İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri (10)

İbrahimi Dinani'den Molla Sadra dersleri  (10)
Hayır, Allah’a ulaştığında sonsuz seyir yeni başlar. Allah’a ulaştığında duruyor mu? Allah’a ulaştıktan sonra sonsuz bir seyir başlar. Bu konuda bir örnek vereyim. Mesela bir yağmur damlası, gelip akan bir suya düşer, akan su daha büyük bir ırmağa dökülür, bu damla yıllarca dereden ırmağa, ırmaktan büyük nehirlere gider en sonunda nereye ulaşır? Denize ulaşır.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Selam aziz izleyiciler, sevgili dostlar ve Marifet programının değerli takipçileri. Bildiğiniz gibi hekim Molla Sadra'nın asil düşüncelerini ele alıyoruz. Bu düşünceler gerçekten insanı mest ediyor. Birçok izleyicimiz temas kurdu, aziz üstada açıklamalarından dolayı teşekkürlerini iletti. İnşallah bu saf badeden üstadın eliyle daha fazla yudumlayacağız.

 

Aziz üstat, ‘cevherî hareket' bahsi çok güzeldi. Önceki programda da buyurduğunuz gibi, bu Molla Sadra'nın iki temel düşüncesinden biridir. Bu düşüncelerden biri varlığın temel, esas oluşu (asaletü'l-vücûd), diğer ise cevherî harekettir. Bu, gerçekten de birçok meselenin anahtarıdır.

 

Benim açımdan olduğu gibi sanırım izleyicilerimiz açısından da cevherî hareket meselesi aydınlanmış oldu. Üstat, güzel ve akıcı ifadeleri ile bu konuyu bizlere açıkladı.

 

Molla Sadra, Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 72) ayetini naklettikten sonra şunları söylüyor. İnsan bir cevherdir ve kendi sınırında durmuyor. ‘‘Bu âlemden diğer âleme intikal ediyor ve Allah'a ulaşıncaya kadar bir neş'ede sınırlı kalmıyor.'' Yani, insanın Allah'a ulaşmak için binmesi gereken o binek cevherî harekettir.

 

Üstat Dinani: Evet, bu okuduğunuz ayetin tefsirinden en iyi şekilde yararlanmaktır.

 

Laricani: İsterseniz biraz daha okuyayım, sonra siz devam edin. ‘‘Bu dünyadaki tüm mevcudat, bir tür surete sahiptir ki o mevcudun kemali o surete bağlıdır. Bu arada insan bir tür olarak çok zayıf bir surete sahiptir. Bu yüzden birçok istidada ve birçok hazırlığa sahiptir. İnsan zayıf yaratılmıştır ayeti bu hakikate işaret etmektedir.''  

 

Üstat Dinani: Evet cevheri hareket tamamen felsefi bir meseledir bunu özetle açıklamıştık. Onun, bunu akli delillerle felsefi açıdan ispat ettikten sonra dinden ve tefsirden getirdiği deliller de çok dikkat çekicidir. Bunlar dini birer istifadedir. Bunlardan istifade etmeseydi de cevheri hareket güçlü bir şekilde duruyor olacaktı. Ama o adeta kendi eliyle pişirdiği cevheri hareketten yararlandı.

 

Gerçi Kur'an'ın bütün ayetleri çok dikkat çekicidir; ama sizin okuduğunuz ve Sadru'l-Muteellihin'in de üstünde durduğu bu ayet, çok daha fazla dikkat çekicidir. Bakın Allah Tebareke ve Teâla ne buyuruyor:

 

‘‘Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.''

 

Burada emanet kelimesinde elif ve lam takısıyla kullanıyor. ‘El-Emane' belirli bir emanettir. Biz daha sonra bunun nasıl bir emanet olduğundan bahsedeceğiz. İnsan yiğitliğe soyunuyor ve göklerin, dağların yüklenmeye cesarete edemediği emaneti yükleniyor. Burada ise ayet insanı tarif ediyor. Yiğitlik gösterip yerin, göğün ve dağın yüklenemediği emaneti yüklenen insan çok zalim ve çok cahil olarak tarif ediliyor.

 

Âlem tahammül edip o emaneti yüklenememişti ve bunu sadece insan yüklendi; işte bu kadar büyük olan insan, varlık âleminin en büyüğü olan insan, ‘zalumen' ve ‘cehula' diye nitelendiriliyor. ‘Zalum' kelime anlamı itibariyle çok zalim, ‘cehul' ise çok cahil demektir. İlk bakışta insan övülüyor gibiydi; ama ayetin sonunda insanın çok zalim ve çok cahil olduğu söylendi. Peki bu ne demektir?

 

İzin verirseniz ben önce kendi tefsirimi söyleyeyim; daha sonra Molla Sadra'nın söylediklerine geçelim. Elbette bunların ikisi de birbirine oldukça yakındır. Ben buradaki ‘zalum' ifadesini ‘mütecaviz' olarak naklediyorum. Mütecaviz olan kimdir? Kendi sınırında kalmayandır. Kendi sınırında kalmayana mütecaviz denir.

 

Laricani: Mütecaviz, kendi sınırını mı aşıyor yoksa başkasının sınırını mı?

 

Üstat Dinani: Kendi sınırını aşıyor, kendi sınırını aşan başkalarınınkini de aşar. Başkalarının sınırını çiğnemek, aynı zamanda kendi sınırını çiğnemektir. Başkasının sınırını çiğneyen, kendi sınırını da çiğnemiştir. İnsan kendi sınırını bilirse başkalarının sınırını da çiğnemez.

 

Burada henüz hukuktan söz etmiyoruz. Burası yaratılışın başlangıcıdır; henüz başkası yok, başkasının hukuku bahis konusu değil. Bu, toplumsal bir mesele değil, bir yaratılış meselesi. İnsanın emaneti yüklenmesi, yaratılışın başıdır. Henüz başkası yok ve hak söz konusu değil. Dolayısıyla buradaki mütecavizlik kendi sınırını aşmaktır. Henüz toplum oluşmuş değil, henüz yaratılışın başlangıcıdır.

 

Ayetteki ‘zalum' çok çok mütecaviz olandır, yani kendi sınırını tanımayandır. ‘Cehul', yani çok cahildir; çünkü kendi sınırını bilmiyor. Cehul, kendi sınırını bilmemek, zalum da kendi sınırını aşmaktır. İnsanın özellikleri işte tam da budur. İnsanın büyüklüğü de işte buradadır.

 

Burada insanın ayağını kendi kiliminden öteye uzatmasından söz ediliyor. Tekvinde, yani yaratılışta hangi varlık kendi kiliminden öteye geçebiliyor? Her mevcut, nerdeyse oradadır, kendi sınırının ötesine geçemez. Bir ağaç, ağaçtır; ağaç, taş olamaz, taş da ağaç olamaz. Ağaç nasıl bir mahiyete sahipse öyledir, taş nasıl bir mahiyete sahipse öyledir. Ne ise odur. Suyun bir mahiyeti vardır ve o mahiyetiyle ateş olmaz. Deniz, çöl veya dağ olamaz, dağ ise deniz olamaz. Yani hepsi kendi mahiyetinin çerçevesindedir.

 

İnsan bir sınırda kalmıyor. Neden? Çünkü mahiyeti yoktur. İnsana dair mahiyet tarifi yapıldığı doğrudur; mesela hekimler insan için konuşan hayvan demişlerdir. Ama İbn Sina bile konuşan hayvan tarifinin mantıki bir tarif olduğunu belirtmiş ve insanın iştikaki faslının ne olduğunun bilinmediğini söylemiştir. İbn Sina “İnsan konuşan hayvandır sözü mantıkidir, beşerin iştikaki faslının ne olduğunu bilmiyoruz'' diyorsa bu onun insanın mahiyetine inanmadığını gösteriyor. Bundan hareketle varlığın esas olduğu ilkesini İbn Sina'ya isnat edebiliriz. Bununla birlikte varlığın esas olduğu düşüncesinin başkahramanı Sadru'l-Muteellihin'dir.

 

Yani varlığın varlığının haddi, sınırı yoktur. İnsan ne kadar yüksek mertebeye çıkarsa çıksın onun daha üstüne çıkmak ister. İnsan, hangi noktaya ulaşır da artık ondan daha yukarısına gitmek istemez veya gitmez?

 

Laricani: Allah'a ulaşırsa…

 

Üstat Dinani: Hayır, Allah'a ulaştığında sonsuz seyir yeni başlar. Allah'a ulaştığında duruyor mu? Allah'a ulaştıktan sonra sonsuz bir seyir başlar. Bu konuda bir örnek vereyim. Mesela bir yağmur damlası, gelip akan bir suya düşer, akan su daha büyük bir ırmağa dökülür, bu damla yıllarca dereden ırmağa, ırmaktan büyük nehirlere gider en sonunda nereye ulaşır? Denize ulaşır. Yıllarca denize ulaşmak için hareket eden bu damla denize ulaşınca duruyor mu? Bu kez denizde hareket ediyor. Hak Teâla'ya ulaşmak durmak değildir. Hak Teâla'nın tecellilerinde hareket eder. Tecelli içinde tecelli, tecelli içinde tecelli, bu tecelliler sonsuza kadar gider. Hak Teâla'nın tecellilerinde durmak yoktur.

 

Şimdi ‘‘Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi.'' ayetine geri dönelim. İnsan her zaman ulaştığı bir düzeyden daha yükseğine ulaşmak ister. Bir tecelliye ulaştığında bir diğer tecelliye gider, durmak diye bir şey yoktur. Yol sonsuzdur.

 

Arifler bundan bahsetmiştir, hiç kimse durmaktan söz etmemiştir. Molla Sadra, cevheri hareketle bu konuyu felsefi açıdan beyan etmiştir, arifler ise başka bir dille anlatmıştır. Ariflerin dili ayrı bir dildir.

 

Laricani: Her dem ez in bağ beri mi resed / Tazeter ez tazeteri mi resed (Her an bu bağdan bir meyve ulaşır / Tazeden de daha taze ulaşır)

 

Üstat Dinani: Evet gerçekten de tazeden tazesi gelir. Bakın bir arif açısından âlem hiçbir zaman eskimez. Maalesef bazen bize hayat eskimiş gibi gelir. Neden biliyor musunuz? Çünkü fikrimiz eskidir, sülûkumuz eskidir. Bir arif için ise âlemde eski diye bir şeyin anlamı yoktur. Her şey yenidir, her an yenidir.

 

Bir arif bir şiirinde şöyle diyor, bunu size okuyayım: ‘‘Arif der demi du iyd koned'' (Arif her demde iki bayram yapar.) ‘Dem' bir nefes demektir. Yani her nefeste iki bayram yapıyor. Buradaki bayram yılın yenilenmesidir. Burada her nefeste iki bayram yattığını söylüyor. Neden her nefeste iki bayram yapıyor; çünkü biri gitmesi, öbürü de dönmesidir. Arifin her nefeste iki bayramı vardır. Onun için iki defa tazelenmektedir. İkinci mısra ise “Ankebutan meges kadit mi koned'' (Örümcek ise sinek kurutur.) Örümcek sineği yakalar. Kadit etmek, kurutmak yani konserve yapmaktır. Örümcek sineği yakalar, onu daha sonrası için kurutup konserve yapar.

 

Aynı şekilde konservatif (muhafazakâr) olan insanlar da eskiye inanırlar, eski toplarlar, eski düşünürler, eskiye düşkündürler. Bu tür insanlar da tıpkı o örümcek gibidirler. Ama arif için âlem her nefes, her an tazedir. Arif her lahza âlemde Hak Teâla'nın tecellisini görür. İki tecelli bir kez tekrar etmez, tecellide tekrar yoktur.

 

Gelelim demin bahsettiğimiz ‘‘Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir'' ayetine… Buradaki ‘zalum' ve ‘cehul', olumsuz anlamda değildir, yani insan kendine özgü sınırına kail değildir. Burada başkasının sınırını çiğnemekten söz edilmiyor. Burada toplumsal hukuk bahsi yoktur, tekvini bir bahis vardır. Yani insan benim için yeterlidir demiyor. Sürekli olarak daha yükseğe çıkmak istiyor.

 

Şimdi gelelim Molla Sadra'nın söylediği ikinci cümleye… Diyor ki her mevcut, kendi türüne özgü bir surete sahiptir. Kurt, kurt türünün suretine sahiptir. Kedi, bildiğimiz kedidir. Fare faredir, sinek sinektir. Bunlar sabit tür suretlerine sahiptir. Diyor ki insan da türünün suretine sahiptir, her mevcut türünün suretine sahiptir; ama insanın türsel sureti zayıftır. Bu, müthiş bir sözdür. Neden çünkü sürekli olarak suretini değiştiriyor.

 

Bakınız hayvan suretini değiştirmiyor. Kurt, en başından sonuna kadar kurttur. Kurt, kurtluk dışında bir şey yapmıyor. Köpek, köpeklik dışında bir şey yapmıyor. Sinek, sineklik dışında bir şey yapmıyor. Ama insan; insandır, hayvandır, melektir, domuzdur. İnsan her şeydir, her şey olabilir. Öküzden, köpekten, domuzdan tutun her şey olabilir. Şekil olarak insandır; ama batını domuz olabilir. Nitekim bazı rivayetlerde kimi insanların kıyamette domuz suretinde haşredileceği yer almaktadır.

 

İnsan suretinde olabilir; ama sureti zayıftır, bâtını domuz olabilir. Değişebilir, insan olabilir, melek olabilir. Melekten de daha yükseğe çıkabilir. Kurt, kurttan başka bir şey olamaz; ama insan zayıf surete sahip olduğu için melek de olabilir, melekten daha yüksek de olabilir. İnsan hem zayıf yaratılmıştır, hem de güçlü. Türünün sureti bakımından zayıf; ama değişim bakımından güçlüdür. Sadru'l-Muteellihin, burada çok ince bir noktayı beyan buyurmuştur.

 

Burada insanın yüklendiği emanet de marifettir (bilgi, irfan). O ağır olan emanet neydi? Dağ değildir; dağ ağır değildir, deniz ağır değildir. Neden dağ ve deniz ağır değil, çünkü Allah Kur'an'da diyor ki siz denizlere hâkim olursunuz. Siz yeryüzüne hâkimsiniz, demek ki onlar ağır değildir. Peki dağlardan bile ağır olan o ağır emanet nedir? Marifettir. Marifet, mesuliyeti beraberinde getirir. Marifet, mesuliyetin gereğidir, mesuliyet ağırdır. Marifet olmadan mesuliyet olur mu? Hayvanlar mesul müdür? Bitkiler, cansızlar mesul müdür? Hayır, peki insan neden mesuldür? Çünkü akla ve marifete sahiptir.

 

Laricani: ‘‘Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir'' ayetindeki emanet ile ilgili çok güzel açıklamalar yaptınız. İnsanla ilgili olarak kullanılan ‘zalum' ve ‘cehul' kelimeleri ‘feul' veznindedir. İnsanın kendi sınırını aşması demektir. İnsan neden kendi sınırını aşıyor? Çünkü insan zayıf yaratılmıştır. Belirli bir noktada durmuyor, sürekli olarak daha yükseğine çıkmak istiyor. Molla Sadra'nın buyurduğu ‘cevheri hareket' de işte bunu anlamanın temeli olabilir.

 

Burada sizin bir açıklama cümleniz var onu da okuyayım mı?

 

Üstat Dinani: Evet buyrun.

 

Laricani: Şöyle yazmışsınız: Öyle gözüküyor ki Molla Sadra'nın bu sözü bir çeşit tenasühü gerektiriyor. Molla Sadra buna cevaben tenasüh çeşitlerinden bir çeşidi de kabul etmiştir.

 

Üstat Dinani: Dikey tenasüh. Çok güzel bir konuya değindiniz. Tenasüh düşüncesi maalesef bazı kişiler arasında oldukça yayıldı. Aslında daha önce bahsetmeliydik; ama şimdi tam yeri gelmişken vaktimiz ölçüsünde buna değineyim. Tenasüh (reenkarnasyon, ruh göçü) İslam açısından kesinlikle batıldır. Avamın tasavvuruna göre tenasüh ruhun bir başka bedene geçmesidir. Bu beden hayvan da insan da başka şey de olabilir. Bu tür tenasüh, yatay tenasühtür. Molla Sadra tekâmülden söz ediyor. Tekâmül, bu türden bir tenasüh değildir.

 

Bunu tenasüh olarak görenler yanılıyor; teâli (yücelme) tenasüh değildir. Burada da değişme vardır; ama buradaki değişme teâlidir, tenasüh değildir. Ruhun bu bedenden ötekine, bu hayvandan öteki hayvana geçmesi anlamındaki tenasüh batıldır. Ama teâli şekliyle suret değiştirmek batıl değildir. Molla Sadra bu anlamda kabul ediyor, yani teâliyi (yücelmeyi) kabul ediyor. Teâli de tenasüh değildir.

 

Laricani: Buyurduğunuz gibi bu taksim bâtınî melekûtla ilgilidir.

 

Üstat Dinani: Bâtın olarak ne kadar yücelirse o kadar iyidir. İnsanın seyri bâtındadır. Zahiri seyir tüm mevcudatta vardır. İnsanı kemâllere götüren seyir bâtıni seyirdir. Tüm dünyayı dolaşın hatta Mars gezegenine gidip gelin; evet bir tecrübe kazandırır ama sizi daha kâmil yapar mı bu? İnsan Mars gezegenine gidip geldiğinde yeni tecrübeler edinir; ama bu tecrübeler zorunlu olarak kemâle mi erdirir? Hayır zorunlu olarak kemâle ulaştırmaz. Bâtınî seyir kemâldir. Yani marifetiniz ne kadar yükselirse, ne kadar genişlerse o kadar kâmil olursunuz.

 

Laricani: Şöyle devam ediyorsunuz: Molla Sadra'nın insanın kendi türüne ait sureti konusunda yaptığı tarifle insanın türsel sınırları, tanımı aşılmış oluyor, ‘insan konuşan hayvandır' şeklindeki mantıkî tarif değişmiş oluyor.

 

Üstat Dinani: Buna Molla Sadra ulaştı; ama İbn Sina da bu meselenin farkındaydı. İbn Sina insan konuşan hayvandır şeklindeki tanımdaki faslın (ayırımın: bu önermede konuşan olmak; “insan” da “cins” oluyor, Medya Şafak) mantıkî olduğunu ama insanın gerçek cevherinin, hakiki ayırımın (faslın) bizim açımızdan bilinmez olduğunu söylüyor. Yani İbn Sina bunu diyerek aslında kapıyı açmış oldu, Molla Sadra ise meseleyi tamamladı.

 

Felsefede varlığın esas oluşu da budur. İnsanda varlık mahiyete tabi değildir; mahiyet varlığa tabidir. Mesele sizin ne olmak istediğinizdir. Yani şu an insanın kim olduğu belli değildir. Kim olduğu sonunda belli oluyor.

 

Hac Abdullah Ensari de bu meselenin üstünde durmuştu. Elbette o şöyle diyordu: “Herkes son günden korkuyor, ben ise ilk günden korkuyorum.” Ama aslında ilk gün son gündür. Çünkü başından sonu belliydi. Sonuç harekettir, değişimdir. Değişim ise varlıksaldır, mahiyet değişmez. Mahiyet varlığa tabi olarak değişir.

 

Dolayısıyla varlığın esas oluşu düşüncesinin en önemli özelliği şudur: İnsanın kırılamayacak, aşılamayacak belirli bir mahiyeti yoktur. Bugün de varlığı esas kabul edenler yaklaşık olarak bunu söylüyor. Ama Molla Sadra'nın açıklamaları daha mükemmeldir.

 

Laricani: Üstat ben burada kendi yorumumu söyleyeceğim, lütfen siz tamamlayın. Filozof, insanın karşısına pencere açan kimsedir. Böylece insan bir odada mahsur kalmamış olur. Maalesef günümüzde kalemlerin, konuşmaların, kitapların büyük çoğunluğu, insanları kendi düşüncelerinin hisarında hapsetmek istiyorlar. Ama Molla Sadra dürüstçe ve tertemiz bir şekilde bulduklarını sunuyor. Tıpkı burada söylediği gibi insanın daha yükseğe sıçraması için kendi düşüncelerini adeta bir rampa haline getiriyor. Akıl ve burhan yoluyla elde edilen irfan, yani kendi tabiriyle ‘sülûk-ı akli' ne kadar güzeldir.

 

Üstat Dinani: Evet buyurduğunuz gibi Molla Sadra, insanlara gösterdiği yol ile kendisi de sıçrama yapıyor. Evet filozofun düşüncesinde asla durma olmamalıdır, sınırlılık olmamalıdır. Düşüncenin sınırlanması, insanın sınırlanmasıdır. Düşüncesi sınırlanmış insan kapısı kapalı bir odada kalmıştır. Kapalı düşünce en büyük zindandır. En büyük zindan neresidir? Düşüncenin kapalı olduğu yerdir. Sokrat'ı hapsetmek için koydukları dört duvar, Sokrat için zindan değildi. Sokrat zindandaydı; ama düşünceleri dünyanın dört bir yanındaydı.

 

Kendi tasavvurlarının çerçevesinde mahpus olan kimselerin vay haline! Bu, ebedi bir zindandır ve bunun kapısı hiçbir zaman açılmayacaktır. Zahiri zindanların kapısı açılır, kendi zindanda olsa da fikirleri tüm dünyaya ulaşabilir.  Ama kendi dar fikirlerinin çerçevesi içinde mahpus kalanlar, bu zindandan ne zaman çıkabilirler? Hiçbir zaman.

 

Molla Sadra kelimenin gerçek anlamıyla bir filozoftur. Belirli bir düşüncede mahpus değildir. Fikir eğer seyyalse, cevvalse Kur'an ayetlerinden çok iyi istifade eder. Kapalı bir fikir Kur'an'dan ne kadar istifade edebilir? Hiç. Kapalı bir düşünce hadisten ne kadar istifade edebilir? Hiç… Fikir seyyalse, açıksa, insanı kendine hayran bırakan o ince noktaları ayetlerden çıkarabilir. Allah'ın inayeti de işte budur. Allah, inayet edip o seyyal, akışkan, dinamik düşünceyi ona vermiştir. Seyyal fikre sahip olan bir insan da ayetlerden ve rivayetlerden en iyi şekilde yararlanır. Mahpus olan fikir hiçbir zaman bunlardan istifade edemez.

 

Laricani: Molla Sadra'nın burada yazdıklarını okuyorum da, ne kadar güzel söylemiş: Ey zor şeyleri kolaylaştıran. İnsan onun bir filozof olduğunu bilmese onun bir arif olduğunu düşünür.

 

Üstat Dinani: Hak Teâla ‘musehhil'dir, yani kolaylaştırıcıdır. Fikir seyelana sahip olursa ‘musehhil' (kolaylaştırıcı) olmayı anlayabilir. Kapalı bir fikir, ‘musebbibu'l-esbab'ın (sebeplerin sebebi) suhuletini anlayamaz. Seyyal olan bir fikir o suhuleti anlayabilir. Kapalı bir fikir suhuleti anlayabilir mi? Buz akıcı mıdır? Buzu arabaya koyar götürürsünüz; ama su öyle midir, su akıcıdır. Donuk fikir her zaman tehlikelidir; çünkü kalır.

 

Laricani: Bu ifadeler ne kadar sarsıcıdır üstat: Buyuruyor ki bütün bunlar Allah'ın feyziyle benim kalbime inayet ettiği melekût nurlarıdır. Bu tabiri Sühreverdi de kullanıyor.

 

Üstat Dinani: Siz bunun irfani tefsirini söylüyorsunuz. Bunun felsefi tefsiri de vardır. İnsan eğer infitah (açıklık) sahibi ise ilahi feyizleri hisseder. Ama kapalıysa o feyizleri istese de alamaz. Hak Teâlâ'nın feyzi daimidir, kesintisi yoktur. Eğer infitahı varsa onu daima alabilir; kapalıysa da doğal olarak alamaz. Yani aslında kapalı olan biziz. Hak Teâlâ tarafından kapalı bir şey yok, kapalı olan biziz.

 

İhtiyaçları biraz genişletin. Para, pul, iyi elbise, iyi yiyecek, hayatın ihtiyaçlarıdır. Bir de düşünsel ihtiyaçları göz önünde bulundurun. İnsan fikirde, anlamada ihtiyaç sahibidir. İnsan anlamaya muhtaçtır. İnsan eğer bu ihtiyacı hissederse o zaman pencere açılıyor ve Allah'ın rahmeti yağmaya başlıyor. Ama bazıları anlama konusunda ihtiyaç hissetmiyor. Yemeye, içmeye, giyinmeye ihtiyaç duyuyor; ama fikre ihtiyaç duymuyor. Maalesef bilgisinin, anlayışının az olduğunu gören ve bu konuda ihtiyaç hisseden çok azdır.

 

İnsan eğer bilgisinin az olduğunu düşünür, bilgiye ve anlamaya ihtiyacının olduğunu hissederse, anlamaya ihtiyacım var derse işte o zaman rabbani feyizler ulaşmaya başlar. Yani kapını kapatma, kapını açık tut.

 

Laricani: Daha sonra bir başka yerde şöyle buyuruyor: “Kur'an'ı size nazil oluyormuş gibi okuyun.”

 

Üstat Dinani: Bu söz Sühreverdi'ye aittir, diğerleri bunu Sühreverdi'den almıştır. Elbette bu söz doğrudur. Bu, Sühreverdi'nin vasiyetnamesinde geçmektedir. Diyor ki Kur'an okuyun ve sadece size nazil olmuş gibi Kur'an okuyun. Bu çok derin anlamlı bir sözdür. Yani demek istiyor ki bunu başkasına ihale etme. Bu ayetler karşısında senin yükümlülüğün nedir, ona göre oku ve dikkatli ol. Bunları genele söylenmiş birtakım kanunlar olarak görme, sen bundan sorumlusun. Onun ayetlerinde neler söylendiğini anla.

 

Laricani: Daha sonra şöyle diyor: Melekûtî feyizlerden yararlanmanın yolu, kalbi dünyevi ve dışsal temayüllere kapatmaktır.       

 

Üstat Dinani: Evet, eğer marifet kapısı açılırsa insan artık dünyevi ihtiyaçlarda gerektiği kadarıyla yetinir. Yani ihtiyacından fazlasını istemez. İhtiyaçtan fazlasını istemek bir hastalıktır. Elbette hayatın ihtiyaçları herkes için gereklidir. Ama eğer marifet kapısı kapanırsa yalancı ihtiyaçlar oluşmaya başlar. Yalancı ihtiyaçlar vardır. Mesela şeker hastalığı olanlar sürekli su içerler. Aslında suya ihtiyacı yok, hastalıktan dolayı su içiyor. Dünya işleri de bu şekilde ihtiyaçlar yaratıyor. İnsan kendisine gerekli olmayan şeyleri istiyor.

 

İnsan eğer marifete sahip olursa işte bu ihtiyacı olmayan şeyleri istemek onun kapısından içeri giremez. Dünyevi şeylerde ihtiyacı olan şeyi ister, ihtiyacı olmayanı istemez. Ama marifet öyle değildir. Marifetin fazlasını istemek diye bir şey yoktur; ne kadar fazla istesen de azdır.

 

Laricani: Molla Sadra ile Sühreverdi, İbn Sina vs. gibi Müslüman arif ve filozofların diğerlerinden farkı şudur. Onlar önce marifet hazinesini gösteriyorlar, ondan sonra oraya ulaşmanın yollarını anlatıyorlar. Tavsiyeleri de çok güzeldir. Onlar önce zirveyi gösteriyorlar, bazıları ise git bakalım bir yere ulaşırsın belki diye salıveriyorlar.

 

Üstat Dinani: Onlar önce kendileri gidiyorlar, onu anlıyorlar, ondan sonra yolu gösteriyorlar. İşin yolu da zaten budur, insan kendisi gitmeden başkasını nasıl yönlendirebilir?  

       

Laricani: Süremiz bitti, bir sonraki programda üstattan daha fazla istifade etmek umuduyla tekrar görüşünceye dek, hoşça kalın.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net

 

           

           

 

https://www.youtube.com/watch?v=N2O4In6KUOA