benim dışımdadır ve ben bunlar hakkında bilgi sahibiyim. İşte buna ilm-i husûlî deniyor.

 

Şu duvara dair bilgimi biliyor olmama ise ilm-i huzûrî deniyor. İlmime dair sahip olduğum ilim, huzuridir. Tekrar edeyim, bu duvarın şu kadar metre uzunluğa sahip olduğuna dair ilmim husulidir. Çünkü o benim dışımdadır ve ben onu biliyorum işte bu ilmime ilm-i husuli deniyor. Ama benim bu duvarın şu kadar metre uzunluğa sahip olduğuna dair ilmim ise ilm-i huzuridir. Yani kendi bilgime dair bilgim huzuridir.

 

Bu duvara dair ilmim benim zihnimde bir suret olarak var. Bu duvarın benim zihnimde husûlî olarak bir sureti vardır. Yani benim dışımda olan onun sureti benim zihnimde ‘hasıl' olmuştur. İşte bu sebeple ona ‘husûlî' deniyor. Ama kendi içimdeki bilgime dair bilgim huzuridir.

 

Laricani: Peki mısdak (kavramın dıştaki karşılığı) üzerinden bakarsak varlığın hakikati… Molla Sadra diyor ki bu basit fıtri idrak Hak Teâla'nın zatınadır. İnsan dünyaya geldiğinde Hak Teâla'nın zatına dair basit fıtri idrak ile birlikte gelir. Yani buna sahip ki unutuyor ve Allah peygamberleri bunu hatırlatmak için gönderiyor. Bu nokta önemlidir. Bizim bu dünyaya gelirken getirdiğimiz o ilk bilgi nedir?

 

Üstat Dinani: Bakın burada da karıştırıyorsunuz. Burada ilm-i tezekkürden bahsediyorsunuz. Yani diyorsunuz ki duvara, dağa, taşa, sineğe dair bilgilerimizin hepsini ezelden biliyorduk; ama onları unuttuk. Onlarla karşılaşınca da bu bilgimizi hatırladık.

 

Daha önce de arz ettim varlığın aslına dair bilgiyi husûlî olarak edinmemiz imkânsızdır. Bakın defalarca söyledim, bir şeye dair bilginizin olması için sizin onunla karşı karşıya gelmeniz gerekir. Bu ne kadar büyük olursa olsun önemli değil, mesela galaksilerin karşısında durursunuz ve galaksi benim ilmimdedir diyebilirsiniz. Ama siz varlığın aslının karşısında duramazsınız. Çünkü varlığın dışında durman gerekir. Ona dair husûlî bilgi edinebilmen için onun dışında olman gerekir. Ben bu masayı biliyorum çünkü onun dışındayım ve ona bakıp bilgi sahibi oluyorum. Peki ben varlığın aslına bakabilmek için onun dışında nasıl duracağım? Bu, fıtri ilimle farklıdır. Bunun fıtri veya gayri fıtri ile bir ilgisi yok. Varlığın aslına dair bilgi husûlî olarak mümkün değildir. Huzuri ne demektir? Yani sen varlıksın. Varlığın bir parçasısın.

 

Laricani: Varlığın temsilcisiyim.

 

Üstat Dinani: Temsilcisi değilsin, varlığın kendisisin. Varlığın zuhurusun. Arz ettiğim gibi varlık kapsayıcıdır. Varlığın aslından bahsediyorum, onun gayri yoktur. Temsilci dediğiniz zaman temsil eden ve temsil edilen şeklinde iki ayrı şeyden bahsetmiş olursunuz. Vekil müvekkilin kendisi midir? Yani sen varlıktan gayrı bir şey değilsin ki temsilcisi olabilesin.

 

Laricani: Biz insanı halife kıldık derken o halife nedir peki?

 

Üstat Dinani: Halife diye bir şey yok, varlığın halifesi yoktur. Bu, düalizmdir, varlıkta düalizm diye bir şey olmaz. Daha önce de arz ettim. Varlığın sadece karşıtı vardır o da yokluktur.

 

Laricani: Peki mec'uliyette düalizm yok mu?

 

Üstat Dinani: Kim ca'ildir, kim mec'uldür? (Kim kılandır, var edendir, kim var edilendir?)

 

Laricani: Allah ca'ildir.

 

Üstat Dinani: Allah varlıktır işte. Allah, varlığın dışında mıdır?

 

Laricani: Hayır.

 

Üstat Dinani: Tamam işte… Varlık meselesi çok zorlu bir meseledir. Varlık dışında bir şey yoktur. Varlık dışı diye bir şey anlamsızdır. Varlık dışında hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla ne temsilci, ne vekil diye bir şey yok, bunlar anlamsız. Eflatun'un tezekkür nazariyesi ayrı bir konudur. Ona göre siz bu masanın ilmine bile ezelde sahiptiniz ve şimdi karşılaşıyorsunuz.

 

Fakat varlığın aslı meselesine geldiğimizde varlığın dışı diye bir şey yoktur. Varlığın aslına dair bir ilm-i husûlî imkânsızdır. Akıl dışıdır.

 

Laricani: Üstat izin verirseniz konu çok hassas ve önemli olduğu için Şeyhu'r- Reis'ten ‘huzuri idrak' ile ilgili bir bölüm okuyalım ve bu bahsi kapatalım.

 

 Aslında hayat, varlık bahsinden başka bir şey değildir. İnsan varlık âleminde hem bir oyuncu hem de bir seyircidir. Seyirciliği çok olanların oyunculuğu da çoktur. Âşık ile sevgili arasında bu oyun olmalıdır.

 

Dil ez men bord u ruy ez men nehan kerd

Hoda ra ba ki in bazi tevan kerd.

 

Gönlümü benden aldı ve yüzünü benden gizledi

Allah aşkına, kimle bu oyuna güç yetirdi.

 

Şeyhu'r Reis, (İbn Sina) ‘fezada muallak insan' teorisinde ilm-i huzuriye işaret ediyor. Zatıâliniz de kitabınızda tenebbuh olarak bunu açıklamıştınız. O diyor ki insan kendi hallerinden asla gafil değildir. Kendi kendindeki bu huzurundan dolayıdır ki ilim ve bilinç onda gerçekleşiyor. Ve bu burhan yoluyla bir başka burhana ulaşıyor. O da şudur: Eğer bir kimse salt, mutlak varlıkta, -yani varlığın hakikatinde- ağyarı (dışta kalan her şeyi) görmezden gelirse varlığın vahdet ve zaruretine vakıf olur.

 

Üstat Dinani: İlm-i huzûrînin anlaşılması biraz zordur; çünkü insanın zihninden dışarı çıkması çok zordur. Huzur, diyorlar; ama husulü talep ediyorlar. Şu anda da böyle… İlm-i huzûrî derken sadece ismini söylüyorlar. Fakat ilm-i huzurinin, ilm-i husuliye ait bir bölüm olduğunu sanıyorlar. İlm-i huzuriyi tasavvur etmeye çalışıyorlar. Bu, olabilecek bir şey değildir. Huzur tasavvur edilebilecek bir şey değildir. Tasavvur, huzurdan gelir; ama huzur, tasavvurda ortaya çıkamaz. Akletme huzurdan gelir, ama huzur akletmeyle ortaya konamaz. İlim huzurdan gelir; ama huzur ilimle açıklanamaz.

 

Şeyhu'r-Reis Ebu Ali Sina da okuduğunuz ifadesinde daha önce arz ettiğimiz gibi bir misal vermek istemiştir. Bu misal, deneyi yapılabilecek bir misal değildir. Batılılar hala İbn Sina'nın ‘muallak insan'ını doğru anlayabilmiş değillerdir. Bu yüzden bazen yanlış tercüme etmiş ve ‘muallak insan'ı ‘uçan insan' diye çevirmişlerdir. Bu tamamen yanlış bir tercümedir.

 

İbn Sina, ‘muallak insan' ile şunu anlatmak istemiştir. İnsan ilm-i husuliye sahip olmasa bile huzura sahiptir. Bu sadece bir faraziyedir, bununla yalnızca tasvir etmek istemiştir. Dediğim gibi bu, denenebilecek bir şey değildir. Peki bunu nasıl tasvir etmiştir?

 

Bir insan farz ediyor, mesela 20 yaşında bir insan. Bu insan fezadadır. Neden çünkü yerde olursa ayağı toprağa basacak ve dokunma duyusuyla onu hissedecektir. Ilık bir havadadır, ne sıcaktır, ne soğuktur. Çünkü hava soğuk ya da sıcak olursa onu ilm-i husûlî ile hissedecektir. Dolayısıyla hava ne sıcak ne soğuk olmalıdır ki o, dışarıdan onu hissedemesin. Bu insanın ne görme, ne işitme, ne dokunma, ne tatma duyusu vardır. Yani dışarıdan hiçbir his edinmemelidir. Hiçbir varlığı görmemiş olmalıdır. Yani havada asılı olan böyle bir insanı farz edin, bu insanın zihninde sizce ne vardır? Acaba böyle birinin zihni var mıdır?

 

Ne dokunmuş, ne görmüş, ne işitmiş, ne tatmıştır, hiçbir şey hissetmemiştir. Yani İbn Sina'nın farz ettiği bu insan adeta sıfır kilometredir. Yani İbn Sina ilm-i husûlî sahibi olmayan bir insan farz ediyor. Şimdi bu insan kendine sahip midir değil midir? Sahiptir… İşte bu huzuridir. Ama onu tasavvur edemez. Kendine sahiptir ve örneğin ayağına bir iğne batırsanız onu hisseder ve havaya sıçrar. İbn Sina zihni olmayan ama huzuru olan bir insan farz etmek istemiştir. Huzuru vardır ne demek, yani kendisi kendisidir demek. İşte huzur ‘kendisi, kendisidir' demektir. Ama husuli olarak ‘kendisinin kendisi' olduğunu bilmiyor.

 

Pekâlâ, bu, zihin öncesi insandır. Peki zihni olan insan zihninden nasıl uzaklaşır? İşte bahsini ettiğimiz tenebbuh ile. Yani zihin öncesi haline geri dönüşle, uyanışla.

 

Laricani: Çok teşekkürler üstat çok istifade ettik. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle…                            

 

 

Çeviri: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

    

         

https://www.youtube.com/watch?v=TuzO7Hzrfug