İbrahimi Dinani: Aşkın Yüzü (2)

İbrahimi Dinani: Aşkın Yüzü (2)
Ben çok yaygın olan bir görüşün aksini söyleyeceğim, bunu diyeyim. Ben her aşkı hakiki görüyorum, ben mecazi aşk diye bir şey kabul etmiyorum. Kişi gerçekten âşık olmuşsa onun zahiri aşkı da bence hakiki aşktır.

 

İsmail Mansuri Laricani: Selam sevgili izleyiciler, Şehitlerin Efendisi İmam Hüseyin ile vefalı dostlarının şehadetleri münasebetiyle Sayın Üstat İbrahimi Dinani ile birlikte bir kez daha taziyelerimizi arz ediyoruz. Programımızı takip ediyorsanız bildiğiniz gibi aşkın tarifi ve onun Allah ile olan ilişkisi açıklandı. Kur'an-ı Kerim'deki emanet ayetine dayanarak aşkın görevi de ortaya kondu. Aşkın asıl görevi, tüm âlemi Allah'a âşık kılmak, ona ilahi bir renk bahşetmek ve onları Allah'a davet etmektir. Bu görev de İnsan-ı Kâmil'de tecelli etmektedir ki On Dört Masum (a.s.) da bu ağır görevi varlık âleminde üstlenmiştir.

 

 

Üstat, genelde aşk denince aşkın hiçbir kurala tabi olmadığı, kurala ve disipline bağlı olanın akıl olduğu söylenir. Aşk; ölçüsüzlük, taşkınlık ve benzeri şeylerle suçlanır. Ancak biz sorumlu, gerçek bir aşktan ve bu âleme ağır bir vazifeyi yerine getirmek için ayak basmış olan bir aşktan söz etmek istiyoruz üstat.

 

Aşk denince bir neyin, bir müzik aletinin sesi yahut ortamı biraz canlandırmak için yapılan işler akla geliyor. Dolayısıyla aslında günümüzde aşka biraz küstahlık ediliyor, aşkın saygınlığı korunmuyor. Tabii bu sadece günümüz için geçerli değildir; aşk, uzun zamandır bu musibete uğramıştır.

 

Bu programda sorumluluk sahibi, dertli, ezeli görevle bu varlık âlemine gelmiş olan aşktan söz etmek istiyoruz.

 

Sizden öncelikle sorumluluk sahibi aşkı tarif etmenizi rica ediyorum, ben daha sonra diğer sorularıma geçeceğim.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim, eğer izin verirseniz bu konuya giriş olarak -söylediklerinizi teyit etmekle birlikte- buyurduğunuz cümleyi biraz tersyüz edeyim. Siz sorumluluk sahibi ve sorumlu olarak bu âleme gelmiş bir aşk arıyorsunuz. Ben ise bu âleme bir şeyler yapmak için gelmiş bir aşk tanımıyorum. Tam tersine âlem, aşkın peşinden gelmiştir. Önce âlem yoktu ki aşk ona gelsin. Aslında durum tam tersinedir.

 

Zatıâlinizin ifadesine göre bir âlem var ve aşk bir şeyler yapmak için ona geliyor. Ancak tam aksine âlem, aşkın bir ışığıdır. Önce aşk vardır, âlem ise onun ışığı olarak vardır. Yoksa âlem var da aşk bir şeyleri yerine getirmek için oraya gelmiş değildir. Zaten önceki programda da âlemin aşkın bir ışığı olduğunu anlatmaya çalıştık. Böyle bakarsak, sizin söylediğiniz gibi aşkın ölçüsü, kuralı hesabı kitabı yoktur şeklinde bir anlam çıkmaz.

 

Her hesap kitap, her dikkat, zerafet ve güzellik aşktan doğar. Aşk yoksa hiçbir şey yoktur. Aşk olmazsa âlem yoktur. Dolayısıyla aşk ilk ışıktır, ilk tecellidir, biz “fe-ahbabtu uref”ten bahsettik. Âlem aşkın zuhuru ve onun ışığıdır. Bu sebeple de son derece hesaplı kitaplıdır, son derece güçlü ve sağlamdır, aşk bir çekiştir, güzelliğin ışığıdır. Hangi güzellik peki? Ezel güzelliği, sonsuz ve her gün artan bir tecellinin güzelliği.

 

Aşk cemâlin zuhurudur. Hak Teâlâ'nın tecellisidir. Aşka buradan başlarsak o zaman her şeyin aşkın ışığı olduğunu görürüz. Fakat sizin “aşk yanlış anlaşılıyor” diye buyurarak yaptığınız şikâyet de yerindedir. Evet aşk bir şimşek gibi çakıyor ve her varlık az ya da çok ondan yararlanıyor.

 

Bu âlem bir cezb (çekim) âlemidir. Artık âlemdeki genel çekim bilindiği için anlatması daha kolay, bir zamanlar bu çekim bilinmiyordu ve o dönemde bazı şeyleri anlamak zordu. Ancak şimdi bilim adamları sayesinde artık bu mesele herkesçe bilinen bir şeydir. Bu dünyada ve tüm âlemde bir çekim vardır. Âlem bir cezb ve çekimdir. Bu çekim tüm kâinatta mevcuttur ve geçerlidir. İşte bu aşkın zuhurudur.

 

Bu âlem bir kesret âlemidir. Bu âlemde cansız vardır, bitki, hayvan, felek, melek vardır, heyula ve suret vardır vs. Aşk da her varlıkta kendi kapasitesi ölçüsünde mevcuttur. Her varlıkta bir çekim vardır. Her varlık kendi kemâli yönünde seyreder, o kemâle ulaşınca da durur. Yalnızca insandır ki belirli bir yerde durmaz.

 

Her varlığın çekiminin belirli bir haddi vardır. Çekimi, seyri bir yerde biter. İnsanın ise bitmeyen bir seyri vardır. İnsan varlık âleminin fihristidir. İnsan bir varlıktır; ama tüm varlıklar onda bulunur. İnsan bir fert olarak bir organizmadır ama bu organizma ve hacim olarak da küçük olan bu fert, varlık âleminin fihristidir.

 

Örneğin Şahnâme gibi büyük kitaplara bakarsanız bir fihrist görürsünüz. Kitabın tamamının özü işte o iki üç sayfalık fihrist bölümündedir. İnsan varlık âleminin fihristidir. Sadece cansız, bitki veya hayvan âleminin değil, bütün bir mülk ve melekût âleminin fihristidir. Bizim tanımak istediğimiz insan budur. İnsanda deri, et ve kemikler olmakla birlikte, insan sadece deriden, etten ve kemiklerden ibaret değildir.

 

İnsan mülkten melekûta, göklerden yerlere kadar tüm varlık âleminin fihristidir. Bunların hepsinin insanda örneği vardır. İşte bu sebeple de bunlarla ilişkisi ve yakınlığı vardır, işte bu sebeple onları anlayabiliyor. Eğer onlarla türdeşliği-akrabalığı-ilişkisi (sınhiyet) olmasaydı onların hiçbirini anlayamazdı. İnsan işte bu sebeple âlemi anlayabiliyor. Cansızı, bitkiyi, hayvanı, insanın kendisini, meleği, feleği vs. hepsini anlıyor. Anlıyor çünkü onlarla türdeşliği vardır; çünkü onlardan kendisinde örnekler vardır. Eğer o örneklerden kendisinde olmasaydı onları anlayamazdı.

 

İnsan bu âlemin fihristidir ve bu âlemde binlerce varlık bulunuyor, binlerce kuvvet bulunuyor ve bu varlık âleminde çok çeşitli ve farklı farklı kuvvetler bulunuyor olmakla birlikte insanın kendisinde de çok çeşitli kuvvetler mevcuttur. Envai çeşit şehvetleri, farklı istekleri vardır. İnsanın sahip olduğu bu çeşitli istekler sadece maddi şeylerden ibaret değildir. Çok fazla olmasına rağmen gördükleri veya duydukları, aslında çok azdır. İçinden istedikleri bunlardan çok daha fazladır. Fakat içinde o çekim ve kemâl bulunmaktadır.

 

İçindeki talebin ve arayışın çok yüce olduğu bilincine ulaşırsa işte o zaman aldanmaz. Allah korusun o bilinçte küçük bir kusur olursa -aşkın müridi olmakla birlikte marifete dayanıyoruz-, o marifette bir aksama olursa her gönül bağladığı şeyde kalır. Her insan bir şeye sevgi duyar. Kimi insanlar mala veya paraya âşıktır. Rakam ne kadar artarsa aşkı da o kadar artıyor. Kimi insan bir maddeye, kimisi bitkiye, hayvana veya bir insana âşıktır.

 

Bunun bir sakıncası yok, insan her şeye âşık olur. Sonuçta Mecnun, Leyla'ya âşık olmuştur. Bu bir gerçekliktir, kimileri buna mecazi aşk diyor, bence yanlış yapıyorlar, mecazi falan değil. Mecnun'un Leyla'ya aşkı hakikidir, mecazi değildir. Ulaşılması gereken asli yüce hedefi kaybetmiştir. O sonsuz yüce hakikati, bunda görüyor ve bu hadden daha yukarı çıkamıyor. Artık tüm âlem onun için Leyla oluyor. Fakat Leyla onun gitmesi gereken o yüce makamdan çok küçük bir şeydir.

 

Ferhat ile Şirin veya her âşığın sevgilisine olan aşkı… Bunlar kötü şeyler değil, tam tersine bunlar kendilerindeki aşk istidadını gösterir; çünkü onlar aşklarında sadıktı. Mecnun, Leyla'ya olan aşkında sadıktı. Ferhat, Şirin'e olan aşkında sadıktı. Aksaklık nerede? Aksaklık aşkta değil, Ferhat Şirin'i aşkla seviyor, ona aşk besliyor. Mecnun Leyla'yı aşkla seviyor. Bu âlemde dün de bugün de yarın da tüm âşıklar sevgililerini aşkla seviyor ve onlara sadık bir aşk besliyorlar. Peki aksaklık nerede? Aksaklık marifet (bilgi-tanıma) eksikliğindedir. Yani asli maksat ve Ezeli Sevgili, bir başkasıyla karıştırılıyor, bir başkasına indirgeniyor. Yani bir alan bulup da onun sınırını aşamayınca orada kalıyor.

 

İzin verirseniz ben burada Mevlana'nın bir şiirini okumak istiyorum, çünkü bu büyük arif konuyu çok güzel tasvir ediyor. Bir âşığı tasvir ediyor. Leyla'ya âşık olan Mecnun veya Şirin'e âşık olan Ferhat gibi bir âşık. Bu âşığın ömrü boyunca gönlü yaralıymış, sevgilisine kavuşmak için çöllerde dolaşmış, kavuşmuş ama o içindeki ateş bitmemiş.

 

Şimdi burada önce bizim çağdaş şairlerimizden birinin şiirini okuyayım, sonra Mevlana'nın şiirine geçeyim. Şiirini okuyacağım şiir, merhum Şehriyar'a aittir. Şehriyar bu şiiri sevgilisine, bildiğiniz anlamda dünyadaki sevgilisine söylemiş. İzin verirseniz şimdi bu şiiri okuyayım. O sevgilisine hitaben diyor ki:

 

Der vesl hem z'eşk-é ey gol der ateşem

Âşık nemi şevi ki be bini çé mi keşem

 

Ey gül, kavuşmuş olsam da senin aşkınla ateşteyim

Sen âşık olmuyorsun ki benim ne çektiğimi göresin

 

Şimdi kavuşmuş olduğu halde bu ateş neyin nesidir? Şehriyar kendi kendine kavuştuğun halde, sevgilin yanı başında olduğu halde niye hala ateştesin diye soruyor? Ne istiyorsun, kimi istiyorsun? Kendisi de ne istediğini bilmiyor. İnsanın elde etmiş olduğu bir şeyi elde etmesi imkânsız olduğuna göre peki o ne istiyor?

 

Mevlana işte buna cevap veriyor. İşte ben burada Mevlana'nın şiirini okuyayım. Fakat Mevlana bu şiirinde sevgiliye kavuştuğunu ve sevgilinin yanında olduğunu söylemiyor. Diyor ki farz edin sevgili öldü. Siz bu ölüyü ne yapacaksınız? Onu evinizde saklayamazsınız, mecburen onu defnedeceksiniz. Ama kabre koymaya da yanaşmıyor, sonuçta sevgilisinin ölümünden dolayı üzülüyor. Fakat bir an gözlerine bakıyor ki artık eskisi gibi değil. İşte Mevlana burada şiir şeklinde âşığa soruyor, diyor ki:

 

Sureteş bercast in siri z'çist?

Aşıka vacu ki maşuk-é to kist

 

Yüzü (sureti) yerli yerinde peki bu doygunluk nedendir?

Ey âşık yeniden ara ki senin sevgilin kimdir?

 

Evet, kaşı aynı kaş, gözü aynı göz, burnu aynı burun, yani daha önce her nasılsa aynı, hiçbir şeyi eksilmemiş. Ey âşık, kalk yeniden bak bakalım senin sevgilin kim diyerek ona uyarıda bulunuyor: Şunu bil ki evet sen onu seviyor olabilirsin, evet sevdin ama o senin asıl istediğinin bir mazharıydı. Sen o asıl istediğini, bu mazharda arıyor idiysen buraya kadar sorun yok; ama burada durduysan, burada bittiyse o zaman senin işin var demektir. Aslında sen başka bir şey istiyordun, ama onu bunda arıyordun. Suretin (yüzün) manasında yanıldın.

 

İşte bu suretin manasında yanılmak insanda her zaman meydana gelebilir. Suretin manası önemlidir. Evet, mana surette aranabilir buraya kadar bir sorun yok, manayı surette arayabilirsin; ama manayı feda eder ve surette kalırsan işte o zaman işin bitmiştir.

 

Laricani: Yani burada âşık, bilinçsizlik sebebiyle yanlış bir manada kalıyor.

 

Üstat Dinani: Evet bilinçsizlik yüzünden manayı kaybediyor ve onu surete dönüştürüyor. Mana da suret olursa artık her şey kaybediliyor. Mana, mana; suret de suret olmalı. Surette mana arıyorsa evet ama manayı surete feda ediyorsa ve mana elinden gidiyorsa ve her şey surete dönüşüyorsa o zaman işi bitmiştir. Mevlana'nın bu şiirinin anlamı işte budur.

 

Laricani: Evet, başka bir yerde de Mecnun için birçok şart sıralıyor, Leyla'yı tanıma uzmanı olması gerektiğini ve Leyla'nın özelliklerinin ne olduğunu söylüyor. Ben bunu, “güzellik” konusunu ele aldığımız programda gündeme getirmek istiyorum.

 

O halde sizin buyurduklarınızdan şu anlaşılıyor üstat: İnsanın istekleri, arzuları, motivasyonu aşktan doğuyor. Ama yolda bilgisizlik sebebiyle yanlış yere sapılabilir. Yani hakiki sevgili olmayan sevgililere gidebilirler. Kiminin sevgilisi mal, kimininki makam olur, kimininki aldatıcı arzular olur. Bizim İslami ariflerimiz sülûkun başlangıcında “pir” meselesini söz konusu ederler. Bu konuya da inşallah daha ileride değiniriz. İnsanın pirinden, mürşidinden istediği en önemli şey doğru adresleri vermesidir. Suretin tecellisi, marifetullahın tamamlayıcısıdır. “Halakallahu Âdeme ala suretih” (Allah Âdem'i kendi suretinde yarattı) hadisinde kastedilen de belki budur.

 

İnsan-ı Kâmil, aslında ilahi marifetin hakiki suretinin bir tecellisidir. Üstat işte burada gerçek ve gerçek olmayan aşk meselesi ortaya çıkıyor. Ayrıca biz Kur'ân'ın ve Masum İmamların ifadelerinde sadece istemenin sorunu halletmediğinin söylendiğini ve başka şartlar ortaya koyduklarını görüyoruz. Mesela Şeyh Sühreverdi de birçok şart koyuyor. Bunlardan biri de zikir, tevekkül ve riyazettir. Çile çekmek, haramlardan, hatta bazı helallerden bile uzak durmak gibi birçok zorlu şartlar ileri sürüyor. Bütün bunlar insanın o yolu bulmasının zemini yaratıyor ve marifet cevherine ulaşması için ortam oluşturuyor.

 

Şimdi soru şu: Acaba insanın ilk taleplerinde gerçek yolu gösterecek “pir”i bulmasına yardımcı olacak nişaneler var mıdır? Acaba bu amaçla hareket eden biri yanlış yola saparsa onun günahı başkalarına hatta Allah'a da ait olur mu? Biz âşık olmayı ve hayırlı işleri Allah'a isnat ettiğimize göre, acaba yanış işleri de O'na isnat etmek doğru olabilir mi?

 

Üstat Dinani: Hayır, hiç kimsenin günahı bir başkasına ait olamaz. Hiç kimsenin günahını bir başkasına yazmazlar, bunu yapmaları makul de değildir. Ben çok yaygın olan bir görüşün aksini söyleyeceğim, bunu diyeyim. Ben her aşkı hakiki görüyorum, ben mecazi aşk diye bir şey kabul etmiyorum.

 

Kişi gerçekten âşık olmuşsa onun zahiri aşkı da bence hakiki aşktır. Kişi âşıkmış gibi davranıyorsa o ayrı bir mesele, rol yapan biri zaten âşık değildir. Ama aşkın özellikleri onda gerçekten varsa bu aşktır. Ben Leyla ile Mecnun'un aşkını mecazi görmüyorum, bu aşktır. Ferhat ile Şirin'in, Azra ve Vamık'ın ve bunlarınki gibi olan diğerlerin aşkı gerçekten de aşktır. Bunlar darbımesel olmuşlardır ama darbımesel olmayan aşklar da vardır. İnsanın başında her zaman az ya da çok sevda bulunur.

 

Ben asıl meseleyi şurada arıyorum: İnsan bir yoldadır, yani insan sevgilisini surette bulmuştur, ancak iyi bakacak olursa sadece suretten ibaret olmadığını görür. Şiiri biraz önce okudum. Sevgilisine kavuştu fakat hala ateşte, peki daha ne istiyor? Eğer aşk bu ise…

 

Laricani: Zaten soru da bu, onca zahmet çekti, kavuştu ama sahte bir şeye kavuştu, günah işledi.

 

Üstat Dinani: Hayır sahte değil, bu zaten odur! Fakat şunu bilmesi gerekir: Bu, onun istediğinin bir suretidir. İşte mana ile sureti karıştırmak budur. İstediği buydu ama onu elde ettikten sonra az olduğunu görmesi gerekiyor. Eğer istediği o olsaydı, kavuştuktan sonra bitmesi, mutlak saadete ulaşması gerekiyordu; ama huzursuzluğu bitmiyor. O halde bilinç sahibi olursa ki bu bilince ulaşabilir, ya kendi başına ulaşabilir veya sizin dediğiniz gibi kâmil biri onu yönlendirir…

 

Elbette kâmil insanlarla, Allah'ın velileriyle, büyük ariflerle irtibat bunu sağlar, onlar insanlar için yol göstericidir. İsteğinin bunun ötesinde olduğunu fark ederse, o anlamı o surette gördüğünün farkına varır. O suret yalnızca bir suretten ibarettir, yani bir bakıma bir aynadır. İstediğiniz şeye bir aynada bakmanızın bir sakıncası yok. O surette bir mana görürse sorun yok. Ama o sureti o manayla karıştırırsa orada durur. Bu artık mecazi aşk falan değil bir duvardır. Mecazdan daha kötüdür, duvardır. Mecaz en azından hakikatin bir şeklidir, bu ise bir engeldir.    

 

Laricani: Üstat izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

           ***    

      

Üstat, güzel bir bahisti ama benim sorum hala yerinde duruyor: Onun gerçek bir suret olmadığını nereden bilecek? Belki o suret gerçek ama bu anlamıyor. Mesela halife diyor ki şu Mecnun'un deli divane olduğu Leyla'yı getirin bakalım kimmiş? Leyla'yı getiriyorlar, bakıyor ve sıradan biri sayıyor. Bunun üzerine diyor ki:

 

Ez diğer huban to efzun nisti

Diğer güzellerden üstün değilsin.

 

Leyla da bunun üzerine ona:

 

Goft hamuş, çon to Mecnun nisti  

Dedi ki: Kes sesini, çünkü sen Mecnun değilsin.

 

Yani Leyla, Leyla olabilir ama mesele kişinin Mecnun olmasında. Bu önemli bir meseledir. Bunun yolu, çaresi nedir? Bunu sormak istiyorum.

 

Üstat Dinani: Bunun çaresi marifettir. Doğru söylüyorsunuz. Halife Leyla'yı çağırtıp ona, “Senin o kadar da üstün bir yanın yokmuş, Mecnun neyine böyle deli divane olup çöllere düşmüş?” dediğinde Leyla da ona şöyle cevap verdi:

 

Boro Mecnun şo, an geh ay suyem

Ta bini cemâl o reng o buyem.

 

Git Mecnun ol ondan sonra yanıma gel

Ancak o zaman görürsün cemâlimi, rengimi ve kokumu

 

Laricani:

 

Eger der dide-yi Mecnun nişini

Be coz zibayi-i Leyli ne bini.

 

Eğer Mecnun'un gözüyle bakarsan

Leyla'nın güzelliğinden başka bir şey görmezsin.

 

Üstat Dinani: Evet, Mecnun'un gözü, suretteki o güzelliği her halükarda görür. O güzellik, onun Leyla'nın simasında gördüğü bir tecelliydi. Evet, başkaları görmeyebilir, birçokları birçok güzelliği görmeyebilirler. Fakat bir göz o güzelliği görüyor. Buraya kadar söylenecek bir şey yok, bu doğru bir sözdür. Kişi gerçekten âşık olmuş olabilir.

 

Asıl mesele şu: Acaba bu sınırda durmalı mı, yoksa durmamalı mı? Burada mecburen marifet meselesine geliyoruz. Şimdi marifetin nerden nasıl hâsıl olduğu ayrı bir bahistir. Ama şu bilince sahip olursa mesele hallolur: Yani o istediği şey bu suretle özetlenemez, o güzellik bu suretten ibaret değildir; bu, bir güzelliğin yansıtıcısıdır, yani o güzellik bunda görünüyor. Bilinci biraz daha fazla olursa görür ki bu, o sonsuz güzelliği sadece gösteriyor.

 

Yani Leyla'nın yüzü Mecnun'a o kadar güzel görünüyordu ki Mecnun tüm kâinatta ondan daha güzel bir şey olmadığına inanıyordu. Peki ama gerçekten öyle mi? Halbuki şunu bilmemiz gerekiyor ki o sonsuz güzelliğin Leyla şeklindeki tecellisi, sadece bir tecelliden, bir suretten ibarettir, onun bir mazharıdır (Onun güzelliğinin zuhur ettiği yerdir). Onu sevebilir; onu aşabilirse sevmesinde hiçbir sakınca yok. Ancak onda kalır ve onun ötesindekini görmezse sorun var. Sorun, ötesini görmemektir. Eğer öteyi, o mutlak olanı bu surette görebiliyorsa hiç sakıncası yok. Bunda hiçbir sorun yoktur.

 

Zaten mutlak her zaman mukayyette görülür. Bizim mutlak olanı görebilecek gözümüz mü var ki? Bizim ne mutlak olanı anlayacak aklımız ne de onu görecek bir gözümüz var. Gözümüz sadece sureti görebilir. İdrakimiz sadece mukayyet olanı anlayabilir. Aklımız daima mukayyet olanı anlar, bu yüzdendir ki hekimler: “Biz, mahiyetleri idrak ederiz” demişlerdir. Bizim idrakimiz her zaman mahiyetlere yöneliktir. “El-idrak li'l-mahiyyât ve bi'l-mahiyyât”; siz her zaman mahiyeti ve mahiyet vesilesiyle idrak edersiniz. Yani her zaman bir kayıt vardır. Siz mutlağı mefhum (kavram) dışında, bir kayıt olmaksızın idrak edemezsiniz. Mutlaktan idrak ettiğiniz o mefhumu da kendi mukayyeti ile idrak edebilirsiniz.

 

Siz mutlak olanı idrak ettim dediğinizde o mutlak değildir, çünkü idrak ettiğiniz anda o artık mukayyet olur. Fakat şunu bilmemiz gerekir. Mutlak mukayyet olanın penceresinden bize göz kırpar. Bu bir bahanedir, bu mukayyet benim geçiş yolumdur. Elbette ötesine gittiğimiz her yer de mukayyettir doğru; ama bizi her zaman mutlak olana doğru çeker. Daima mutlak olana yönlendirir.

 

Bu bilince ulaşırsak işte kemâl yolu budur; ancak kişi eğer bilinçsiz olur da o sonsuzu görmezse mevcut olanda duraklar kalır. Ötesi görülmezse orada kalınmış olunur ve hüsran gerçekleşir. İnsan bu bilince ulaşırsa kemâl yoluna ulaşmış olur. Zaten kemâl yolu dediğimiz de budur.

 

Laricani: O halde insanın bilince ve fikri buluğa ihtiyacı var.

 

Üstat Dinani: Tabii ki bu bilinç bazen Allah vergisidir, bazen de bir insan-ı kâmil vesilesiyle doğar. İşte bu nedenle yalnız başına yolculuk zordur derler. Hâfız gibi kalender meşrep biri bile “Bu merhaleyi yoldaşsız geçme karanlıktır, sapma tehlikesinden kork!” diyor. Tabii ben bir şahıs belirtmiyorum, bir isim vermiyorum, herhangi bir özellik zikretmiyorum ama insan-ı kâmil her halükarda insanı ya doğrudan ya da ötelerden hidayet eder. Dolayısıyla insan-ı kâmil ile irtibat halinde olmak iyi bir şeydir.

 

Laricani: Bu noktada Kur'ân-ı Kerim de mutlak bir surette “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir.” (Hadid: 20) diye buyuruyor.

  

Mevlana da şöyle diyor:

 

Halk etfalend coz mest-é hoda

Nist baliğ coz rehide ez hevâ.

 

Allah'a mest olanlar dışında halk birer çocuktur

Hevadan kurtulmuş olanlar dışında baliğ olan yoktur.

 

Bir başka yerde de şöyle diyor:

 

Afet-i in der hevâ ve şehvet est

Ver ne inca şerbet ender şerbet est.

 

Bunda afet olan hevâ ve şehvettir

Yoksa burada şerbet içinde şerbet vardır.

 

Bakın, yani şehvet olan aşk ile şerbet olan aşk arasındaki sınır çok belirsizleşti.

 

Üstat Dinani: Ondan hiç kuşku yok. Mutluluğun yolu marifettir, marifet kendini tanımayla başlıyor. Evet, marifet yolunda tabii bir model, bir örnek sahibi olmamız ve marifetin yolunun ne olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Doğal olarak bu yola götüren en iyi kişiler peygamberler ve Allah'ın velileridir. Yani bu yol çok sarp, geçit vermez, derin ve sonsuz bir yol olduğu için bizim kâmil insanların, evliya ve enbiyanın bu yolu nasıl geçtiğini bilmemizde yarar var. Onlar bizim modellerimizdir. Hz. Musa nasıl hareket etti, Hz. İsa ve Hz. Hatemü'l-Enbiya nasıl hareket etti?

 

Onların hem hayatlarını, hem hâl ve sözlerini bilmeliyiz. En iyi söz de Kur'an-ı Kerim'le gelen ilahi sözdür. Kur'an-ı Kerim bizim için en iyi yol göstericidir. Fakat onu doğru bir şekilde anlamalıyız. Sadece lafızlarıyla, cümleleriyle, gramer kurallarıyla yetinmemeliyiz.

 

Biz bazen sadece biçimsel şeylerle yetiniyoruz. Elbette Kur'ân-ı Kerim'in her şeyi güzeldir, lafızlarıyla kelimeleriyle, her şeyiyle… Sonuçta vahiy sözüdür. Fakat bizler bazen sadece şekline, lafzına takılıp kalıyoruz. Bu şekilde kendi yolumuzu kapatmış oluyoruz. Kur'an-ı Kerim'in bâtınları vardır, bâtının içinde bâtını mevcuttur, o bâtının içinde de bâtın vardır vs. Bu bir Ehl-i- Beyt (a.s.) rivayetidir.

 

Bizler lafızlardan başlayarak onun bâtınlarına ulaşmaya çalışmalıyız. “Fihi ibârât, fihi işârât ve letâif…” Kur'ân'ın ibareleri, işaretleri, latiflikleri ve hakikatleri olduğuna dair hadis vardır. Bizim ibarelerden işaretlere ve işaretlerden de inceliklere (letaif) ulaşmamız gerekir. En iyi model sizin de buyurduğunuz gibi Allah'ın kelamıdır. Biz eğer onu kendimize model alırsak, o yolu aşabiliriz.

 

Yani yol olmadan geçmek elbette mümkün değil, yolun çok hesaplanmış olması ve bilinç gerekir. Ancak bu bilinç zordur, bu yüzden hemen yorulup bu kadar yeter dememek gerekir. Biz birkaç kelime Arap grameri öğrenince tamam iş bu kadar deyip Kur'ân'ın bundan ibaret olduğunu sanıyoruz. Hayır, bu bizim yanlışımızdır.

 

Evliyanın Kur'an'dan nasıl bir şeyler anladığını bilmemiz gerekir. Bu ayetlerin içeriği, konusu ve bâtını nedir? Bunlar, öyle kolayca anlaşılamazlar. Sülûk ile anlaşılabilirler. Oturup sarf nahiv öğrenip, edebiyat okuyup ondan sonra işte anladım diyemem. Evet, edebiyatı anlarsın, güzel yorumlar yapabilir, sarfı nahvi bilirsin ama bunlar yeterli değildir. Kur'an sadece sarf ve nahivden ibaret değildir. Bunlar birer çaba olarak iyidir. Elbette model Kur'ân-ı Kerim'in kendisi ve peygamberler ile evliyanın sözleridir.                                      

 

Laricani: Günümüzde bazıları irfanı sadece bir tecrübe olarak alıyorlar. Diyorlar ki hem peygamberler hem de arifler seyru sülûk yaptılar. Şimdi bunların isimlerini vermiyorum. Arif, oraya varıp ulaştığında Allah'ın şehrinin çok güzel olduğunu görüyor ve orada kalıyor. Ama peygamber, içinde bir sorumluluk hissediyor. Gidip başkalarına da haber vererek onları da buraya getireyim diye düşünüyor.

 

Bununla birlikte Molla Sadra irfanının “dördüncü sefer”inde insanın Hak Teâlâ'ya olan seferini halk ile yapması gerektiği belirtiliyor. Yani gidip halkın elinden tutmalı, onları yönlendirmelidir. Peygamberimiz insanların hidayeti konusunda o kadar tutkuluydu ki Allah ona “Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin” diyor.

 

Demek istiyorum ki sorumluluk sahibi irfanın ve ilahi aşkın, ilahi olmayan aşktan farkı işte budur. Allah'ın huzurunun, ubudiyetin lezzetini tadan biri onu başkalarının da tatmasını istiyor. Böyle olunca aşk ne kadar da sorumlu bir aşk oluyor!

 

Bunun tam tecellisi Ehl-i Beyt'tir. Ehl-i Beyt bahsi geçtiğinde kimileri “Allah'a ulaşmanın hakikatine varmış olan Ehl-i Beyt niye hükümet, siyaset işleriyle uğraşsın?” diyor. Hâlbuki Ehlibeyt'in söz konusu ettiği irfanın toplumsal boyutu vardır. Onlar sadece kendi gemilerini kurtarmaya çalışmıyorlar, boğulabilecek olan herkesi kurtarmak istiyorlar. Sorumluluk sahibi irfanla sorumlu olmayan irfanın farkı işte burada belli oluyor.

 

Üstat Dinani: Ben bu noktada yeniden akılcılık ve marifet konusundan bahsetmeyi gerekli görüyorum. İrfan, kişisel bir tecrübe değildir. Bu, bugünlerde söylenen bir saçmalıktır. Bu kişisel tecrübe bazen kimileri için bir uyuşturucu madde de olabilir. Sen kimsin ki kişisel tecrübeden söz ediyorsun, marifetteki makamın nedir? Herkesin kişisel deruni tecrübesi, anlayışı ve bilinci ölçüsüncedir. Tüm marifeti, zahiri duyusal meselelerden ibaret olan birinin tecrübesi de bu düzeyde olacaktır.

 

Bunlar çok tehlikelidir. Arz ettiğim gibi örnek veya model ulvidir. Sizin buyurduğunuz irfanda davet meselesi, zor bir meseledir. Bakınız davet, nübüvvete aittir, nübüvvet makamı davet eder. Evliya yardım eder ama çok fazla davet etmez. Bu çok önemli bir meseledir ve yeri gelirse bundan bahsederiz. Fakat evliya hazır olan insanlara yol göstermek için hazırdır. Elbette Allah'ın kâmil velileri… Yani yol göstericilik iddiasında bulunan herkes değil… O halde her uzatılan eli tutmamak gerekiyor.

 

Mevlana da bunu diyor, veli olduğunu iddia eden herkesin müridi olmamak gerektiğini söylüyor. Her şey bir yana bu çok tehlikeli bir durumdur. Bu, sülûk yolunda engel çıkarır. Evliya, sözleriyle tanınır, bilinir. Semavi kitaplar zaten bellidir. Kur'ân-ı Kerim'in kendisi bir hidayet kitabıdır, irfandır.

 

Kur'an'ın kendisi bir irfan kitabı değil de nedir? “Huve'l-Evvelu ve'l-Âḣiru ve'z-Zâhiru ve'l-Bâtinu ve huve bikulli şeyin alîm.” (O Evveldir, Ahirdir, Zâhirdir, Bâtındır. O, her şeyi bilendir. Hadid / 3) İrfan, işte bu ayetin içindedir. Kur'ân'daki kıssalar, mesela Hz. Musa'nın başından geçenler, Tur makamına, tecelli makamına ulaşması; Hz. İsa'nın başından geçenler, Hz. Hatemü'l-Enbiya'nın hayatı, “Elem neşrah leke sadrak, Ve veda'nâ anke vizrak.” (Biz göğsünü yarıp-genişletmedik mi? Ve yükünü indirip-atmadık mı? İnşirah / 1-2)… Yahut Hızır ile Hz. Musa'nın kıssası… Hatta bu kıssada nübüvvet makamındaki Hz. Musa geride kaldı. Hz. Hızır'ı doğru bir şekilde anlayamadı.

 

Dolayısıyla hazırlık içinde olmak ve teşne olmak gerekiyor. Şimdi mecburen Mevlana'nın şiirini yeniden okumak durumundayız:

 

Ab kem cu teşnegi aver be dest

Ta bécuşed ab ez bâlâ ve pest.

 

Su arama, susuzluk getir elinle

Ta ki yukarıdan ve aşağıdan su çağlasın.

 

İnsan öncelikle sadakatini ortaya koymalı, daha sonra çaba göstermeli ve tembelliği de bir kenara bırakmalıdır. Yani istemeli ve çaba göstermelidir. İster ve çaba gösterirse ve model olarak da kâmil evliyayı, enbiyayı örnek alırsa asla sapmaz. Ama Allah korusun nefsani birtakım arzular peşinde olur veya hiçbir yere varmadan ben şahsi tecrübeye sahibim iddialarında bulunursa doğal olarak yanlışlar ortaya çıkar.

 

Şahsi tecrübe o şahsın anlayışı kadardır. Yani bildiği kadardır. Ne kadar marifete sahiptir ki şahsi tecrübesi bir ölçü olabilsin. Şahsi tecrübe intikal edebilen bir şey değildir. İnsan kişisel tecrübesini bir başkasına intikal ettiremez ki! Allah'ın velileri, sözlerine yansıyan ufuklar görmüştür. Onlar ihya edenlerdir. Hak evliyayı bulmak zor iştir. Bunun şartı dürüstlüktür. Elbette ben zahiri makama göre şartları şudur diyemem. Zahiren birini evliyadan diye tanıtmak mümkün değildir

 

Laricani: Pekâlâ üstat, o halde sorumlu aşk insanın öncelikle kendi bilincini artırmasını, bu yolda sadakat sahibi olup çaba göstermesini ve Allah'ın kâmil velisini bulmasını gerektirir. Onun adresi de Kur'ân-ı Kerim'de bellidir.

 

Bugünkü programımız da sona erdi, bir başka programda görüşmek dileğiyle hoşça kalın.

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

Medya Şafak        

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=d9TU5lRE1A8&list=UUBQUgbqL7ZXLUpMIKqJJRnQ&index=106