İbrahimi Dinani: Akıl ve Vahiy

İbrahimi Dinani: Akıl ve Vahiy
Mesela, İmam Sadık’a ‘’Hz. Âdem’den önce ne vardı?” diye soruyorlar. O da başka bir varlığın var olduğunu söylüyor. Ne kadar geçmişe gidersek ezele o kadar yaklaştığımızı sanıyoruz. Hâlbuki asla ezele yaklaşmış olmuyoruz. Yani bizimle Hz. Âdem’in ezele olan nispeti aynıdır.

 

 

 

İsmail Mansurî Laricanî:

 

Cemâlet aftab-é her nezer bad

Z hubi ruy-é hubet hubter bad

Mera ez tust her dem taze aşki

To ra her saati husn-é diger bad

 

Cemâlin her nazara bir güneş olsun

İyilikten yüzünün güzelliği daha güzel olsun

Bana her dem senden yeni bir aşk

Sana her saat bir başka güzellik olsun

 

Selâm sayın seyirciler, sevgili dostlar ve Marifet Programının sadık takipçileri. Bildiğiniz gibi birkaç programdır aziz üstadımızla birlikte, Aynü'l-Kudât ve onun felsefî ve irfanî düşünceleri üzerinde duruyoruz.

 

Üstat, Zübdetü'l-Hakâik ve Temhîdât'taki konular o kadar cazip ve güzel ki insan bunlarla gönül bağını kolayca koparamıyor. Mutlaka bu duyguları zatıaliniz de hissetmişsinizdir.

 

Üstat Dînânî: Evet, aynen öyle!

 

Laricanî: İnsan hayretler içerisinde kalıyor. 20-24 yaşlarında bir gencin içinde nasıl böylesine hakikatler coşuyor? Bu gerçekten de bizim irfan ve hikmetimizin mucizelerindendir. Adeta her kelimeyi saatlerce düşünerek yan yana getirmiş. Seçtiği kelimeler ve kurduğu cümleler gerçekten hayret vericidir. Bu yüzden biz de sizi bu kitabın inceliklerinden mahrum bırakmamak istiyoruz. Üstadımızın güzel açıklamalarıyla bu programda da bundan bahsedeceğiz.

 

Bu arada birçok sevgili izleyicimizden gelen çeşitli sorulara programlarımızın konularına uygun olarak mutlaka cevap vereceğiz. Şundan emin olun ki hiç kimsenin sorusu cevapsız kalmayacaktır. Bu programda inşallah izleyicilerimizin “Akıl nedir ve bunun vahiyle ilgisi nedir?” sorusunu ele alacağız.

 

Üstat eğer izin verirseniz ben bu büyük şahsiyetten yine bir metin okuyayım ve ardından sizin açıklamalarınızı ve yorumlarınızı dinleyelim.

 

O, şöyle diyor: “Ey dost, biliyor musun mizân nedir? Mizân akıldır, “Hasibu enfusekum kable en tuhasebu” (Hesaba çekilmeden önce siz nefsinizi hesaba çekiniz.) İyi düşünün, iyi düşünün, “Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte Kitabı ve mizânı indirdik.” (Hadîd, 25) Buradaki ‘mizân', akıldır. Nitekim hepsinin ölçüsü (vezn) ondan hâsıl olur. Bu mizânın iki kefesi vardır. Kefesinin biri ezeldir, diğeri de ebed. Bu iki kefede gördüğünüz her şey, vahiy ve nübüvvet hakikatiyle dolar.”

 

Çok müthiş ifadeler üstat! Siz de Akıl Defteri ve Aşk Ayeti kitabınızda Aynü'l-Kudât'a göre akıl kavramı ve aklın mizân oluşu konusunu çok güzel bir şekilde açıklamışsınız. Akıl neden mizândır? Buyurunuz üstat.

 

Üstat Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim. Evet âlemde her şeyin bir mizânı (ölçüt) vardır. Bu âlemde mizânsız hiçbir şey yoktur; çünkü bu âlem bir “endaze” (ölçü) âlemidir, “kader” (miktar, takdir) âlemidir. Bu âlemde ve hatta diğer âlemlerde hiçbir varlık endazesiz (ölçüsüz) değildir. Her şeyin endazesi, onun kendisine mütenasiptir. Mizân da endazelerin mizânıdır.

 

Her şeyin mizânı vardır. Mizânsız olmak belirsizliktir, karmaşadır, kaostur. Bir şeyin mizânı yoksa ne olduğu belli değildir. Yani onun “hendese”si (geometri) yoktur; zira cisimlerin hendesesi vardır. Hendese kelimesi, farsça “endaze” kelimesinin Arapçalaşmış şeklidir. Endaze farsça bir kelimedir ama Arapçada da kullanılıyor. Aslı endazedir, daha sonra hendese diye telaffuz edilmiştir.

 

Her şeyin bir “endazesi”, bir “kaderi”, bir “miktarı” vardır. Her şeyin mizânı da akıldır. Her şey akılla ölçülür. Kimileri “Peki aklın kendisi neyle ölçülür?” diye sorabilir. Şunu açıkça arz edebilirim ki akıl da yine aklın kendisiyle ölçülür. Aklı ölçebilecek başka hiçbir şey yoktur. Fakat akıl, her şeyi ölçer ve ölçebilir. Bundan sonraki bahsimiz “Acaba akıl her şeyi ölçebilir mi?” sorusudur.

 

Aklın mizânı, yine aklın kendisidir. Her şey akılla ölçülür; akıl da yine kendisiyle ölçülür. Şimdi mesele şudur: Acaba aklın menzili nereye kadardır? Acaba akıl gayr-i mütenâhî (sonsuz) midir? Asıl soru işte budur. Bu âlemde olan her şey hiç kuşkusuz akılla ölçülür.

 

Mümkünât âleminde var olan her şey kesinlikle akılla ölçülebilir. Akıl hem madde âleminde hem de mücerredât âleminde olanları ölçebilir. Çünkü imkân âleminde mümkinü'l-vücud olan her şey makûldür. Makûl olmak ise akılla ölçülebilmek demektir. Yani aklın terazisine yerleşebilmektir.

 

Bir şeyin makûl olması, akıl terazisine konabilmesi demektir. Eğer bir şey akıl dışı ise o artık söz konusu bile edilmemelidir. Akıl dışı olan bir şey reddedilir. Mümkünât âleminde bu böyledir. Peki ama acaba her şey “mümkün” müdür? “Gayr-i mümkün” olan bir şey yok mudur? Üç kategori vardır. İzin verirseniz burada biraz konuyu felsefîleştirelim.

 

Bu üç kategori: “Mümkün”, “vacib” ve “mümteni”; “mümkinü'l vücud”, “vacibü'l-vücud” ve “mümteniu'l vücud”. İmkân âlemi çok geniştir. Her şey mümkündür. Mümkün olan şeyler tahakkuk edebilir ve mümkün olan şeyler akıl mizânıyla ölçülebilir. Peki “vacib” nasıldır? Ve acaba “imkân”dan “vacib”e giden yol veya “mümküni'l-vücud”dan “vacibü'l-vücud”a giden yol nasıldır?

 

İşte Aynü'l-Kudât burada öyle bir şey söylüyor ki bu, gerçekten çok incelikli bir sözdür. Diyor ki “Mümkün”den “mümkün”e yol, “mütenâhî”dir (sonludur). Yani bir mümkünden, diğer bir mümküne giden yol mütenâhîdir, yani sonu vardır. Hâfız da bir yerde şöyle diyor: “Hiç rahi nist k'an ra nist payan gam mehor” (Hiçbir yol yoktur ki sonu olmasın, üzülme!)

 

Ancak “mümkün”den “vacib”e giden yol, “gayr-i mütenâhîdir” (sonsuzdur). Peki sonsuz olan bir yol nasıl geçilir? Gayr-i mütenâhî yolu aşmak nasıl olur? Bu, mutlaka gündeme gelecek bir meseledir. Aynü'l- Kudât'a göre “gayr-i mütenâhî” yolun bir yerinde akıl aciz kalır. Elbette tüm felsefî akımlar, bunu itiraf ederler ve aklı “gayr-i mütenâhî” görmezler.

Peki aklın sonu neresidir? Burada ben onun büyüklüğüne inanıyor olmama rağmen Aynü'l-Kudât'a karşı çıkmam gerekiyor. O da şudur: Aklın sonunu yine aklın kendisi belirler. Kimse akla “işte bu senin sonundur” demiyor. Hatta biri kalkıp akla “işte senin sonun budur” dese bile, akıl ona “sen kimsin ki buranın benim sonum olduğunu söylüyorsun” der. Eğer biri akla emir verirse, akıl ona “sen kimsin ki bana emir veriyorsun!” der.            

 

Laricanî: Siz burada tümel aklı (akl-ı küll) kastediyorsunuz değil mi?

 

Üstat Dinânî: Tabii ki, çok güzel bir soru sordunuz. Biz burada akıl dediğimizde ben burada genel olarak akıldan söz ediyorum. Aklın mahiyetinden bahsediyorum. Yani herkes kendi kapasitesi ölçüsünde akıldan nasiplenmiştir.

 

Tek tek insanlarınki tümel akıl değildir. Her insan bir aklî kapasiteye sahiptir. Akıldan bir paya, bir tecelliye sahiptir, akıldan bir ışık ona yansımıştır. Yani ona yansıyan ışık kadar akıldan bir paya sahiptir. Biz burada aklın mahiyetinden, tümel akıldan söz ediyoruz. Yani bu aklın, Hasan'a, Hüseyin'e, Ahmet'e, Mehmet'e taalluk etmiş kısmından bahsetmiyoruz.

 

Akıl, kendi sonunu kendi idrâk eder. Öyle bir yere gelir ki orada ben artık yapamıyorum, der. Yani akıl orada yetersizliğini ilan eder. Akıl ‘'gayr-i mütenâhî”yi (sonsuzu) bilir. Akıl ben “gayr-i mütenâhî”nin var olduğunu biliyorum. “Gayr-i mütenâhî”, “gayr-i mütenâhî”dir; ancak “gayr-i mütenâhî”nin mahiyetini idrâk edemem, diyor.

 

Bunu aklın kendisi diyor. Diyor ki “gayr-i mütenâhî”nin, sonsuz olduğuna hükmediyorum; yani akıl, “gayr-i mütenâhî”nin var olduğuna hüküm veriyor. Çünkü eğer “mütenâhî” mevcutsa “gayr-i mütenâhî” de vardır. Ancak bir şeyin varlığıyla o şeyin mahiyeti farklıdır. Dolayısıyla “gayr-i mütenâhî”nin mahiyetini veya tasvirini akıldan istersek ve ona “gayr-i mütenâhî”ye dair nasıl bir tasvire sahipsin, diye sorarsak, akıl der ki “ben gayr-i mütenâhînin var olduğunu biliyorum; fakat ona ilişkin bir tasvire sahip değilim.”

 

Peki neden böyle söylüyor? Akıl buna da cevap veriyor, çünkü akıl her zaman mizâna sahiptir, o yüzden diyor ki: “Ben “gayr-i mütenâhî”ye dair bir tasvire sahip olduğum anda o artık “mütenâhî” olur. Her “gayr-i mütenâhî tasvir” benim idrâk alanıma girdiği ve bende bir tasvire dönüştüğü anda o artık “mütenâhî” olur. Ben “gayr-i mütenâhî”nin var olduğunu biliyorum; ancak onu tasvir edemiyorum, onu tasvir edebilecek yeterliliğe sahip değilim.” İşte akıl bu şekilde aciz olduğunu söylüyor.

 

Demek ki mütenâhîden gayr-i mütenâhîye giden yol, sonsuzdur. İşte burada Aynü'l-Kudât aklın aciz kaldığı şey için “ezel” diyor. Aynü'l-Kudât müthiş bir şey söylüyor. “Ezel” söz konusuysa onun mahiyeti bizim için tasvir edilebilecek bir şey değildir. Ve Aynü'l-Kudât diyor ki ‘'işte orası nübüvvetin yeridir''. Nübüvvetin anlamı işte burada ortaya çıkıyor.

 

Ezel, zamanın sonu değildir. Burada şu konuyu açıklamam gerekiyor: Ezel ve ebed kavramları çok ilginç kavramlardır. Ezel denildiği zaman, bazıları onun çok eski bir şey olduğunu düşünüyor. Yani zaman açısından bin yıl, on bin yıl, milyon yıl, milyar yıl, her ne kadar geriye giderseniz gidin zaman içerisinde gitmiş olursunuz. Zamandan dışarı çıkamazsınız. Zaman ise asla ezel değildir. Sonsuza kadar da geri gitseniz o ezel değildir. Çünkü ezel, zaman cinsinden bir şey değildir. Biz bunu yanlış anlıyoruz.

 

Ezel zamansal olmayan bir şeydir. Zaman üstü bir şeydir. Bizim hatamız ezeli zaman içerisinde aramamızdır. Ezelden söz edince insanın zihni geçmişe gidiyor. Zihinsel olarak ne kadar geriye giderseniz gidin zamanın başlangıcına ulaşamazsınız. Ne kadar geriye giderseniz gidin sadece zihniniz yorulur ve vazgeçip başa dönersiniz.

 

Ebedden söz ettiğinizde de gelecekten söz ediyorsunuz. Bir yıl sonra, on yıl sonra, bir milyar yıl sonra, milyarlarca yıl sonra ne kadar giderseniz gidin zamanın sonuna ulaşamazsınız. Sonunda zihniniz yorulur ve tekrar başa dönersiniz.

 

O halde sizin zihniniz ne ebede ne de ezele ulaşır. İşte burada da akıl acizliğini ifade eder ve “ben ezelin mahiyetini tasvir edemem, ebedin mahiyetini de tasvir edemem, bunlar benim sınırlarımın dışındadır. Ancak şunu bilirim ki ezel ezeldir, ebed ebeddir.” der. Ezelin ve ebedin sureti ve mahiyeti tasvire sığmıyor. İşte Aynü'l-Kudât'a göre burası nübüvvetin alanıdır. 

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, o halde bu durumda ezel ve ebed birdir.

 

Üstat Dînânî: Evet, aynen öyle. Aynü'l-Kudât da bir yerde aynen bunu tasdik ediyor. Biz ezel ve ebedi birbirine karşıt iki şey olarak görüyoruz. Halbuki ezelin hakikâti, ebedden başka bir şey değildir, ebedin hakikâti de ezelden başka bir şey değildir. Gayr-i mütenâhî oldukları, zaman ve mekân üstü oldukları için birlik halindedirler. Bu birlik bize iki şekilde görünüyor, yani bu ezel ve ebed şeklinde zahir olan bir birliktir. Yoksa hakikatte ezel ebed, ebed de ezeldir.

 

Laricanî: O halde bizimle Hz. Âdem arasında ezel ve ebed bakımından fark yoktur.

 

Üstat Dînânî: Evet, aynen öyledir. Yani Hz. Âdem ezele bizden daha yakın değildir. Bu sadece bizim yaptığımız bir hesaptır. Bizler eskiye gittikçe ezele yaklaştığımızı sanıyoruz. Yani insanlığın atası Âdem'e veya eğer varsa Âdem'den öncekilere. Âdem'den önce de bir varlığın olduğuna dair rivayet vardır.

 

Mesela, İmam Sadık'a ‘'Hz. Âdem'den önce ne vardı?” diye soruyorlar. O da başka bir varlığın var olduğunu söylüyor. Ne kadar geçmişe gidersek ezele o kadar yaklaştığımızı sanıyoruz. Hâlbuki asla ezele yaklaşmış olmuyoruz. Yani bizimle Hz. Âdem'in ezele olan nispeti aynıdır. Çünkü ezel zaman cinsinden bir şey değildir. Biz yanlış yapıyoruz, biz ezeli zaman ile anlıyoruz.  Bu bizim yanlışımız. Ezel zamanla aynı cinsten olmadığı gibi ebed de aynı cinsten değildir.

 

Laricanî: Aynü'l-Kudât'ın yaratıcı yanlarından biri de Kur'an ayetlerinden çok güzel yararlanmasıdır. Bizim irfanımızın köklerinin Kur'an'a dayandığına ilişkin söylediklerimiz bu açıdandır. O şu ayeti naklediyor: “Ve enzelna meahumul kitabe vel mizane” (Onlarla (peygamberlerle) birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Hadîd, 25) Buradaki kitap Kur'an'dır veya ilahî kitaplardır. Bu konuya da bir başka programda değiniriz. Ancak burada neden “mizân” diyor da “akıl” demiyor. Aynü'l-Kudât bu konuda demin de okuduğum gibi şöyle diyor: Akıl iki kefesi olan bir mizândır. Yani ezel ve ebed kefeleri vardır. Gayr-i mütenâhîye olan sonsuz seyrine ulaştığında aklın kefesinde iki şey vardır: Ezel ve ebed. Ancak o diyor ki bu kefeleri dolduran şey, vahyin nurudur.

 

Yahut Mevlânâ'nın bahsettiği mekânsızlıkta olduğu gibi:

 

La mekaniyi ké der an nur-é Khodast

Mazi vu mustakbel u fiileş kocast?

 

Tanrı'nın nurunun bulunduğu o mekânsızlıkta

“Geçmiş”, “gelecek” ve “şu an” neresidir?

 

 

O, burada kastedilenin vahiy olduğunu söylüyor. Ondan sonra da bir başka ayeti zikrediyor: “Ve ma kane li beşerin en yukellimehullahu illa vahyen ev min verai hıcabin ev yursile resulen fe yuhıye bi iznihi ma yeşau, innehu aliyyun hakim.” (Şûrâ, 51) Yani “Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Yani akıl aciz kaldığı anda bir ses duyuyor ki o ses de vahyin sesidir. Burada “yukellim” (konuşur) kelimesini kullanmasının sebebi de budur. Burada konuşan akıl mıdır?

 

 

Üstat Dînânî: Yani vahiy ezel ve ebedin birlikte olduğu “mekmen-i gayb”dan, bir başka deyişle gayr-i mütenâhî (sonsuz) âlemden bu dünyaya nüzûl ediyor. Yani zamansızlıktan zamana geliyor. Mekânsızlıktan mekâna iniyor. Geliyor ve Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın (s.a.a.) kulağına ulaşıyor. Hz. Musa'nın (a.s.) kulağına ulaşıyor… Bu Allah'ın kelâmıdır, konuşmasıdır. Konuşan Allah'tır. Burada başka bir bahis söz konusu oluyor. Bu da şudur: Kelâm Allah'ın fiili midir yoksa sıfatı mıdır? Fiille sıfatın farkı önemlidir.

 

Hiç kuşkusuz mütekellim olmak yani konuşmak Allah'ın sıfatıdır. Ancak kelâm aynı zamanda Hak Teala'nın fiilidir. Mütekellim sıfattır; ancak bu sıfatın kökeni fiildir. Buradaki fiil nedir? Sözdür, konuşmaktır. Şuna dikkat edin, fiil asla failden ayrı değildir. Bizler sanıyoruz ki bir marangoz bu masayı veya sandalyeyi ya da birisi şu binayı yaptıktan sonra o yaptığı şeyden ayrılıyor. Halbuki bu bina o ustanın eseridir, bu masa o marangozun eseridir. Yani fail, fiilden ayrılmaz, ayrılması mümkün değildir.

 

Kelâm da Allah'tan ayrı değildir, “mütekellim” Allah'ın sıfatıdır. Mekmen-i gaybdan, zamansızlıktan ve mekânsızlıktan yahut gayr-i mütenâhîden, mütenâhîye geliyor. “İnna enzelna” (muhakkak Biz indirdik) işte budur. Nüzûl işte budur. Yani kelâmın Peygamber'in kulağına ulaşmasıdır.

 

Laricanî: Üstat kısa bir aradan sonra devam edelim.

 

***

 

Üstat, Aynü'l-Kudât, nebevî akıl ile vahiy ilişkisini çok güzel ve hassas bir şekilde ifade etmiş. Siz de bu konuyu çok güzel açıkladınız. O, şu ifadeyle devam ederek şöyle buyuruyor: “Aklın ihtiyacı olan şey vahiy tarafından dolduruldu. Yani aklın ezelî ihtiyacı onun ebedîsinin ta kendisidir ve aklın ebedî ihtiyacı da ezelîdir. Dolayısıyla ezelde verilen her şey, ebedde satın alınır. Bu söz herkesin anlayabileceği bir söz değildir. Sadece benimle o celâlî sefere çıkanlar hariç.”

 

Yani o bu alanın idrâk edilmesinin bir seyrüsefer gerektirdiğini söylüyor. Bu, aslında bazı dini aydınlar tarafından söz konusu edilen çağımızdaki en önemli şüphelerden birisinin cevabıdır. Mesela kimilerine göre eğer Peygamber, 23 yıl yerine 50 yıl kalmış olsaydı, vahiy daha fazla olurdu. Yani şu an mevcut olan Kur'an daha uzun olurdu.

 

Aynü'l-Kudât ise diyor ki “hayır istenen şey hemen o an kendisine verildi''. O iki kefe de doldu. Üstat, sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

 

Üstat Dînânî: İzin verirseniz ben burada Aynü'l-Kudât'ın söylediğini biraz açayım. Ayrıca söyleyeceklerim ile sizin naklettiğiniz o şahsın şu sorusuna da cevap verilmiş olsun. “Peygamber eğer 50 yıl daha kalmış olsaydı vahiy daha fazla ve daha kâmil, daha iyi olurdu” diyen biri zaman ve mekân kaydının esiridir. Elbette hepimiz zaman ve mekân kaydının esiriyiz.

 

Bu bir gerçekliktir. İnsan zamansal ve mekânsal olmaksızın düşünme gücüne sahip değildir. Zaman ve mekânda esaret halindeyiz. Zaman ve mekândan kurtulma gücüne sahip değiliz. Zaman ve mekân dışında düşünme gücüne sahip değiliz.

 

Bu, söz aslında formüle edilmiştir. Eskiler, bunun farkındaydılar ve Alman filozofu Kant ve ondan sonra gelenler bizim zaman ve mekân dışında düşünme gücüne sahip olmadığımızı ispat ettiler. Bu ayrı bir mesele ve biz şu an Kant meselesine girmeyeceğiz.

 

Kant'tan sonraki herkes Kant'ın etkisi altındadır. Zamansal ve mekânsal olarak düşünürler. Onlara göre zaman daha fazla olsaydı konular daha da artacaktı. Ve onlar mekân genişledikçe konuların da daha kapsamlı olacağını söylerler. Ancak mesele böyle değildir.

 

Kur'an bunu söylemiş ve işi bitirmiştir. Söylenebilecek olanı söylemiş ve açıklamıştır. Kur'an diyor ki: “El-yevme ekmeltu lekum dinekum.” (Bugün dininizi sizin için tamamladım.)  Eğer o şahıs bu ayeti okumuş ve bu ayete inanıyor olsaydı, artık yersiz tefsirlere girişmezdi.

 

“Elyevme ekmeltu lekum dînekum ve etmemtu aleykum ni'metî.” (Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım. Maide, 3) Bu ayette bunun bir nimet olduğunu açıklıyor. Yani biz Allah'tan istiyor değildik, Allah bunu bize bir nimet olarak verdi.

 

Ayette ‘'hem kemâle erdirdik hem de tamamladık'' diyor. Bu ayet Gadir-i Hum'dan sonra inmiştir, inşallah bu konuya da daha sonra değiniriz. Yani Mevlâ Emîrü'l-Müminîn'in velâyetinin zuhurudur.

 

Pekâlâ, ben Aynü'l-Kudât'ın cümlesini açmak ve şu an sizin Zübdetü'l-Hakâik kitabından okuduğunuz bölümdeki ifadeleri açıklamak istiyorum. Orada diyor ki: Bu bir mizândır (terazi) ve onun iki kefesi vardır. Ezel ve ebed de bu iki kefeyi doldurmuştur. Şimdi izin verirseniz ben burayı biraz açayım.

 

İki kefesi olan şey mizândır. Mizân ise daha önce de arz ettiğim üzere aklın kendisidir. Akıldan daha hassas ve kesin bir mizâna sahip değiliz. Bu âlemde hiçbir mizân akıldan daha hassas ve kesin değildir. Kuyumcuların altını ölçtükleri kırat, çok hassastır, altının ayarını ölçer. Ancak akıl olmasa o da yapılamazdı. Yani mizânı da yapan akıldır. Mimarın kullandığı çekül, şiirdeki aruz birer mizândır (ölçüdür). Bunların hepsi aklın eseridir. Yani tüm mizânları yapan akıldır.

 

Aklın kendisi bir mizândır. Aynı zamanda kendi kendisinin mizânıdır. Mesela Gazzâlî mantığı “ilm-i mizân” olarak niteliyor. Yine aynı şekilde Hacı Sebzevârî ona ‘'ilm-i mizân'' diyor. Aynü'l- Kudât ise mizânın iki kefesi ezel ve ebedle doluyor diyor.

 

Daha önce de arz ettiğim gibi ezel ve ebed, gayr-i mütenâhîdir (sonzuz) ve aklın sahasının dışındadır. Akıl kendi sahasında mizândır. Hem kendisi için hem de sahasındaki diğer şeyler için bir mizândır. Yani aklın sahasına giren her şey akılla ölçülür. Ezel ve ebed, zaman ve mekânın üstündedir. Zaman ve mekânın üstünde oldukları için de aklın sahasının üstündedirler.

 

Ezel ve ebedin iki kefe olduğuna dair söz çok önemlidir. Aynü'l-Kudât bu sözle ne demek istiyor? Demek istiyor ki mekmen-i gaybdan inen vahiy, akla geliyor. Vahiy buraya geldiğinde makûldür. Bakın burası çok önemlidir: Vahiy mekmen-i gaybda iken aklın erişiminden uzaktır. Akıl ona ulaşamaz. Gayb olan, sır olan ezel ve ebed, nüzûl edince bu iki kefeye geliyor. Peki bu iki kefeye gelmesi ne demektir? Akıl mizânına gelmesi demektir.

 

Dolayısıyla vahiy, Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın kulağına gelince, Hz. Musa'nın veya herhangi bir peygamberin kulağına inip de o peygamber tarafından ifade edilince artık o söz makûl olmuştur. Yani artık akıl mizânındadır. Ama daha önce, aslî yerinde, aklın ulaşamayacağı bir yerdeydi. Ezel ve ebed iki kefeye konulunca yani makûl âlemine gelince akıl üstünden akıl âlemine gelmiş oldu.

 

Makûl alemine gelip ezel ve ebed aklın ölçebileceği o iki kefeye sığınca ve akılla ölçülebilecek hale gelince artık bir eksiği kalmadı. Yani artık ölçülebilecek olan o şeyler o iki kefeye gelmiş oldu ve Hz. Hâtemü'l-Enbiyâ'nın dilinden de beyan edildi. Böylece “ekmeltu lekum”; yani din tamamlanmış oldu.

 

Laricanî: Bu sebeple de o sahadan gelen nur, akla ben geldim diye sesleniyor, bunun için de söz (kelâm) ile birliktedir.              

 

Üstat Dînânî: Söz, (kelâm) her zaman makûldür, eğer vaktimiz varsa bunu açıklayayım. Söz, aklın zuhurudur. Bunun antik Yunan'daki ismi “logos”tur. İşte bu yüzden de aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen insanla ilgili yapılan binlerce tarif içinde en iyi tarif “insan konuşan hayvandır” şeklindeki tariftir. Bence en iyi insan tarifi budur.  Eskiler “insan hayvan-ı natıktır” derler. Natık konuşabilen demektir. Natık insan, nutka sahiptir. Nutuk ise lafız ve söz değildir. Nutuk, aklın zuhurudur. Akıl sahibi olmayan birinin söz söyleme yeterliliği yoktur. İnsan ağzını açıp bir kelime söylediği anda aklını beyan etmiş olur.

 

Burada doğruluğundan veya yanlışlığından söz etmiyorum. İnsanın doğru veya yanlış bir şeyler söylemesinden bahsetmiyorum, o ayrı bir şeydir. Ancak akıl olmasa söz söylemek mümkün değildir. Hayvanlar söz söyleyemiyor, işte insanla hayvanın farkı budur, yani akıl sahibi olmasıdır. Çünkü insan akıl gücüne sahip olduğu için söz söyleme gücüne de sahiptir.

 

Hayvanlar ses çıkarır ve birbiriyle iletişim kurarlar; ancak söz söyleyemezler. Konuştuğu söylenen papağanlar da söyledikleri sözün anlamını bilmez. Onların yaptığı sesi taklit etmektir ki o da konuşmak değildir.

 

Fakat iradesi ve kararıyla konuşan birinin söylediği sözler onun aklının zuhurudur. Dolayısıyla siz kelâm ile akıl arasında ilişki kurarak çok doğru bir şey buyurdunuz. Yani akıllı olduğu için konuşabilmektedir. Burada sözün rolü ortaya çıkıyor.

 

Laricanî: O halde diyebiliriz ki mekmen-i gaybdan zuhur âlemine gelen ilk şey, makûl sözdü. “Evvelu mâ halakallâhu akli” (Allah önce benim aklımı yarattı.)

 

Üstat Dînânî: Hadisin diğer şeklini de okuyun.

 

Laricanî: “Evvelu mâ halakallâhu nûrî” (Allah ilkin benim nurumu yarattı)

 

Üstat Dînânî: Şimdi diğer cümleyi de okuyun; zira bu hem İslam'da hem Tevrat'ta hem de İncil'de vardır. O da şudur: Önce kelime (söz) vardı ve kelime Allah'tı. Yani gaybdan bu aleme ilk zuhur eden ‘'sözdür''.

 

Nizâmî şöyle diyor:

 

Conbiş-é evvel ké kalem der girift

Herf-é nakhohstin sohen der girift

 

Kaleme dökülen ilk hareket

Söz haline gelen ilk harftir

 

Gaybın ilk zuhuru, sözdür.

 

Laricanî: Vahyin geliş şeklini başka bir programda ele alırız. Burada diğer bir önemli olan soru da şudur: Ezelî ve ebedî olanın ihtiyacı, Aynü'l-Kudât'a göre ilk vahiyde akla verildi. Akıl orada dolaşıyor. Mevlâ Emîrü'l-Müminîn (a.s) tabiriyle yarın kıyamette aklın cevherini getirip bizim önümüze koyduklarında biz onu hiç keşfedemediğimizi göreceğiz. Neden acaba, ne oluyor ki biz aklımızın kapasitesini ve istidatlarını keşfedemiyoruz?

 

Üstat Dînânî: Akıl içimizdeki bir define olmasına rağmen, biz nefsanî iştahların esiriyiz. Hevâ ve hevesler taşıyoruz, başka şeylerle meşgul oluyoruz. Dünya işleriyle meşgul olmak, gafleti beraberinde getiriyor. Kendi dışımızla ne kadar çok meşgul olursak kendimizden o kadar gâfil oluruz. Kendimizden gâfil olmamız da fesadın kaynağıdır. Yani dikkati kendimize yöneltmeliyiz. Dikkatimizi kendimize yönelttiğimizde içimizde ne hazineler olduğunu fark ederiz. Maalesef gaflet bizim her zaman yolumuzu kesen şeydir.

 

Laricanî: O halde üstat şöyle bir sonuca varabiliriz: Kur'an işte bu sebeple “Ve enzelna meahumul kitabe vel mizane” (Onlarla (peygamberlerle) birlikte Kitabı ve mizânı indirdik. Hadîd, 25) buyuruyor. Aynü'l-Kudât'a göre de ezel ve ebed kefeleri var, her ikisi de ezelle doludur ve ezelle dolan da ebedde tekrar satın alınıyor.   

 

Üstat Dînânî: İzin verirseniz ben sizin buyurduğunuz şeyi biraz tashih edeyim. Ezel doldurmadı; ezel ve ebed aklın iki kefesini doldurdular.

 

Laricanî: O halde, Peygamber de bu mizânla Kur'an'ı getirdi. O halde Peygamber biraz daha kalsa Kur'an daha fazla olurdu şeklindeki söz geçersizdir.

 

Üstat Dînânî: Söylenecek olan şeyleri söyledi. Söylenmesi gereken şeyleri söyledi. Söylenmedik bir şey kalmadı. Söylenmesi gereken söylendi, ama bizim söylenmeyenleri keşfetmemiz gerekiyor.

 

Laricanî: Pekâlâ, Mevlânâ da çok güzel diyor. Diyor ki bizim fıtratımız da bu hâle sahiptir, yani daima mekmen-i gaybdan vahiy alıyor. Biz iki akla sahibiz, bunlardan birincisi “meksebî akıl'', diğeri de Allah vergisi akıldır. Diyor ki:

 

Do akl est evvel meksebi, ké der amuzi mekteb sebi

Akl-ı diger tuhfe-yi Yezdan buved, cuşiş-é an der miyan-é can buved

 

İki akıl var, birincisi meksebî akıldır ki ilkokulda öğrenir

Diğer akıl ise Allah'ın hediyesidir, onun coşması can arasındadır.

 

Üstat Dînânî: “İktisabî akıl'' ya da Mevlânâ'nın sözünü ettiği “meksebî akıl”, işte bu içsel aklın zuhurudur.

 

Laricanî: Yani insan kendi “meksebî aklıyla” “Yezdanî aklını” ya da Muhyiddin Arabî'nin tabiriyle Kudsî aklını birbiriyle irtibatlı kılarsa kendisi de sonsuzu görür.

 

Üstat Dînânî: Bu irtibat var; ama onu biz bilmiyoruz. Bizim irtibat kurmamıza gerek yok. İktisabî (kazanılmış) olan akıl aslında zatî olan aklın vasıtasıyladır. Eğer zatî akıl olmasaydı iktisabî olana sahip olamazdık. Ancak biz o zatî olandan hareketle iktisap ettiğimizin farkında değiliz. Bu bizim farkında olmayışımızdır. Yoksa onlar iki tane değildir, bu ikilik amelde, yani işlevselliktedir. Yoksa akıl tek şeydir ve o da bizim zatımızdadır. Biz onun vasıtasıyla iktisap ediyoruz. Biz bunların ayrı olduğunu sanıyoruz. Mevlânâ'nın söylediği doğrudur; ama bu taksim bir cevheri taksim değildir. Bu taksim işlevselliğe yöneliktir. Yoksa o zatî cevher olmasaydı iktisap da olmazdı.

 

 

Laricanî: Pekâlâ üstat, Aynü'l-Kudât'ın latif ifadeleri, sizin güzel açıklamalarınız sayesinde inşallah izleyicilerimizin beğenisini kazanmıştır.

 

Bir başka programda yeniden buluşmak üzere hoşça kalın diyoruz.

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=EC4ohufnWpc