İbrahimi Dinani: Allah kendisinden başka ilah olmadığına tanıklık etti ayetinin tefsiri

İbrahimi Dinani: Allah kendisinden başka ilah olmadığına tanıklık etti ayetinin tefsiri
Peki kendisini nasıl görüyor? Yani kendisine ait bir tasavvura mı sahiptir? Yani Hak Teâlâ kendisini tasavvur mu ediyor? Bir şeyin tasavvuru o şeyin dışındadır. Bir şeyin tasavvuru o şeyin kendisinden farklıdır. Hak Teâlâ’nın kendisini görmesi, kendi kendindeki huzuru demektir. Bu ise huzurun esasıdır. Gören, görülen ve görmek hep O’dur.

 

 

İsmail Mansuri Laricani: Bismillahirrahmanirrahim. Selam sevgili izleyiciler ve değerli dostlar. Aziz üstadımız Dr. İbrahim Dinani ile başladığımız yeni konu, ontoloji alanında akıl ve aşkın kullanımıydı. Bir önceki bölümde şu konuları ele almıştık: Her fikri ve felsefi sistem, bedihi (deneye gerek duymayacak şekilde apaçık) bir esasa dayalıdır. Bu bedihi esas Molla Sadra'ya göre varlıktır. Üstat Dinani varlık kavramını ve varlığın bedahetini güzel bir şekilde açıkladı.

 

Daha sonra şu noktaya ulaştık: Bizim “ilm-i huzûrî”mizin menşei Hak Teâlâ'nın mukaddes varlığıdır. Hak Teâlâ'ya ilişkin bizim ilm-i huzûrîmiz her şeyden öncedir. Üstat şimdi buradan da “Şehidallah” ayetinin tefsirine geçelim.

 

Önceki programda bahsettikleriniz tam olarak tüm incelikleriyle bu ayette geçmektedir. “Şehidallahu ennehu la ilahe illahû” (Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti. (Âl-i İmran: 18) Bu ayetten başlayacak olursak acaba burada geçen “şehide” ifadesinden kastedilen bu bedahet midir? 

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim, evet belirttiğiniz gibi o açıkladıklarımızla “şehide” ifadesini daha iyi anlayabiliriz. Şimdi okuduğunuz ayette “şehidallah” diyor, yani Allah'ın kendisi şahittir. “Şehide”nin faili Hak Teâlâ'nın kendisidir. “Şehidallahu ennehu la ilahe illahû” buradaki şahittir, görüyor anlamındadır. Peki neyi görüyor? Bir olduğunu görüyor. Yani kendisi, kendini görüyor. “Şehidallahu ennehu la ilahe illahû.”  (Allah gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına tanıklık etti.)

 

Laricani: “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hekim olan O'ndan başka ilah yoktur.”

 

Üstat Dinani: Ayetin devamı yine “şehide”ye tâbidir. Yani “şehide” ortaya çıkınca “melekler ve ilim sahipleri” de anlam kazanır. Yani “şehide” olmazsa ne meleklerin ilmi bir anlam taşır ne de ilim sahiplerininki. Her şey “şehide”den başlıyor.

  

“Şehidallah” “Allah gördü” demektir. Ancak O her zaman görür, yani sadece geçmiş zamanda değil. Hak Teâlâ'ya isnat edilen tüm fiiller zamandan bağımsızdır. Çünkü gramer açısından fiil üç zamandan birine bağlıdır. Her fiil ya geçmişte olmuştur, ya gelecekte olacaktır veya şimdi olmaktadır. Ancak fiil Allah'a isnat edildiğinde zamandan bağımsızdır.

 

Dolayısıyla bu ayetteki “şehide” yani gördü, hem görüyor hem de görecek anlamı taşır. Hak Teâlâ her zaman görür. Peki neyi görüyor? Kendisini görüyor. Kendi birliğini görüyor. Bu, cisimsel bir görme değildir, vasıtayla görme değildir. Allah kendi vahdetini görüyor. Kendisinin vahdeti de varlığın kendisidir.

 

Peki kendisini nasıl görüyor? Yani kendisine ait bir tasavvura mı sahiptir? Yani Hak Teâlâ kendisini tasavvur mu ediyor? Bir şeyin tasavvuru o şeyin dışındadır. Bir şeyin tasavvuru o şeyin kendisinden farklıdır. Hak Teâlâ'nın kendisini görmesi, kendi kendindeki huzuru demektir. Bu ise huzurun esasıdır.

Şimdi sizin bahsini ettiğiniz ve önceki programımızda değindiğimiz konuya dönelim. Huzur nasıl idrak edilir? Bu durumda yeniden önceki konuya dönüyoruz ki o da şudur: “Huzur”un idraki, “husul” ile gerçekleşemez. Biz, huzuru husule sığdıramayız. Yani huzura dair bir tasvir yapamayız; ancak huzur âlemine ulaşmalı ve sadece kendimiz huzur ehli olabilmeliyiz. Huzurda ikilik yoktur.

 

Sizin okuduğunuz ayet çok önemli bir ayettir. Gerçekten bir semboldür, bir esastır, irfanın tamamıdır. Hatta Kur'an maarifinin tamamıdır. “Şehidallahu ennehu la ilahe illahû” burada şahid olan Hak Teâlâ'dır. Peki “meşhûd” yani görülen kimdir? Yine kendisidir. Peki kendini görmek ne demektir?

 

“Şâhid” ve “meşhûd” bir şey midir iki şey mi? Zahire bakacak olursan iki şeydir. Ben bu masayı gördüğümde ben şahit oluyorum masa da meşhûd oluyor. Peki şahit kendini görürse nasıl olur?  “Şehidallahu ennehu” derken kendi kendini görüyor. Yani hem şahid hem de meşhûd O'dur.

 

Gören, görülen ve görmek hep O'dur. Burada üç şey var: Bir gören, bir görülen bir de görmek. Ya da diğer deyişle “şâhid”, “şuhûd”, “meşhûd”. Burada her üçü de Hak Teâlâ'nın kendisidir. Burada üç itibar var ama bu üç itibar birbirinden ayrı değildir. Bunun üçünü birbirinden ayıramazsınız, bunları ayırmak şirktir. Hak Tebarek ve Teâlâ'nın mukaddes zatında tekessür (çokluk) yoktur. Gören, görülen ve görmek burada tek bir şeydir. İşte bu huzur makamıdır.

 

Hak Teâlâ için bu böyledir. Ancak bundan daha büyük mesele şu ki geçen programda örnek verdiğim gibi İbn Sina “muallak insan” örneği ile işte bu meseleyi söz konusu etmek istiyor. İnsan Hak Teâlâ'nın gölgesidir. İnsan da kendini görüyor. İnsan kendini görüyor mu buluyor mu? Kendini görüyorsa ne görüyor? Elini görüyor, ayağını görüyor.

 

Elimi gördüğümde ben el miyim, yoksa el mi bendir? Ben elime baktığımda kendimi görmüyorum ki, elimi görüyorum. Ayağıma baktığımda kendimi değil ayağımı görüyorum. Yüzüme baktığımda da aynı şekilde, ayrıca yüzüme doğrudan bakamam, yüzümü görebilmem için bir araca, bir aynaya ihtiyacım var. Gözüm kendini göremez. Onu ancak aynada, yani bir vasıtayla görebilirim. Peki yüzüm benim kendim midir? Benim kendim kimim?

 

Gözüm, benim gözümdür, kulağım benim kulağımdır, elim benim elimdir, ayağım benim ayağımdır, bedenim benim bedenimdir; hatta size daha da ötesini söyleyeyim ki ruhum benim ruhumdur. Benim ruhum derken, ruhumdaki “-um” iyelik eki ruhun bana ait olduğunu göstertiyor.

 

Ruh bana ait, beden bana ait, ayak bana ait, el bana ait vs. Peki bunların tümünün ait olduğu ben kimim? O ben, huzur makamının dışında idrak edilemez. O “ben”de ben huzura sahibim (hazırım). Şimdi burada Mevlana'nın şiirini okumam gerekiyor. O meşhur şiirinde diyor ki:

 

Z'in do hezaran men u ma ey ecaba men çé menem

Guş be beneh erbede ra dest meneh ber dehenem.

 

Bu binlerce ben içinde ben acaba hangi benim

Çığlığa kulak ver elinle ağzımı kapatma.

 

Çun ké men ez dest şodem der reh-é men şişe menéh

Ver benehi pa benehem her çé béyabem şikenem.

 

Ben kaybolduğumda yoluma cam koyma

Eğer koyarsan ayağımı atar her ne bulursam kırarım.

 

Yani benim huzurumun dışındaki her şeyi kırarım. Aslında kırmak mümkündür. Kırılamayacak olan asli “ben”dir. Huzûrî olan “ben” kırılabilir bir şey değildir. Taayyüni olan “ben”lere ben, “eklenmiş benler” adını veriyorum. Çünkü her an bir “ben”e, bir taayyüne, bir hale sahibiz. Evet bunlar kırılabilir şeylerdir, bunları kırmak ve başka bir “ben” bulmak mümkündür. Ben şu an bulunduğum bu hali kırıp, yeni bir hal bulabilirim. Bu idraki kırıp başka bir idrak bulabilirim. Bunlar Mevlana'nın kırarım dediği camlardır. O camları kırarım diyor ve gerçekten de bunlar kırılabilecek şeylerdir.

 

Asıl “ben” huzurdur ve diğer “ben”leri o oluşturuyor. O çok sayıdaki diğer “ben”ler asli “ben”in taayyünleridir. O asli ben hiçbir zaman kırılamaz. O, huzur makamıdır, insan o makama ulaştığı zaman, “Şehidallahu ennehu la ilahe illahû”nun anlamını daha iyi kavrar.

 

Laricani: Üstat, eğer bu ayette kastedilen görmek ise neden “nazir, menzur ve nazar” kelimeleri kullanılmamıştır? Yahut “bulmak/kavramak” kastediliyorsa neden “vecede” ve “vacid” kelimeleri geçmiyor?

 

Üstat Dinani: “Şuhud”da olan anlam “nazar”da yoktur. Arapçadaki “nazar, nâzır, nazara, yenzuru” ve “nazar sahibi olmak” kelimeleri, hem zahiri olarak görmeyi hem de düşünmeyi ifade eder. “Nazar sahibi” olmak “görüş ve düşünce sahibi olmak”, “istidlalde bulunmak”tır.   

 

Laricani:

 

Nazar-é ruy-é to sahib nazaranend ari

Ser-é gisu-yé to der hiç seri nist ké nist.

 

Senin yüzüne bakanlar görüş sahipleridir evet

Senin başındaki saç hiçbir başta yoktur.

 

Üstat Dinani: Evet şair bu beyitte çok incelikli bir şekilde kelimeyi her iki anlamda kullanmıştır. “Nazar-é ruy-é to” derken senin yüzüne bakanlar, gözüyle görenler diyor. “Sahib nazar” derken de fikir sahipleri diyor. Yani nazar kelimesini hem zahiri anlamda gözle görmek hem de fikir sahibi olmak anlamında kullanıyor. Dolayısıyla “nazar” bu iki anlama da geliyor.

 

Fakat “şuhûd” açıkça şahit olmaktır, arada bir vasıta yoktur, düşünme yoktur. Zaman, süre vs. bulunmaz, “şuhûd” halis bir şekilde görmektir. Dolayısıyla “şehide” kelimesi “nazire” kelimesinden daha güçlüdür. Hatta “vecede” kelimesinden de daha kuvvetlidir.

 

Her şey Hak Teâlâ'nın huzurunun ışığında zahir oluyor. Benim kendi huzurum da Hak Teâlâ'nın huzurunun ışığındadır. Hatta husul âlemi de yani benim ilmim de aynı şekilde Hak Teâlâ'nın ışığıyladır.  Yani kendini bilmeyen birinin ilmi de yoktur. Hakka sahip olmayan kendine de sahip değildir.

 

Ben eğer “ilm-i huzûrî”ye sahip değilsem “ilm-i husûlî”ye de sahip olamam. Hangi derecede veya makamda olursa olsun, başka şeylerle ilgili ilm-i husûlî sahibi olduğumda kendimde oluyorum, yani benim eğer kendime dair huzurum yoksa kendi dışımdakini bilemem.

 

O halde insanın tüm husûlî ilimleri, kendi huzurunun ışığıyladır. Çünkü insan kendisinde huzuru olduğu için kendi dışıyla ilgili ilim sahibi olabiliyor. Eğer kendi kendisinde huzuru olmasaydı başka şeyleri bilemezdi. O halde insanın başkasıyla ilgili bilgisi kendi huzurunun ışığıyladır. Kendisinin kendisindeki huzuru da Hak Teâlâ'nın huzurunun ışığıyladır, Hak Teâlâ'nın tasavvurunun ışığıyla değil.

    

Hadis-i kudsi olarak nakledilen şu meşhur sözün anlamı da budur. Bu söz ister hadis olsun ister olmasın kudsi bir sözdür. O söz de “kendini bilen Rabbini bilir” sözüdür. Yani Hak Teâlâ'nın huzuru olmasa hiçbir şey olmaz. Hakk'ın huzurunun ışığı her şeydir ve her ilim Hakk'ın huzurunun ışığıyladır.

 

Laricani: Allah'ın Resulü'ne: “Bi-ma arefte Allah?” Yani “Allah'ı neyle tanıdın?” diye soruyorlar. O da “A'raftu eşya billah” yani “Her şeyi Allah'la tanıdım” diye buyuruyor. Bu da “Şehidallah ennehu la ilahe illahû” ayetinin anlamını veriyor. Pekala üstat “Şehidallah ennehu la ilahe illallah” neden sadece Allah'la, meleklerle ve ilim sahipleriyle sınırlandırılmıştır. Neden kapsamlı değil?

 

Üstat Dinani: İlim sahipleri kapsamlıdır.

 

Laricani: İlim sahipleri Allah'ın velileri değil mi?

 

Üstat Dinani: “El-ilm” kapsamlıdır, “ulu'l-ilm” derken buradaki “el-ilm” istiğraktır. Elbette burada ilmi tanımlamamız gerekiyor. Elbette esası “ilm-i huzûrî”dir fakat bu diğer ilimleri inkâr etmemizi gerektirmez. Her ilim ilimdir, kimi ilimler yazılmıştır, husûlî ilimdir, kimileri pozitif bilimdir, kimileri tarihtir vs. Bunların hepsi ilimdir ve itibara sahiptir. Ama ilmin esası huzûrî ilimdir. Yani husûlî ilim huzurdan gelir, eğer ilm-i huzûrî olmasa diğerlerinin itibarı da yeri de yoktur.

 

Dolayısıyla Hak Teâlâ'nın huzûrî ilminin tâbisi meleklerdir, melekler her zaman Allah'la irtibat halindedir ve melekler Allah'ın şuûnundandır, ilim sahipleri de aynı şekildedir. Husûlî ilimde kalmaman gerekir. Husulde kalırsan huzura yol bulamazsın ancak huzur ilmiyle kendi arana perdeler koymadıkça husulden huzura varabilirsin.

 

Laricani: Bu ayetten çıkarılabilecek bir sonuç da şudur: Allah'ın varlığı, onun dışındakini tanımanın kaynağı oluyor. Burada akıl ve aşkın işlevi ne oluyor? Bence Şeyh Mahmud Şebusteri bu konuya çok güzel bir şekilde değinmiştir.       

 

Der an movze ké nur-é Hak delil est

Çé cay-é goftegu-yé Cebrail est

Feréşte gerçi dared qorb-é dergâh

Ne gonced der makam-é “li ma'Allah”

Çu nur-é u, melek ra per bé suzed

Hıred ra cümle pa vu ser bé suzed.

 

Hakkın nurunun delil olduğu o mevkide

Cebrail'le konuşmanın ne gereği var?

Melek ilahi dergâha yakın olsa da

“Allah'la beraber” olma makamına ulaşamaz

Onun nuru meleğin kanadığını yakacağı için

Aklı da baştan ayağa yakar.

 

Üstat Dinani: Evet aynen öyledir. Daha önce arz ettiğimiz gibi meleklerin ilmi bile insanın ilminin ışığındadır. Onlar sahip oldukları tüm o makamlara rağmen “li ma'Allah” makamına ulaşamıyorlar. Yani Hak Tebarek ve Teâlâ'ya en yakın varlık ve Hak Teâlâ'nın sonsuz ilmine en yakın olan insan-ı kâmilin ilmidir.

 

İnsan-ı kâmil Hz. Peygamber (s.a.a.), diğer peygamberler ve Allah'ın velileridir. Hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur: "Lî maallahi vakt lâ yeseunî fîhi melekin mukarrab ve lâ nebiyyün murselun: Benim Allah'la öyle bir vaktim var ki, o vakitte bana ne mukarreb bir melek, ne de mürsel bir peygamber yaklaşabilir."  Bu öyle bir hal ve öyle bir huzurdur ki o huzurda ne mukarreb melekler ve ne de peygamberler bulunabilir. Cebrail orada Hz. Peygamber'in nurunun bir ışığıdır, Cebrail Hz. Peygamber'in bir tecellisidir. Cebrail Peygamber'e ilim öğretmiyor.

 

Ayette de geçtiği üzere “Allemehu şedidu'l kuva.” (Ona, kuvvetleri pek çok olan öğretti) (Necm/5). Bazıları “şedidu'l kuva”yı Cebrail olarak tefsir etmiştir. Ama acaba Cebrail Hz. Peygamber'e ilim mi öğretmiştir, yoksa Cebrail Hz. Peygamber'in nurunun bir tecellisi midir? Cebrail'in kendisi O'nun nurunun bir tecellisidir. Şedidu'l-Kuva, Hak Tebarek ve Teâlâ'dır.

 

Laricani: Bu bir sofradır ve O bunu armağan olarak getirmiştir.

 

Üstat Dinani: Evet o armağan olarak getirmiştir. Sizin Şebusteri'den okuduğunuz şiir de budur. Ben başka bir şeyden bahsetmek istiyordum ama sizin okuduğunuz şiirde “li-ma'Allah”a hiç kimse ulaşamaz. “Li-ma'Allah” yalnızca Hz. Peygamber'e münhasırdır. “La yeseuni” yani ona başka hiç kimse varamaz. Her şeyin üstüdür. Bu çok yüce bir makamdır ve onun üstünde bir makam tasavvur edilemez.

 

Laricani: Üstat izin verirseniz kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Evet üstat, “Şehidallahu ennehu la ilahe illallahû” ayetiyle ve meleklerle kıstı (adaleti) ayakta tutan ilim sahiplerinin makamıyla ilgili çok ince noktalara değindiniz. Kıst kelimesiyle ilgili olarak müfessirler farklı görüşler ortaya koymuştur.

 

Öyle ki onun örfi anlamıyla kullanmak mümkün değildir. Genel olarak biz “kıst” kelimesini “adalet” ile eş anlamlı olarak kullanıyoruz. Ancak birçok arif özellikle de “Beyânu's-Saade” kitabının sahibi diyor ki herkes aklı ve aşkı ölçüsünde ulaşır. Onun varlığının mimarı aklı olur. Bu noktada “Kaimen bi'l-kıst” ayetiyle ilgili olarak sizin görüşünüzü öğrenmek istiyorum üstat.

           

Üstat Dinani: Biz ilim konusundan başladık “huzur”dan “husul”e ulaştık. Eğer ilim gerçekten ilim olursa ve “huzur”la sonlanırsa onun içinde “kıst” da vardır. “Kıst” sizin de buyurduğunuz gibi “adalet”tir. “Adalet” ise “tevazun”dur (ölçü/denge). İlim ve bilginin özelliği de tevazundur.

 

Laricani: Nefsani kuvvetlerin tevazunu mu?

 

Üstat Dinani: Hayır varlığın tevazunu. Tevazun varlıkta başlar. İnsan da varlığın bir şuûnudur, varlığın bir tecellisidir. Varlığın kendisinde tevazun vardır, varlığın taayyünlerinde tevazun vardır. Tüm âlemde, mülkte ve melekûtta tevazun vardır. Yani her şey yerli yerindedir. Zerre kadar bir aşağılık veya yukarılık, azlık veya çokluk yahut bir hata yoktur. Nokta kadar hata yoktur, her şey tevazun halindedir.

 

Bütün melekûtta tevazun olduğu gibi bu âlemde de tevazun vardır. Arada şeytanlık edip dengeyi bozan bizleriz. İnsanda Rahmani yönler olduğu gibi şeytani yönler de vardır. Dolayısıyla “kaim bi'l-kıst” (adaleti ayakta tutmak) ilimle, bilinçle ve huzurla başlar. Huzurda da tevazun vardır, çünkü huzurda hata yoktur. Hata, yalnızca “husul”dedir.

 

Benim “ilm-i husûlî”mde hata olabilir. Ben bir şeyi yanlış anlamış olabilirim. Tasavvurlarımda, tasdiklerimde hataya düşebilirim. Yanlış bir hüküm verebilirim. Bunlar insanda her zaman olabilen şeyleridir. Elbette biz huzuru tasavvur edemeyiz, onu ancak tenebbuh edebiliriz. Ancak her halükarda huzurda hata yoktur.

 

Bizde Rahman'ın huzuru olduğu gibi maalesef İblis'in de huzuru vardır. Aslında benim maalesef kelimesini söylememem gerekiyor, çünkü olması gerekiyor ki vardır. İşte bu tevazun korunmalıdır. İnsanın azameti de zaten bu tevazundadır.

 

Eğer bizde İblis yönü bulunmasaydı ve bizler olduğumuz şeye mecbur olsaydık, bunda bir kemâl olmazdı. Kemâl bu çatışmanın neticesindedir. Eğer bu tevazun sonuna kadar korunursa orada sorumluluk ortaya çıkar. İşte burada irade ve seçimin rolü ortaya çıkıyor. Azamet, insanın iradesinin rolündedir.

     

Diğer varlıklar oldukları şekildedirler. Bir ağaç, ne ağacıysa odur. Elma ağacıysa elma ağacıdır, armut ağacıysa armut ağacıdır. Üzüm üzümdür, kurt kurttur, bir tilki sadece bir tilkidir. Ama insanın içinde bozulabilmesi mümkün olan bir tevazun vardır.

 

Öyleyse insan hem kurt, hem tilki, hem aslan ve hem de melek olabilir. Ama eğer bu dengeyi sonuna kadar koruyabilirse işte o zaman hepsinden yücedir, melekten de yücedir. Peki bu tevazun ne ile korunabilir ve kemâle ulaşılabilir? İradeyle…

 

İşte burada iradenin çok önemli rolü ortaya çıkıyor. Yani kemâl insanın irade ve ihtiyarıyla ortaya çıkabiliyor. İrade varlık mimarisinin şakulidir. Eğer bu tevazun sonuna kadar korunursa o zaman başta bahsettiğimiz “li-ma'Allah” makamı işte oradadır. Orası başka hiç kimsenin elinin yetişmeyeceği kadar yüksektir. İşte o zaman “Şehidallahu ennehu la ilahe illallahû” makamına ulaşır.

 

Laricani: Merhum Allame Tabatabai'nin bu ayetin tefsiriyle ilgili olarak söylediği bir cümle sizin anlattıklarınızla çok paraleldir. O buyuruyor ki: Eğer o tevazun şehid Allah'tan, meleklerden, ilim sahiplerinden cari olursa yani “kaimen bi'l-kıst” olursa, insan o şahitliği daima tatmaya devam eder. Yani eğer bu tevazun bozulursa bu şahitlik de kesilir. O halde bu gösteriyor ki adalet irfani ve ahlaki bir temeldir.

 

Üstat Dinani: Tabii ki adalet varlığın esasıdır ve adaletin insandaki rolü ve tecellisi, diğer her şeyden daha fazladır. Eğer adalet insanda zuhur ederse insan varlık âleminin fihristi ve numunesi olur.

 

Laricani: O halde insan-ı kâmil için adaletin kendisinde yer ettiği, tevazun bulduğu kimsedir diyebiliriz. Yine bundan hareketle diyebiliriz ki insan-ı kâmilin misyonu adaleti yaymaktır. Yani hikmet ve irfanı onun hayatından ayıramayız.

 

Üstat Dinani: Hayır ayrı değiller. Tevazun-ı kâmil, insan-ı kâmilde olur, çünkü kâmil tevazun kâmil bilginin neticesidir. Kâmil bilgi olmadan o kâmil tevazun da gerçekleşemez.

 

Laricani: İşte bu yüzden olmalı ki peygamberler ve imamlar (a.s.) adaleti ikame etme sorumluluğu hissetmiştir.

 

Üstat Dinani: Bu zaten Kur'an'da belirtilmiştir. Tevazunu da içeren bir başka kavram kullanalım: Onlar mizandır. “Ve enzelna meahumu'l-kitabe ve'l-mizane.” (Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler.) (Hadid/25)

 

Kur'an-ı Kerim kitap ile mizanı birbirine denk kılmıştır. Mizan nedir? İnsan-ı kâmildir. Neden mizandır, çünkü dengeye ve kâmil bilgiye sahiptir. Kâmil bilgi kâmil tevazundur; kâmil tevazun, kâmil mizandır ve kâmil mizan da insan-ı kâmildir. Peygamberler mizandırlar, her şeyin mizanıdırlar. Yani her şey onlarla ölçülür.             

 

Laricani: Zatıâliniz “Akıl Defteri ve Aşk Ayeti” adlı kitabınızda akıl ve aşkın varlıktaki işlevi konusunu çok güzel açıklamışsınız. İnsan Allah'a yakınlaştıkça onun şahitliğinin çekimi daha da artıyor. Allah'a olan ihtiyacı daha da artıyor. Dolayısıyla akıl, işte buna ihtiyaç duyan bir mimardır. Bu sebeple akıl ve aşk birbiriyle çelişen şeyler olmadığı gibi tam aksine birbiriyle anlaşan ve işbirliği yapan şeylerdir.

 

Üstat Dinani: Umarım insanlar, akıl ve aşkın tasavvur edilen ilk savaşını doğru anlarlar. Elbette bunların ilk başlarda belki çelişkisi de olmuştur ama insanlar şunu bilmelidir ki sonuçta bunlar birbiriyle arkadaştır ve bir olacaklardır. Bunların birbiriyle çelişkisinden çok anlaşması vardır.

 

Evet aşk, akla yardım ediyor, onu rehavetten kurtarıyor. Çünkü aşk ne zaman gelse akıl uyanıyor. Aşk da akıl ve bilgiyle birlikte olduğunda gözü daha iyi görüyor ve yolu daha iyi teşhis ediyor. Gören göz akıldır, harekete geçirici motor aşktır. Bunların ikisinin de birbirine ihtiyacı var. Aslında ikisinin cevheri de birdir, bunlar iki mazhardır ve birbirine yardım ederler. Bunlardan biri diğerinden mahrum kalırsa ortada sorun vardır.

 

Laricani: Yine siz şöyle yazmışsınız: Akıl ve aşk arasında var olduğu söylenen kavga gerçek değildir. Bazı felsefelerin aşırılıklarından kaynaklanıyor.

 

Üstat Dinani: İlk aşamasında gerçekliği olmuştur. Bir aşamada durdukları zaman olabilir. Yani bu durmanın neticesidir. Bir filozof veya bir arif bir aşamada durup kalırsa ikisi arasında çelişki görür. Yani durup kalanlar çelişki görür, durmayan kimseler çelişki görmezler. Tüm sorunlar, durmaktan kaynaklanır. Sülûk yolunda durmak tehlikelidir. Bilinçli insan zatı itibariyle saliktir ve eğer bu insan durursa sülûku da biter.      

 

Laricani: Mevlana da bu konuda çok güzel bir şey söylüyor:

 

An çe Hakk est akreb ez hablu'l verid

To fikende tir-é fikret ra baid

Ey keman ve tirha ber sahte

Sayd nezdik ve to dur endahte.

 

Hak Teâlâ şah damarından daha yakın olduğu halde

Sen fikir okunu uzağa attın

Ey yayı ve okları yapan

Av yakındı oku sen uzağa attın.

 

Üstat Dinani: Yani mizanın yoktu, av yakındı ama sen okunu yüz metre öteye attın. Hatta oka bile gerek yoktu.

 

Laricani:

 

Câhedu fina gogt an şehriyar

Câhedu anna ne goft ey bi qarar

Câhedu fî-nâ dedi o sultan (Bize doğru ceht edenleri elbette yollarımıza eriştireceği (Ankebut/69) ayetine atfen)

Câhedu annâ demedi ey kararsız kimse.

 

Evet ayette “Velleżîne câhedû fînâ lenehdiyennehum subulenâ” deniyor; “annâ” denmiyor. Buradaki “fî-nâ” ve “annâ”yı açıklar mısınız?

 

Üstat Dinani: Pekâlâ, “annâ” bizden uzaklaşıyor, “fî-nâ” ise bize yaklaşıyor anlamına gelir. İşte bundan dolayı bilinç lazımdır. İşte aklın rolü burada ortaya çıkıyor. Aklın rolü her zaman bilinç vericiliktir. Akıl her zaman bilinç verir.

 

Laricani: Yani bundan kasıt Allah'ın bize çok yakın olduğudur.

 

Üstat Dinani: Bizim o yakınlığı hissetmemiz gerekir. “Fî-nâ” yani bu yakınlığı idrak etmeliyiz anlamındadır. Yani bu yakınlık bizim tahsil edeceğimiz bir yakınlık değildir, O gaib değildir ki biz onu elde edelim. “Câhedu fî-nâ” yakınlığı “idrak etmektir”, yakınlığı “tahsil etmek” değil. Biz ondan uzak olduğumuzu ve yakınlaşarak onu elde edeceğimizi sanıyoruz. Bu yanlıştır.

Bizim bu yakınlığın bilincini kazanmamız gerekir. Hakk'a yakınlığı ele geçirmiyoruz, Hakk'a yakınlığın bilincini kazanarak O'na yakın olduğumuzu anlıyoruz. Benim bir şeyi ele geçirmem ile benim bilincinde olmadığım bir şeyin var olduğunun bilincine varmam birbirinden farklı şeylerdir.

   

“Nahnu akrabu ileyhi min habli-l-verîd” (Biz ona şahdamarından daha yakınız.) (Kaf/16) Dost, bana benden daha yakındır. İşin tuhaf tarafı ben uzağım. Yani benim uzak olduğuma dair zannımın ortadan kalkması gerekir. Ben anlamsız bir şekilde kendimi uzak görüyorum, bilinçsizlikten dolayı kendimi uzak görüyorum. Engelleri ortadan kaldırdığımda ne kadar yakın olduğumu göreceğim.

 

O her zaman bize yakındır. Ondan uzak olan biziz, çünkü bilinçsiziz. Bizim bilinçsizliğimizin neticesi bizim O'ndan daha da uzaklaşmamız oluyor.

 

Key refti z'dil ké temenna konem tora

Key budéi nehofté ké peyda konem tora

Gaybet ne kerdei ké şevem talib-é huzur

Pinhan ne geştéi ké hüveyda konem tora

Ba sed hezar cilve birun amedi ké men

Ba sed hezar dide temaşa konem tora.

 

Ne zaman gönülden gittin ki isteyeyim seni

Ne zaman gizlendin ki bulayım seni

Kaybolmadın ki var olmanı isteyeyim senin

Gizlenmedin ki açığa çıkarayım seni

Yüz bin görüntü ile ortaya çıktın ki ben

Yüz bin göz ile temaşa edeyim seni.

 

Laricani: Cenab-ı Hâfız da buyuruyor ki

 

Cemâl-é yar ne dared nikab ve perde veli

Gobar-é reh benşan ta nezer tevani kerd.

 

Sevgilinin cemâlinin nikabı ve perdesi yoktur ama

Yoldan tozunu kaldır ki O'nu görebilesin.

 

Üstat Dinani: İşte bütün mesele yolun tozlarını yatıştırmaktır. O kalkan toz, görüşü karartmış ve belirsizleştirmiştir, o tozu temizlemek gerekmektedir.

 

Laricani: O halde zatıâlinizin “şehidallahu” ayetiyle ilgili buyurduklarınızdan şu sonucu çıkarabiliriz: “El-ilm”deki elif ve lam geneldir ve bunu sadece enbiya ve evliya ile sınırlı göremeyiz. Bundan da her insanda var olan fıtrat aynasının kastedildiği sonucunu çıkarabiliriz.

 

Üstat Dinani: Evet ama huzurdan husule gelindiğinde genelleşir. Eğer o huzûrî ilişki kesilirse o zaman ilahi değildir. Yani “elif” ve “lam”a şamil olmaz. Ancak huzurdan husule gelirse o zaman her şeye şâmil olur. Eğer o tozu giderebilirse artık sormasına gerek kalmaz. Toz olduğu ve o tozu temizleyemediği için soruyor. O tozları temizleyebildiğinde artık başkasına sormasına gerek kalmaz.

 

Laricani: Çok teşekkür ederiz üstat, çok güzel bir bahis oldu. Bir başka programda buluşmak dileğiyle hoşça kalın.      

 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

Medya Şafak

 

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=9GXzdYAyWIc&feature=youtu.be