İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (2)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (2)
Şimdi size bir örnek vereyim, belki bu örnekle biraz açıklayabilirim. Mesela herkes sonsuzdan (gayri mütenahi) söz eder, matematikçiler bunu daha iyi anlar. Bilgin insanlar sonsuzu bilirler mi bilmezler mi? Bilirler… Peki sonsuzu tasavvur edebilir misiniz? Hayır; çünkü tasavvur ettiğiniz anda o sonlu (mütenahi) olur.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim. Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının takipçileri. Bildiğiniz gibi önceki programda Molla Sadra'nın düşünce bahçesine girdik. Ümit ediyoruz ki bu felsefi ve irfani gül bahçesinde aziz üstadımız bizi gönül alıcı yerlere götürecek.

 

Üstat önceki programda biz hikmet ve Hikmet-i Muteâliye'den, bunların Molla Sadra düşüncesindeki yerinden genel olarak bahsettik. Ben onun hikmete girişini eserlerinden araştırdım. Bu mesele büyük gürültüler de koparmıştır.

 

O; hikmeti, hikmet-i tahsilî ve hikmet-i itaî diye iki kısma ayırıyor. Bazı yerlerde bunu hikmet-i dinî diye de ifade ediyor. Buna göre insan Kur'an ve ayetlerden hareketle hakikatlerin semasına uçabilir, orada ilahi bağışlardan yararlanabilir. Hz. Mevlana da bundan dolayı diyor ki:

         

Dünya hikmeti zan ve şüpheleri arttırır

Dinî hikmet ise göğe yükseltir.

 

O diyor ki benim dinî hikmetten kastım Şii hikmetidir. Ben onun ifadesini okuyayım diyor ki: “On İki İmam Şiiliği, iki veçheye sahiptir. Birisi şeriat veya zahir, diğeri ise hakikat veya batın diye adlandırılır. İrfan veya Şii hikmeti, insanı Şii mezhebinin hakikatlerine vakıf kılmaktan ibarettir. Bu da şeriatın batınına ulaştıran yolun bulunmasını sağlar.''

 

Üstat Molla Sadra neden bir anda hikmeti din sahasında söz konusu ediyor?

 

Üstat Dinani: Sizin hikmet kelimesini kullanmanız çok iyi oldu. Burada şunu arz edeyim ki bazı felsefe üstatları bu meseleyi yanlış anlamasın. Elbette felsefe ve hikmet kelimeleri arasında ince bir fark mevcuttur.

 

Felsefe, özü itibariyle özgür düşüncedir. Felsefe kayıtsız bir şekilde felsefedir. Eğer felsefe, önceden belirlenen bir konuyu ispat etmeye çalışıyorsa bu felsefe değildir. Eğer birisinin önceden bir düşüncesi veya varsayımı varsa ve bunu ispat etmeye çalışıyorsa o kişi filozof değildir, kelamcıdır (teologdur).

 

Felsefenin özünde özgür düşünce vardır. Hikmet de aynı şekildedir. Hikmet de özü itibariyle özgürdür. Eğer hikmet ve felsefe özgür olmazsa ne hekim hekimdir ne de filozof filozoftur. O zaman bunlar kelamcı olurlar. Hikmet ile felsefenin kelamla farkı işte budur.

 

Kelamcı, belirli bir dinî inanca sahiptir. Kelamcı derken sadece Müslüman kelamcılar yoktur. Yahudi kelamcılar da, Hıristiyan ve Budist kelamcılar da vardır. Her dinin kelamcısı vardır.

 

Kelamcı resmi inancını kabul etmiş ve onu bir şekilde ispat etmeye çalışan kimsedir. Yani bu cedel (polemik) şeklinde de olabilir, nutuk (retorik) şeklinde de, eğer burhan (kesin kanıt) da varsa o da kullanılabilir. Eğer herhangi birinin belirli bir ön kabulü varsa doğal olarak bu kişi kelamcıdır.

 

Filozof ise bir ön kabul veya ön fikir sahibi değildir. Felsefe bedihiyyatın (delil gerektirmeyecek şekilde apaçık ve kesin olan şeyler; bütün parçadan büyüktür gibi) ve öncüllerin olmasını gerektirir. Bu öncüller ya sizin de işaret ettiğiniz İşrakilikte olduğu gibi içseldir veya mantıksal bedihiyyattır. Ama bir insan herhangi bir delil olmaksızın önceden bir inanca sahip olur da bunu ispat etmeye çalışırsa bu kelamdır.

 

Burada şuna dikkat etmek gerekir. Molla Sadra, felsefesinde bir kelamcı değildir. Molla Sadra, filozof olduğu gibi aynı zamanda bir kelamcıdır ve kelamı da bilir ama kendi felsefesinde bir kelamcı değildir. Yani felsefe konuştuğunda kelamcı gibi konuşmuyor. Tamamen özgürdür ve özgür düşünceye sahiptir. Hekim de aynı şekildedir. Hekim de eğer özgür düşünceye sahip değilse hekim değildir.

 

Hikmet ile felsefenin farkı şudur: Hekim, hem fikre hem de amele sahiptir, hekim aynı zamanda amel ehlidir. Buna itkan-ı fikir ve itkan-ı amel derler. Yani işi sağlamdır; hikmet, işi sağlam yapmaktır.

 

Dünyanın bu tarafında, Doğu'da, antik İran'da, Hindistan'da hekim derlerdi. İran'da kesin olarak hakîm/hekim derlerdi. Yahudilerin haham dediği şey hekimin ta kendisidir. Onlar hekime haham diyorlar, bilindiği gibi haham Yahudilerin din âlimidir. Haham, hekim kelimesinin İbranicesidir. Bu kelime İbraniceye geçmiş ve haham olmuştur.

 

Eski İranlılar filozoflara hekim derlerdi, hatta peygamberlere de hekim derlerdi. 4 bin 5 bin yıl önceki antik İran'da böyle derlerdi. Antik Yunanda ise felsefe derlerdi. Felsefe, zaten Yunanca bir kelimedir. “Filo” ve “sofia” kelimelerinin birleşmesinden oluşan bir kelimedir. Sofia; hikmet, marifet, bilgi ve bilmek demektir. “Filo” ise seven anlamına gelir. Filozof; hikmeti, bilgiyi, marifeti seven kimse demektir. Bunu Sokrates söyledi, daha sonra da Eflatun… “Ben filozofum” dedi, yani tevazu göstererek “Ben hekim değilim, ben hikmeti seviyorum” demiş oldu.

 

Hikmet de önemlidir, sevmek de önemlidir. Hikmeti seven biri durup kalmaz, sürekli daha ileri gider; ama bir kişi kendini hekim olarak görürse orada kalır. Sokrates, ben filozofum yani hikmeti sevenim dedi. Bunda hem tevazu hem de tevazudan daha derin bir anlam vardır. Yani ben duran biri değilim, her zaman ilerliyorum demiş oluyordu.

 

Sonuç itibariyle felsefe kelimesi Yunancadaki “filo-sofia” kelimesinden geliyor. Hikmet ise Doğu'ya, özelde de İran'a aittir.

 

Laricani: Üstat ben özgür düşünce meselesini çok anlayamadım. Burada filozofun özgür düşünceli olmasından, dini kayıtlardan ve kurallardan özgür olmak mı kastediliyor? Yoksa hakikati bulma konusunda kendini özgür görmesi mi kastediliyor?

 

Üstat Dinani: Çok güzel bir soru sordunuz, işin inceliği de buradadır. Özgür düşünceli olmanın anlamı illa da dininin ya da taahhüdünün, sorumluluğun olmaması demek değildir. Özgür düşünceli biri en inançlı kişi de olabilir. Burada kastedilen düşüncesinde herhangi bir bağ veya kayıt taşımamasıdır. Yani özgür düşünceli biri ben şunu ispat edeceğim diye önceden bir karar vermiyor. Kimileri belirli bir düşünceye veya inanca sahiptir ve her ne pahasına olursa olsun bunu ispat etmeye çalışır. Böyle birisi ne hekimdir ne de filozof.

 

Benim bahsettiğim özgür düşünceli filozof ya da hekimin inançsız olması, herhangi bir inanca veya kurala bağlı olmaması gerekmiyor; tam tersine özgür düşünceli bir insan dünyanın en mümin, en kurallı ve disiplinli insanı da olabilir. Ama düşünce alanında onları bir paranteze koymaya çalışır, yani onu karıştırmaz.

 

Düşünce özgür olmazsa hiçbir şey anlaşılmaz. Özgür olmayan bir düşünce kesinlikle hiçbir şey anlamaz, anladıkları da yanlıştır. Düşünceden özgürlük alınırsa orada biter. Ama bu, özgür insanın dinsiz, kuralsız, taahhütsüz olması gerektiği anlamına gelmez. Hayır, bir dine veya inanca sahip olabilir ama bunu düşüncesine müdahale ettirmez.

 

Laricani: Buna özgürlük desek daha iyi olmaz mı?

 

Üstat Dinani: Özgür düşünce olmadan özgürlük olabilir mi? Özgür olan bir insanın düşüncesinin özgür olmaması mümkün mü? Ya da düşüncesi özgür olmayan biri, özgürlüğe sahip olabilir mi? Dolayısıyla iş yine özgür düşünceye dönüyor. Ama kimi insanlar özgür düşünceyi kötü anlıyor. Kimileri özgür düşüncenin hiçbir dine, inanca, kurala bağlı olmamak olduğunu sanıyor. Hâlbuki asla böyle değildir. Bunun özgür düşünceyle hiçbir ilgisi yoktur.

 

Siz bir inanca sahip olabilirsiniz; ama size bir fikir sunulduğunda inancınızı işin içine karıştırmadan onun üzerinde düşünebilirsiniz. Örneğin benim birçok inancım var, birçok bağlılığım var; ama bir fikirle karşılaştığımda onu fikir çerçevesinde ölçerim. İşin içine benim ne olduğumu, söyleyenin kim olduğunu karıştırmam. Onun kim olduğuyla benim tutumumun ne olduğuyla işim olmaz. Bunun düşünce dünyasındaki karşılığı nedir? İşte buna özgür düşünce denir. Yanlış anlaşılmanın önlenmesi için bu soruyu sormanız çok iyi oldu. Ben filozof özgür düşünceli olmalıdır derken hiçbir dine, inanca veya kurala bağlı olmamalıdır anlamını kastetmiyorum.

 

Birçok hekim hatta bizzat Sokrates bağlılık ve taahhüt sahibiydi. Sokrates Müslüman veya Hıristiyan değildi; ama ilahi ve insani taahhütleri vardı. Sokrates, insanlarla, gençlerle sıradan sohbetler ederdi. Sıradan sohbet derken ne kastediyorum; yani tartışma veya polemik yapmıyordu. Onlara sakince sorular soruyordu, ama öyle sorular soruyordu ki karşı taraf düşünmek zorunda kalıyordu. O düşünceden dolayı evine gittiğinde gece uykusu kaçıyordu. Sokrates'in yanına geri dönüyor ve ona sorduğun sorunun cevabı neydi diye soruyordu. Böylece bir düşünce akışı oluşuyordu.

  

O dönemin Atina devleti, Sokrates'in gençleri saptırdığına, yoldan çıkardığına hükmetti. Onu yakalayıp zindana attılar. Onun öğrencilerinden bazıları zindana geldiler ve onunla konuştular, ona biz sizi buradan kaçırabiliriz dediler. Çünkü Sokrates'in de taraftarları vardı. Ona zindandan kaçmayı teklif ettiklerinde o “hayır, zindanın kapısını açık da bıraksalar ben yine kaçmam, burada herhangi bir bekçi olmasa da kaçmam, ben kanuna saygılıyım” dedi. Dikkat edin kanuna saygı gösterdi ve kaçmadı. O zindanda onu idama mahkûm ettiler ve onu baldıran zehri içirerek öldürdüler.

 

O, bir hakikate inanıyordu, bir hakikate bağlıydı ama özgür düşünceliydi. Hakikat yolunda kendini feda etti ve öldürüldü. Bu örnekle özgür düşüncenin kuralsızlıkla, kayıtsızlık ve inançsızlıkla karıştırılmaması gerektiğini söylemek istiyorum. Özgür düşünce doğru düşünmek ve mevcut düşüncesini, siyasi tutumunu, dini tutumunu, ekonomik tutumunu, makamını mevkiini işin içine karıştırmamasıdır. Böylesi biri dini, üzerinde düşünmeden dini kabul eden birinden daha iyi anlar. Akletme yoluyla dine ulaşan biri mi dini daha iyi anlar yoksa öylesine bilinçsiz bir şekilde kabul eden biri mi? Tabi ki akıl yoluyla kabul eden daha iyi anlayacaktır.

 

Laricani: Kimileri filozofun özgür düşüncesini kötü anlıyor, bunu kayıtsızlık, kuralsızlık ve laubalilik telakki ediyorlar.

 

Üstat Dinani: Bunlar özgürlük değildir, nefsine esir olmaktır. Kayıtsız, kuralsız olanlar nefislerinin isteklerini işin içine soktukları için onlar daha fazla esirdirler. Nefsine esir olan özgür değildir ki…

 

Sonuç olarak felsefe ve hikmette özgürlük çok önemlidir. Daha önce de dediğim gibi hikmet İran'da, felsefe ise Yunan'da kullanılan kelimelerdi. Bunlar çoğu zaman aynıdır; ama çok ince bir fark olarak hikmette “itkan” yani bir işi sağlam yapmak söz konusudur.

 

Antik İran'da peygamberlere hekim denirdi. Mesela Sühreverdi bile İranlı hekimleri peygamber olarak görür. Sonuç itibariyle Molla Sadra, hekimdir, filozoftur ve arz ettiğim gibi kendisinden önceki maarifin tamamını biliyordu. İnancına bağlıydı; ama düşünce alanında tamamen özgürdü.

 

Laricani: Ama düşünmek için insanda bir temel olmalıdır. Yani bir faraziye ya da ön kabul olmadan olamaz. Peki bu faraziye veya ön kabul ne olabilir?

 

Üstat Dinani: Tabi ki… Boşlukta düşünme olmaz zaten. Sühreverdi, felsefede hiçbir faraziyeye, ön kabule sahip olmadığını söylüyor. Bu, kimilerine göre iyi kimilerine göreyse kötüdür. Bu ayrı bir mesele, şimdi bunun üstünde durmayalım. Ama Molla Sadra faraziyeye veya ön kabule sahiptir. Yani “bedihiyyatı” esas kabul ediyor. “Bedihi” ne demektir? Apaçık olan şeylerdir. Yani akli ve mantıki açıdan apaçık olan şeyler… Hatta bazen mantıkilikten daha da akli. Mantıktan daha da fazla akli derken mantıkla bir sorunum yok yanlış anlaşılmasın. Mantık çok sağlam ve muteberdir ama bazen mantığın ötesinde şeyler de vardır.

 

Mesela Molla Sadra bazen ilhamdan, kendi aldığı ilhamlardan bahseder. Bu, “keşif” ve “şuhud” haline benzer bir durumdur. Yani gaybi olarak bir şey onun zihnine dahil ediliyor. Bu, uykuda, rüyada veya hayalde olan bir şey değil. Onu açıkladığı zaman ona burhan yani akli kanıt getiriyor. Molla Sadra, asla burhansız konuşmuyor. Hatta mükaşefelerinde bile burhan getiriyor. Daha sonra Sühreverdi'de de bu şekilde olduğunu göreceğiz.

 

“Keşif”te veya kendi deyimiyle ona ilham edilen şeyleri bile açıkladığında burhanlar getirir, mantıksal deliller sunar. Peki onun düşünsel altyapısı nedir? Molla Sadra'nın sahip olduğu düşünsel altyapı, mantıksal altyapıdır. Hekîmler ve mantıkçılar altı çeşit “bedihî” zikretmiştir. Bunlara “bedihiyyat-ı evveliye” denir.

 

Ben sadece ikisine değineceğim, hatta bir tanesine… Tüm bedihiyyat tek birinde sona eriyor. Tüm bedihiyyatı tek bir taneye indirebilirsiniz, sorun olmaz. Yazmış olduğum “Felsefi Kaideler” adlı kitapta 150 felsefi kaideden bahsetmiştim. Orada demiştim ki bu 150 kaideyi birkaç kaideye ve onları da tek bir kaideye indirebilmek mümkündür.

 

Molla Sadra işte bu işi yapmıştır. Bu bedihiyyattan birini söyleyeyim, izleyicilerimiz de dikkat etsinler. Bütün (küll) mü büyüktür, parça (cüz) mı? Bütün, parçadan büyüktür. Bu inkâr edilebilir mi? Herhangi biri kalkıp “Hayır, küll cüzden büyük değildir” diyebilir mi? İzin verirseniz burada yorgunluğu da gidermek için bir fıkra anlatayım.

 

Bir hoca sınıfta öğrencilerine parçanın bütünden büyük olduğunu, bunu hiç kimsenin inkâr edemeyeceğini bu nedenle de bunun bir bedihiyyat olduğunu söyler. Bir öğrenci “Hayır, bütünden büyük parça da vardır'' diye itiraz eder.

 

Hoca, “Peki mesela bu nerededir?'' diye sorar. Öğrenci der ki “Mesela burada bir ibrik yaparız, ibriğin kendisi burada olur ama boru gibi olan ağız kısmı ta caddeye kadar uzanır. Böylece borusu kendinden büyük olmuş olur!'' Herkes güler ve hoca der ki “Azizim borusu olmayan ibrik, ibrik olmaz ki dolayısıyla ibrik yine borusundan büyük olmuş olur.''  Evet bazıları bu yanlışa düşüyor.

 

Evet, bu dahi daha açık bir bedihiye indirilebilir ve en açık olan bu bedihiyi insan zihninin inkâr edebilmesi mümkün değildir. Ona “imtina-i içtima-i nakızeyn'' (iki çelişen şey aynı anda gerçek olamaz) denir. Peki, bu ne demektir açıklayayım. Mesela bir kişi “Ben hem varım hem de yokum” veya “Bu hem masadır hem masa değildir” desin. Bu olabilir mi? Yani masanın aynı anda hem olması hem de olmaması mümkün olabilir mi?

 

“Şu an masadır ama bir saat sonra masa değildir'' ya da “Benim gözümde masadır ama başkasının gözünde masa değildir'' diyebilir. Bunlar mümkündür. Ama benim gözümle bunun aynı zaman ve aynı mekânda hem masa olması hem de masa olmaması kabul edilebilir mi? Buna “asl-ı evveli” (en temel ilke) denir. Bu bedihiyyatın en apaçık olanıdır. Bu, düşünce dünyasında öyle bir ilkedir ki bazıları bunu tuhaf bir ifadeyle açıklıyor, “Bu, düşünce dünyasında Vacibu'l-Vücub gibidir'' diyorlar. Yani diyorlar ki “Âlemdeki her şeyin varlığı Vacibu'l-Vücuda bağlıdır. Vacibu'l-Vücud olmadan hiçbir şey var olamaz. Nasıl Vacibu'l-Vücud olmadan âlemde hiçbir şey var olamıyorsa düşünce dünyasında da her düşüncenin bir şeyin hem olup hem de olamayacağını mutlak surette kabul etmesi gerekir.”

 

Eğer biri iki zıt durumun aynı anda bir arada olabileceğini yani hem var olup hem yok olacağını söylerse hiçbir şey yerli yerinde kalmaz. Bu, şu demektir: Siz hem konuşuyorsunuz hem konuşmuyorsunuz, siz hem düşünüyorsunuz hem düşünmüyorsunuz… Zıtların aynı anda bir arada bulunması mümkün olsa taş üstünde taş kalmaz.

 

Evet, “bedihiyyat-ı evveliye” her filozofun ve tabi ki Molla Sadra'nın düşünce altyapısıdır. Molla Sadra, bunlara, mantığa ve bedihiyyata inanmaktadır.

 

Laricani: Aziz üstat o, varlık kavramında bedihiden daha da bedihi olan şeyin ilm-i huzûrî olduğunu söylüyor.

 

Üstat Dinani: O, tasavvurlar için geçerlidir. Tasdiklerde durum farklıdır. Tasavvurlarda bedihi kavramı varlıktır. Çünkü herkes varlığı bilir. Çocuk bile bilir ki ben varım. Ama tasdiklerde en bedihi olan şey “imtina-i içtima-i nakizeyn''dir. (Yani çelişen şeyler bir arada bulunamaz.)

 

Laricani: Ancak şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: İnsan dünyaya geldiğinde bir “ön kabulle” birlikte geliyor. O da “Nist ber lovh-i dilem coz elif-i kamet-i yar'' (Gönlümün levhasında sevgilinin elif endamından başka bir şey yok) mısrasında işaret edilen şeyden ibarettir. Dolayısıyla tamamen özgür olamaz.

 

Evet üstat, zıtların bir arada bulunamaması ve bütünün parçadan büyük olması tasavvur âlemindeki bedihilerdendir. Fakat bunun ötesinde olan şey, varlık kavramındaki “ilm-i huzûrî”dir.

 

İnsan varlığa dair ilm-i huzûrî ile bu dünyaya geliyor. Daha önce söylediğim “Nist ber lovh-i dilem coz elif-i kamet-i yar'' (Gönlümün levhasında sevgilinin elif endamından başka bir şey yok) şeklindeki mısrada geçtiği üzere biz yazılmamış bir levha olarak dünyaya gelmiyoruz. Bizim fıtratımıza bir şeyler yazılmıştır. Bu, bizim “ön kabulümüz' olabilir yani “elestu bi-Rabbikum” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” ayetinde işaret edilen şey olabilir. Dolayısıyla biz mutlak anlamda özgür değiliz.

 

Molla Hadi Sebzevari'nin bu konuda söylediği bir şeyi ben burada arz edeyim. O diyor ki “Özgür düşünceden maksat şudur: İnsan ihlas kavramını iyi kavrarsa o zirveden, yani Allah'tan başkasını düşünmez. Özgür düşüncenin anlamı işte budur.'' Yani insanın yaşadığı dünyadan tevhidin doruklarına yükselmesi…

 

Üstat Dinani: Peki, izin verirseniz açıklayayım.

 

Laricani: Benim sorum…

 

Üstat Dinani: Evet, sorunuzun iki yönü vardı. Onlardan biri “ihlas özgürlüktür” şeklindeki ifadedir. Evet, ihlas olmadan özgürlük yoktur. İhlası olmayan bir insan özgür de olamaz. Bir diğeri de “insan yazılmamış bir şey değildir'' şeklindeki ifadedir. Bununla “ilm-i huzûrî” meselesini söz konusu ettiniz ki bu çok önemli bir konudur ve benim bu mevzuyu açıklamam gerekiyor. “İlm-i huzûrî” çok yanlış anlatılıyor, benim bunu açıklamam lazım.

 

İnsan dünyaya “yazılmış” bir şekilde mi geliyor yoksa “yazılmamış” bir şekilde mi geliyor konusu ihtilaflıdır. Aslında insan dünyaya “yazılmamış” şekilde gelir. Batılılar buna “tabula rasa” derler. “Tabula rasa”, beyaz bir sayfadır. Zaten Kur'an da bunu teyit ediyor. Burada Kur'an'ın ayetini söyleyeyim ki sadece Batılıların sözünü naklettiğim sanılmasın. “Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı.'' (Nahl: 78)

 

Allah, insanı annelerinin karnından bu dünyaya hiçbir şey bilmez halde getirdi. İnsan dünyaya geldiğinde “sıfır kilometre”dir. Yani sizin “nefs-i natık”ınızın sayfası bembeyazdı. Ona hiçbir yazı yazılmamıştı.

 

Siz, “Elestu bi-Rabbikum” ayetini okuyarak “Biz ezel âleminde Allah'ın Rabbimiz olduğunu söylemiştik'' diye hatırlatmada bulunuyorsunuz. Ezel ve fıtrat konusuna daha önceki bahislerde değinmiştik şimdi bunu tekrar edecek değilim. Ama daha sonra o konulara girerim. 

 

Burada insanın doğduğu anda sayfasının bembeyaz olduğunu söylerken burada ilm-i husulinin hiçbir rolünün olmadığını kastediyoruz. “Husul” ile “huzur” konusunun karıştırıldığı nokta işte burasıdır. Çağdaş düşünürlerin birçoğu “husul” ve “huzur” konusunda hataya düşüyor. Huzuru husul sanıyorlar. Huzur eğer zihnimizdeyse o artık huzur değildir, husuldür.  Sizin zihninizde olan her şey husuldür. Huzur zihinsel değildir. Bu çok ciddi bir hatadır ve ben bunu daha sonra açıklayacağım.

 

Konumuza dönersek evet, insan dünyaya geldiğinde beyaz bir sayfadır. Hiçbir şey bilmez, daha sonra öğrenir. Öğrenmek nasıl oluyor konusu da yine ayrı bir meseledir. Yani öğrenme acaba dışarıdan mı geliyor yoksa sizin içinizde mi aydınlanıyor? Dışarıdan bir geliş oluyor ve sizin içinizde de bir şeyler aydınlanıyor. Yani bir karşılaşmayla oluyor. Mesela farz edin ki bir çocuk dünyaya geliyor ve hiçbir şeyle karşılaşmıyor.

 

Bilindiği gibi İbn Sina, “insan-ı muallak” diye bir şeyi söz konusu ederek bunu farz etmiştir. Bir çocuk dünyaya geliyor, karanlıkta ona besin veriliyor, hiçbir şey görmüyor. Hiçbir şey duymuyor. 50-60 yıl o şekilde serumla besleniyor. Hiçbir şey bilmiyor, hiçbir sözü yok, hiçbir fikri yok, tamamen sıfır kilometredir. Ama bir şeylerle karşılaştıkça gözleri açılıyor, kulakları açılıyor, dokunuyor, kokluyor, yavaş yavaş topluma giriyor ve anlamaya, bilmeye başlıyor. Ama bu öğrenme dışarıdan mı geliyor yoksa içeriden bir aydınlanma mı oluyor kısmına şimdi girmeyelim. Bu çok ayrıntılı bir mevzudur ve bu konuyu uzun uzadıya açıklamak gerekiyor.

 

Şimdi gelelim sizin ilk sorunuza: Hayır insan bilmiyor; ama özgürdür.

 

Laricani: Bu, felsefenin sahasını ilm-i husûlî yapmıyor mu?

 

Üstat Dinani: Felsefe ilm-i husûlîdir evet. Ben de bunu söylüyorum. Biz şu an ilm-i husûlîden söz ediyoruz, henüz ilm-i huzûrîye girmedik. İlm-i huzûrî felsefe değildir. İlm-i huzûrî rabbani bir marifettir, bir işraktır, bir irfandır, biz henüz irfana girmiş değiliz ki. Biz şu an Molla Sadra'nın felsefesinden bahsediyoruz, şu an ilm-i husûlîden söz ediyoruz. Biz âlem-i huzurda konuşamayız ki. Benim huzurdan söz edebilmem için onu husul etmem gerekir. Yani zihnime geldikten sonra onu size söyleyebilirim. Sizin üzerine konuştuğunuz bir şey husûlîdir. Huzuru, husul etmedikçe söyleyemezsiniz ki. Huzur söylenebilecek bir şey değildir. Huzuru söyleyebilmen için husul etmen gerekir.

 

Huzuru yalnızca “tenebbuh” ile, yani, fark ederek, uyanarak bulabilirsin. Tenebbuh ile yani mütenebbih olarak bulabilirsin. Bakınız size bir şey söyleyeyim. Bunu İbn Sina söylemiştir, bin sene sonra Molla Sadra'nın söylemesine gerek yok.

 

İbn Sina'nın Şifa kitabından sonraki en önemli felsefi kitabı el-İşarat ve't-Tenbihat'tır. O, felsefe kitabının adını Şifa koymuştur, tıp kitabını ise Kanun diye isimlendirmiştir. Kitabının adını el-İşarat ve't-Tenbihat koymakla ne demek istemiştir? Bu bir felsefe kitabıdır. İsmini neden Tenbihat koymuştur? Neden İşarat koymuştur? Yani bir kısmı işaretlerdir, eğer işaretlere dikkat edersen ibareler bedihi olur; yani husûlîdir. Ama tenbihat, sizi huzura götürür.

 

Tenbihatta huzûrî boyut vardır. Yani siz tenebbuh etmeden yani farkına varmadan huzuru idrak edemezsiniz. Yani siz huzura ancak tenebbuh ile yani farkına vararak girebilirsiniz. “Tenebbuh” uyanık olmak, farkında olmak demektir. Yani siz şu an uykudasınız. Tenebbuh uykudan uyanmaktır. Uyandıktan sonra huzura girersin. Huzura girdiğinde de o, husule dönüşmedikçe onu ifade edemezsin. Bu, ilm-i huzûrî konusunu satan beylerin bilmesi gereken bir şeydir. O anlattıkları şeyler ilm-i huzûrî değildir, söyledikleri husûlîdir.

 

Söylenebilen veya işitilebilen bir şey husûlîdir. Kişi tenebbuh eder yani âlem-i huzurda olduğunun farkına varırsa ancak bu şartla kendi huzurda bulunmuş olur, yoksa o anlamda değil. Eğer bu anlamda huzur âlemine girerse, girmiş olur girmemişse o artık huzur kavramı değildir. Dolayısıyla biz âlem-i husûlî konusunda konuşuyoruz. Biz Molla Sadra'nın felsefesinden bahsediyoruz. Evet felsefe özgür düşünce demektir. Siz eğer en küçük bir kayda, bağa sahipseniz filozof değilsiniz. Yani siz ön kabullerinizi dahil etmemelisiniz. Sadece asla inkâr edilemeyecek şeyler ön kabul olabilir. Daha önce de söylediğim gibi elbette biz boşlukta düşünmüyoruz. Doğal olarak bir ön kabule sahibiz.

 

Laricani: Üstat ilm-i husûlîyi ilm-i huzûrî olmaksızın düşünebilir miyiz?

 

Üstat Dinani: Bakınız her şey huzurdur. Eğer huzurumuz olmazsa husulümüz de olamaz. Hayvanlar, ilm-i husûlîye sahip değiller, çünkü huzura sahip değiller. Cansızlar ilm-i husûlîye sahip değiller, çünkü huzura sahip değildirler. Bu ayrı bir şeydir.

 

Husulün menşei huzurdur. Biz huzur olmaksızın husule de sahip olamayacağız. Yani bizatihi husulün kendisi bir çeşit huzurdur. Husul benim zihnimde nasıl huzura sahiptir? Husulün benim zihnimde huzuru bulunmaktadır. İlm-i husûlîye neden husûlî diyoruz? Çünkü husûlî ilimler bende hazır olduğu için. Peki neden ona husûlî diyoruz? Çünkü onun içinde bir mukayese var.

 

Örneğin şu masanın kavramı benim zihnimde huzura sahiptir. Peki ona neden husûlî diyoruz? Çünkü şu masaya mukayeseyle, onunla ilişkisiyle bir anlamı var. Masa kavramı, dışarıdaki masa olmaksızın bir anlam taşır mıydı? Buna bugünün tabiriyle “intentional” diyorlar. Yani bilgi daima bir şeye dair bilgidir.

 

Masa kavramı benim zihnimin dışında olan masaya işarettir. Dışarıda olan şu masanın kendisi benim zihnimde değildir ki. Şu an dokunduğum bu masanın kendisi midir benim zihnimde olan? Ama masa kavramı bu masaya işaret ediyor. İşte husûlî olan budur. Yani daima bir kavram, dışarıdaki bir şeye işaret ediyor.

 

Kavramlar daima dışarıdaki bir şeye işaret ediyor. İşte bu husûlîdir. Ama eğer bu dışarıda olmasaydı ve o kavram zihnimde olsaydı işte o huzûrî olurdu. Kavram benim zihnimde diğer bir kavramla mı hazırdır, yoksa kendisi mi hazırdır? Kendisi hazırdır; o halde kavram huzûrîdir.

 

Kavramın kendisi benim zihnimde başka bir kavramla hazır değildir. Kavramın kendisinin benim zihnimde huzuru, doğrudan varlığı bulunmaktadır. Ama şu an dokunmakta olduğum bu masa benim zihnimde nasıl hazır oluyor? Kavramla… Yani zihnimdeki kavram bu masa var diyor. İşte bu dışımdaki masa, kavramı vasıtasıyla benim zihnimde hazır olabiliyor. Yani eğer kavramına sahip olmasaydım masayı anlayamazdım.

 

Laricani: Peki o kavram bir ön kabul değil midir?

 

Üstat Dinani: Hayır, ön kabul değildir. Yani ben, kavramıyla masayı anlıyorum. Yani böylesi bir masayı gördüğüm için kavramına sahibim. Dolayısıyla şu an elimi koyduğum bu masa, kavramı vesilesiyle benim zihnimde hazırdır. Fakat o kavramın kendisi benim zihnimde nasıl hazırdır? Başka bir kavram vesilesiyle hazır değildir. Tekrar edeyim: Bu masa, benim zihnimde kavramı sayesinde hazırdır. Peki masa kavramı benim zihnimde nasıl hazırdır? Başka bir kavramla değil, kendi kendine hazırdır. İşte ilm-i husûlî ile ilm-i huzûrî arasında böyle bir incelik vardır. Bu inceliğe dikkat edilmelidir.

 

Dolaysıyla biz özgür düşünce derken şunu söylüyoruz. Âlem-i huzurda her şey huzurdur. Zaten huzur mutlak özgürlüktür. Huzurda bir kayıt yoktur, huzur huzurdur. Biz huzuru tasavvur edemiyoruz. Birisi inşallah âlem-i huzura ulaşırsa ve tenebbuh ederse, o ilm-i huzûrî olur. Orada hiçbir kayıt yoktur, her şey özgürlüktür. Çünkü her şey hazırdır ve gaip değildir.

       

Ancak ilm-i husûlîde de eğer insan belirli bir şeyle kayıtlı olur ve o kaydı geçemezse o zaman özgür düşünce sahibi olamaz. O zaman o kaydı da ikinci defa düşünmelidir. Eğer o düşünce kaydı kalırsa düşünce hareketi olamaz ki. İşte bu nedenle filozof özgür düşünceye sahip olmadan filozof olamaz. Ancak daha önce de söylediğim gibi hiçbir özgürlük taahhüt ve dindarlıkla çelişmez.

 

Mesela İbn Sina bana göre dünyanın en özgür düşünceli filozoflarından biridir. Ama bu onun dinsiz olduğu anlamına gelmez, onun dini vardı.

 

Laricani: Ben şu sonucu çıkardım: Özgürlük, filozofun ilm-i husûlî ve ilm-i huzûrî ile şeffaf bir şekilde irtibat kurabilmesidir.

 

Üstat Dinani: Pekâlâ, ilm-i husûlî ile huzura gidebilir. Ancak birincisi şu ki herkes ilm-i husûlî ile huzura gidemez. Çünkü huzur tenebbuh gerektirir. Tenebbuh olmadan huzurun hiçbir anlamı yoktur.

 

Laricani: Bir filozof ‘tenebbuh' olmadan filozof olabilir mi?

 

Üstat Dinani: Hayır, hayır, olmayabilir. Tenebbuha sahip olmayabilir. İlm-i huzûrîden söz etmeyen birçok filozof var. Mesela Batı'da ilm-i huzuriden bahseden filozof yok gibidir.

 

Laricani: Bence Batılılar ilm-i husuliyi de aşıp pozitivizme gittiler.

 

Üstat Dinani: Hayır, mesela Dekart…

 

Laricani: Evet Dekart kabul eder…

 

Üstat Dinani: Hayır Dekart ilm-i huzûrîyi kabul etmez. Batı'nın hatta dünyanın en büyük filozoflardan biri olan Dekart, “düşünüyorum öyleyse varım” der. Yani düşünmeyi esas kabul eder. Düşünce husûlîdir. Varlığını düşünmeyle açıklıyor. Yani varlık düşünmektir diyor. Yani onun için düşünmek esastır.

 

İbn Sina, Dekart'tan yaklaşık 600 yıl önce “insan-ı muallak”ı söz konusu etti ve “eğer huzur yoksa düşünce de yoktur” dedi. Yani huzur düşüncenin temelidir. Ama bu, bizim huzuru tasavvur edebileceğimiz anlamına gelmez. İlm-i huzûrîyi açıklamak çok zor bir iş… Siz çok zorlu bir konuyu açtınız. Yani açıklaması çok zor. Çünkü herkes ilm-i huzûrîyi tasavvur etmeyi bekliyor. İşte yanlışlık buradadır. Huzur şudur dediğinizde tamam şimdi anladım demeyi bekliyor. Hayır anlayamazsın; çünkü huzur, husule gelmez.

 

Şimdi size bir örnek vereyim, belki bu örnekle biraz açıklayabilirim. Mesela herkes sonsuzdan (gayri mütenahi) söz eder, matematikçiler bunu daha iyi anlar. Bilgin insanlar sonsuzu bilirler mi bilmezler mi? Bilirler… Peki sonsuzu tasavvur edebilir misiniz? Hayır; çünkü tasavvur ettiğiniz anda o sonlu (mütenahi) olur. Fakat sonsuzu bilirsiniz, anlarsınız. Bilirsiniz ki sonsuz, sonlunun karşıtıdır. Sonsuz, sonlu olmayan şeydir dendiğinde anlıyorsunuz. Ancak sonsuzu tasavvur edemezsiniz, eğer ederseniz o zaten sonlu olur.

 

Aynı şekilde biz ilm-i huzûrîyi anlarız; ama gel ilm-i huzûrîyi tasavvur et. Tasavvur ettiğin anda husûlî olur. Bu arada ilm-i huzûrî de sonsuzdur elbette. Huzur, gayri mütenahidir. Siz huzuru tasavvur ettiğiniz anda onu husûlî etmiş olursunuz. İlm-i huzûrî tasavvur edilemez; ama bilinebilir. Aynı şekilde sonsuz da bilinebilir, anlaşılabilir; ama tasavvur edilemez.

 

Biraz daha öteye geçelim. Bizler Allah'ı bilir, O'na inanırız. Dünyadaki tüm inananlar, Allah'ı çok iyi bilirler. Ama Allah'ı tasavvur edebilir misiniz? İşte aynen bu şekildedir. Allah mutlak huzurdur. Çok iyi biliriz, çok iyi iman ederiz; ama tasavvur edemeyiz. Tasavvur edebildiğiniz hiçbir şey Allah değildir. Tasavvurunuz ne kadar dakik olursa olsun o, Allah değildir. O sizin yaptığınız bir tasavvurdur.

 

Bu örnekleri veriyorum ki ilm-i huzûrî daha fazla tüketilmesin. İlm-i huzûrî çok sağlamdır, husulün temelidir. Eğer huzur olmazsa hiçbir şey olmaz, husul olmaz. Ancak biz ilm-i huzûrîyi tasavvur ile kavrayamayız. Tıpkı sonsuzun tasavvur ile kavranamaması gibi. Tıpkı sonsuzun tasavvur edilmesi halinde sonlu olması gibi. Tıpkı Allah'ın var olması; ancak insanın O'nu tasavvur edememesi gibi.

 

Laricani: Pekâlâ üstat, o halde eğer biz filozofu hikmeti seven diye tanımlarsak ve o sadece ilm-i husûlî ile sınırlı kalırsa onun adına filozof diyemeyiz.

 

Üstat Dinani: Hayır, niye filozof diyemeyelim. Bakınız mesela Sokrates…

 

Laricani: Sokrates'i demiyorum…

 

Üstat Dinani: Fark etmez, Sokrates'ten sonra gelenler de aynı şekilde. Ben sadece örnek vermek için söylüyorum. Sokrates, soru-cevap şeklinde açıklıyor. Bunların tamamı husuldür, burhandır. İlm-i husûlî ile konuşuyor. Ama bir zaman sonra “Delfi tapınağında gaybi ses kulağıma bir şeyler söylüyor” diyor.

 

Yani Sokrates aynı zamanda müşahede ehliydi. Ancak bu müşahedeyi de yavaş yavaş akli hale getirmek gerekiyordu. Çünkü herkesin şuhûd iddiasında bulunmasına seyirci kalınamazdı. Çünkü birçok kişi şuhûd iddiasında bulunuyor, rüyada gördüm, şuhûd ve keşifte bulundum vs. diye birçok saçmalıklar söyleniyor.

 

Hâlbuki şuhûdun da sonuç itibariyle akli olması gerekir. Eğer şuhûd ettiyseniz gördüğünüz şeyi akılla ölçün, akla uymuyorsa atın çöpe gitsin. Şuhûdun akli olması gerekir. Siz bir müşahede elde ettiniz ve akla vurduğunuzda makul olmadığını gördünüz, böylesi bir şeye inanır mısınız?

 

Ben bunu defalarca söyledim, insan bazen zahiri olmayan mecralardan bir tahminle, bir hayalle, ilhamla vs. bir bilgiye ulaşabilir. Kalbine içsel bir ışık yansıyabilir, mesela Gazali'nin ve daha birçok kimsenin kalbine yansımıştır. Eğer kalbinize doğan bu ışık, akla arz edildiğinde makul ise muteberdir, değilse muteber sayılamaz.  

 

Laricani: Evet akıl tabi ki önemlidir.

 

Üstat Dinani: Tamam işte, akli olması husul demektir, ilm-i husûlîyi hiçbir zaman küçümsemeyin.

 

Laricani: Evet ben daha çok izleyicilerimizin anlaması için konuyu açmaya çalışıyorum. Filozofun özgür düşünceli olması gerektiği söylendiğinde yanlış anlaşılmasın ve bununla filozofun hiçbir dine veya inanca bağlı olmaması gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmasın.

 

Üstat Dinai: Hayır, hayır elbette bunları açıkladık. Özgür düşünceli olmak bir yerde durmamak demektir.

 

Laricani: Bizim Molla Sadra'mız, Şeyh-i İşrak'ımız, Ebu Ali Sina'mız, bunların hepsi dine bağlıydılar.

 

Üstat Dinani: Burada bir noktayı daha ekleyeyim. Bunlar dine bağlıydılar derken, akıl yoluyla mı dine bağlıydılar yoksa…

 

Laricani: Tabi ki akletme yoluyla. Zaten İslam akletmeksizin inanılan bir dini kabul etmiyor.

 

Üstat Dinani: O halde mademki dine akıl yoluyla bağlanmışlar işte bu da özgür düşüncedir.

 

Laricani: Üstat vaktimiz bitti, bir sonraki programda konuya devam edeceğiz.

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=uJD84ekTQI8

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net