İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (13)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (13)
Mevlana da aşktan onca söz etmesine rağmen, aşkın kendisinin aklın bir letafeti olduğunu söylüyor. Acaba bizim meleklerin yaptığına inandığımız âleme ait işleri de aklın eserlerinden biri olarak görmemiz mümkün müdür? Evet, bunların hepsi aklın eserleridir.

 

 

İsmail Mansuri Laricani:

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri.

 

Takip ettiğiniz gibi birkaç programdır Molla Sadra düşüncelerinin okyanusunda yüzüyoruz. Aziz üstadımızın açıklamalarından yararlanıyoruz.

 

Herkesin bildiği gibi bu büyük bir okyanus ve biz de burada süratle ilerliyoruz. Keşke fırsat olsaydı da daha fazla üzerinde durabilseydik. Çünkü gerçekten de insan hem büyük bir ilmi haz hem de büyük bir irfani haz duyuyor. Gerçekten de insan bu atmosferden çıkılacağı için üzülüyor. Özellikle de siz değerli izleyicilerimiz birçok sorular soruyorsunuz ve konuların üzerinde daha fazla durulmasını istiyorsunuz. Biz de tıpkı sizin gibi bunu istiyoruz; ancak programımızın formatı gereğince diğer büyük filozof ve ariflere de değinmemiz gerekiyor.

 

Şimdi ilerleyen programlarda yavaş yavaş artık Molla Sadra düşüncesi ile ilgili konulardan uzaklaşacağımız için bu programda Molla Sadra düşüncesinde akıl ve din veya akıl ve vahiy konusuna değineceğiz.

 

Üstat bana göre Molla Sadra'nın en güzel ifadelerinden biri de -ki bugün bizim birçok şüphelerimize, özellikle de seküler felsefelerin bizim düşüncelerimizde yarattığı şüphelere cevap veriyor- Molla Sadra'nın az sonra okuyacağım şu cümleleridir.

 

Eğer izin verirseniz ben ondan bir bölüm okuyayım. Bizim bahsimiz için de iyi bir başlangıç olur.

 

O, Usul-i Kâfî Şerhi'nin mukaddimesinde nübüvvetin tarifini yapıyor. O, burada diyor ki “nübüvvet, insanın ‘mebde-yi ala' ile ‘enbai vahiy' aracılığıyla' irtibatıdır.” Bu çok güzel bir izah. Sonra şöyle devam ediyor: “İnsan aklını tekmil ve hidayet ederek o ‘mebde-i ala'ya yakınlaştırmak amacıyla...”

 

Üstat şimdi bu tarifi siz tefsir edin.  

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Bu cümlede, Sadru'l- Muteellihin'in vahye dair yaptığı bu tarifte, birkaç esaslı nokta gizlidir ve bunların her biri de üzerinde durulmayı gerektirir. Buradaki bir tariftir. Ayrıntılı bir tarif olmasa da genel bir tariftir. Yani bir tür tarif, vahyin anlamına dair bir tür açıklamadır. Bu ifadede yer alan birkaç nokta üzerinde düşünülmeye değer.

 

Birincisi “mebde-i ala” ile bağlantı ve irtibattır. Bu çok önemlidir. “Mebde-i ala” [Yüce başlangıç] Hz. Hak Tebarek ve Teâlâ'dır. Yaratmanın başlangıcı, varlığın başlangıcı.  Varlığın başlangıcını kabul etmemek mümkün değildir.

 

Her şeyin bir başlangıcı vardır. Başlangıçsız bir şey olabilir mi? Başlangıç sadece zamansal başlangıç değildir. Bizim yanlışlarımızdan biri başlangıcı zaman içinde aramamızdır. Bunun mutlaka böyle olması gerekmez. Eğer biz zaman içinde bir başlangıç ararsak, birisi de bize “zamanın başlangıcı nedir?” diye sorar. Bu soru mümkün bir soru değil midir?

 

Biz bir şeyin başlangıcına gittiğimizde zamansal ve mekânsal düşündüğümüz için doğal olarak geçmişe doğru gidip başlangıcı bulmaya çalışacağız. Peki geçmişe nereye kadar döneceğiz? Zamanın, zamanla olacak bazı işlerin başlangıcı olduğu doğrudur. Zamansal işler, geçici işler, zaman içinde gerçekleşen işler zamansal başlangıca sahiptir. Bunda hiç kuşku yok. Ama eğer biri bize “zamanın kendisinin başlangıcı nedir?” diye soracak olursa ona ne cevap vereceğiz? Yine zamanda mı başa gideceğiz? Bu şekilde gidemeyiz ki... Zamanın kendisinin başlangıcı nedir? diye sorulduğunda artık orada zamanla bir yere varamazsınız. Çünkü onda başka bir zamanla ilerlemeye çalışırsanız bu kez o zamanın başlangıcı nedir diye sorulur ki bu ise “teselsüldür”.

 

Dolayısıyla burada başlangıç, sadece zamansal başlangıç değildir. Tabi bununla birlikte zamansal başlangıcı, bir başlangıç olarak kabul etmenizde de bir yanlış yok. Ama zamanın üstünde de bir başlangıç meselesi söz konusudur. Biz her şeyi zaman ile halledemeyiz. Elbette bununla birlikte zaman son derece önemlidir.

 

Bu âlemde her şeyde zaman ve mekânın rolünü göz önünde bulundurmalıyız. Bunda hiç kuşku yok. Ancak zaman ve mekânın kendisinin de bir başlangıcı vardır. Dolayısıyla burada bahsettiğimiz başlangıç zaman ve mekânın ötesine gidiyor. Zira gerçekten şu sorular oldukça makul sorulardır: “Zamanın başlangıcı nedir?” “Mekânın başlangıcı nedir?” Zaman var mıdır? Mekân var mıdır? Eğer varsa o halde başlangıcı nedir? Nereden ortaya çıktılar?

 

Sadru'l-Muteellihin'in işaret ettiği başlangıç (mebde), mutlaka bir zamansal başlangıç veya mekânsal başlangıç değildir. Bununla birlikte içinde bunlar da vardır. Biz varlığın başlangıcından bahsediyoruz. Şimdi varlığın başlangıcı ile irtibat kurulmalı mı kurulmamalı mı? Tabii ki irtibat kurulmalı. Yani insan bilinçli oluyor ve bilinç aşamasına ulaşıyorsa, onun bilinci başlangıcın ne olduğunu bilmesidir.

 

Eğer başlangıcı bilmiyorsa insan bilinçsizdir. En önemli bilinç, başlangıç bilincidir. Belki de âlemde hiçbir bilinç, başlangıç bilinci kadar önemli değildir. Sadru'l-Muteellihin'in sizin burada naklettiğiniz tarifinde geçen “başlangıçla irtibat” ifadesi çok önemlidir. Başlangıçla irtibat, bilinç olmadan gerçekleşemez. İnsanın bilinçsiz bir şekilde irtibat kurması mümkün değildir. İnsan bilinç sahibi değilse bir şeyle irtibat bile kursa bu gerçek bir irtibat değildir. Bu cansız bir irtibattır. Bu irtibat değildir, irtibat kendi başına bilinçtir. İrtibatın kendisi bilinçtir ve ancak bilinç içinde bir anlam taşır. Eğer bilinç olmazsa irtibat da anlamsız olur.

 

Pekâlâ, başlangıçla irtibatlardan biri, varlığın başlangıcıyla ilişkilerden biri vahiy yoluyla gerçekleşir. Vahiy dendiği zaman artık orada hayalî, vehmî veya hissî bir irtibat söz konusu olmaz. Hatta istidlali akıl da artık söz konusu değildir. Yani o kadar latif, o kadar latif, o kadar latiftir ki artık onun için belirli bir şekil öngörmek mümkün değildir. Bu irtibat işte böyledir.

 

Bu, “enba” kastıyladır. Bu irtibat “enba” içindir. Enba haber demektir. Peki haber nedir? “Neyi soruyorlar? O büyük haberi mi?” Büyük haber, haberlerin en önemlisi. İnsan için yaratılışın, varlığın başlangıcından daha önemli hangi haber olabilir? Bu haber, gazetelerdeki güncel haberler cinsinden değildir. O haberler, ondan ona aktarılan güncel haberlerdir.

 

Bu ise varlığın başlangıcının haberidir. Bunun insana ulaşması gerekir. Bu haber, bir kulak bir de onu ulaştırmak için bir haber getiren ister. Elbette bu insanın istidadıdır; ama bunu en kâmil insan getirebilir. Onu, en mükemmel insan getirmelidir ve kemâl açısından onun üstünde kimse olmamalıdır. Bu en önemli haberi sadece o getirebilir.

 

“Enba” (haber) kastıyla derken bu hangi haberdir? Varlık hengâmesi ne içindir, varlıkta neler olmuştur, varlık nedir, varlığın mesajı nedir? Varlığın kendisinin mesajı var mıdır yok mudur? Bu âlemdeki varlığın mesajı nedir? İşte bu haberi getirmek istiyor. Bu âlemin ne mesajı var, ne demek istiyor?

 

Burada “enba” kelimesi çok önemlidir. “İttisal” ve “enba” çok önemlidir. Ardından da “tekmil” (tamamlanma) ve “takrib” (yakınlaşma) kelimeleri kullanılıyor.   

 

Laricani: Evet, “tekmil”, “hidayet” ve “takrib”...

 

Üstat Dinani: Evet her üçü de birbirinin gereğidir. “Hidayet” olmadan “tekmil” olmaz, “hidayet ve tekmil” olmadan da “takrib” olmaz. Takrib, “kurb” kelimesinin türevidir, “yakınlaşma” demektir. Tekarrub ise çok çok yakınlaşmak demektir.

 

İnsan, varlığın başlangıcına ne zaman yakın olur? Hidayet olunduğu zaman. Ne zaman hidayet olunur? Bilinç sahibi olduğu zaman. O halde hidayet için bilinç gerektiğine göre insan “bilinçlenip” “hidayet” olununca “kâmil” oluyor, “kâmil” olunca da “takarrub” kazanıyor.  O halde bilinç, hidayet, takrib ve tekmil; tekarrub ve tekâmül, bunlar birbirinin gereğidir. Yani bu dört kelimenin bir misdakı var.

 

O “en büyük haber”, varlığın en büyük haberi, “mekmen-i gayb”dan gelen varlığın haberi de bir hidayettir. Bir yol göstericiliktir, bir “kurb” yani yakınlaşmadır ve kemâldir. Kemâl işte budur. Kemâl, varlığın aslına geri dönmesidir. Bizim bahsini ettiğimiz kemâller nisbidir. En önemli olan kemâl ve her kemâlin ışığını ondan alan kemâl bilinç ve varlığın başlangıcına yakınlaşmaktır. İşte bu, onun birkaç cümle ile nübüvvete dair yaptığı bir tariftir.      

 

Laricani: Pekâlâ üstat, burada şöyle bir nokta ortaya çıkıyor. “Ala vechu'l-enba” diyor. Yani akıl ile vahiy arasında zorunlu bir irtibata ulaşıyor. Yani akıl eğer o büyük haberi almazsa hidayet, tekmil ve takrib hareketi onda gerçekleşmiyor. Bu çok önemlidir. Yani aklın yücelmesi, oradan aldığı mesajla gerçekleşmektedir.

 

Üstat Dinani: Sayın Laricani, bakınız enba, haber anlamına geliyor ve haber, bilinç olmadan söz konusu olmaz ki. Biraz önce de dediğimiz gibi Sadru'l-Muteellihin'in burada kullandığı unsurlardan biri de bilinçtir. Bilinç, akıl olmadan olur mu? Aklın olmadığı yerde bilinç olmaz. Akıl olmadan bilincin hiçbir anlamı yoktur.

 

Bizim tarihimizde, yani tüm insanlığın tarihinde, insanlar için hep zor olan konu akıldı. Akıl kavramı, insan aklı için bir sorun oldu. Akıl kavramını kimin anlaması gerekir, aklın anlaması gerekir. Akıl dediğimiz zaman herkes buna kendince bir anlam veriyor. Ayrıca herkes de kendi aklını mükemmel görüyor bunu da bilmek lazım.

 

Daha önce de defalarca söyledim, akıl gerçekte varlık mahiyeti ve kimliği açısından tek bir nesneden başka bir şey değildir. Fakat insanlar kendi varlıkları ölçüsünce akıldan nasiplenirler. Fakat akıldan nasiplendiği kadarıyla kendini mükemmel görüyor. Buna dair birçok örnekler verdik.

 

Bunlardan biri mutlak ışıktır (nur). Işığın hakikati tek bir şeyden fazlası değildir. Işığın hakikati iki tane değildir. Milyonlarca ışığa sahip olabilirsiniz; ancak bunların tümü tek bir ışıktır. Yerde, gökte, yerkürede, Güneş'te, Ay'da her nerde olursa olsun tek bir hakikati vardır, daha fazla değildir. Ancak tecellileri ve ölçüsü farklıdır. Bu lambaların hepsi ışık verir; ama kimisi 60 mumluk lambadır, kimisi 100 mumluktur, kimisi 500 mumluktur.

 

Bunun gibi akıl da bir taneden fazla hakikate sahip değildir. Herkesin bundan bir payı vardır; ama insan kendini ölçüt olarak görüyor, kendini kâmil görüyor. Asla da şikâyet etmiyor ve “ben en mükemmel akla sahibim” diyor. İnsan işte burada hata yapıyor. Hâlbuki şunu bilmesi gerekir ki insan akıldan sadece bir paya sahiptir. Ondan daha yüksek, daha yüksek, daha yüksek akıl vardır.

             

Vahiy, akıldan ayrı değildir. Vahiy, ilahi haberin ta kendisidir. İlahi haber bilincin ta kendisidir. Yani latifleşmiş akıldır. Bu, birtakım taalluklara esir olmuş bir akıl değildir. Yani bu iktisadi akıl, ticari akıl, teknik akıl vs. de akıldır. Ancak bu, her aklın daha da ötesinde, daha da ötesinde, daha da ötesindedir.  Diğer bir deyişle tümel akıldır. Vahiy tümel akıldır.

 

Peki tümel akıl nedir, varlığın tamamıdır. Varlığın tümel aklının adı vahiydir. İnsanların yanlışı, kendi aklını ölçüt olarak görmesidir. Benim aklım ölçüttür diyor ve her şeyi ölçmek istiyor. Aklıyla ölçmesinde hiçbir sakınca yok, ölçsün; ama kendi aklından daha üstünü olabileceğine de ihtimal verirse kendi ölçümlerinde de daha ihtiyatlı olur. Kendini her şeyin ölçüsü olarak görmez. Tıpkı sofistler gibi... Sofistlerin en büyük sorunu, biz her şeyin ölçütüyüz, her şey bana göre değerlendirilir demeleriydi.  

 

Biz eğer aklın genişleyip yaygınlaşmasını, kavrayabilirsek her şeyin bilinçte olduğunu ve bilincin de aklın malı olduğunu, bilincin akla ait olduğunu anlarız.

 

Laricani: Pekala üstat. Çok ince bir husus, kendisi şöyle buyuruyor: “Bizim nübüvvete dair yaptığımız bu tarif, peygamberde bazı şartların olmasını zorunlu kılıyor. Bunlardan biri de nazari ve ameli aklın kemâlinin bulunmasıdır.”

 

Onun bu ifadelerini siz çok güzel bir şekilde açıkladınız. Aklın bir alanı vardır; insan, aklın letafetine yaklaştığı ölçüde semavi akla, yani sizin tümel akıl dediğiniz şeye yaklaşır. Bu açıdan kimileri akılcılık iddiasında bulunuyor olsa da aslında aklı iyi tanıyamamıştır. Örneğin pozitivistler, aklın konumunu çok aşağıya düşürdüler.

 

Hâlbuki burada çok güzel bir anlam kuruyor: Daima bizimle o yüce başlangıç arasında akıl yoluyla bir irtibat mevcuttur. Bu ne kadar ince bir izahtır. Bir diğer konu da var. Biz daha önce Molla Sadra'daki “cevheri hareket” meselesine değindiğimizde insanda sürekli bir yenilenme ve değişim olduğunu söylemiştik. Molla Sadra, bunların hepsini aynı temelde takip ediyor. Bu atmosferde hareket etmekte olan bizim vahiyle terbiye olmuş aklımızdır.

 

Siz de Felsefi Düşüncenin Macerası adlı kitabınızda bu noktaya işaret ederek şöyle diyorsunuz: “Aklın başlangıçla vahiy yoluyla irtibatı peygamberliğin şartlarından biri olup peygamberliğin hatemiyeti (sona ermesi) ile sona ermiş olsa da bu ‘hatem' son (bitiş, tükeniş) anlamında değildir. Kapsamlılık (câmiiyyet) anlamındadır. Yani akıl nebevi öğretilerin fezasında sonsuza dek hareket edebilir.” Bu çok latif bir söz üstat.

 

Üstat Dinani: Çünkü tümel akıldır, tümel olduğu içindir. Tümel (kull) câmiiyyet yani kapsamlılıktır. Bu nedenle hatemiyetle her şey işte buradadır. Artık her şey akıldadır. Yani ebediyete kadar akılcılıkla ilerseniz bile yol bitmez. Zaten hatemiyetin anlamı da işte budur. Yani artık tümeldir. Bu tümel, zuhura ulaştı artık burada hareket etmelisiniz. Sizin de belirttiğiniz gibi kimi insanların aklı anlaması oldukça zordur. Bizim akıllarımız tikeldir, tikel akıl, tümel aklı anlamaya çalışıyor. Bu oldukça zordur, tikelin tümeli anlaması zordur; ama başka çare de yoktur.

 

İnsanların akılları tikel akıldır. Tikel akılla tümel aklı anlamak istiyorlar. Tikelin, tümeli anlamaya çalışması da biraz zordur. Peki tikel ne zaman tümeli iyi anlayabilir? Tümele yöneldiği zaman. Damla, denizi anlamak istiyor; denize ulaştığı zaman anlayabilir. Damlayı denizden ayırdığın zaman onu anlayamaz; ama damla denize ulaştığı zaman onu anlayabilir.

 

Sizin de söylediğiniz gibi sadece tarihsel dönemlerin sayısı kadar değil, felsefi ekollerin sayısı kadar da akıl söz konusu. Dünyada ne kadar felsefi akım, grup, ekol varsa her birinin kendine özgü bir alanı var. Bunlar kendilerine bir sınır veya alan belirleyip bir “izm” oluyorlar. Batılı bir kavram olarak “izm” aldığınız zaman aklınızı sınırlamış oluyorsunuz. Bu “izm”ler işi berbat ediyor. Elbette ben “izm”leri inkâr etmiyorum, doğal olarak kendinize belirli bir sınır ve çerçeve belirlemelisiniz. Pozitivizm, liberalizm vs. bunların hepsi birer “izm”dir.

 

Geçmişten bugüne kadar tüm felsefi ekoller birer “izm”dir. Bunlar kendilerine göre bir “izm” alarak bir sınır belirliyorlar. Ben sınır belirlenmesine karşı değilim. Bir sınır belirlemekten başka çareniz yok; ancak “bundan başka hiçbir şey yoktur”, “her şey budur” dediğiniz anda işte kendinizi esir etmiş olursunuz.

 

Bir mühendis, belirli bir sınır çiziyor, proje çiziyor ve bina yapmak istiyor. Zaten o çerçeveyi çizmese bina yapamaz. Ama onun “tüm âlem bu çerçeveden ibarettir” diye düşünmemesi gerekir. Bu onun çerçevesidir, eğer bu benim çerçevemdir demekle yetiniyorsa hiçbir sorun yok o çerçevede git kendi işini yap. Ama eğer varlığın tüm hakikati benim bu çerçevemin içindedir dersen işte o zaman kendini bilinçsizliğe esir etmiş olursun. İnsan kendini bir “izm”e esir etmişse o zaman sonsuza kadar fikrini bir kalıpta hapsetmiş demektir.

   

Tekrar ediyorum “izm”lerin olmasında hiçbir sakınca yok, “izm”ler kendi ölçeğinde gereklidir ve kaçınılmazdır; ancak insan kendini o “izm” içinde hapsetmemelidir. Onun da ötesinde, onu da aşan bir başka “izm”e de gidebilmenin mümkün olduğunu bilmeli. Felsefi kalıplar önemli olmakla birlikte böylesine bir açmaza da sahiptirler. Evet elbette onlar önemlidirler; ancak o kalıpta sonsuza kadar kalınmamalıdır.

 

Vahiy, bu “izm”lerin üstündedir. “Vahyanizm” diye bir şey yoktur. Vahiy sonsuza kadar gidiyor. Bütün “izim”lerin ötesindedir, aşkındır. Molla Sadra'nın bahsini ettiği akılcılık budur.

 

Laricani: Kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Evet yeniden birlikteyiz. Üstat çok güzel açıkladınız. “Vahiyde aklın seyri için herhangi bir sınırlama görmüyoruz” şeklindeki açıklamanız çok güzel oldu. Molla Sadra da zaten bunun peşindeydi.

 

Mevlana da aşktan onca söz etmesine rağmen, aşkın kendisinin aklın bir letafeti olduğunu söylüyor. Üstat, acaba bizim meleklerin yaptığına inandığımız âleme ait işleri de aklın eserlerinden biri olarak görmemiz mümkün müdür?

 

Üstat Dinani: Evet, bunların hepsi aklın eserleridir. Bakınız bu programlarda defalarca söyledim: Bir “akile akıl”, bir de özgür akıl vardır. Bir akıl vardır ki o “akiledir.” Bildiğiniz gibi akıl, dizginlemek, bağlamak kelimesinden gelir. Buna “akile akıl” denir. Yani bir şeye bağlanmış, dizginlenmiş akıl. Mesela “izm”ler işte bu bağlanmak dediğimiz şeydir. “İzm”ler ile akıl “akile” olur yani dizginlenir, ağzına gem vurulur. Yani kendisine bir çerçeve çiziyor ve o çerçevenin dışına çıkmak istemiyor. İşte bu “akile akıl”dır.

   

İşte bu yüzden akıl ve akil kelimeleri Allah hakkında kullanılmamıştır. Yani hiçbir zaman Allah için “ya akil” diye bir şey okuyamazsınız. Ama mesela “ya Âlim” okuyabilirsiniz. Allah “alîm”dir, ama Allah için “akil” kelimesi bir sıfat olarak kullanılmamıştır.

 

İlm-i Esma (isimler ilmi) önemlidir, bizim Allah'ın isimlerini iyi öğrenmemiz gerekir. Allah için akil kelimesi kullanılmamıştır, akil kelimesi yerine “alîm” varıdır. Ancak ilim akıl olmadan olmuyor. İlim, aklın zuhurudur.

 

Akıl kelimesi Arapçadır. Antik İran'da “hıred” vs. gibi kelimeler kullanılıyordu. Yani bağlama, dizginlemek anlamlarını içeren akıl kelimesi kullanılmıyordu. “Ferreh”, “hıred” vb. gibi kelimeler kullanılıyordu. Akıl kelimesini Allah hakkında kullanamıyoruz ve onu “akil” diye isimlendiremiyoruz, onun yerine “âlim” kelimesini kullanıyoruz.

 

Allah Tebarek ve Teâlâ, isimlere ve sıfatlara sahiptir. İsimle sıfatın farklarını, Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının ne demek olduğunu ayrı bir programda konuşuruz. Çünkü Allah hem isimlere hem de sıfatlara sahiptir. İsimle sıfatın farkları vardır ve ben bunu ayrı bir programda anlatacağım.

 

Şimdi sıfatlardan bahsedelim. Allah'ın sıfatlarını icabî ve selbi diye ikiye ayırmışlardır. Şimdi ayrıntılarına girmiyorum; ama kısaca şöyle değineyim: Allah cisim değildir, zamandan münezzehtir, mekânı yoktur vs. bunlar selbi sıfatlardır. “Hayy”, “âlim”, “kadir”, “habir” vs. olması da icabî sıfatlarıdır. Ama icabî sıfatları da şu şekilde iki kısma ayırmışlardır: “Zati sıfatları” ve “fiili sıfatları”.

 

Allah'ın fiili sıfatları nedir? Mesela “Rezzak” fiili sıfattır. Yani Allah rızık veriyor. “Hâlik” fiili sıfattır. Yani yaratıyor vs. Bunlara “sıfat-ı fiili” veya “sıfat-ı efali” de deniyor.

 

Bir de zati sıfatları vardır ki onlar ayrıca önemlidir. Zati sıfatlar nedir? Mesela “hayy”, “âlim”, “kadir” vs. “Hayy” fiille açığa çıkan bir sıfat değildir. Yani Allah bir iş yapsın veya yapmasın “hayy”dır. Allah âlimdir, bir şey yapsa da yapmasa da âlimdir. Allah kadirdir, bir şey yapsa da yapmasa da kadirdir. Elbette Allah her an bir şeyler yapıyor; ama yapmasa bile yine de kadirdir, âlimdir, hayydır. Bunlara zati sıfat deniyor. Bunların fiillerle bir ilgisi yok. Zatın kendisi bu sıfatları gerektiriyor.

 

En bilinen zati sıfat “hayy”dır. Yani Allah diridir. Bir diğeri “âlim”dir. Bir diğeri “kadir”dir. Bunları akıl meselesini anlatmak için açıklıyorum. Allah hayydır, diridir derken ne demek istiyoruz. “Diri” dediğiniz zaman, siz, ben veya herhangi bir adam açısından zihinlerde “diri” veya hayatta olmaya dair bir kavram vardır. Bitkisel hayat vardır, hayvansal hayat vardır; bitkisel hayat derken bitkinin büyümesi akla gelir. Bir bitki büyüyüp gelişiyorsa hayattadır, eğer büyümüyor ve kuruyorsa ölmüştür.  Hayvansal hayat da insani hayat da benzer şekildedir.

 

Peki Allah diridir derken, Allah'ın hayatı bitkisel hayat mıdır? Bunun bir anlamı yok, büyüyüp gelişme diye bir şey söz konusu değil. Allah için büyüyüp gelişmenin anlamı yoktur. Hayvani hayat da anlamsızdır, içgüdüler, yemek vs. Allah için anlamsızdır. İnsani hayatın da bir kısmı zaten hayvani hayattır. Demek ki bu anlamlardaki hayat Allah için söz konusu değildir.

 

Peki Allah'ın diri olmasının anlamı nedir? Bunlar hem felsefede hem de kelamda bahis konusu olmuştur. Kelamcılar ve muteellih (ilahiyatçı) filozoflar derler ki Allah diridir, yani “huve'l-hayyu'l-kayyum” demek, “huve'd- derrak v'el-faal” demektir.  

 

O halde hayatın iki sıfatı nedir? Birisi “derk” yani idrak, diğeri ise “amel” yani eylemdir. İdrak eden ve eyleyen bir varlık diridir. Bu, biyolojik bir hayat değildir. Bitkisel hayat değildir.

 

“Ed-Derrak” ve “el-Faal”, yani hayatın anlamı hem bilinç sahibi olması hem de eylem gerçekleştirmesidir. O halde bilen, idrak eden ve eylem yapan her varlık diridir. O halde Allah diridir demek, Allah hem âlimdir hem de eylem yapar demektir. Hayat sıfatında iki sıfat gizlidir. Bunlardan biri “derrak” yani âlimdir. Diğeri de fiil icra etmesi yani kudret sahibi olmasıdır.

 

Sıfatlar birbirine geçmiş haldedir. Bilmek, eylem yapmak güç sahibi olmakla olur; bunlar da hayatta olmakla mümkündür. Fakat yine de hayatın esası ve kudretin kökeni, ilimdir. Bazı hekimler, zati sıfatların tamamının merciinin ilim olduğuna inanırlar. Eğer ilim olmazsa kudret olur mu? Eğer bilinç olmazsa hayat olur mu? O halde zati sıfatların menşei, ilimdir.

 

Eğer ilim olmazsa kudret yoktur, ilim yoksa diri olmaktan söz edilemez. Bilinç yoksa diri olmanın hiçbir anlamı yoktur. İlim olmazsa “semi” (işiten) ve “basir” (gören) söz konusu olamaz. İlim olmazsa iradeden bahsedilemez. İrade, ilme bağlıdır. Kim irade edebilir? Bilinci olan irade edebilir. O halde zati sıfatların hepsinin menşei ilimdir. Peki ilmin menşei nedir? Zatın birliğidir. Hak Teâla'nın ilmi, zatından ayrı değildir.

 

Şu da önemli bir bahis konusudur: Allah'ın sıfatları O'nun zatından ayrı mıdır, zatıyla aynı mıdır? Tüm âlimler ve büyük kelamcılar -Eşariler hariç; çünkü Eşariler sıfatların Allah'ın zatından ayrı olduğunu düşünüyor- sıfatların zatıyla aynı olduğu görüşündedir. Yani Hak Teâla'nın zatı ilimdir. Yani ilimle aynıdır, birleşiktir.

 

Bizim ilmimiz zaiddir yani bizden ayrıdır, biz ilmi sonradan kazanıyoruz. Hak Teâla sonradan kazanmıyor, zatı ilimdir. İlim, yani mutlak bilinç... Biz kendimizde bunun adına “akıl” diyoruz. Allah'ta bunun adı “akıl” değildir, “ilim”dir. Bizim ilmimiz aklımızın eseridir. Akıllı olmayan biri âlim olabilir mi? Hayır, o halde ilim aklın neticesidir. Bizde akıl deniyor, Allah'ta ilim deniyor. O halde varlıkta her şeyin esası Hak Teâlâ'nın ilmidir. Hak Teâlâ'nın ilmi de zatıyla birleşiktir.

 

Gördünüz işte ilim ne kadar önemliymiş. Her şey ilme bağlıdır ve bir derece aşağı inerek bizim âlemimizle ilgili şunu söylemekten hiç korkmayın: Her şey akla döner.

 

Laricani: “Allah'ın ilmi her şeyi kuşatmıştır.” Bu konuyla ilgili olarak “basitu'l-hakika” kuralından yararlanamaz mıyız?

 

Üstat Dinani: Tabii ki neden yararlanmayalım. “Basitu'l-hakika” zatın kendisidir, zat da ilmin ta kendisidir. Bilinç esasına göre oluşmamış hiçbir zerre yoktur. Âlemde bilinç esasına göre oluşmamış ve bilinç esasına göre düzenlenmemiş tek bir zerre bile yoktur. Siz tüm kâinatta, ezelden ebede kadar bilinç esasına göre oluşmamış tek bir zerre bulamazsınız.

Dolayısıyla her şeyin kökeni akıldır ve biz Allah'la ilgili olarak bunun adına “ilim” diyoruz. Vahiy Hak Teâlâ'nın ilminin bu âleme akışıdır; “enba”, “tekmil” ve “takrib” için...

 

Laricani: Molla Sadra'nın önemli özelliklerinden biri de irfanı akılda hazmetmiş olmasıdır. Ne zaman irfanda aşktan söz edecek olsa bir parantez açıp aklın zaruretine de değiniyor.

 

Üstat Dinani: Evet, Molla Sadra bu meseleye çok büyük önem vermiştir. İrfan, tüm insanlık tarihinde çok önemli olmuştur. İrfan her zaman var olmuştur. Fakat tüm sorunlar da irfandaki sapmalardandır. İrfan azamete sahip olduğu kadar aynı zamanda tehlikelidir de. Sadece günümüzde değil geçmişten beri tarih boyunca sapkın irfanlar her zaman mevcut olmuştur. Çünkü konusu çok incedir.

 

İrfan saptığı zaman tehlike yaratır. Neden sapıyor; çünkü akıldan ayrılıyor. Molla Sadra işte bu noktada uyarıyor. İrfan, aklın beynidir. İrfan makuldür, (akla dayalıdır) hayallerle örülmüş bir şey değildir. Eğer biri irfanın yolunu akıldan ayırırsa kesinlikle sapmaya sürüklenir. Sorun buydu. Geçmişten bugüne kadar irfanda görülen sapmalar ve gelecekte de görülebilecek sapmaların sebebi irfanın akıldan ayrılması ve sapmasıdır.

 

Molla Sadra işte bunun önünü almaya çalışıyor. İrfanın akılla uyumsuz olmadığını söylüyor. Tam tersine irfanın aklın eseri olduğunu söylüyor. Evet Molla Sadra'nın yapmak istediği iş budur.

 

Laricani: Yani sülûk akılladır.

 

Üstat Dinani: Evet sülûk akılla olur. Aklın olmadığı bir yerde neyin anlamı olabilir ki zaten. Demin de dediğimiz gibi her şey ilme döner, her şeyin esası ilimdir. Demin ne dedik Hak Teâlâ'nın tüm zati sıfatları “ilme” döner. Hak Teâlâ'nın “ilmi”, tüm zati sıfatlarının menşeidir.

 

İnsanın sıfatları da aynı şekildedir, sayın Laricani. İnsanın ilmi onun tüm sıfatlarının menşeidir. İnsanın bedensel sıfatları olabilir. En, boy derinlik, bedene ait özelliklerdir; ama bunlar canlı cansız her varlıkta mevcut sıfatlardır. Sadece insana ait değildir. Bizler ene, boya, ağırlığa sahibiz; ama bunlar insani sıfatlar değildir, bunlar taşta, ağaçta cansızda hayvanda da olan sıfatlardır. Peki insani sıfatlar nedir? İnsana ait sıfatların tamamı insanın aklıyla ilgilidir. İnsan eğer akla sahip değilse, insani sıfatlara sahip olabilir mi? Hayır o halde tüm kemâl sıfatları akılla ilgilidir.   

  

Akıl, insana ait tüm kemâl sıfatlarının kökenidir, Allah Teâlâ için de demin dediğimiz gibi O'nun tüm sıfatları ilim sıfatıyla ilgilidir. Bu son derece önemli bir meseledir; fakat maalesef kimi insanlar buna dikkat etmiyor.

 

Laricani: Pekâlâ, şu nokta benim için çok önemli. Molla Sadra diyor ki: “Akıl hem varlıksal açıdan hem de kemâl açısından Allah'tan başkasına muhtaç olmayan tek şeydir. Geri kalan her şey ise akla muhtaçtır.”

 

Üstat Dinani: Evet, aynen öyledir. Bakınız akıl, âlemi biliyor, anlıyor; peki âlem aklı biliyor mu anlıyor mu? Siz şu Demavend Dağı'nı biliyorsunuz, peki o sizi biliyor mu? Peki siz mi büyüksünüz o mu büyük? Siz fizik hesaplarıyla “big bang”a kadar gittiniz. Siz gezegenlere gittiniz. Hubble teleskobuyla birçok galaksileri gördünüz ve halen onları izliyorsunuz. Peki izleyen mi önemlidir izlenen mi? Tabi ki izleyen. Peki onu neyle izliyorsunuz, akılla. O halde akıl tüm âlemden daha üstündür.

 

Eğer varlık âleminde akıl olmazsa, akıl olmaksızın varlık âlemi mutlak bir kaostur, karanlıktır. Âlemin düzeni akılladır. Âlemdeki bu düzen akla mı dayalıdır, akılsızlığa mı? Âlemin düzeni akıl esasına dayalıdır. Âlemi akıl idare ediyor. Âlem aklı idare etmiyor. (Dolayısıyla “evrim” kelimesinin kendisi maddeyi aşan, onu “üstbelirleyen” bir bilincin varlığını imlediğinden haddizatında hiçbir materyalist söylemin kanıtı değildir; Medya Şafak)

 

Biz şu an tümel akıldan söz ediyoruz. Tümel akla ulaşmamız gerekir. Ulaşabiliriz de. Biz akılla bağlantılıyız; ama farkında değiliz, bu yönde düzenli olarak sülûk etmeliyiz. Bu sülûk da akılcı bir sülûk olmalıdır. Aklın olmadığı yerde sülûk yoktur.

   

Laricani: Pekâlâ üstat, çok güzel bir bahis oldu. O halde şu sonuca varıyoruz: Molla Sadra'ya göre bu yaratılış âleminde, hatta sadece yaratılış âleminde de değil, mülk ve melekûtta da dolaşan, hareket eden tek şey akıldır. Yani sadece akıl vahyani olabilir ve bu yaratılış âleminde seyredebilir.

 

Bir sonraki programda yeniden birlikte olmak dileğiyle aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net

   

                  

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=Lkf2PDMVKCc