Henry Kissinger: Değişen bir dünyada kaos ve düzen

Henry Kissinger: Değişen bir dünyada kaos ve düzen
"Eğer IŞİD toprakları İran Devrim Muhafızları veya onun eğitip yönettiği Şii güçler tarafından işgal edilirse, sonuç Tahran’dan Beyrut’a uzanan bir toprak kemeri olabilir ve bu, bir İran radikal imparatorluğunun ortaya çıkışı anlamına gelebilir."

 

Değişen bir dünyada kaos ve düzen

 

Henry Kissinger

 

 

CapX

 

 

Lady Thatcher, çağımızın en kayda değer liderlerinden biriydi. Kararlı, enerjik, cesur, vefakâr biri olan Thatcher, kendini odak gruplarının tavsiyelerini izlemek yerine, geleceği şekillendirmeye adamıştı.  

 

Onunla ilk defa 1970'lerin başında, Edward Heath kabinesinde Eğitim Bakanı olarak görev yaptığı esnada tanıştım. İlk görüşmemizde Bayan Thatcher, o dönem yaygın olan, siyasi rekabetlerin merkezi kazanma amaçlı olduğu şeklindeki hâkim görüşü reddettiğini ortaya koydu. Ona göre liderlik, siyasi merkezi tanımlanmış ilkelere doğru taşıma işiydi, tersi değil.  

 

Thatcher bu felsefeyi hayata geçirirken, uzun bir kariyer boyunca toplumunda yeni bir siyasi yönelim meydana getirdi. Bunu karakter ve cesaretin birleşimiyle yaptı: karakter, çünkü siyasi sürecin gerektirdiği ufuk açıcı seçimler genellikle çok dar bir koridorda yapılır; ve cesaret, çünkü gidilecek yolda daha önce hiç yürünmemişti. 

 

Margaret Thatcher bu vasıfları, Winston Churchill'in 50 yıl önce “Demir Perde” konuşmasını yaptığı, Fulton, Missouri'deki Westminster College'da düzenlenen Findley Vakfı konuşmasında, anlaşılır bir şekilde ortaya koydu. Orada, özü itibariyle bugün daha da fazla aciliyet taşıyan meseleleri masaya yatırdı:

 

 * Rusya potansiyel bir tehdit olarak mı yoksa bir partner olarak mı görülmelidir?  

 * NATO dikkatini “bölge dışı” meselelere yöneltmeli midir?

 * NATO, Orta Avrupa'nın yeni demokrasilerini tam sorumlulukla mümkün olduğunca hızlı ve sağgörülü bir şekilde kabul etmeli midir?

 * Avrupa NATO içinde kendi “savunma kimliğini” geliştirmeli midir?

 

Bu öngörülü konuşmadan yirmi yıl sonra transatlantik dünyası, karşılaştırılabilir tipte yeni bir meseleler dizisiyle karşı karşıya. Batı'nın 1648 yılında Otuz Yıl Savaşları'nı sonlandırmak için yarattığı dünya düzeni, devletlerin bir dizi topluluk arasındaki güç dengesiyle emniyet altına alınan egemenliği fikrine dayanıyordu. Şimdi, farklı tarihsel ve kültürel deneyimlerden çıkarılan ve kıtasal veya evrensel dini boyutlara ilişkin vizyonlar da içeren düzen konseptleriyle karşı karşıya. Bu yüzden uzun vadeli mesele, bu konuların ulus-devletin düsturlarıyla mı yoksa daha küreselleşmiş konseptlerle mi çözümleneceği ve bunların gelecekteki dünya düzeni için ne tür sonuçlar getireceği meselesi haline geliyor. Ben de bunu, Lady Thatcher'in ortaya koyduğu sorgulamaları bizim koşullarımıza uyarlayarak yapacağım.  

 

Rusya

 

Rusya meselesi - Lady Thatcher'ın ele aldığı ilk sorun – bugün Ukrayna ve Suriye'ye odaklanıyor fakat daha derin bir yabancılaşmayı yansıtıyor. Avrupa'dan başlayıp İslam sınırları üzerinden Pasifik'e uzanan on bir saat dilimine yayılan Rusya, ayrı bir dünya düzeni anlayışı geliştirdi. Az sayıda doğal sınır noktası bulunan engin sınırları üzerinde daimi bir güvenlik arayışı içinde olan Rusya, komşularından bazıları için mutlak güvensizliğe doğru giden bir mutlak güvenlik tanımına varan şeyi geliştirdi.

 

Aynı zamanda Rusya'nın jeostratejik ölçeği, neredeyse mistik denebilecek büyüklük tasavvuru ve halkının zorluklara katlanma iradesi, yüzyıllar boyunca Moğollar, İsveçliler, Fransızlar ve Almanların emperyal tasarımlarına karşı küresel dengenin korunmasına yardımcı oldu. Rusya için sonuç bir ikirciklilik oldu: Avrupa tarafından kabul görme ve eş zamanlı olarak onu aşma isteği. Bu özel kimlik hissi, Başkan Putin'in “Sovyetler Birliği'nin çöküşü, yüzyılın en büyük jeopolitik felaketiydi” şeklindeki açıklamasını izah ediyor.

 

Putin'in uluslararası politikaya bakışı çoğu zaman, 1930'ların Avrupa'daki milliyetçi otoriterizminin yeniden ortaya çıkışı olarak tanımlanır. Daha isabetli bir tanımla bu,  Fyodor Dostoyevski'yle tanımlanan ve bir örneği 1880 yılında şair Puşkin'e bir anıt ithaf edilmesi esnasında yaptığı konuşmada görülen dünya görüşünün mirasıdır. Dostoyevski'nin Rus karakterinin ruhani vasıfları temelinde yeni bir Rus büyüklüğü ruhu için yaptığı tutkulu çağrı, 20. yüzyıl sonlarında Alexander Solzhenitsin tarafından devralınmıştır.

 

Vermont'daki sürgünden ayrılıp Rusya'ya dönen Solzhenitsin, Rus Sorunu Üzerine isimli kitabında, Rusya'dan “çıkarılan” Rusların kurtarılması için eylem çağrısı yapıyordu. Putin aynı ruhla, Batı'nın Rusya'yı kontrol altına almayı amaçlayan 300 yıllık çabası olarak yorumladığı şeyden yakındı. 2007 yılında Münih Güvenlik Konferansı'nda gerçekleşen Dostoyevski tarzı bir feveranla, Batı'yı, Soğuk Savaş sonrası Rusya'sını tecrit ve mahkûm etmek için bu ülkenin sorunlarını hakkaniyetsiz bir şekilde istismar etmekle suçladı.

 

Batı, Avrupa'nın güvenliği için hayati bir unsur olan, fakat tarihsel ve coğrafi nedenlerden ötürü, Rusya'yla bitişik bölgelerde karşılıklı tatmin edici bir düzenleme meydana getiren şeyin ne olduğu konusunda temelden farklı bir görüşe sahip olan Rusya'yla nasıl ilişkiler geliştirmeli? En bilgece yol Rusya'ya Batı'nın iç ve küresel düzenle ilgili görüşlerini kabul edene kadar baskı uygulamak ve gerekirse onu cezalandırmak mı? Yahut üzerinde ortaklaşılan bir dünya düzeni anlayışı peşinde koşarken karşılıklı yabancılaşmaya galebe çalan, yahut onu en azından hafifleten bir siyasi süreç için yer var mı?

 

Rusya sınırına daimi bir çatışma bölgesi gibi mi bakılmalı yoksa burası potansiyel bir işbirliği bölgesi olarak şekillendirilebilir mi? Ve böyle bir süreç için gerekli kriterler nelerdir? Bunlar Avrupa düzeninin, sistematik bir şekilde düşünülmeyi gerektiren sorularıdır. Konseptlerin her biri, Rusya'nın askeri basıncının cezbediciliğini kaldıracak bir savunma kapasitesini gerektirmektedir.

 

Çin

 

Lady Thatcher'ın bölge dışı meselelere ilişkin sorgulaması günümüzde temel olarak Çin ve Ortadoğu için geçerli. Çin, Doğu Çin Denizi'nden İngiliz Kanalı'na uzanan ve siyasi, ekonomik, kültürel ve güvenlikle ilgili sonuçları olan büyük bir tasarım olarak “Kemer ve Yol İnisiyatifi”ni başlattı. Bu, Sir Halford Mackinder'ın Kraliyet Coğrafya Derneği'nde yaptığı ve Avrasya anakarasını yerkürenin jeostratejik merkez noktası olarak tanımlayan sunumunu hatırlatıyor.

 

Yeni İpek Yolu, Çin'i Orta Asya'ya ve son kertede Avrupa'ya bağlamaya çalışarak, fiilen dünyanın ağırlık merkezini Atlantik'ten Avrasya anakarasına taşıyacaktır. Yol, beşeri kültürler, uluslar, inançlar, kurumlar ve egemen devletler açısından devasa bir çeşitlilik içinden geçiyor. Öteki büyük kültürler – Rusya, Hindistan, İran ve Türkiye – onun üzerinde yer alırken, diğer ucunda Batı Avrupa ülkeleri yer alıyor ki, bu ülkelerin her biri ona katılma, işbirliği yapma veya onu reddetme arasında bir seçim yapacak ve bunun hangi biçimlerde olacağına karar verecektir. Bu girişimin uluslararası siyaset açısından taşıdığı karmaşalar, sersemletici olduğu kadar zorlayıcıdır da.

 

“Kemer ve Yol İnisiyatifi”, Batı'nın düzen felsefesinin tanımladığı haliyle Vestfalya tipi bir uluslararası stratejik çerçevede ortaya konuluyor. Ancak Çin, bir Vestfalya devleti boyutunu aşan bir eşsizliğe sahip: aynı anda hem kadim bir medeniyet, hem bir devlet, hem bir imparatorluk hem de küreselleşmiş bir ekonomi. Çin kaçınılmaz olarak tarihsel deneyimi, büyüyen gücü ve stratejik vizyonuyla uyumlu bir uluslararası düzen adaptasyonu arayışında olacaktır.  

 

Bu evrim, Çin'in son yarım yüzyıldaki üçüncü dönüşümüne işaret edecektir. Mao birlik getirdi, Deng reform getirdi ve şimdi Başkan Xi Jinping, “iki 100”ü gerçekleştirerek, geç dönem Çing hanedanı reformcularına kadar giden “Çin rüyası” olarak adlandırdığı şeyi gerçekleştirmeye çalışıyor. Çin Halk Cumhuriyeti 2049'da ikinci yüz yılına girerken, Xi'nin tanımına göre dünyadaki bütün öteki toplumlar kadar, hatta belki de daha güçlü olacak ve tam anlamıyla gelişmiş ülkelerdeki kişi başına GSYİH düzeyine varmış olacaktır.  

 

Süreç içinde Amerika Birleşik Devletleri ve Çin, hem ekonomik hem de jeopolitik açıdan dünyanın en önemli iki ülkesi haline gelecek ve geleneksel düşüncelerinde benzeri görülmemiş uyarlamalara gitmeleri gerekecektir. Amerika Birleşik Devletleri, 2. Dünya Savaşı sonrasında küresel bir güç haline gelmesinden bu yana jeopolitik açıdan eşiti olan bir güçle uğraşmak zorunda kalmamıştır. Ve Çin, bin yıllık tarihi boyunca yabancı bir ülkeyi hiçbir zaman kendisine vergi ödeyen bir Orta Krallık'tan fazlası olarak görmemiştir.

 

Her iki ülke de kendilerini istisnai olarak görüyor, ancak temelden farklı biçimlerde: Amerika, kendi değerlerinin ve sisteminin başka ülkelere yayılmasını misyonunun parçası olarak görüyor; Çin ise tarihsel olarak, kendi performansının görkeminin, başka ülkeleri saygı temelli bir hiyerarşiye doğru yönelteceği öncülü temelinde hareket etti.

 

Her iki ülkede de bu perspektif farklılıklarının nasıl uzlaştırılacağı – ulus devletin düsturlarıyla mı yoksa bazılarına Başkan Xi'nin “Çin rüyası”nın örnek teşkil ettiği yeni, daha küresel konseptlerle mi – hakkında pek çok fikir bulunuyor. Her iki ülke – ve dünyanın geri kalanı – için onların birlikte gelişmesi, dönemin tanımlayıcı bir deneyimi.

 

Böyle bir dünyada Avrupa'nın rolü ne olacak? Atlantik dünyasının parçası mı yoksa kendini yeniden tanımlayan ve kendisini çevreleyen dalgalanmalara kendini özerk bir şekilde uyarlayan bir oluşum mu? Transatlantik düzeninin bir bileşeni mi? Yahut unsurlarının tarihsel bir güç dengesi modeline katıldığı değişken bir oluşum mu? Ne türden bir dünya düzeni, transatlantik ve “Yol ve Kemer İnisiyatifi” konseptlerinin senkronize olma biçimine bağlı olacak?

 

Ortadoğu

 

Avrasya'da ve Rusya sınırları boyunca dünya düzeni, konsolidasyonun sonuçlarının meydan okumasıyla karşı karşıya. Dünya düzeni Ortadoğu'nun çeperinde, dağılma karmaşasının tehdidi altında. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda Ortadoğu'da ortaya çıkan Vestfalya temelli düzen sistemi şimdi darmadağınık halde. Bölgedeki dört devlet, egemen devlet olarak işler olmaktan çıktı. Suriye, Irak, Libya ve Yemen, kendi yönetimlerini dayatma arayışında olan kesimlerin savaş sahalarına dönüştü.

 

Irak ve Suriye'nin geniş bölgeleri üzerinde, ideolojik açıdan radikal dini bir ordu olan IŞİD, kendisini modern medeniyetin amansız bir düşmanı ilan etti ve uluslararası sistemin çoklu devletlerinin yerine şiddet yoluyla, Şeriat yasasına göre yönetilen tek bir İslami imparatorluk geçirme arayışında. Bu koşullarda, “düşmanımın düşmanı dostumdur” şeklindeki geleneksel vecize artık geçerli değil. Çağdaş Ortadoğu'da düşmanınızın düşmanı da sizin düşmanınız olabilir. Ortadoğu, ideolojilerinin uçuculuğuyla olduğu kadar özgün eylemleriyle de dünyayı etkiliyor.

 

Dış dünyanın IŞİD'le olan savaşı bir gösterge olabilir. IŞİD dışı güçlerin çoğu – Şii İran ve önde gelen Sünni devletler dâhil – onu yok etme ihtiyacı konusunda mutabık. Fakat onun kontrolündeki toprakları kim devralacak? Bir Sünni koalisyonu mu? Yoksa İran'ın hâkim olduğu bir nüfuz alanı mı? Bu soruya yanıt bulmak zor zira Rusya ve NATO ülkeleri birbirine karşıt kesimleri destekliyor. Eğer IŞİD toprakları İran Devrim Muhafızları veya onun eğitip yönettiği Şii güçler tarafından işgal edilirse, sonuç Tahran'dan Beyrut'a uzanan bir toprak kemeri olabilir ve bu, bir İran radikal imparatorluğunun ortaya çıkışı anlamına gelebilir.

 

Batı'nın hesabı, bir zamanlar önemli bir ılımlılaştırıcı etkisi olan Türkiye'nin laik bir devletten ideolojik açıdan İslami bir versiyona doğru dönüşümüyle karmaşıklaştı. Aynı anda hem Ortadoğu'dan gelen göçmen ağı üzerindeki kontrolüyle Avrupa'yı etkileyen hem de güney sınırı üzerindeki petrol ve öteki ürünlerin hareketiyle Washington'u kızdıran Türkiye'nin Sünni davasına olan desteği, içindeki grupların çoğunun bu zamana kadar Batı tarafından desteklendiği Kürtlerin otonomisini zayıflatma çabalarıyla yan yana gidiyor.  

 

Rusya'nın yeni rolü, ortaya çıkacak düzen türünü etkileyecektir. Rusya'nın amacı IŞİD'in yenilgiye uğratılmasına destek vermek ve benzer toplulukların ortaya çıkmasını engellemek mi? Yoksa buna stratejik tahakküm yönündeki tarihsel arayışların nostaljisi mi yön veriyor? Eğer ilkiyse, Batı'nın Rusya'yla işbirliği politikasına gitmesi yapıcı olabilir. Eğer ikincisiyse, Soğuk Savaş modellerinin yeniden ortaya çıması muhtemeldir. Rusya'nın yukarıda çerçevesi verilen, şu anda IŞİD'in elinde olan bölgelerin kontrolüne yönelik tutumu kilit önemde bir test olacaktır.

 

Batı da aynı seçimle karşı karşıya. Hangi sonucun ortaya çıkan dünya düzeniyle uyumlu olduğuna ve onu nasıl tanımladığına karar vermesi gerekir. Bizzat kendileri bölünmüş olduğundan, soyut anlamda dini gruplaşmalar temelinde bir seçim yapamaz. Batı'nın desteği istikrarı amaçlamalı ve hangi gruplaşma istikrarı en fazla tehdit ediyorsa ona karşı olmalıdır. Ve hesabı uzun vadeyi gözetmeli, anın taktiklerinin yönlendirmesi altında olmamalıdır.

 

Eğer Batı bir jeostratejik plan olmadan hareket etmeye devam ederse, kaos büyüyecektir. Eğer konsept olarak veya fiilen geri çekilirse – ki son on yılda bunun cezbediciliği vardı – kendi sınırları üzerindeki kaosa veya sınırları içindeki kargaşaya gücü yetemeyecek olan Çin ve Hindistan, kademeli olarak Rusya'yla birlikte Batı'nın yerine geçmeye başlayacaktır. Son yüzyılların dünya siyaseti modeli çökecektir.

 

Atlantik İttifakı nereye?

 

Bu eğilimler Atlantik İttifakı açısından iki sonucu içeriyor. Kıtalardaki altüst oluşlar, güç dengesini tehdit ettikleri ölçüde, güvenliğin de önünde tehdidi temsil etmektedir. Fakat aynı zamanda Batı'yı yeni bir dünya düzeninin inşa edilmesine katkıda bulunmaya çağırmaktadır. NATO Şartı'nın 5. maddesi, neyin korunması gerektiğini tanımlamaktadır; bu, Atlantik politikasının nihai ürünü olamaz.

 

NATO 1949 yılında, üyelerini Sovyetler Birliği'nin doğrudan saldırısında korumak üzere kurulmuştu. O tarihten bu yana, uluslararası düzeyde istikrarsızlaştırıcı durumlara karşı tepki vermek üzere çeşitli boyutlarda bir araya gelen bir ülkeler ağına evrildi. Fakat NATO orijinal hedefinde, evriminde olduğundan daha netti; dünya düzenine katkıdaki rolüne kıyasla, savunma taahhütleri konusunda daha açıktır.

 

Sayıca üstün kara güçlerine ilave olarak nükleer silah cephaneliğini büyütme süreci içinde tehditkâr bir Sovyetler Birliği'ne karşı bir caydırıcı olarak tasavvur edilen NATO, Batı'nın hür milletlerinin değerlerini geliştirmeleri için hem hukuki bir zorunluluk, hem de bu yöndeki ortak bir kararlılığın ifadesi olmuştur.  

 

Amerikan nükleer cephaneliği Sovyet askeri gücünün en ileri dengeleyici unsuru olduğu için, buradan bir Amerikan liderliği geleneği doğmuştur. On yıllar geçtikte İttifak, giderek artan oranda, değişen dünyaya ilişkin üzerinde mutabık kalınan stratejik bir konseptten ziyade, tek taraflı bir Amerikan garantisine dönüşmüştür.

 

Lady Thatcher'ın Atlantik İttifakı konsepti, şu andaki gerçekliklerden epey farklıydı. O, ittifakı özü itibariyle “genel olarak onun öncülüğünü izleyen müttefiklerle çevrili hâkim güç olarak Amerika”dan müteşekkil olarak tanımlıyordu. Bugün artık durum tam olarak böyle değildir. Amerika Birleşik Devletleri Thatcher'ın bahsettiği tarzda yönetmemektedir; pek çok Avrupalının zihniyeti de alternatifler arama yönündedir.

 

Nüfus, kaynaklar, teknoloji ve sermayenin gerçeklikleri, müdahil bir Amerika ve askeri açıdan hareketli bir Avrupa için belirleyici bir küresel rolü temin etmektedir. Ancak bu, üzerinden anlaşılan bir stratejik ve siyasi konsept olmadan gerçekleşmeyecektir.

 

Günümüzün hızla değişen dünyasında, NATO amaçlarını ve kapasitelerini devamlı olarak yeniden gözden geçirmelidir. Çağdaş dünya düzeninin içerdiği yapılardaki değişim, NATO'yu ve üyelerini kendi kendilerine şu soruları sormaya yöneltmelidir: NATO, üyelerinin topraklarının kontrolü dışında hangi değişimleri koruma arayışında olacak ve bunu hangi araçlarla yapacak? Siyasi amaçlar nelerdir ve NATO bu doğrultuda hangi araçları bir araya getirmeye hazırlanıyor?

 

Şu halde sözlerime, Margaret Thatcher'ın yirmi yıl önce Findley sunumunda ortaya koyduğu sorunla bitireyim:

 

“Ne yapılmalı? Ben şu anda gerekli olan şeyin yeni ve yaratıcı bir Atlantik inisiyatifi olduğuna inanıyorum. Bu inisiyatifin amacı Atlantikçiliği tanımladığım zorlukların ışığında yeniden tanımlamak olmalıdır. Tarihin açık olduğu ve gidişatının bunlar gibi araçlarla değiştiği ender anlar vardır. Tam şu anda böyle bir anda olabiliriz.”

 

Lady Thatcher'ın bu sözleri her şeyden önce, bir teşvik ve bir görev tanımını yansıtıyordu. Bugün daha da kritik bir andayız.

 

 

www.medyasafak.net