İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (11)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (11)
Cennet de aynı şekildedir. Bazıları cennette sürekli yiyip içip yatıldığını düşünüyor. İnsan yiyip içmekten bıkmaz mı? Her şey insanı bıktırır. Cennette bıkmak yoktur; çünkü içinde sükûn yoktur. Cennet sabittir ama sakin değildir. Yani cennet her an bir cilveye sahiptir. Cennette olan bir mümin her an yeni bir cilve görür.

 

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri. Bildiğiniz gibi birkaç programdır, aziz üstatla birlikte Molla Sadra'nın düşünce denizinde yol alıyoruz. İnşallah siz de biz de bundan nasipsiz kalmayız.

 

Molla Sadra düşüncesinin en temel konularından biri olan ‘cevheri hareket' üstat tarafından daha önceki bölümlerde çok güzel bir şekilde açıklandı. Bugün de yine Molla Sadra'dan bazı ifadeler okumak istiyoruz. Böylece hem ‘cevheri hareket' hem de ariflerin söz konusu ettiği ‘hubbi-sevgisel hareket' konusu bizim için daha da aydınlanmış olacak.

 

Soru şudur: Acaba arifler mi ‘hubbi hareket' meselesini ‘cevheri hareket'e karşı söz konusu etmiştir; yoksa Molla Sadra mı ‘hubbi hareket'e karşı ‘cevheri hareket'i dillendirmiştir? Bu iki kavram birbirinin enleminde midir yoksa boylamında mı? Bunlar üstada soracağımız sorulardır.

 

Üstat ben Molla Sadra'dan pasajlar okumadan önce ‘hubbi hareket' ve ariflerin ‘hubbi hareketten' kastettiği şey konusunda bir tarif yapmak istiyorum.

 

Molla Sadra buyuruyor ki: Benim için keşfolan ‘cevheri hareket', ‘hubbi hareketten' daha fazla doğruya yakındır. Çünkü ariflerin ilahi cezbe dedikleri şey, Hak Teâla'nın kayyumi ihatası (kuşatıcılığı), birlikteliğidir ki biz onu cevherin arazı şeklinde burhan haline getirdik. Ve onu “huve meakum eynema kuntum'' (Nerede olursanız olun O sizinledir) ayetinin hakikatiyle yakın görüyoruz.

 

Burada, özellikle de son okuduğum kısımda birkaç güzel nokta var.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, Sadru'l-Muteellihin'in tüm sözleri güzel ve derindir. O, çok derin bir filozoftur ve İslami maarife de hâkimdir. Sadru'l-Muteellihin, felsefede kendisinden önce hiç kimsenin söylemediği bazı yeni nazariyelere sahiptir. Bunlardan bazıları ‘cevheri hareket', ‘Varlığın esas oluşu' (asaletü'l-vücûd), ‘nefsin yaratıcılığı' gibi konulardır.

 

Onun ortaya koyduğu yeni fikirlerin çoğu elbette kendi zihinsel faaliyetlerinin neticesiydi. Ancak o, kendinden önceki ariflerin, filozofların eserlerine aşinaydı. Bunların hepsini çok iyi okumuştu. Tüm ariflerin eserlerini görmüştü. Kelamcıların eserlerine tamamen aşinaydı, filozofların sözlerini de çok iyi biliyordu.

 

Biz önceki programlarda ‘cevheri hareket'ten bahsettik. Kendisi de zaten sizin demin okuduğunuz paragrafta çok açıkça söylüyor. Cevheri hareketin dili akıl ve istidlal dilidir. Sadru'l-Muteellihin istidlal ve akıl diliyle cevheri hareketin ispatını yapıyor. Ondan önce bunu hiç kimse yapmamıştı, kesinlikle hiç kimse…

 

Cevherde hareketin tasviri cidden oldukça zordur. Cevher (töz) hissedilen bir şey değildir. Bir cevher, 10 da araz (ilinek) kategorisi vardır. Eğer Aristo'nun sınıflandırmasını kabul edersek 9 araz bir de cevher kategorisi vardır. Bununla birlikte cevherin cinsleri değil, çeşitleri vardır. Cevherin bir kısmı akıldır, akıl cevherdir, nefis cevherdir, heyula cevherdir, suret cevherdir, cisim de cevherdir. Beş çeşit cevher vardır; ama cevherin cinsi tektir. Yani bir cevher 5 çeşide ayrılmıştır.

 

Yani akıl cevheridir, akıl derken bizim aklımız değil, tümel akıl. Bizim aklımız tümel aklın bir hissesidir. Daha önce de söylediğimiz gibi akıl tek bir hakikate sahiptir ve insanlar kendi kapasiteleri ölçüsünde tümel akıldan nasiplenirler.

 

Tümel akıl cevherdir, nefs-i natık cevherdir, heyula cevheridir -heyula madde demektir; ama heyula bilimsel madde değil, felsefi maddedir-. Filozofların bahsettiği madde ile fizikçilerin söz ettiği madde birbirinden biraz farklıdır. Bir fizikçinin gözünde madde olan şey, bir filozofun gözünde henüz madde değildir. Cevheri suret ve cismi oluşturan heyula ve suret terkibi de cevherdir, demek ki 5 tane cevher vardır.

   

İster tümel akıl, ister nefs-i natık, ister heyula, ister cevheri suret ve isterse cismi oluşturan heyula ve suret terkibi olsun bu anlamlardan hangisini alırsanız alın cevher hissedilen bir şey değildir. Şimdi siz ‘cisim nasıl hissedilir bir şey değildir, cismi herkes görüyor' diye şaşırabilirsiniz. Evet cismi herkes görüyor, hatta insanın bedeni de bir cisimdir ve daha önce de arz ettik.

 

Cisme baktığımız zaman ne görüyoruz? Uzunluk, genişlik ve derinlik görüyoruz. Bunlar arazdır. Ya renk görüyoruz o da bir arazdır, ağırlık görüyoruz, o da arazdır. Ağırlık, renk, uzunluk, genişlik, derinlik, bunların hepsi arazdır. Ağırlığa, uzunluğa, genişliğe ve renge sahip olan cevherin kendisi ise gözükmüyor (Batı felsefesindeki ifadesiyle, numen (cevher, töz) ve fenomen (madde) ayrımı; Medya Şafak). Bu söylediklerimiz cismani cevher içindi, nefsani cevher ise zaten gözükmüyor. Akıl cevheri hiçbir şekilde gözükmüyor.

 

Cevher akli bir kategoridir. İnsan aklı cevherin ispatına ulaşıyor, insanın duyuları değil. İnsanın duyuları arazlardan başka bir şey görmüyor. Duyular âleminde sadece arazlarla ilgiliyiz. Cevher ise insanın aklı ile anlaşılıyor. Neden akılla anlaşılıyor; çünkü araz başkasıyla kaimdir, zatıyla bağımsız değildir. Başka bir şeyle kaim olduğu için, o arazın kaim olacağı, ona bağlı olacağı bir şeyin olması gerekir.

 

Cevher her zaman makul (akılla kavranabilen) olduğu için duyularla algılanamaz. Felsefi madde olan heyulayı hiç kimse görmemiştir. Fiziksel maddenin felsefi maddeden ayrı bir şey olduğunu söylemiştik. Fizik meselesine girmiyorum. Filozofların söylediği anlamda madde yani heyula hiç kimse tarafından görülmüş değildir. Aynı şekilde nefsi, aklı ve diğer cevherleri de gören yoktur.

 

Dolayısıyla eskiler nezdinde cevher için hareketin tasviri oldukça zor bir işti. Yani makul olan bir şey nasıl hareket edebilirdi? Sadru'l-Muteellihin, daha önceki programlarda arz ettiğim gibi çeşitli istidlallerle bunu ispat ediyor. Diyor ki eğer araz hareket ediyorsa, -ki kesinlikle ediyor, zira âlemde sabit olan hiçbir şey yoktur- cevher ile araz bir bütün olduğu için araz hareket ettiğinde cevherin de hareket ediyor olması gerekir. İşte bu şekilde cevherin hareket ettiği görüşündedir.

 

Şimdi gelelim ‘hubbi hareket' meselesine… Arifler cevheri hareketten söz etmemiştir. Cevheri hareket, tamamen felsefi bir ıstılahtır. Bunun mucidi de sadece Sadru'l-Muteellihin'dir. Molla Sadra'dan önce hiç kimse cevheri hareketten bahsetmemiştir.

 

Arifler, ‘hubbi hareketten' söz etmiştir. Hubbi hareket aşktır. Hubb aşk demektir. Aşk kelimesi Kur'an'da kullanılmamıştır. Aşk kelimesi Kur'an'da veya rivayetlerde geçen bir kelime değildir. Ama hubb kelimesi kullanılmıştır. Aşk, ‘hubb'un şiddetli halidir. Kur'an'da “eşeddu hubben lillâh'' ifadesi geçmektedir.

 

Muhabbetin en şiddetli hali, yani muhabbetin zirveye çıkmış hali, son noktaya ulaşmış hali aşktır. Kur'an-ı Kerim'de ‘hubb' ve ‘muhabbet'ten söz edildiği için arifler de buna ‘hubbi hareket' adını verdiler. Yoksa buna ‘aşk hareketi' de denebilirdi.

 

Aşkta istikrar vardır ve yoktur. Bir anlamıyla aşk her zaman vardır; ama aşkın içinde heyecan vardır. Aşkta kararsızlık vardır. Aşk yanıcı ve yakıcıdır. Mevlana'nın ifadesiyle “Aşk, öyle bir alevdir ki tutuştuğu zaman / Sevgilinin dışında her şeyi yakar.''

 

Hem de nasıl bir ateş! Her şeyi yakar, sevgili hariç her şeyi... İsmi aşk veya ‘şiddetli hubb' olan bu halin içinde heyecan ve hareket görülür. Bu mekanik bir hareket değildir, intikali bir hareket değildir, döngüsel bir hareket değildir. Bu harekette sükûn yoktur, tekdüze değildir, aşk tekdüze değildir. Aşık her lahza yeni bir hale sahiptir. İyi hal, kötü hal, daha iyi hal, daha kötü hal…

 

Daha önce Hafız'ın şiirinden bahsederken gün geçtikçe artan güzellikten söz etmiştik. Hafız'ın kullandığı bu gün geçtikçe artan güzellik kavramını çok ciddiye almak gerekir. Aşk ve güzellik birliktedir. Aşk her zaman güzelliğe taalluk eder. Aşk çirkinliğe taalluk etmez. Hiç kimse çirkin bir şeye âşık olmaz. Kişi her zaman güzel gördüğüne âşık olur. Güzellik ve aşk her zaman birliktedir. Güzelliğin olduğu yerde aşk da vardır ve nerede bir aşk varsa mutlaka bir güzelliğe taalluk etmiştir.

 

Bazıları aşkın iyi bir şey olmadığını düşünüyor veya aşka karşı çıkıyor; ama Kur'an'a inanıyor. Bakınız Kur'an-ı Kerim'de bir aşk hikâyesi anlatılmıştır. Ama ‘hubb' kelimesi kullanılmıştır. Hz. Yusuf'un kıssası, önüyle arkasıyla tamamen bir aşk hikâyesidir. Bunun üç veçhesi vardır, bunu açıklarım: Hz. Yusuf'un aşkı nasıldır ve onda hangi meseleler söz konusudur?

 

Kur'an'da Hz. Yusuf'un kıssasının anlatıldığı Yusuf Suresi için ‘ahsenu'l-kasas' denir. ‘Ahsenu'l-kısas değil', ‘ahsenu'l-kasas' kısas dersek en iyi kıssa anlamına gelir. Hayır, buradaki ‘kasas'tır. Kasas, hikâye anlatmak, rivayet etmektir. Yani en güzel aşk rivayetidir. Burada ‘birçok hikâye var da bu onların içindeki en güzel hikâyedir' şeklinde bir anlam kastedilmiyor. Elbette en güzel kıssadır; ama ayette bu söylenmiyor; ayet diyor ki bu, aşkın en güzel beyanıdır, en güzel anlatımı, en güzel tasviridir.

 

Hz. Yusuf peygamberlerin en güzeliydi. Tabi rivayetlere göre Hz. Resul-i Ekrem, en güzeliydi; ama Hz. Yusuf da güzelliğiyle meşhurdu, hem halk arasında hem de kardeşleri içinde… Hz. Yusuf'un hikâyesinde onun bu güzelliği üç merhalede aşka dönüşüyor. Yani bu güzellikten aşk doğuyor.

 

Birincisi Hz. Yakub'un, oğlu Yusuf'a olan aşkıydı. Ondan ayrı kaldığı için o kadar ağladı ki Kur'an'ın ifadesiyle Hz. Yakub'un ‘gözüne ak düştü, beyaz oldu.' ‘Gözün beyaz olması' birkaç şekilde tefsir edilmiştir. Kimilerine göre ‘gözü beyaz oldu' kör oldu anlamına geliyor. Yani Hz. Yakub o kadar ağladı ki gözleri kör oldu.

 

Bazılarına göre ise tıpkı Farsçada da deyim olarak kullandığımız gibi ‘gözü beyaz olmak' gözü yollarda kalmak, yani beklemek demektir. Her ne şekilde tefsir edilirse edilsin burada bir meşakkat vardır. Yani ister ağlamaktan dolayı gözleri kör olmuş olsun isterse yıllarca gözleri yollarda kalmış ve onu beklemiş olsun, burada bir aşk olduğunu gösteriyor, yani sıradan bir durum değildir. Bu, söylediğim aşkın birinci merhalesidir.

 

İkincisi Züleyha'nın Yusuf'a olan aşkıdır. “Ve lekad hemmet bihî ve hemme bihâ…'' ‘'Ve andolsun ki; (kadın) onu arzuladı. Eğer Rabbinin delilini görmeseydi, o (Yusuf a.s.) da onu arzulamıştı. İşte böylece onu kötülükten ve fuhuştan uzaklaştırırız. Muhakkak ki; o muhlis kullarımızdandır.''

  

“Ve lekad hemmet bihî ve hemme bihâ'' ne demektir? Buradaki ‘hemme' kelimesine çok dikkat edin. ‘Hemme' kelimesi ‘himmet' kelimesinden gelir. Himmet, insanın tüm varlığıyla bir şey ile uğraşması demektir. İnsanın himmet etmesi, tüm varlığıyla bir meseleyle uğraşması demektir. İşte bu aşktır, “hemmet bihî ve hemme bihâ'' yani ikisi de birbirine…

 

Züleyha, tüm varlığıyla Yusuf'a tutulmuştu. Yani Yusuf'un aşkıyla yanmıştı. Ayette ‘hemme biha' ifadesi de var yani o da Züleyha'ya aynı duygudaydı; ama burada bir kayıt var: “ev lâ en raâ burhâne rabbihi” (Eğer Rabbinin delilini görmeseydi.) Rabbinin delili nedir? Burada kullanılan ‘burhan' akli delil anlamında değildir; Hakk'ın nurudur. ‘Burhan', ‘berhene' kelimesindendir ve aydınlık demektir. Yani burada bir şimşek gibi Allah tarafından aydınlanma geldi ve Hz. Yusuf'u günah işlemekten korudu.

 

Demek ki burada üç aşk bulunmaktadır. Birincisi Yakub'un oğlu Yusuf'a olan aşkı, ikincisi Züleyha'nın Yusuf'a olan aşkı üçüncüsü de Yusuf'un ‘Rabbinin burhanına' olan aşkı. Rabbinin burhanı, Hz. Yusuf'un sevgilisiydi. Hz. Yusuf Hak Teâla'nın meczubu olmuştu ve rabbinin burhanı onu Hak tarafına çekti. Demek ki burada üç aşk bulunmaktadır. Kur'an işte bu aşkı en güzel şekilde beyan ediyor. Ama bu aşklar arasında iyilikle sonuçlanan, beğenilen, ezeli ve ebedi olan, insanlığa örnek oluşturan aşk Hz. Yusuf'un ilahi aşkıdır.

 

Hubbi hareket işte budur. Hz. Yakub'un Yusuf'tan ayrılığı heyecan dolu bir hareketti, yakıcıydı, sükûnu yoktu. Züleyha'nın Yusuf'a duyduğu heyecanda da sükûn yoktu. Aşk ve heyecan tüm varlığını yakıyordu. Bunlar hubbi harekettir, yani aşktır. Hz. Yusuf da rabbin burhanına, yani Hak Teâla'nın tecellisine âşıktı. Bunda da bir heyecan vardı. Bunların tamamında hareket vardır, hubbi harekettir.

 

Peki bu hareketlerden hangisi diğerlerine galiptir? Hz. Yakub'un ayrılığı sona erdi ve oğlu Yusuf'a kavuştu. Züleyha'nın Yusuf'a olan aşkı da gelip geçici bir aşktı. Kalıcı olan ve kalıcı olacak olan aşk hangisiydi? Rabbin burhanına olan aşktı.

 

Laricani: Üstat benim Hekim Molla Sadra'dan okuduğum metin, cevheri harekete yönelik bazı eleştirilere cevap niteliğindeydi. Mesela bazılarına göre cevheri hareket her ne olursa olsun kuvveden fiile geçiştir. Peki fiiliyat dünyasında tedricen gerçekleşen başka bir hareket yok mudur? Dolayısıyla cevheri hareketin devrinin maddede olduğunu söylüyorlar.

 

Onlara göre mebde-yi âlâdan sonuna kadar dairesel dönüş, iniş çıkış kavislerinde hâkim olan şey hubbi harekettir. Bu konuda getirilen delillerden biri de Hz. Yusuf kıssasıdır. Allame Tabatabai de tıpkı sizin gibi Yusuf kıssasını örnek vermiştir. O, diyor ki Hz. Yakub, Yusuf'u alıp götürdüklerinde onun nerede olduğunu bilmiyordu. Ama daha sonra o Mısır'a gittiğinde Mısır'dan onun kokusunu hissetti ve ben Yusuf'un kokusunu hissediyorum dedi.

 

Buradan şu sonuca varıyor: Hubbi hareket işte bu şekilde şiddete veya zayıflığa sahiptir. Eğer insan sizin de buyurduğunuz gibi o ilahi burhana ulaşırsa her şey ona keşfolur. O, şimşek ve o burhan olmasa da ayağının dibindeki şeyi bile görmeyebilir.

 

Molla Sadra burada diyor ki “Cevheri harekette benim için keşfolan şey şudur ki hubbi hareket doğruya daha yakındır.” Buradaki doğru nedir ki ‘'huve meakum eynema kuntum'' (Nerede olursanız O sizinle beraberdir) ayetinin açıklaması da oluyor?

 

Üstat Dinani:  İlahi meseleler çok incedir ve insanlar genellikle duyularla hareket ederler. İlahi meseleler duyuların kalıbına sığmadığı için bunların kavranması biraz zordur. Bu programlarda daha önce defalarca bahsetmiştik sizin şimdi okuduğunuz “huve meakum eynema kuntum'' ayet-i kerimesinin anlaşılması, kavranması oldukça zordur. Allah her zaman sizinle birliktedir. Uykudayken, uyanıkken, zenginken, fakirken, çocukken, gençken, yaşlıyken, hayattayken ve ölüyken Allah sizinle birliktedir, siz her neredeyseniz sizinle birliktedir.

 

Ben daha önceki programlarda bahsetmiştim. Geçen programda ben şu benzetmeyi yaptım: Nefis ile beden işte böyle bir birlikteliğe sahiptir. Biz buna işaret etmiştik. Nefis ile beden irtibatı, kimyasal veya fiziksel bir terkip değildir. Hak Teâla'nın âlemle özellikle de insanla birlikteliği nasıldır?

 

Öncelikle sükûn ile sebat (istikrar) arasında fark olduğunu bilmemiz gerekir. Molla Sadra gerçekten kelimenin tam anlamıyla ‘Sadru'l-muteellihin'dir. Tam bir muteellihtir; yani ilahiyata gark olmuş biridir. Ama cevheri hareketten söz ettiği zaman tam anlamıyla felsefe diliyle konuşur.

 

Sizin de bahsettiğiniz gibi madde âlemi tedricen oluşur ve bu hareket süreklidir. Bazılarına göre madde âlemi daimi bir harekete sahiptir ve sükûnu da yoktur. Biz de daha önceki programlarda söylemiştik, âlemde sükûn diye bir şey yoktur. Ama sükûn ile sebatı (istikrarı) birbirine karıştırmamak gerekir. İnsanlar sakin ile sabitin aynı anlama geldiğini sanıyor. Allah sabittir; ama sakin değildir.

 

Sabit kelimesi ile sakin kelimesi arasındaki fark çok fazladır. Sakin, hareket beklentisi olduğu halde hareketin olmaması demektir. Yani kendisinden hareket beklendiği halde hareketin olmamasını sükûn diye adlandırırız. Ama zaten hareket beklentisi yoksa yani zaten hareket yersizse burada sükûn kelimesini kullanmak anlamsızdır; orada sabit kullanılır. Hak Teâla, sabittir; hareketin kendisi de harekette sabittir. Şimdi bu konuya girmeyelim biraz karmaşık bir konudur.

 

Ama sabit ve sükûn arasında far olduğunu görmeliyiz. Ben bu vesileyle bu konudaki yanlış tasavvurları düzelteyim. Bazıları Allah'ın sabit olmasından hareketle sabit ile sükûnu eş anlamlı sanıyor. Hâlbuki Allah'ın sakin olması çok dehşet vericidir. Allah sabittir ama sakin değildir.

 

Cennet de aynı şekildedir. Bazıları cennette sürekli yiyip içip yatıldığını düşünüyor. İnsan yiyip içmekten bıkmaz mı? Her şey insanı bıktırır. Cennette bıkmak yoktur; çünkü içinde sükûn yoktur. Cennet sabittir ama sakin değildir. Yani cennet her an bir cilveye sahiptir. Cennette olan bir mümin her an yeni bir cilve görür. Yani cennette bir lahza, sonsuza kadar iki defa tekrar etmez.

  

Yeni cilve tazedir, yeni cilve maddi bir hareket değildir. Ama sizin bahsettiğiniz ‘hubbi harekettir'. Hubbi hareket işte böyledir. Hem cennet her an yenidir, hem de Hak Teâla'nın tecellileri her an yenidir. Hak Teâla, sabittir; ama sakin değildir. Ama o sabit, ezelden ebede kadar sonsuz cilvelere sahiptir. İşte bunun adına hubbi hareket deniyor. Harekettir; ama maddi bir hareket değildir.

 

Maddi hareket tedricidir ve kuvveden fiile dönüşme şeklindedir. Ama mücerretlerde her şey fiiliyattır; mücerretlerde kuvve yoktur. Maddi âlemde kuvve fiile gider. Yani istidat fiiliyata ulaşır. Yani her şey fiiliyata ulaşmak için hazırda bekler. Bir başka deyişle madde âlemi mükemmel değil noksandır; ama kemâle yöneliktir ve sürekli kemâle gitmesi gerekir. Mücerretler âlemi kâmil olduğu için bir şeyi beklemiyor. Madde âlemi bir şeylere sahip değil, onu istiyor.

 

Madde âlemi, diyalektik düşünen bir filozofun tabiriyle henüz olması gerektiği gibi olmayandır. Madde âleminde ben varlığımla varım; ama gelecekte olacağım şekilde yokum. Mücerret âleminde ise var olan şey vardır; yokluk anlamsızdır. Ama hubbi harekete göre bu varlık sürekli tecelliye ve yeniliğe sahiptir.

 

Şimdi ayet-i kerimeye dönelim. ‘'Ve huve meakum'', Allah sizinle birliktedir. Cevheri harekete göre biz sabit değiliz ve sürekli hareket halindeyiz ve geçirdiğimiz her değişimde Allah bizimle beraberdir. Biz değişiyoruz; peki değişmekte olan bizimle beraber olan Allah da değişiyor mu? Biz değişkeniz ve Allah da bizimle birliktedir. Bakınız birlikte olan iki şeyin her şeyde birlikte olması gerekir. Cevheri harekete göre biz zati olarak değişkeniz; peki Allah da her halimizde bizimle birlikteyse o zaman sabit ve değişken nasıl oluyor? İşte bu ‘hubbi harekettir.' Bu hareket tedrici bir hareket değildir.

 

Biz kemâle ulaşmak üzere hareket ediyoruz ve Allah da bizimle beraber. Bizimle olduğuna göre biz giderken O kalacak mı? Eğer biz giderken O kalırsa o zaman bizimle birlikte değil demektir. Allah bizimle birliktedir. Biz kemâle ulaşmak için gidiyoruz, Allah da bizimle birlikteyse o zaman O da mı kemâle doğru gidiyor? Hayır O kemâl-i mutlaktır. İşte hubbi hareket budur. Hubbi hareket tecellidir. Yani aslında her şeye sahiptir ve onu zahir etmektedir. Bizim hareketimiz ise gelişim ve tekâmül yönünde bir harekettir. Biz derken tüm âlemi kastediyorum, âlemle birlikte biz de tekâmül yönünde bir harekete sahibiz. Tekâmül yönünde ne demektir? Yani ilerledikçe kemâle ulaşıyoruz. Tüm hallerimizde bizimle birlikte olan Hak Teâla ise noksanlıktan kemâle doğru gitmiyor. Peki ne yapıyor? O, kemâllerinde zahir oluyor ve tecelli ediyor. Yani o tecelli ile bizimle birliktedir, biz ise noksanlıktan kemâle doğru ilerliyoruz. Aynı şekilde bizim noksanlıktan kemâle doğru gidişimiz de Hak Teâla'nın tecellisinin bir neticesidir.  

 

“Huve meakum eynema kuntum'' (Siz her neredeyseniz Allah da sizinle birliktedir''), işte bu hubbi harekettir. Meselelere sadece duyularla bakan bir zihin için bunu kavrayabilmek biraz zordur.  Cevheri hareketten bahsederken âlemdeki hiçbir şeyde, hatta dağda bile sükûn olmadığını söylemiştik. Âlemde durmak, duraklamak diye bir şey yoktur. Hafız'ın tabiriyle “Dovr-i felek dereng ne dared'' (Göklerin dönüşünde duraklama yoktur.) Göklerin dönüşü döngüseldir, cevheri hareket ise tekâmüle yöneliktir ve dikeydir yani noksandan kemâle doğrudur. Noksandan kemâle doğru olmayan bir hareketin anlamı yoktur. Her hareketin noksandan kemâle doğru olması gerekir.

 

Maneviyata inanmıyor olsalar da materyalistler de hareketin kemâle doğru olduğunu söylerler, tabi onlar tekâmüle farklı bir anlam verirler. Hareket her zaman kemâle doğrudur; kemâle doğru olmalıdır. O halde âlem cevheri harekete sahipse, bu âlemde olan insan da cevheri hareketiyle noksandan kemâle doğru hareket ediyorsa bizimle birlikte olan Allah'ın da hareketli olması gerekir. İşte o harekete bir isim vereceksek bu hareket, hubbi harekettir. Biz cevheri hareketteyiz, Hak Teâla ise hubbi harekettedir. Ama hubbi hareketi noksandan kemâle doğru bir hareket değildir. Bizim hareketimiz noksandan kemâle doğru bir cevheri harekettir. Hak Teâla'nın hareketi ise noksandan kemâle doğru bir hareket değil, tecellidir. Yani kemâlâtı zahir etmektir. Yani hubbi hareketi, kemâllerin zuhuru ve tecellisi olarak adlandırıyoruz. Noksandan kemâle doğru hareket olarak değil…  

 

Laricani: Çok güzel, pekâlâ şimdi onun ifadesini tamamlayalım. O, buyuruyor ki “Benim için keşfolan cevheri hareket, doğruya hubbi hareketten daha yakındır. Çünkü ariflerin ilahi cezbe olarak adlandırdıkları şey Hak Teâla'nın birlikteliğidir. Biz bunu cevher ve araz olarak burhanla delillendirdik ki bunu ‘'Huve meakum eynema kuntum'' ayeti ile paralel olarak görüyoruz. Bunu idrak etmek de arifane bir sülûka bağlıdır.''

 

Üstat Dinani: Ben bunun kavranması zordur derken işte bunu kastediyorum. Daha basit bir dille söyleyecek olursak seyr-u sülûk olmadan bunlara ulaşmak oldukça zordur. Molla Sadra'nın ‘doğruya yakındır' ifadesi son derece önemlidir. Yani diyor ki ariflerin yıllar süren seyr-u süluk ile ulaştıkları şeyi biz burhanla delillendirdik ve istidlal ile bunu sıradan akla bile gösterdik.   

 

Laricani: Onun bahsettiği ‘sefer' de burhandan başka bir şey değil sanırım.

 

Üstat Dinani: Tabi ki Molla Sadra kitabının ismini ‘Esfar' (Seferler) koyarken burada sefer ile İsfahan'dan Tahran'a veya Şiraz'a yolculuğu kastetmiyor ki. Buradaki sefer İran'dan Hindistan'a sefer değildir. Buradaki ‘esfar' (seferler) sülûk seferleridir. Kitabının ismini ‘Esfar-ı Erbaa' (Dört Sefer) koydu ve bunu ariflerin dört seferi ile tatbik etti.

 

Sonuç itibariyle Molla Sadra'nın yaptığı iş ariflerin ulaştığı şeyi burhan ve istidlal ile halka ispat etmektir.  Bu sıradan bir iş değildir. İşte bu yüzden diyoruz ki o hem filozof makamında bir filozof ve hem de arif makamında bir ariftir. Bu basit bir iş değildir. O iki dil ile konuşur. Hem irfan diliyle en güzel şekilde konuşuyor; hem muhkem burhan ve istidlal ile konuşuyor.  

 

Laricani: Allame Seyyid Haydari'nin ifadesi de sizin söylediklerinizle tamamen uyumludur. O diyor ki: “Molla Sadra'yı arif olarak görmeyen kimse irfanı anlamamıştır.'' Daha sonra şöyle devam ediyor: “Hubbi harekette Allah'ın cezbesi bizi kendine çekiyor; cevheri harekette ise her mahlûk kendi Yaratıcısının peşindedir. Noksandan kemâle gidişteki her merhalede Allah'tan bir cilve görür.'' Bu, tıpkı sizin de buyurduğunuz gibi. Daha sonra şu cümleyi ekliyor: “Huvel evvelu vel âhiru sırrını takip edenler bilirler ki evvel olduklarında Allah ahirdir, ahire ulaştıklarında ise Allah evveldir. Ondan gayrı nereye gidebilirsin?''

 

Üstat Dinani: “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın'' (O, evveldir ve ahirdir; zahirdir ve batındır) “Huve meakum eynema kuntum” ayeti ile tamamen uyumlu olmaktadır. Allah'ın birlikteliği daimi olduğu için evveli ahirinden, ahiri de evvelinden başka bir şey değildir. Çünkü ezeli ve ebedidir, ezeli ve ebedi olan bir şeyde evvel ve ahir birdir. Evvel, ahirdir, ahir de evveldir.

 

Bu, zamana mahpus olan insan için kavranması zor bir meseledir. Biz zaman zincirine esiriz, önceyi ve sonrayı daima birbirinden ayrı görürüz. Önceyi sonra, sonrayı da önce olarak göremeyiz. Bu bizim zamansal bakışımızdan dolayıdır; çünkü biz zaman ve mekân olmaksızın düşünemeyiz. Bu zordur, sülûk gerektirir, ama bir insan sülûk sahibi olursa zaman ve mekândan kendini bir an olsun beri kılabilirse Allah'ın kayyım oluşunu, kendisiyle birlikte oluşunu ve evvel ve ahir oluşunu, yani hem evvel hem de ahir oluşunu; evvelken ahir, ahirken evvel oluşunu anlayabilir. Bunda bir çelişki olmadığını anlar.

 

Laricani: Allame Seyyid Haydari, Molla Sadra'yı Şia hikmetinin mimarı olarak görüyor. Bugün bile bazıları Molla Sadra'yı biraz Meşşai felsefeden biraz İşraki felsefeden alıp yeni bir şey yapmış disiplinlerarası biri olarak gösteriyorlar.  

 

Üstat Dinani: Hayır hayır, bunlar onu anlamayanlardır. Bu doğru değil, 50-60 yıl önce birileri Molla Sadra'nın eklektik olduğunu söyledi. Bunu bugün bile bazıları söylüyor. Molla Sadra'da eklektiklik bahis konusu değildir. O, zahirle batını uyumlu kılan bir hünere sahipti. İstidlal düzeyinde sağlam istidlallerde bulundu, irfan düzeyinde ise irfani keşiflere ulaştı. Bu eklektiklik değildir, sağlam ve homojen bir düşünce sistemidir.

 

Laricani: Aziz izleyiciler, bugünkü programımızda Molla Sadra'nın düşüncesinde yer alan hubbi hareket ve cevheri hareket konularını ele aldık. Üstat, çok güzel bir şekilde açıkladı.  Bir başka programda buluşmak dileğiyle aziz üstatla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=toM0Fg_0_84