İbrahimi Dinani: Aynülkudât'ın işaret dili / Rabliğin çehresinde ubudiyet beni / Nokta sırrı

İbrahimi Dinani: Aynülkudât'ın işaret dili / Rabliğin çehresinde ubudiyet beni / Nokta sırrı
Kelâmcılar Hâlik ile mahlûktan, filozoflar vacibu’l-vücud ile mümkinü’l-vücuddan ve genel olarak da hepsi “kadim” ve “hadis”ten söz ederken Aynülkudât bunu “cemâlin beni” suretinde hem âşıkane ve ârifane hem zarifçe ve hem de hekimâne bir şekilde ifade etmiştir. / O nokta da Bismillah’taki Ali’nin (a.s.) noktasıdır. Evet üstat, konu çok iyi bir yere geldi. Ancak süremiz de burada bitti.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

To vu tuba vu ma vu kamet-é yâr

Fikr-é her kes bé qadr-é hémmet-é ûst

Ger men alûde damenem çé eceb

Hemé âlem guvah-é ismet-é ûst.

 

Sen, Tuba, biz ve sevgilinin endamı

Herkesin fikri onun çabası kadardır.

Eğer ben günahkârsam şaşılır mı?

Tüm âlem onun masumiyetine tanıktır

 

Selam sevgili izleyiciler, Marifet programının izleyicisi dostlar. Çeşitli kanallarla temas kurarak programımızla ilgili söylediğiniz güzel şeylerden dolayı çok mutluyuz. Görüşlerinizi, sorularınızı ve eleştirilerinizi iletmeye devam etmenizi bekliyoruz.

 

Bu programda hikmet ve irfan alanında döneminin nadir simalarından biri olan Aynülkudât Hemedânî'yi konuşacağız. Aziz üstadımız Akıl Defteri ve Aşk Ayeti kitabında, özel bir coşku ve hararetle bu büyük hikmet ve irfan şahsiyetini ele almıştı. Umarım biz de bu programda her iki aziz şahsiyetin maarif harmanından nasiplenir ve sizin hoşnutluğunuzu kazanırız.

 

Üstat, bu programda Allah izin verirse Aynülkudât Hemedânî'yi ele almak istiyoruz. Bildiğiniz gibi kendisi döneminin nadir simalarından hatta dehalarından biridir. Levâih risalesini Şeyh Ahmed Gazzâlî'nin Sevânihu'l-Uşşâk adlı eseri çerçevesinde yazmıştır. Zatıâliniz güzel bir tabirle onu Ahmed Gazzâlî'nin düşüncelerinin sesi olarak niteliyorsunuz.

 

Şimdi konuya başlarken sizden onun hayatından biraz bahsetmenizi rica ediyoruz.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Evet, işaret buyurduğunuz üzere Aynülkudât Hemedânî gerçekten de döneminin dâhi simalarından biridir. Çok özel bir ariftir; hem şuhûd, mükâşefe halleri hem de istidlal gücü açısından bir yandan en büyük ilahiyatçı hekimlerle diğer taraftan da keşif ve şuhûd ehli olan büyük ariflerle aynı hizadadır.

 

Eserleri de bunu gösteriyor. Sizin de değindiğiniz gibi Levâih risalesi, Ahmed Gazzâlî'nin Sevânihu'l-Uşşâk kitabının havası ve suyundandır, ayrıca daha da ayrıntılıdır. Onun büyük ve eşsiz kitabı Temhidât ise irfani kitapların en müthişlerinden biridir ve Aynülkudât Hemedânî'nin nazarında sülûk makamını gösterir.

 

Ayrıca hacim olarak fazla büyük olmayan birkaç risalesi daha vardır. Ancak bunlar oldukça muhtevalıdır. Bunlardan biri de Zübdetü'l-Hakâik'tir. Bu kitap gerçekten de ismiyle müsemmadır; yani “hakikatlerin özü”, adeta hakikatleri ayırmış, birkaç bölüm halinde onların özünü ve usaresini açıklamıştır. Burada ilginç olan Aynülkudât'ın bu risaledeki dilinin istidlal dili oluşudur.

 

Bu kitap tamamen istidlale ve hikmete dayalıdır. Bunu bir kelamcı okuduğunda bu kitabın kelam kitabı olduğunu, bir filozof okuduğunda felsefi bir eser olduğunu düşünür. Ancak sonuçta bir irfan kitabıdır.

 

Zübdetü'l-Hakâik kitabı çok özel bir kitaptır. Onun bu kitapta çok önemli birtakım yazışmaları da mevcuttur. Aynülkudât Hemedânî, Ahmed Gazzâlî'nin müritlerinden biridir. Onu sevenlerin halkası içindedir, görüşmeleri ve yazışmaları olmuştur. Söylendiğine göre Ahmed Gazzâlî, bir müddet Hemedân'da bulunan Aynülkudât'ı görmek amacıyla Hemedân'a gelirken veya bir başka rivayete göre Hemedân'dan dönerken Kazvin'de vefat ediyor.

 

Bilindiği gibi Ahmed Gazzâlî'nin kabri Kazvin'dedir. Kardeşi Ebu Hamid'in mezarı ise Horasan'da Tus kentindedir. Gazzâlî kardeşler Horasanlıdır. Ebu Hamid, İslam dünyasının en çok kitap yazan müelliflerinden biridir. Gazzâlî kardeşler, özellikle de Ebu Hamid, kitaplarında kendi isimlerine Tusi kelimesini de eklemiştir. Çünkü eğer Tusi yazmasaydılar başkaları o kitapları sahiplenecekti. Bu her iki yüce şahsiyet de İranlıdır. Her iki kardeş de kitaplarında isimlerinin sonuna Tusi kelimesini ekleyerek Horasanlı olduklarını ifade etmiştir. Ebu Hamid Gazzâlî'nin kabri de Meşhed'dedir ve Firdevsî'nin kabrinin yanındadır.

                   

Aynülkudât Hemedânî ile Ahmed Gazzâlî arasında çok sıkı bir dostluk ve mürit-mürşit ilişkisi vardır. İkisi de gerçekten büyük ariftir. Elbette Ahmed Gazzâlî çok az esere sahiptir. Onun az sayıdaki birkaç küçük eseri bile fikri ve irfani büyüklüğünü göstermeye yetiyor. Aynülkudât Hemedânî ise nispeten daha iyidir, eserleri çok fazla olmamakla birlikte az da değildir. Mesela Temhidât kitabı nispeten büyük bir kitaptır ve bu kitapta birçok hakikatler vardır. Fakat sizin işaret ettiğiniz Levâih ve Zübdetü'l-Hakâik kitapları birçok irfani ve felsefi konuların yer aldığı çok ilginç eserlerdir.

 

Laricani: Pekâlâ üstat. O, kendi hayat hikâyesinde: “Ben Zübdetü'l-Hakâik kitabını 21 yaşında yazmaya başladım” diye buyuruyor ve 24 yaşında ilahi rahmet denizinden keşif halleri kazandığını iddia ediyor. Onun gaybdan sâdır olduğuna inanıyor. Burada doğrudan ifadelerini okusam daha iyi olur. “Bu biçareye tuhaf ve acayip haller görünüyor. Öyle ki kalp konuşuyor, dil ise dinliyor. Kalbin okuduğunu sembolik ve sırlı yanıyla buluyor. Bu yönüyle benim sözlerim ilahi sırlar zümresindendir.”

 

Evet, bu çok büyük bir iddiadır; ayrıca şöyle iddia ediyor: “Ben işaret ilmini icat ettim. Çünkü ilahi sırlar ve semboller ibarelerle ifade edilemez.”

 

Nitekim Hâfız da şöyle diyor:

 

An kes est ehl-é beşaret ké işaret daned

Nokteha hest besi mahrem-é esrar kocast.

 

Beşaret ehli (müjdeci) işareti bilen kimsedir.

Yeterince husus var peki sırların mahremi nerede?

 

Üstat şimdi şunu öğrenmek istiyorum: İbare karşıtı işaret ilmi ne demektir?

 

Üstat Dinani: 21 yaşında mükâşefelerde bulunması, birtakım sırların kendisine âyân olması, birtakım haller yaşaması çok da tuhaf değildir çünkü bu şekilde olan başka arifler de vardır. Mesela İbn Arabi, 7-8 yaşlarında birtakım hallere sahipti. Muhyiddin İbn Arabi'nin âlim babası “Benim oğlum öyle şeyler söylüyor ki ben onları bilmiyorum” diye şaşkınlığa düşüyor. Ariflerde bu haller oluyor. Merhum Aynülkudât Hemedânî 21 yaşında bu tür haller yaşadığını söylüyor.

 

Fakat burada beni asıl şaşırtan şey şudur: O hallerde kalbine gelen konuların beşaret, işaret ve esrar olduklarını, kalbinin konuşup dilinin dinlemesi suretiyle meydana geldiğini söylediği Zübdetü'l-Hakâik, Aynülkudât'ın diğer kitaplarının hatta daha ileri yaşlarda yazdığı Temhidât ve Levâih'in aksine, son derece istidlal diliyle yazılmıştır. Yani bu kitabın arif Aynülkudât Hemedani tarafından yazıldığını bilmeyen biri onu bir filozofun yazdığını düşünür.  Kimin yazdığını bilmeyip de kitabın bir bölümünü okursanız Sadrü'l-Müteellihin'in (Molla Sadrâ) yazdığını sanırsınız. Sadrü'l-Müteellihin de hem arif hem de hekimdir. Demek istediğim şu ki onun dili bir istidlal dilidir, felsefi bir dildir, sadece irfani değildir.

 

Laricani: Yani işaret dili bir istidlal diline dönüşüyor.

 

Üstat Dinani: Evet bazen işaret dili istidlal dili olabiliyor. Evet, bu mümkün bir şeydir. Aynülkudât'ın sizin az önce naklettiğiniz “Benim dilim dinleyen, kalbim ise konuşandır” şeklindeki cümlesinde olduğu gibi kalp dil oluyor ve dil ise dinleyici. Yani insanın normalde düşündüğünün tam aksine. Bu çok önemli bir şeydir.

 

İzin verirseniz bu noktada biraz kelâmdan (konuşmadan) söz edelim. Aynülkudât, kelâmın hakikatini beyan ediyor. Biz dilin hareket ettiğini ve bu şekilde kelimeleri söylediğini düşünüyoruz. Günümüzde bile en önemli felsefi meselelerden biri belki de budur.

 

Biz her gün sabahtan akşama kadar konuşuyoruz. İnsanın söylediği her söz, yani söylenen söz insani bir söz ise bilinçten sonradır. Yani eğer söz, bilinçle birlikte olmazsa, bilinçsiz şekilde söylenirse o sadece laklaktır, söz söylemek değildir. Söz daima bilinçle birliktedir. Sözde anlam olmalıdır, anlamsız söz saçmadır. Sözde bilinç varsa anlamlıdır.

 

Peki bilinç nerededir, şu ağzımızdaki zahiri dilde mi? Yoksa başka bir yerde mi? Bilincin merkezi neresidir? Acaba kalp midir beyin midir diye ihtilaf söz konusudur. Gerçi her ikisi de aslında aynıdır. Kalp dediğimizde kan pompalayan organdan bahsetmiyoruz. Beyin dediğimizde de beyin hücreleri değil kastımız. Gerçi günümüzde beyin hücreleri deniyor ama sonuçta bunların hepsi birer araçtır.

 

İnsan bilincinin mahzeni, insanın nefs-i natıkasıdır. Elbette kalp olmasa insan yaşayamaz, beyin olmasa insan konuşamaz bütün bunların varlığı zorunlu şartlardır. Ancak bilincin mahzeni nefs-i natıkadır. Şimdi mesele şu; dilin gerçekliği, anlamla birlikte var olan sözün hakikati nerededir? Sözün hakikati, insanın sırr-ı süveydâsından (en derin, en gizli merkezi) geliyor.

 

İnsanın da gaybı vardır. İnsanın kendisinin de hem gaybı hem şuhudu vardır. Şu an ben ve siz bir zâhire sahibiz, burada oturmuş konuşuyoruz. Her birimiz gizli bir mekmene, mahzene sahibiz ve söylediğimiz konular oradan geliyor. Elbette orası da başka bir yerle bağlantılıdır. Eğer başka bir yere bağlı olmasa anlam üretemez.

 

Aynülkudât, burada çok acayip bir şey söylüyor, diyor ki “benim dilim dinleyen ve kalbim ise konuşandı.” Peki bu ne demek? Yani dilin hakikati, anlamdan kaynaklanıyor. Yani söz ancak anlamlı olduğu zaman sözdür. Bu, şu anda Batı dünyasındaki analitik felsefede de “acaba anlam nerededir?” diye söz konusu edilmektedir. Analitik felsefeciler dil bir oyundur diyorlar. Diyorlar ki kelimelerin hareketi, yer değiştirmesi, bir dil oyunudur ve anlam kazanıyor. Hâlbuki Aynülkudât “Benim dilim dinleyiciydi” diyor. Yani bir mahzen var ve anlam oradan geliyor. Anlam mevcuttur, ama o anlam kendine uygun kelimesini buluyor.

 

Acaba kelime mi anlam istikametine gidiyor, yoksa anlam mı iniyor ve uygun kelimeyi kendisiyle birlikte getiriyor? Bir başka deyişle acaba mesela kelimeler birer kaptır da ben anlamı o kabın içine mi döküyorum? Yoksa anlam bir kaynaktan akıyor ve benim dilime gelip kendine uygun kelimeyi mi bulup getiriyor?

 

İşte Aynülkudât, beşinci yüzyılda “o sırada benim dilim dinleyendi” diyor. İşte bu bir sırdır. Bu söz manevi bir sözdür, bu söz bir arif sözüdür. Bu sözün harflerinin ve tamlamalarının, her cümlesinin ve hatta her harfinin bile belirli bir anlamı var. İşte bu nedenle hiçbir şekilde değiştirilemez.

 

İşte bu anlamlı söz, benim felsefî bir kitap olarak tanımladığım Zübdetü'l-Hakâik'te istidlal-delillendirme şekli kazanmıştır. Yani bir mantık kitabında olduğu gibi “sugra”, “kübra” ve “netice” bulunmaktadır. Yani tamamen aklî uslamlamaya dayalıdır.

 

Laricani: Hz. Mevlana da şöyle diyor:

 

İn suhen o avaz ez endişe khast

To ne dani bahr-é endişe kocast.

 

Bu söz ve kelâm, düşünceden doğdu

Sen bilmezsin o düşünce denizi nerededir?

 

Üstat Dinani: Evet o bir denizdir, o bir denizden kaynaklanıyor. O maneviyat denizinden bir dalga vuruyor. O dalga insanın bâtınında kırılıyor ve uygun kelimelerle insanın dilinden akıyor.

 

Laricani: Evet biz bu konuyu sizin Baba Tahir'le ilgili programda değindiğiniz delilü'l-marife konusunu ele aldığımızda daha geniş bir şekilde işleyeceğiz. Üstat şimdi izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

 ***

 

Evet üstat, Aynülkudât'a göre işaret ilmi meselesini konuşuyorduk. O, “benim dilim dinleyici, kalbim ise konuşandır” demişti ve siz de bu ilmin kaynağının insanın süveydâsının sırrından gelen anlam denizi olduğunu belirtmiştiniz. Bu gerçekten de güzel bir ifade oldu.

 

Aynülkudât, yine aynı konuda devam ediyor ve Temhidât kitabıyla ilgili olarak “Benim bu kitabım da aynı şekildedir. Bu da benden değildir” diyor.

 

Daha sonra kendisinin Şeyh Ebu Ali Amuli ile olan bir hatırasını şöyle naklediyor: Receb ayının dokuzunda Cuma gecesi benim yanıma geldi. “Ben Hz. Peygamber'i (s.a.a.) rüyamda gördüm. Hz. Peygamber sana ‘Bu kitabı bana göster' dedi. Sen kitabı O'na gösterdin. Hz. Peygamber kitabı aldı ve sana ‘Bu kitabı benim omzuma bırak' dedi, sen de omzuna bıraktın. Bunun üzerine Peygamber ‘Ey Aynülkudât, bundan daha fazla sırrı sahraya bırakma!' buyurdu.” Ben de kabul ettim ve bu kitabı yazmayı bıraktım.

 

Yani diyor ki Temhidât kitabının başlangıcı da sonu da benim tarafımdan yazılmadı. Bu çok büyük bir iddia! Muhyiddin Arabi'nin sözlerine ne kadar da benziyor!

 

Üstat Dinani: Hayır o buna benziyor çünkü Aynülkudât daha öncedir. Ben İbn Arabi'nin Temhidât kitabını kesinlikle okuduğunu düşünüyorum. İbn Arabi muhtemelen Farsça bilmiyordu ama Temhidât kitabındaki düşünceler bir şekilde İbn Arabi'nin kulağına gitmiş olmalıdır. Zira İbn Arabi İranlıların düşüncesinden çok etkilenmişti. Evet, İran'da bulunmadığı doğrudur, kendisi Endülüslüydü. Bir müddet Mekke'de ve Medine'de kaldı. Ancak İranlı ariflerin düşünceleri onun kulağına gelmişti.

 

Nitekim İbn Arabi'nin rüyasında gördüğü o müjde yani, rüyasında Hz. Peygamber'i görmesi ve Füsusü'l-Hikem kitabını ona vermesi ve bu kitabı insanlara oku demesi aynen buna benziyor.

 

O buna mübeşşire (müjdeci) diyor. Mübeşşire ne tam uyku ne de uyanıklık halidir. Bir mükâşefe hali veya mükâşefe benzeri bir haldir. Ancak o, bu mübeşşireden sonra kitabı sonlandırmıyor. Hz. Peygamber kitabı bana verdi ve bunu insanlara okumamı istedi diyor. Füsusü'l-Hikem kitabı da “fas”lardan oluşuyor. Âdem fassından başlıyor ve Hz. Muhammed'e (s.a.a.) kadar geliyor.

 

Bu aynen sizin değindiğiniz gibi Aynülkudât'tan alınmış olmasa da onunkine benzer bir durumdur veya İbn Arabi ondan etkilenmiştir.

 

Fakat burada sizin de işaret ettiğiniz gibi kitabın hem başının hem de sonunun kendisi tarafından yazılmadığını söylüyor. Kitabın ismi “Temhid” olarak konması da muhtevasıyla çok ilgilidir. Diyor ki Hz. Peygamberin yönlendirmesiyle başladım, daha sonra O “Artık daha fazla sırrı ifşa etme!” buyurdu. Demek istiyor ki kendisine izin verilseydi başka sırları da açıklayacaktı. Kitabın adı olan “Temhidât”taki temhid kelimesi bir şeyin mukaddimesi, girişi demektir. Yani bir başka aşama için insanları hazır hale getiriyor.

 

“Ben daha fazla sırrı açıklamamakla, bundan daha fazlasını söylememekle görevlendirildim” demesi de aslında bir “temhid”dir. Kitabın adının “Temhidât” olarak konmasını da İbn Arabi'nin “mübeşşire”si gibi görebiliriz.

 

Laricani: Ben şimdi onun kendi cümlelerinden okumak istiyorum. Bu ifadeyle Temhidât kitabını bitiriyor: “İnsanlık zahmete düşmesin. Ben sana söylenebilecek olanları söyleyeyim. Harfler âleminde bundan daha fazlası ifade edilemez.”

 

Üstat Dinani: Yani kelimelerin kapasitesi sınırlıdır. Harflerin, sözlerin nihayet bir kapasitesi vardır. Elbette harflerin, sözlerin kapasitesi az değildir. Birçok konular söylenmiştir, söyleniyor ve söylenebilir. Ancak varlığın tüm hakikatinin ibarelerle ifade edilmesi biraz zordur. İşte o yüzden insanlık zahmete düşmesin deniyor. Fena makamı sözle nasıl ifade edilebilir?

 

Tabii burada ariflerin bahsettiği fena makamının nasıl bir şey olduğuna girecek değiliz; ama bir salikin tecrübe ettiği fena makamı nasıl ifade edilebilir? Bu, ifadenin kabına sığabilecek bir şey değildir. Elbette ibarelerle, cümlelerle ifade edilen şeyler de bence hiç de az değildir. İnsanlığa yol gösterecek, insanlığı mutluluğa götürecek hakikatler cümlelerle ifade edilmeye müsaittir.

 

Eğer böyle olmasaydı risâlet tamamlanamazdı. Peygamberlerin risâleti (misyonu) tamamlanmıştır. Özellikle de Hatemü'l-Enbiya'nın mükemmel risâletiyle artık bu iş tamamlanmıştır. Yani insanlığın saadetinde ve insanın kemâle ulaşmasında etkili olabilecek olan şeyler olabileceği kadar ibarelerde hazırdır. Mesela Kur'an-ı Kerim bizim elimizde olan bir ibaredir. Ancak varlığın tüm hakikati ibarelerle ifade edilebilir mi, ibarelere sığar mı? diye sorduğumuzda Aynülkudât buna hayır diyor.

 

Tabii ki herkesin de bir payı vardır. Peygamberlerin ifade ettikleri başka bir şeydir ve Aynülkudât gibi bir arifin ifade ettiklerinin belirli bir haddi vardır. Yani Aynülkudât, ifade edebileceği haddeki şeyleri Temhidât kitabında söylemiştir. Bundan daha fazlasını zaten söyleyemezdi.

 

Laricani: İşaret ilminin tarifi bahsini kapatmak açısından işaret ilmini, söyleyen ile muhatap arasında harf, ses ve sözden daha öte bir şey olarak tanımlayabilir miyiz?

 

Üstat Dinani: Sizinle daha önce “ibarât, işarât, letâif ve hakâik” konusuyla ilgili bir hadisi okumuştuk. Mana âleminde işaret, ibareden biraz daha üstündür. Zâhir âleminde de bu böyledir. Yapılan bir işareti açıklayabilmek için bazen bir kitap yazmak gerekir. Tabii ki bu durum işaretin neye olduğuna, işareti kimin yaptığına ve alanın kim olduğuna bağlıdır.

 

Bazen bir işarette o kadar çok  anlam olur ki o işareti tefsir etmek için bir kitap yazmanız gerekir. Bir gün ben çağdaş hekimlerimizden İkbal-i Lahori'nin bir şiirini okumuştum. Bir gazelin bir beytiydi ama gerçekten çok önemliydi. Orada “Sözün bizatihi kendisinin hicap olduğu (anlaşılmanın önünde engel olduğu) yerde içimden geçenleri işaretle anlatabiliyorum” diyordu.

 

Bazen hatta tek bir bakışın anlamı için ayrı bir kitap bile yazılabilir. Ancak bu o bakışın kime ait olduğuna ve o bakışı görenin veya mesajını alanın kim olduğuna bağlıdır. Bizler de bazen söz yerine işarete başvururuz. Manevi işaret ise zahiri işaretten çok daha farklıdır.

 

İşaret mana âlemindedir. Bazen bir şahsın nefesi, bakışı, bazen oturuş tarzı ve hareketi birçok anlamlar taşıyabilir. Çok bilinen bir şiirde şöyle geçer: Bir şahıs damın üstünden halısını silkeliyor. Yani çok basit ve sıradan bir iş yapıyor, halının tozunu almak istiyor. Onu gören bir arif ise kendinden geçiyor ve bayılıyor.

 

Bir halının silkelenmesi son derece basit sıradan bir şeydir ama arif onu görünce ne idrak ediyor da kendinden geçip bayılıyor? Arif, o basit, sıradan işarette “Biz de kalbimizin tozunu, kirini silkelemeliyiz” anlamını görüyor. Bizim şairlerimizden biri şöyle diyor:

 

To mu mibini vu Mecnun piçiş-é mu

To ebru, u işaretha-yé ebru.

 

Sen saçı görüyorsun, Mecnun saçın kıvrımını görüyor

Sen kaşı görüyorsun, o kaşın işaretlerini.

 

Evet kaş kaştır ama onun işaretlerinin anlamını ancak yüreği yanan âşıklar bilir. Saç saçtır ama o saçın kıvrımlarının anlamını ancak âşık bilir. Evet, konu ne kadar manevileşirse irfan ve marifet ehli açısından o kadar işaret anlamı taşır. Marifet erbabının işaretleri bu bakımdan çok anlamlıdır. Marifet erbabı bazen bir bakıştan hareketle sözlerini söylerler. İşaret ehli olan biri bir oturma tarzından, bir yürüyüş tarzından çok sayıda anlam çıkarır. Tabii bunu yapabilmek için insanın işaret ehli olması ve işaretleri kullanabilmesi gerekir. Buna ehliyeti olan insan için işaret dili çok geniştir. Kısaca işaret dilinin kapasitesi, ibaret (lafız) dilinin kapasitesinden çok daha fazladır.

 

Laricani: O halde gönül dilinin işaret dili olduğunu söyleyebiliriz.

 

Üstat Dinani: Hatırlarsanız daha önce değinmiştik. Hz. Hatemü'l-Enbiya, miraç gecesi her gittiği menzil ve makama dair sözler söyledi. Orada hangi dille konuştu? “Fe kane kabe kavseyni ev edna.” (İki yayın arası kadar hatta daha da yakın.) (Necm / 9) Yani o “ev edna” (hatta daha da yakın) makamında hangi dille konuştu? Bu bizim konuştuğumuz, yazdığımız sözlerle mi? O, oraya uygun bir dile sahipti.

 

“İki yarım daireden daha yakın.” Peki “edna”, daha yakın derken, nereye daha yakın? Kendisine, yani Hz. Peygamber kendisine daha yakındı. İşte işaret budur. İrfani konuların hemen hepsinde işaret vardır, yeter ki kişi işaret ehli olsun.

 

Laricani: Keşke irfan o işaret dilinde kalsaydı!

 

Üstat Dinani: Evet kaldı, eğer insan işaret ehliyse sizin isteğiniz gerçekleşmiştir Sayın Laricani! İrfan işaret dilinde kaldı ve kalmaya da devam edecek, yeter ki insanlar işareti anlayabilsinler.

 

Laricani: Maalesef bizler daha çok ibare ehliyiz üstat. Bu açıdan evliyanın nefesi de işaret ve beşaret yükü taşıyor olabilir.

 

Vay an zéndeyi ké ba morde nişest

Morde geşt o zendegi ez vey becest.

 

Yazıklar olsun o canlı olana ki ölüyle oturdu

Ölüye döndü ve hayat ondan kurtuldu.

 

Yani evliyanın nefesi hayat veriyor.

 

Üstat Dinani: Ölülerle düşüp kalkmak ölüm getirir; aynı şekilde canlılarla düşüp kalkmak da hayat getirir. Evliyanın nefesi hayat bahşeder. Zaten hayat da budur.

 

Laricani: Pekâlâ üstat, Aynülkudât, işaretten ve beşaretten çokça bahsediyor. Ancak biz burada özet olarak ele almak durumundayız. Allah izin verirse bu bahse daha sonra da devam ederiz.

 

Üstat bir diğer konu daha var. Gerçi belki bu programda ona fazla değinemeyiz ama en azından söz konusu etmiş olayım. Ayrıca bu konuyu incelediğim zaman benim aklıma da bir soru olarak takıldı.

 

Bildiğiniz gibi hekimler, filozoflar Hâlik (Yaratıcı) ve halk ilişkisi konusunda “vacibu'l-vücud” ve “mümkinü'l-vücud” kavramlarını kullandılar. Kelâmcılar bu konuda “hadis” ve “kadim” kavramlarını esas aldılar. Ancak Aynu'l Kudat ilginç bir şey söylüyor. “Bé çehre-yé cem'al-é rububiyet, hal-é ubudiyet” (Rububiyetin çehresine ubudiyet beni) ifadesini kullanıyor. Bu çok esrarlı ve muammalı bir ifade ve aynı zamanda da çok gönül alıcı.

 

Yani insanın yolunu, salik olan her halis kulu ve sevgiliye susamış olanı çok sadeleştiriyor ve o, ubudiyeti (kulluğu) rububiyetin (Rabliğin) yüzündeki ben olarak anlıyor.

 

Üstat Dinani: Eğer vaktimiz varsa bu konudan biraz bahsedebiliriz.

 

Laricani: Şimdilik sadece ubudiyet ve rububiyetin tarifini yapalım daha sonra inşallah daha ayrıntılı olarak devam ederiz. Şimdilik sadece ubudiyetin rububiyetin beni olması meselesine değinelim.

 

Üstat Dinani: Bu söz, Aynülkudât'ın incisidir. Kelamcıların “kadim”, “hadis” yahut “mahlûk” ile “Hâlik” ilişkisine dair uzun bahisleri; felsefecilerin dilindeki “vacibu'l-vücud” ile “mümkinü'l-vücud” ilişkisi vs. bütün bunları Aynülkudât birbirine katıp âşıkane ve arifane ama aynı zamanda da hikmet ve akıl dolu bir ifadeyle “ubudiyet, rububiyetin benidir” diye özetlemiştir. Bu bakımdan şimdi Aynülkudât'ın “ben”den maksadının ne olduğunu açıklamamız gerekir.      

 

Laricani: Diyor ki: Rububiyet olmaksızın ubudiyet noksandır ve ubudiyet olmaksızın rububiyet ise muhaldir. Bu biraz acayip değil mi?  

 

Üstat Dinani: Tabii ki aynen öyledir. Ubudiyetsiz rububiyet anlamsızdır. Rububiyetsiz ubudiyet ise mutlak noksandır. Bu birbirinden ayrılmaz bir ilişkidir. Abd (kul) ile rab arasındaki, mütecelli ile tecelli arasındaki ilişkidir, vahdet ile kesret arasındaki ilişkidir. “Hal”, yani “yüzdeki ben” vahdetin sembolüdür.

 

Âşıkane bir dille anlatacak olursak “cemâl” güzelliktir. Güzel bir yüzde bir ben bulunursa, dudağın altında bir ben olursa o güzellik daha da artar. Bir arif veya bir âşık eğer “ben”den bahsediyorsa o dil âşıkane bir dildir. Güzelliğe tutkunun dilidir. Buna göre eğer bir cemâlde bir ben bulunursa o güzellik artar.

       

Peki “ben” nedir? “Ben”, siyah bir noktadır. Yani güzel bir yüzde bir siyah noktadır. Peki nokta nedir? Matematiğe birazcık aşina olan biri noktanın ne demek olduğunu bilir. Nokta, öyle bir şeydir ki ne uzunluğu ne genişliği ne de yüksekliği vardır. Bu âlem bir boyutlar âlemidir. Yaşadığımız âlem boyutlar (ebat) âlemidir. Peki, boyutlar nedir? Uzunluk, genişlik ve yükseklik… Tüm cisimler üç boyutludur. Yani en azından iki boyut kesinlikle vardır ancak her cisim üç boyutludur.

 

Boyutlar bölünebilir. Uzunluk bölünebilir, genişlik, yükseklik bölünebilir. Cisim üç boyutludur ve her boyutuyla bölünebilir. Bir cismin yüzeyi o cismin sonudur. Örneğin bu masanın yüzeyi onun sonudur; çünkü yüzeyinden daha yüksek değildir. Cisim kendi yüzeyinde son bulur. Peki yüzey nerede tamamlanır? Yüzey çizgide tamamlanır, çizgi ise noktada sona erer. Cisim yüzeyde, yüzey çizgide, çizgi ise noktada son bulur. O halde nokta tüm boyutların sonudur.

 

Nokta bir yönüyle tüm boyutların sonudur, ama bir yönüyle de tüm boyutların başlangıcıdır. Siz eğer bir şekil çizmek isterseniz, mesela bir pergelle bir daire çizeceğiniz zaman pergelin ucu bir noktada duruyor, döndürülerek bir daire çiziliyor. Her cisim boyutludur, boyutsuz cisim yoktur. Her boyut ve her cisim ise bir noktadan başlar.

 

Her şeyin bitişi nokta olduğu gibi her şeyin başlangıcı da noktadır. Âlemdeki her hareket de bir noktadan başlar. Dünyanın boyutlarının sonu da yine noktadır. Bu noktadaki özellik de nedir böyle? Hem başlangıç hem de sondur. Peki, bir şey hem başlangıç hem de bitiş olabilir mi? Bu başlangıç ve bitiş iki itibari şeydir ama noktanın hakikati bu iki şeyden başkası değildir.

 

Nokta ne uzunluğa ne genişlik ve yüksekliğe ne de boyuta sahiptir! Fakat her uzunluk, her genişlik ve her yükseklik bir noktadan başlar, bir noktayla sona erer. İşte bu noktanın özelliğidir. Başka bir bakış açısıyla bakarsanız bu, vahdet ve kesretin irtibatının sırrıdır.

   

Yani tüm boyutlu kesretleri biz bir noktada vahdete ulaştırıyoruz. Orada her şey bir oluyor. Ve bu kez tekrar bir noktayla kesret (çokluk) başlıyor. Kesret noktayla başlıyor ve kesret noktayla sona eriyor. Vahdet ve kesretin irtibatının sırrı noktadır. Eğer siz kesretle vahdeti ilişkilendirebilirseniz Yaratıcı ile yaratılanı da ilişkilendirebilirsiniz. Hadis ile kadimi ilişkilendirebilirsiniz “mümkinü'l-vücud”u “vacibu'l-vücud”la ilişkilendirebilirsiniz.

 

Kelâmcılar Hâlik ile mahlûktan, filozoflar vacibu'l-vücud ile mümkinü'l-vücuddan ve genel olarak da hepsi “kadim” ve “hadis”ten söz ederken Aynülkudât bunu “cemâlin beni” suretinde hem âşıkane ve ârifane hem zarifçe ve hem de hekimâne bir şekilde ifade etmiştir.

 

Laricani: İrfan ve marifet sahasının rindi olan Hâfız da iki yay ve iki dudaktan bahsediyor. Yani insan âlim de filozof da olsa eğer iki dudağı birbiriyle irtibatta olmazsa sözünü söyleyemez diyor. Yani o, çizgiyi dudak olarak görüyor. Yani her şey dudakta bitiyor.

 

İlac-ı zaaf-ı dil-i ma be leb hevalet kon

Ké in muferrec-é yakut der hezane-yé tust.

 

Bizim kalp zayıflığımızın ilacını dudağa havale et

Ki o mutluluk veren yakut senin hazinendedir.

 

Yani o ben eğer dudakta olursa güzellik çok daha fazla olur.

 

Üstat Dinani: Burada Hâfız'ın şiirinden istifade ederek değinilmesi gereken bir husus var. O, dudak benzetmesi yapıyor. Çünkü dudak olmadan telaffuz mümkün değildir. Ancak iki dudağın birleşmesiyle telaffuz edilen harf de “B” harfidir. Çünkü B'yi iki dudağınızı kapatarak telaffuz edebilirsiniz. Mesela “L”yi dil ve dişle veya “H”yi gırtlağınızla telaffuz edersiniz. B'yi ise ancak dudaklarınızı kapatıp bir çizgi oluşturursanız telaffuz edersiniz ve “B”nin altında ise bir nokta vardır.

 

Laricani: O nokta da Bismillah'taki Ali'nin (a.s.) noktasıdır. Evet üstat, konu çok iyi bir yere geldi. Ancak süremiz de burada bitti.

 

Faş mi guyem o ez gofte-yé hod dilşadem

Bende-yé aşkem o ez her do cehan azadem.

Nist ber lovh-é dilem coz elif-é kamet-é yar

Çé konem herf-é diğer yad ne dad ustadem.

 

İfşa ediyorum kendi sözümle mutluyum

Aşkın kölesiyim ve her iki dünyadan özgürüm.

Gönlümün levhasında sevgilinin elif endamından başkası yok

Ne yapayım ki başka bir söz öğretmedi üstadım.

 

Bir diğer programda görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

  

 

https://www.youtube.com/watch?v=a6TbXvKEO5M&list=UUBQUgbqL7ZXLUpMIKqJJRnQ&index=6