Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (3)

Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (3)
Yani akıl nereye giderse hayâ ve din de onunla gider ve onunla hareket eder. Bundan dolayıdır ki bizim rivayetlerde akıl “kendisiyle Rahman’a ibadet edilen ve cennetlerin kazanıldığı şey” olarak geçmektedir.

 

 

 

Sunucu: Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla… Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.a.) ve pâk Ehl-i Beyti'ne olsun. Es-selâmu aleykum ve rahmetullah.

 

Programımızın yeni bir bölümünden sizlere merhaba diyoruz. İki program süresince ‘‘Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ'nın (s.a.a.) makamları ve mazlumiyeti'' konusuna giriş yaptık ve birtakım konuları ele aldık. Ardından sizin aktardığınız bazı hadislere geçiş yaptık. Seyyidim bazen şu soru ile karşılaşabiliyoruz:

 

Hz. Zehrâ'nın (a.s.) faziletleri ve makamlarıyla ilişkili bu tür bir konuyu ele almanın ne gibi bir zorunluluğu var?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Önceki programda Ehl-i Beyt'in rolünü gizlemeye çalışanların işlediği tarihsel bir olguya değinmiştik. Bu çabalar ilk olarak Hz. Zehrâ'ya yönelik cinayet girişimi ile başlamış, bu durum sonraları Hz. Ali (a.s.) ve diğer Ehl-i Beyt İmamları ile devam etmiştir. Bu ekolün kurucusu bu kişiler, İslâm ümmetinin zihin dünyasında Kur'ân-ı Kerim'in وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا /Allah sizleri pak kılmıştır” diyerek tertemiz kıldığı bu eve ve bu yüce varlıklara ait menkıbe ve faziletleri silip atma uğraşı içine girmişlerdir. Bu akım, ümmetin zihin dünyasında ‘‘Ehl-i Beyt'e (a.s.) ait hiçbir şeyin -menkıbe ve faziletin- kalmamasını ve onlara dair her şeyin silinmesini'' istemişlerdir. Ben öyle inanıyorum ki bu olgu ve bu akımın yansımaları günümüzde dahi mevcuttur.

 

Birileri şöyle sorabilir: Seyyidim neye dayanarak bunu söyleyebiliyorsunuz?

 

Sizler de bir önceki programda gördünüz. Programa bağlanan kardeşlerimizden birisi Hz. Zehrâ'nın makam ve menkıbeleriyle bağlantılı olup isnad zinciri sahih, manası açık ve hakkında görüş birliği bulunan bir rivayeti sırf okuduk ve ele aldık diye ‘‘bunca abartı ve aşırılık neden'' diye bir itirazda bulundu. Kanaatimizce abartı sözcüğü bu pâk, mutahhar eve karşı düşmanlık ve çekememezliğin hafifletilmiş şeklidir. Ben asla kardeşimizi itham altında bırakmak istemiyorum. Bu kültür ve akım bu tür kardeşlerimizin zihin dünyasına şu hususu ilka etmeye çalışmaktadır:

 

Bizler Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (a.s.)'dan, Kisâ Ashabı'ndan bahsedince bazılarının kalplerinde bir tür sıkıntı hâleti meydana gelmektedir. Bunlar ısrarla bağlanıp ‘‘bu sözleri neden söylüyorsunuz, bu belirttiğiniz falanca ve filanca hanımlarda da vardır'' diyorlar. Biz sanki diğerlerinden bu olguyu olumsuzlamak istiyormuşuz gibi davranıyorlar. Bilemiyorum, bu nasıl bir kültür? Azizlerim, dikkat ediniz! Aynı şahıslar Muâviye gibi tulekadan, Yezid gibi tuleka çocuklarından olup içki içen ve Peygamber (s.a.a.) çocuklarını katleden birisinden övgüyle bahsedildiğinde ve onun hakkında ‘‘müminlerin emiri'' lakabı kullanıldığında çıkıp da ‘‘bunca abartı neden'' diye itirazda bulunmuyorlar.

 

Sunucu: Hatta Yezid hakkında dahi!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette. Yezid hakkında ‘‘müminlerin emiri'' diye kitaplar kaleme alınıyor!  Muâviye de aynı şekilde. Muâviye tuleka oğlu tuleka değil mi? Zamanının İmamına karşı çıkan bir asi değil mi? Resûlullah (s.a.a.) onu ve grubunu azgın bir topluluk olarak isimlendirmemiş mi? Allah aşkına sizler söyleyiniz! İmam Ali (a.s.) hakkında ‘‘azgın topluluğun lideri'' diye bir ifade olsaydı siz, Hz. Ali (a.s.) hakkında bir şey bırakır mıydınız? Hakkında bunca fazilet ve menkıbe aktarılmış olmasına rağmen O'na karşı düşmanlık ve kin içindesiniz. Hakkında bunca menkıbe ve fazilet aktarılmış olan bir şahsı konuşmamız ne abartıdır ne de gereksiz saygıdır.

 

Azizlerim, sorulan soruya hadis ilminin imamlarından olan Hâkim en-Nîsâbûrî aracılığıyla cevap vermek istiyorum. Çünkü Hâkim en-Nîsâbûrî de bizim Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ'nın faziletleriyle ilgili sorduğumuz soruyu ‘‘böyle bir eseri neden kaleme alıyorum'' diye kendi kendisine soruyor.

 

Azizlerim bakınız, Ehl-i Sünnet'in büyüklerinden olan bu zat ne diyor? Kimileri ‘‘âlimleri ne diye Ehl-i Sünnet ve Emevîci diye ayırıyorsun'' diye soruyorlar. Bilin bakalım, bu şahıs ne diyor? Bu şahsın ne dediğini ve diğerlerinin neler dediğini anlarsak cevap netleşir. Konu önemli olduğundan dolayı biraz uzatacağım.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî “Fadâilü Fâtımetü'z-Zehrâ” adlı eserinde şöyle diyor:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Allah'a hamd ederek başlıyor, beni doğruya iletmesini diliyor ve O'nun yardımıyla yetiniyorum. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'e ve O'nun Âl'ine, onların adlarını ananların andığı ve gaflette olanların gaflette kaldığı süre kadar salât ve selâm ediyorum.

 

Zaman bizi öyle yöneticilerin eline bıraktı ki insanlar, Resûlullah'ın Âl'ine düşmanlık besleyerek ve onları aşağılamaya çalışarak yöneticilere yakınlaşıyorlar. Yöneticilere yaranmak isteyen, Allah'ın Resûlünün Âl'inden uzak kıldığı nitelikleri diline dolayıp onlar hakkında zikredilmiş tüm faziletleri inkâr etme yoluna başvuruyor. Bu durum karşısında sadece Allah'a sığınıyor, Hz. Muhammed'e (s.a.a.) ve O'nun Âl'ine salât etmesini niyâz ediyor, bizleri başımızdaki Hâricîlerden kurtarıp yerlerine daha hayırlılarını getirmesini diliyoruz. Bunu yapmak, hiç kuşkusuz O'nun elinde ve gücü dâhilindedir.

 

Bu risâleyi yazma nedenlerimden biri şudur: Fakihlerin, kadıların, önemli devlet adamlarının ve diğer bazı kimselerin hazır bulundukları bir meclisteydim. Söz, Mü'minlerin Emîri Ali b. Ebî Tâlib'e geldi. Fakihlerin ileri gelenlerinden biri ortaya atılarak ‘‘Ali, Kur'ân'ı ezbere bilmiyordu. Şa'bî de bunu açıkça belirtmiştir'' dedi. Ben de bunun üzerine ‘‘Tam aksi olmasın? Bu konuyu Şa'bî'den daha iyi bilen sahâbîler, Ali'nin (a.s.) Kur'ân'ı ezbere bildiğine tanıklıkta bulunmaktadırlar''[i] dedim.

 

Pasajı görüyor musunuz, bir olgudan ve insanların Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Âl'ine buğzetmekle yöneticilere yakınlaşmaya çalışmasından bahsediliyor. Bu yaklaşımın etkileri günümüzde de devam etmektedir.

 

Bir diğer husus, o dönemde bulunan bir akımı konu ediniyor. Şöyle ki ümmetin zihninden Ehl-i Beyt'in (a.s.) silinmesi için onlarla bağlantılı ne kadar fazilet varsa tamamını yok saymaya ve inkâr etmeye çalışan bir akım var.

 

Pasajda geçen Hâricîlerden kasıt da açıktır ki terimsel anlamdaki Hâricîlik değildir. Bu sözcük ile kastedilen Ehl-i Beyt düşmanlığıdır.

 

Yine Hâkim en-Nîsâbûrî deyim yerindeyse seçkinlerden oluşan bir mecliste bulunduğunu belirtmektedir.

 

‘‘Ali (a.s.) Kur'ân'ı ezbere bilmiyordu'' diyen kimse de sözü sanki bu kesin hakikatlerdenmiş gibi ortaya atıyor! Hâlbuki Hz. Ali ile Kur'ân birbirinden ayrılmayan iki olgudur. İmam Ali, Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Aranızda Allah'ın Kitabını ve ıtretimi-neslimi bıraktım. Onlar asla birbirlerinden ayrılmazlar” buyruğunda geçen Itret'in bir ferdidir. Bu hadis İmam Ali'nin sadece Kur'ân'ı ezbere bilmekle kalmadığını aksine İmam Ali'nin (a.s.) Kur'ân'dan asla ayrılmadığını ve ayrılmayacağını da göstermektedir.

 

Şa'bî'nin İmam Ali (a.s.) düşmanlığı bilinmektedir. Bu pasaj Hz. Ali (a.s.) ile ilgiliydi.

 

Eserin ilerleyen bölümlerinde Hz. Peygamber'in (s.a.a.) kızları konusu da ele alnıyor. Pasaj şöyledir:

 

Daha sonra mecliste Hz. Peygamber'in (s.a.a.) kızları Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsûm'den söz açıldı. Mecliste bulunanlardan birisi şöyle dedi: Râviler bunların Hadîce'nin Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) dünyaya getirdiği çocuklar olduklarını hiçbir şekilde kabul etmiyorlar. Ben de bunun üzerine ‘‘Onlar Hz. Hadîce'nin Hz. Resûlullah'tan olma çocuklarıdır. Ancak şu var ki haberlerde Hz. Fâtıma (a.s.) hakkındaki haberler daha meşhur, O'nun faziletleri rivayetlerde daha çok anılmıştır…” dedim. [ii]

 

Yani pasajda söz konusu üç kızın Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) kızları olmadığı söylenmektedir ki bizce de doğru olan budur.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî devamında şöyle diyor:

 

“Bunun üzerine eskiden uzunca bir süre yanımda bulunmuş olan ve bana gelip gitmişliği çok olan biri, Ehl-i Beyt'e düşmanlık göstererek mecliste bulunan birilerinin gözüne girmeye çalışarak…”[iii]

 

Sunucu: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İlmî bir meclis…

 

Sunucu: Kültürlü insanlardan ve seçkinlerden oluşan bir meclis!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Günümüzde de genelde meclisler bu şekildedir. Bakıyorsunuz sakallı ve sarıklı, önünde ve arkasında yığınlarca unvan olan insanlar televizyonlara çıkmakta, aynı sözleri farklı üsluplarla ve değişik kelimelerle kullanmaktadırlar. ‘‘Hz. Mustafâ'nın kızına neden bu kadar önem veriyor ve abartıyorsunuz'' diyebilirsiniz. Hâlbuki bu özen ve saygıyı biz değil Kâinât'ın Efendisi veriyor… Pasajı okumaya devam edelim:

 

… girmeye çalışarak şöyle dedi: Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî, el-Camîü's-Sahîh'te bir hadis rivayet etmiştir. Bu hadiste Urve b. ez-Zübeyr, Üsâme b. Zeyd'den şöyle rivayet etmektedir:

 

Resûlullah ‘‘Kızlarımın en hayırlısı Zeyneb'dir'' buyurmuştur. [iv]

 

Buhârî bir hadis söylemişse artık sözün bittiği yerdir ve o sözü Resûlullah (s.a.a.) söylemiştir! Hâkim en-Nîsâbûrî bundan sonra uzunca bir konuya giriş yapıyor, ancak biz bu konuya girmek istemiyoruz. Ancak özetle şöyle diyor:

 

Bu hadisin nerede geçtiğini sordum ve sonunda bu hadisi mecliste aktaran şahsın Buhârî'ye yalan isnadında bulunduğu ortaya çıktı.

 

Azizlerim, bu konular Kur'ân akidesinin özünden sayılmaktadır. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) çevresiyle bağlantılı olan bu seçkin zevatı (sahâbe kuşağını-çev.) tanımanın gerekliliği hususunda sizler ısrar etmiyor musunuz ey Müslümanlar? Resûlullah'a (s.a.a.) Allah'ın kendilerinden kiri giderdiği ve tertemiz kıldığı Ehl-i Beyt'inden daha yakın hiçbir kimse var mı? Bu da bu tür konuları ele almanın gerekliliğine delildir. 

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid “Bizler de Ehl-i Beyt'i seviyoruz” denmektedir. En azından şunu söyleyebiliriz. İnsan tanımadığı bir şahsı nasıl sevebilir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu önemlidir. Öyleyse haydi geliniz bu şahsiyetleri tanıyalım.

 

Sunucu: Seyyidim önceki programlarda Âlemlerin Kadınlarının Hanımefendisi Hz. Zehrâ'nın (a.s.) faziletlerinden birini anlatmaya başladınız.  Resûlullah'ın (s.a.a.) dilinden kızı Hz. Zehrâ'nın (a.s.) diğer faziletlerini bize anlatmayı kararlaştırmıştınız.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Azizlerim, bu konuyu yani ‘‘Hz. Zehrâ'nın fazilet ve mazlumiyeti'' konusunu ele almaya başladığımıza göre bu tür meseleleri de ele alacağız. Hz. Mustafâ'nın (s.a.a.) ciğerparesi olan bu yüce zatı tanıyabilmek için birkaç bölüm de sürse uzunca durmaya çalışacağız.

 

Değerli izleyiciler bilirler ki biz ele aldığımız konuları ve meseleleri matematiksel ve mantıkî bir örgü içinde sunmaya çalışıyoruz. Sunduğumuz her bir bilgi sonraki konunun bir mukaddimesi mesabesindedir. Dolayısıyla halkaların birindeki bir kopukluk tablonun bütününü görmemize mâni olur. Şimdi sunacağımız hadis, icma edilen sahih ve sarih hadislerdendir. Hz. Peygamber (s.a.a.) âlemlerin kadınlarının makamlarını açıklarken bunlar içinde dört kişiyi istisna etmiş, bunların kadınların hanımefendisi, en üstünü olduğunu ve cennet ehli hanımların en faziletlisi olduğunu belirtmiştir. Dünyevî ve uhrevî olarak bunların en üstün hanımlar olduğuna vurgu yapmıştır. Zaten bir zorunluluk da söz konusudur. Zira cennet ehli kadınların en faziletlisi dendiğinde kesinlikle bilelim ki onlar dünya ehli kadınlarının da en üstünüdür. Çünkü dünya ahiretin tarlasıdır. Peki bu dört kişi kimdir? Tabii Resûlullah (s.a.a.) bu dört kadına, Âdem'den (a.s.) Hâtem'e kadar hatta Kıyamet gününe kadar peygamberlerin, vasilerin ve velilerin kadınları, peygamberlerin kızları ile kız kardeşlerinin hiçbirisinin benzemediğini ve onlarla boy ölçüşemediğini de belirtmiştir. Dolayısıyla kimse bize ‘‘falanca ve filanca kadınlar nerede'' diye sormasın. Eğer cevap vermek istiyorlarsa ilmî bir şekilde cevap vermelidirler. Bu konudaki hadisler ve metinler çok fazladır. Biz hızlı bir şekilde ele almaya çalışacağız.

 

Allâme Albânî'nin Sahîhü Süneni't-Tirmizî adlı eseri. Hz. Peygamber (s.a.a.) şöyle buyurdular:

 

حسبك من نساء العالمين مريم ابنت عمران وخديجة بنت خويلد وفاطمة بنت محمّد وآسية امرأة فرعون / Enes'ten yapılan rivayete göre Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: Âlemlerdeki kadınlar arasından dördü ululukta sana yeter. İmrân kızı Meryem, Huveylid kızı Hadîce, Muhammed'in kızı Fâtıma ve Firâvun'un karısı Müzâhîm kızı Asiye.”[v]

 

Bu bizim ilk kaynağımız.

 

İkinci kaynak: İmam Tahâvî'nin (h. 321) Şerhü Müşkilü'l-Âsâr.

 

 “حسبك من نساء العالمين مريم ابنت عمران وخديجة بنت خويلد وفاطمة بنت محمّد وآسية امرأة فرعون /Enes'ten yapılan rivayete göre Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmuştur: Âlemlerdeki kadınlar arasından dördü yücelikte sana yeter. İmrân kızı Meryem, Huveylid kızı Hadîce, Muhammed'in kızı Fâtıma ve Firavun'un karısı Müzâhîm kızı Asiye.[vi]

 

Dipnotta Allâme Arnavût şöyle diyor:

 

Hadisin isnadı Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahihtir. Bu hadis el-Mûsânnef'te geçmektedir. Tirmizî, İbn Hibbân ve Hâkim vd. bu hadisi tahric etmişlerdir.[vii]

 

Allâme Arnavût'un dipnotunu görüyor musunuz? Buhârî ve Müslim aslında hadislerinde bu sıhhate sahip hadisleri tahric etmektedir. (Fakat her ne hikmetse bu hadisi tahric etmemiştir. Çev.)

 

Bu hadisi tahric edenlerden birisi İmam Ahmed b. Hanbel'idir (Müsned'inde). İmam Ahmed aynı hadisi tahric eder. Muhakkik bu hadise şu dipnotu düşer:

 

Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahihtir. Bu hadisi musannifi Fadâilü's-Sahâbe'de, İbn Ebî Âsım, et-Taberî, İbn Adiy, et-Taberânî, Hatîb el-Bağdâdî… tahric eder. [viii]

 

Öyleyse bu rivayet kesin sahih olan rivayetlerdendir. Bu rivayet dünya âlemi ile bağlantılıdır.

 

Şimdi gelelim. Bu dört kadının cennet ehli kadınlarının hanımefendileri ve en üstünü olduklarına dair rivayetlere geçelim.

 

İmam Ahmed'in Müsned'i. Rivayet İbn Abbas'tandır:

 

Bize Yûnus, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini bildirdi: Resûlullah (s.a.a.) yere dört çizgi çizdi ve ‘‘bu nedir biliyor musunuz'' dedi. Orada bulunanlar ‘‘Allah ve Resûlü en iyisini bilir'' dediler. Resûlullah (s.a.a.) buyurdu ki: Cennet ehlinden olan kadınların en değerlisi Huveylid kızı Hadîce, Muhammed kızı Fâtıma, İmrân kızı Meryem ve Firâvûn'un karısı olan Müzâhim kızı Âsiye'dir.[ix]

 

Allâme Arnavût daha sonra hadisin sıhhat değeri hakkında dipnotta şöyle der:

 

Bu hadis sahihtir. Bu hadisi Ebû Ya'lâ, Hâkim… tahric etmiştir.

 

Bu hadisi tahric eden eserlerden birisi de Müsned-ü Ebî Ya'lâ el-Mavsılî'dir. (h. 307)

 

İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir:

 

Resûlullah (s.a.) yere dört çizgi çizdi… Cennet ehlinden olan kadınların en değerlisi Huveylid kızı Hadîce, Muhammed kızı Fâtıma, İmrân kızı Meryem ve Firavun'un karısı olan Müzâhim kızı Âsiye'dir.[x]

 

Muhakkik bu hadise şu notu düşer:

 

Bu hadisin isnadı sahihtir.[xi]

 

Geriye bir noktanın açıklanması kaldı. Hz. Resûlullah (s.a.a.) acaba neden dünya için “hasbuke / sana yeter” ifadesini kullandı da ahiret için “efdalu / en değerlisi ve en üstünü” ifadesini kullandı?

 

Azizlerim, bu soruyu cevaplandırmaya kalkışmak çokça vakit alacağından adres olarak sizi bir eserimize yönlendireceğiz. “Emevî İslâmının Öğretileri / معالم الإسلام الأموي” adlı eserimizin “Bu İki Hadis Grubu Arasındaki Fark” başlığını okumanızı öneriyorum.

 

Azizlerim, bu neticeye ulaştık. Birileri bize gelip de ‘‘Hz. Peygamber'in eşleri olan Âişe, Hafsa, Ümm-ü Seleme nereye gitti'' diye soracak olursa cevaben ‘‘bunlar bir fazilete sahip olsalar dahi faziletleri kesinlikle bu dört kadının faziletine ulaşmaz'' deriz. Geriye kalan bütün kadınlar bu fazilet seviyesinin altındadır. 

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid! Siz âlemlerin kadınları arasından dört seçkin kadının konumunu açıkladınız. İsterseniz asıl konumuza geçelim. Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ'nın (a.s.) makamına… Bu seçkinler arasında Hz. Zehrâ'nın konumu nedir? Hz. Zehrâ (a.s.) bu fazilet noktasında onlarla ortak mıdır, yoksa onlardan da ayrılıp daha üst bir makamda mı bulunmaktadır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu metinler ve hadisler dört hanımın da aynı seviyede olduğunu ve içlerinden hiçbirisinin diğerinden temayüz edip de ayrılmadığını ifade etmektedir. İster ‘‘sana yeter'' hadis grubu olsun ister ‘‘en faziletleri'' hadisleri olsun, her ikisi için de aynı durum söz konusu.

 

Burada dikkat edilmesi gereken bir gerçek vardır. Kur'ân-ı Kerim bir yerde “O'nun resûlleri arasında ayırım yapmayız” (Bakara, 285) buyurmakta ve nebi ile resûllerin hepsini aynı kefeye koymaktadır. Ancak aynı Kur'ân-ı Kerim başka yerlerde ise şöyle buyurmaktadır:

 

“O resûllerin kimini kiminden üstün kıldık.” (Bakara, 253), “Doğrusu biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık.” (İsrâ, 55)

 

Dolayısıyla peygamberler arasında ortak birtakım hususların bulunduğu sonucu doğru olduğu gibi kendilerine özgü birtakım hususların varlığı da doğrudur. Bu özgülükten dolayı kelâm ilmi beş peygamber için “Ulu'l-azm” peygamberler diye bir ifade kullanır ve bunları, peygamberlerin en üstünü olarak kabul eder. Bundan dolayıdır ki Kur'ân-ı Kerim'in Ahzâb Sûresi'nin yedinci ayetinde şöyle buyurduğunu görebilmekteyiz:

 

وَاِذْ اَخَذْنَا مِنَ النَّبِيّ۪نَ م۪يثَاقَهُمْ وَمِنْكَ وَمِنْ نُوحٍ وَاِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى وَع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَۖ وَاَخَذْنَا مِنْهُمْ م۪يثَاقاً غَل۪يظاًۙ

 

Hani bütün peygamberlerden; senden, Nûh'tan, İbrâhim'den, Mûsâ'dan, Meryem oğlu Îsâ'dan sadâkat sözü almıştık, onlardan ağır sorumluluk taşıyan bir söz almıştık.

 

Bu ayette bahsedilen misak bu dünya hayatından önceki misaktır. Ayette ‘‘zikrü'l-hass ba'de'l-âmm / geneli zikredip ardından içlerinden özel olana geçmek'' edebî sanatı söz konusudur. Ayet ilk önce genel olarak bütün peygamberlerden bir misak alındığını belirtiyor. Ardından da beş peygamberin ismini belirterek onlardan ‘‘ağır bir misak'' alındığını söylüyor. İşte bu beş zat deyim yerindeyse peygamberlerin efendileridir.  Bu da ikinci husus.

 

Dolayısıyla aynı bağlamda bu dört hanımın anılması aralarında hiçbir imtiyaz ve üstünlüğün olmayıp hepsinin aynı seviyede oldukları anlamına gelmemektedir. Aralarında bir imtiyaz ve bir üstünlük olup olmadığını görebilmek için ikinci makama geçmemiz gerekmektedir. Dahası var. Ulu'l-Azm peygamberleri de kendi aralarında ele alıp incelediğimizde de Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) peygamberlerin efendilerinin efendisi olduğunu görebilmekteyiz. Yani ikinci merhale olan Ulu'l-Azm Peygamberler arasında ortak yönler olabildiği gibi onlar arasında da bir mertebe ve derece farkı vardır. Ahzâb Sûresi'nde bir nükte söz konusu. Şöyle ki Kur'ân-ı Kerim Ulu'l-Azm Peygamberlerinden diğer dördünü zikrederken zamansal tertibi göz önüne alır. Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ. Normalde Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu dizilişe göre sonda yani Hz. İsa'dan (a.s.) sonra gelmesi gerekirdi. Ancak Hz. Resûlullah (s.a.a.) varoluşsal ve makamsal açısından diğerlerinden üstün olduğundan ayette ilk başta anılıyor. Hatta lafız düzeyinde olduğunu kabul etsek dahi -bu Resûlleri anmak gerektiğinde- ilk olarak Enbiya ve Resûllerin Efendisi Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) anmak gerek. Bundan dolayı olsa gerektir ki tahkik ve marifet ehli, bir peygambere selâm vermek ve salat getirmek istediğinde ilk önce Peygamberimize daha sonra diğer peygamberlere selâm verir ve şöyle der:

 

على نبينا وعليه آلاف التحية والسلام /Ala nebiyyine ve aleyhi alafü't-tahiyyati ve's-selâm / Peygamberimize ve ona binlerce selâm olsun”

 

Bu Kur'ân'ın öğrettiği bir edeptir. 

 

Bu konu vuzuha kavuştuğuna göre geliniz, şimdi şu sorunun cevabını arayalım. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu dört hanımı sayarken bunların içerisinde Hz. Zehrâ'yı (a.s.) ayrı bir yere koymuş mu? Kur'ân Hz. Resûlullah (s.a.a.) hakkında ‘‘O, heva ve hevesinden konuşmaz'' buyurmaktadır. Bu mesele neden önemlidir? Önceki programda kimileri ‘‘Hz. Resûlullah (s.a.a.) babalık duygusu ile Hz. Zehrâ'ya (a.s.) böyle davranmıştır'' demişti. Bilemiyorum, artık babalık duygusu kızına hak etmediği bir şeyi vermesini mi gerektiriyor? 

 

Sunucu: Aslında bu ifade Resûlullah (s.a.a.) hakkında kuşkuya düşmektir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Haydi o hadis için Resûlullah'ın (s.a.a.) babalık duygusu ile hareket ettiğini kabul edelim. Peygamber'in (s.a.a.) babalık duygusu ile Hz. Zehrâ'nın elini öptüğünü, yerine oturttuğunu ve O'nu çok sevdiğini kabul edelim. Peki, şimdi zikredeceğimiz hadisler için ne diyeceksiniz?

 

İlk rivayete geçelim. Lütfen başlıklara bir bakınız: “Bu Ümmetin Kadınlarının Hanımefendisi.

 

Şimdi bu ifadede tartışmaya açık herhangi bir husus var mı?

 

Hz. Zehrâ (a.s.) seçkin bir konumdadır. Dahası, seçkinlerin içinde de en seçkin konumda! Özün özü bir makamda. İrfanî makamlara geçmek istemiyorum. Zira o ayrı bir konu. Bunlar kimlerdir? Bizler biliyoruz ki bunlar tarih boyu yaşayan bütün kadınların en üstünleridir. Resûlullah'tan (s.a.a.) öncesini de sonrasını da kapsar. Hz. Resûlullah (s.a.a.) özün özüne, seçkinlerin seçkinlerine işaret etmektedir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) daha sonra bu seçkinlerin içerisinde de en seçkinine işaret etmek istiyor. O da bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi ve baş tacı! Azizlerim, elimden geldiğince mevcut kaynaklar içinde en önemlilerinden nakletmeye çalışacağım. Çünkü bu konudaki rivayetler onlarca kaynakta geçmektedir. Ben bu rivayetleri herhangi bir nizaya mahal vermeyecek kaynaklardan aktaracağım.

 

İlk kaynak: Sahîhü'l-Buhârî. Rivayet oldukça uzun ve olay da oldukça meşhurdur. Hz. Resûlullah (s.a.a.) Hz. Fâtıma'ya bir sır veriyor ve bu sır Hz. Zehrâ'yı sevindiriyor. Sonra da başka bir sır veriyor. Bu sır da Hz. Zehrâ'yı üzüyor. Hz. Zehrâ'dan bu sırrın ne olduğu sorulduğunda ‘‘Resûlullah'ın (s.a.a.) sırrını ifşa edemem'' diye karşılık veriyor.

 

Rivayet Sahîhü'l-Buhârî'nin Kitâbü'l-İstizân'ında ‘‘İnsanların Gözleri Önünde Birisine Gizlice Bir şey Söyleyen, Arkadaşının Bu Gizli Söylediği Sırrını Onun Sağlığında Hiç Kimseye Haber Vermeyen ve Ancak O Sırrı Söyleyen Vefat Ettiği Zaman Başkasına Söyleyen Kimse'' Bâb başlığı altında geçiyor. Rivayet şöyle:

 

Resûlullah (s.a.a.) vefat ettiği zaman, yine ben Fâtıma'ya hitaben ‘‘Senin üzerinde bulunan analık hakkım sebebiyle senden yemin vererek istiyorum ki muhakkak bana o sırrı haber vereceksin'' dedim.

 

Fâtıma (a.s.) ‘‘Şimdi, evet'' dedi ve o sırrı haber verip şöyle söyledi:

 

Resûlullah, ilkinde bana gizlice Cebrâîl'in her sene bir defa bütün Kur'ân'ı kendisiyle mukabele ettiğini söyledi. ‘‘Bu sene Cebrâîl Kur'ân'ı benimle iki defa mukabele etti. Bunu da ecelin yaklaşmış olmasından başka bir şey olarak görmüyorum. Sen Allah'tan takva ile sakın ve sabret. Çünkü ben senin için ne güzel bir öncüyüm'' diye haber verdi. Bunun üzerine ben o gördüğün ağlayışla ağladım, dedi.

 

Hz. Fâtıma (a.s.) devamla dedi ki: Resûlullah (s.a.a.), bu sözü üzerine benim sabırsızlanıp üzüldüğümü görünce de ikinci defa bana gizlice bir şey daha söyledi ve ‘‘Ey Fâtıma! Sen mü'min kadınlarının seyyidesi olmandan razı olmuyor musun yâhut bu ümmetin kadınlarının seyyidesi olmandan razı olmaz mısın?'' buyurdu. [xii]

 

Bâb başlığı ile rivayet arasında oldukça uzak bir bağlantı var. Bu bab başlığı altında da sadece bu hadisi zikrediyor.

 

Öyleyse Hz. Fâtıma, müminlerin hanımlarının hanımefendisi ve bu ümmetin kadınlarının hanımefendisidir! Bu ilk kaynak.

 

İkinci kaynak: Allâme Albânî'nin Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahîha adlı eseri.

 

Bâb Başlığı: (Fadlü Fâtımete / Hz. Fâtıma'nın Fazileti)

 

Hadisin metni:

 

‘‘Ey Fâtıma! Sen mü'min kadınlarının seyyidesi olmaya razı olmuyor musun? Yâhut bu ümmetin kadınlarının seyyidesi olmaya razı olmaz mısın?''

 

Allâme Albânî daha sonra bu hadise şu notu düşer:

 

Bu hadisi Buhârî, Müslim, Nesâî, İbn Mâce, Tahâvî, İbn Sa'd ve İmam Ahmed çeşitli kanallarla tahric etmişlerdir.[xiii]

 

Öyleyse bu hadis ilmî açıdan sabit, kesin hadislerdendir ve tartışılacak hiçbir tarafı yoktur.

 

Resûlullah'ın Hz. Fâtıma'ya verdiği nişaneyi görebiliyor musunuz? Eğer sizler Hz. Resûlullah'ın Hz. Zehrâ'ya bu nişaneleri hak etmeden verdiğini düşünüyorsanız, bilemiyorum artık, Hz. Resûlullah hakkında Allah azze ve celle'nin “O heva ve hevesinden konuşmaz” buyruğunu nereye koyacaksınız? Yâhut da siz Resûlullah'ın (s.a.a.) bazen duygusal davrandığını mı iddia ediyorsunuz?

 

İkinci unvan: Seyyidetü Nisâi'l-Âlemîn / Âlemlerin Kadınların Hanımefendisi.

 

Hâfız ed-Devlâbî'nin (ö. 310) ez-Zürriyetü't-Tâhireti'n-Nebeviyye adlı eseri. Rivayet şöyledir:

 

Ben de bunun üzerine ağladım. Benim sızlandığımı görünce ‘‘Ey Fâtıma! Bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi veya âlemlerin kadınlarının hanımefendisi olmaya razı olmaz mısın?'' dedi. İşte orada gördüğün gülmemin nedeni bu idi.[xiv]

 

İşte Buhârî, Müslim ve diğerlerinin attığı bölüm ‘‘Âlemlerin Kadınlarının Hanımefendisi olmaya (…)'' bölümüdür.

 

Müellifin ismi genellikle ed-Dûlâbî olarak telaffuz edilir. Ancak doğrusu Devlâb'dır. Eser kadim eserlerdendir. Hafız ed-Devlâbî, Buhârî'de geçen rivayetin aynısını tahric eder.

 

Eserin muhakkiki bu hadise şu dipnotu düşer:

 

Hadisin isnad zincirindeki ricâl, Firâs dışında sika kişiledir. Firâs ise saduktur.[xv]

 

Diğer bir kaynak: Hâkim en-Nîsâbûrî'nin Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ adlı eseri.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî şu rivayeti aktarır:

 

Hz. Fâtıma der ki: ‘‘Resûlullah (s.a.a.) ‘Ey Fâtıma! Sen âlemlerin kadınlarının hanımefendisi, bu ümmetin kadınlarının hanımefendisi ve mü'min kadınların hanımefendisi olmaya razı olmaz mısın?' deyince ben de güldüm.”

 

Eserin muhakkiki Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza ‘‘Bu hadis sahihtir. Bu hadisin tahrici yukarıda geçmişti'' notunu düşer.[xvi]

 

Bu eserin muhakkiki genellikle hadisler hakkında uydurma ve zayıf olduğu notunu düşer.

 

İkinci unvan: ‘‘Âlemlerin Kadınlarının Hanımefendisi''

 

Üçüncü unvan: “Seyyidetü nisâi ehli'l-cenne / Cennet Ehli Kadınların Hanımefendisi.”

 

Bu unvan da oldukça önemlidir. Bir başka ifadeyle; kadınlardan kim cennete girecekse onların tamamının hanımefendisi ve mevlası Fatımetü'z-Zehrâ (a.s.)'dır. Bu öyle bir hakikat, haslet ve menkıbedir ki bu haslet ile âlemlerin kadınlarının hanımefendisi olma arasında bir lazım-melzum ilişkisi vardır. Bu rivayetin sahih olduğu ispatlanırsa doğrudan diğer sonucu da kendiliğinden verir. Ahiret dünyanın sonucudur. Çünkü ahirette bütün gizli sırlar ve hakikatler açığa çıkacaktır. Bu dünya âleminde kimileri müminlerin emiri, seyyidi olabilir. Ama orada, Allah katında en üstün olan ‘‘mü'minlerin emiri veya kadınların hanımefendisi'' olacaktır.

 

Gelelim, Hz. Fâtıma'nın (a.s.) ‘‘Cennet Ehli Kadınların Hanımefendisi'' olmasına... Biz bu hadisi de temel kaynaklardan ortaya koymaya çalışacağız.

 

İlk kaynak: Sahîhü'l-Buhârî. Rivayet şöyle:

 

“…Ben bundan ancak ecelimin gelmiş olduğunu anlıyorum. Muhakkak ki sen, ailem içinde bana ilk yetişecek kimsesin'' buyurdu. İşte ben bundan dolayı ağladım. Akabinde Peygamber, bana gizlice ‘‘Sen cennet ehli kadınlarının seyyidesi olmaya razı değil misin, yâhut mü'minlerin kadınlarının seyyidesi olmaya razı olmuyor musun?'' buyurdu. İşte ben bundan dolayı da sevinip güldüm.[xvii]

 

Öyleyse Hz. Fâtıma (a.s.) cennet ehli, mü'min kadınların, bu ümmetin ve âlemlerin kadınlarının hanımefendisi!

 

Buhârî bu anlama “Resûlullah'ın (s.a.a.) Hısımlarının Menkıbeleri ve Peygamberin Kızı Fâtıma'nın (Aleyhi's-Selâmın) Menkıbesi” bâbında işaret eder:

 

Hz. Peygamber: “Fâtıma, cennet ehli kadınların hanımefendisidir” der.[xviii]

 

Buhârî bu hadisi sened zikretmeksizin takdim eder. Yani bu hadisi ‘‘Resûlullah'ın kesin sözlerindenmiş'' şeklinde takdim eder. Bir diğer ifadeyle söz konusu bu hadis ‘‘dinin kesin maarifindendir''.

 

İkinci kaynak: Sahîhü Süneni't-Tirmizî. Rivayet şöyledir:

 

Huzeyfe'den rivâyete göre, şöyle demiştir: Annem bana ‘‘Peygamberle ne zaman görüşmeye gideceksin'' diye sordu ben de ‘‘uzun zamandır O'nunla görüşmüyorum'' dedim. Anam beni payladı. Bunun üzerine ben ‘‘bırak beni de gidip Resûlullah (s.a.a.) ile akşam namazını kılayım, kendisinden senin ve benim için istiğfar etmesini isteyeyim'' dedim. Resûlullah'a (s.a.a.) gittim ve akşam namazını onunla kıldım. Resûlullah (s.a.a.), akşam namazının ardından nafile namaz kılmaya başladı, sonunda yatsı namazını da kıldıktan sonra döndü. Ben de peşinden gittim. Sesimi duydu ve ‘‘Kim o, Huzeyfe mi?'' buyurdu. Evet, dedim. ‘‘İhtiyacın nedir, neden geldin? Allah seni de anneni de bağışlasın'' buyurdu. Sonra şöyle devam etti: ‘‘Şu bir melektir ki bu geceden önce yeryüzüne hiç inmemişti. Bana selâm vermek, Fâtıma'nın (a.s.) Cennet kadınlarının hanımefendisi olduğunu bildirmek, Hasan ve Hüseyin'in (a.s.) de Cennet ehli gençlerin efendisi olduğunu bana müjdelemek için Rabbinden izin istedi.” [xix]

 

Hadisin metnine göre gelen melek özel bir amaçla ve özel bir mesajı iletmek için gelmiştir.

 

Allah aşkına bu hadise göre cevaplandırın! Hz. Hüseyin'in (a.s.) katili müminlerin emiri oluyor! İşte üzerinde ısrarla durduğumuz Emevîci din anlayışının mantığı bu şekilde çalışmaktadır. Hâlbuki Allâme Alûsî gibi büyük âlimler Yezid ve Yezid gibilerine çok şiddetli bir şekilde lânet okumaktadır.

 

Bir diğer kaynağa geçelim. Allâme Albânî'nin Silsiletü'l-Ehadisi's-Sahiha adlı eseri önümüzde. Allâme Albânî “Hasan ve Hüseyin cennet ehli gençlerin iki efendisidir” hadisini detaylı bir şekilde aktardıktan sonra şöyle der:

 

Bu hadisin isnad zincirindeki râviler sahih hadisin ricâlidir.[xx]

 

Bir diğer kaynak Allâme Albânî'nin tahkikini yaptığı Sünenü't-Tirmizî'dir. Allâme Şuayb el-Arnavût hadisi naklettikten sonra şöyle der:

 

Bu hadis sahihtir. Hadisi Nesâî, Sünenü'l-Kübrâ'da İbn Hibbân da Sahîh'inde vd. tahric eder.[xxi]

 

Bir diğer kaynak tahkikini Şuayb el-Arnavût'un yaptığı İmam Ahmed'in Müsned'idir. Bu hadisi naklettikten sonra Allâme Arnavût hadisin isnadının sahih olduğunu söyler. [xxii]

 

Öyleyse dinî maarif manzumesinin kesin hakikatlerinden biri de Hz. Zehrâ'nın cennet ehli kadınların hanımefendisi olduğudur. Bu rivayetlere ikinci grupta geçen hadisleri de eklediğimizde şunu söyleyebiliriz: Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ (a.s.) sadece özün özü değil, seçkinler topluluğunun en katışıksız özü ve zirvesidir.   

 

Sunucu: Seyyidim sizler Hz. Fâtıma'nın hanımefendiliğine (siyâdetine), efdal oluşuna, mü'minlerin kadınların hanımefendisi oluşuna, bu ümmetin kadınlarının, cennet ehli kadınlarının ve âlemlerin kadınlarının hanımefendisi olduğuna değindiniz. Sorulan soru şu: Bu hanımefendilik (siyâdet) ile kastedilen nedir? Yahut bir kadının hanımefendi veya bir kişinin efendi olmasının anlamı nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Oldukça yerinde bir soru ve bu konu da oldukça önemli. Hakikaten seyyid ve siyâdelik sözcüğünün değişik alanlarda değişik kullanımı ve anlamı vardır. Örneğin, toplumsal hayatta seyyid sözcüğü kullanılır ve bununla kendi kavminin içinde seçkin bir konumda bulunma ve söz sahibi olma kastedilir. Yine kelime siyasi arenada da kullanılmaktadır. Bu durumda da makam ve mansıp sahibi olmayı ifade eder. Örneğin; cumhurbaşkanına seyyid denilmesi gibi. Bu sözcük fıkıhta da kullanılmaktadır.  Şerî, mali sorumlulukların seyyide yani Hâşimoğullarına verilip verilmemesi gibi konularda kullanılır ve fıkhî bir anlam taşır. Peki, yukarıda sıraladığımız ve sunduğumuz bu hadislerde geçen seyyid, bu anlamların tamamında mı yoksa bu anlamların biri için mi kullanılmıştır?

 

El-cevap: Asla. Zira bu hadislerde geçen seyyid sözcüğü ne toplumsal ne siyasî ne de fıkhî anlamda kullanılmıştır.

 

Sunucu: Her ne kadar bazen bu anlamları içerse de.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette. Örneğin biz Hz. İbrâhîm (a.s.) için ‘‘Şeyhü'l-Enbiyâ'' kavramını kullandığımızda toplumsal anlamı mı murat ederiz yoksa yaşının ileri boyutlara vardığını mı anlatmaya çalışırız? Yâhut O'nun fazilet ve kemâllerde hiçbir peygamberin ulaşamadığı kemâller ve faziletleri elde ettiğini mi kastederiz? Örneğin ‘‘Şeyhü't-Tevhid Hz. İbrâhîm (a.s.)'' ifadesini kullandığımızda şunu kastederiz: Hz. İbrâhîm öyle kemâl ve marifetlere ulaşmıştır ki bu konuda diğer peygamberler Hz. İbrâhîm'in mertebe ve derecesinin gerisinde kalmışlardır. ‘‘Ulu'l-Azm Peygamberler'' ifadesini kullandığımızda maksadımız hiçbir beşerin ulaşamadığı ilmî ve amelî kemâller ile ilahî kurbiyet makamlarına ulaşan peygamberlerdir. ‘‘Nebiyyü'l-Ekrem'' dediğimizde nebilerin ve resûllerin efendisi / seyyidi oluşunu kastederiz. Bu ibare ile kastedilen anlam nedir? Yani diğer resûller ve nebiler üzerinde siyasî bir makamının veya toplumsal bir üstünlüğünün olduğu mu? Hayır, asla! Bu sözle önceki peygamberlerin sahip oldukları bütün kemâller, faziletler, ilmî ve amelî üstünlüklerin Hz. Muhammed'de mevcut olduğunu ve O'nun diğerlerinin sahip olmadığı fazladan kemâlâta sahip olduğunu kastederiz. Zaten onlarla aynı seviyede olsaydı ve onlar gibi olsaydı seyyid olmazdı.

 

Azizlerim, en önemli ve temel noktaya dikkat ediniz! Resûlullah'ın (s.a.a.) Hz. Hadîce, Meryem, Fâtıma ve Asiye'nin (a.s.) isimlerini anarak söylediği siyadetten (seyyidlik) murat, toplumsal saygınlık değildir. Aynı zamanda fıkhî ve siyasi anlamları göz önüne alınarak da söylenmiş değildir. Bu hanımların taşıdıkları ve sahip oldukları faziletler, ilmî ve amelî kemâller ve Allah'a yakınlıkları göz önüne alınarak söylenmiş bir sözdür. Lafı sağa sola dolandırmaya gerek yok ve Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle söyleyecek olursak “Sizin Allah katında en değerliniz en çok sakınanızdır.”  (Hucurât, 13) Yani ‘‘seyyide'' denildiğinde âlemlerin kadınları içinde en muttaki kadın kastedilir. Bu esasa göre seyyide diğer bütün kadınlardan daha çok Allah'a yakın olan, onların arasında en bilgili ve en faziletli olandır. Ben öyle düşünüyorum ki mesele vuzuha kavuşmuştur.

 

Acaba Hz. Fâtıma (a.s.) ile Peygamber'in (s.a.a.) eşleri mukayese edilebilir mi? Asla! Hatta Hz. Fâtıma (a.s.) ile Hz. Hadîce dahi birbiriyle kıyaslanamaz! Nerede kaldı ki Hz. Hadîce'den daha düşük seviyede olanlar Hz. Fâtıma ile mukayese edilebilsinler!

 

Soru: Seyyidim bu konu ile nereye ulaşmak istiyorsunuz?

 

Azizlerim, Resûlullah'ın (s.a.a.) inşa edip temellendirdiği bu en temel konu ile âlemlerin kadınlarının hanımefendisi, cennet ehli kadınların en üstünü Hz. Fâtıma'nın (a.s.), Hz. Meryem'den üstün olduğu sonucunu vurgulamak istiyorum. Bu bize yeni bir ufuk açmaktadır. Şöyle ki Hz. Fâtıma'yı (a.s.) tanımak istiyorsak bize düşen, öncelikli olarak, Hz. Meryem'i (a.s.) Kur'ân'dan tanımaktır. Kur'ânî olarak Hz. Meryem'i (a.s.) tanıdığımızda, Hz. Meryem'in (a.s.) sahip olduğu bütün niteliklerin ve daha fazlasının Hz. Fâtıma'da mevcut olduğunu bileceğiz. Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır. Bizler Ali b. Ebî Tâlib (a.s.) meselesinde şunu belirtmiştik:

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) Hz. Ali'ye öyle faziletler vermiştir ki bunların temelinin Kur'ânî olup nebevî olmadığını görebilmekteyiz. Hz. Resûlullah, Hz. Ali'ye (a.s.) “Senin bana karşı konumun Hârûn'un (a.s.) Mûsâ'ya (a.s.) karşı konumu gibidir” buyurmuştur. Yani Resûlullah'a (s.a.a.) “Ali'nin sana göre konumu nedir?” diye soracak olursak O (s.a.a.) bize “Onun konumu Hârûn'un (a.s.) Mûsâ'ya karşı konumu gibidir” diye karşılık vermektedir. “Ey Allah'ın Resûlü anlamadık. Hârûn'un Mûsâ'ya nazaran konumu nedir ki?” diye sorduğumuzda da “Hayır, hayır!  Kur'ân'a müracaat et. Orada Hârûn'un Mûsâ'ya (a.s.) nazaran konumunu öğreneceksin. Onu öğrenince Ali'nin (a.s.) de bana karşı konumunu öğreneceksin” diyecektir. İşte burada da Resûlullah (s.a.a.) “Fâtıma (a.s.), âlemlerin kadınlarının hanımefendisidir. Fâtıma (a.s.) cennet ehli kadınların en faziletlisidir” buyurmaktadır. Durum böyle olduğuna göre Hz. Fâtıma'nın makamlarını, faziletlerini ve menkıbelerini öğrenmek istiyorsak Kur'ân'a müracaat etmeliyiz. Bu durumda da kimse bize ‘‘belki de yazar ve matbaa karıştırmış veya yanlış yazmıştır'' diye bir itirazda bulunamaz. Şöyle ki Kur'ân naslarına müracaat etmeli, oradan Hz. Meryem'in (s.a.a.) menkıbe, makam, derece ve faziletlerini öğrenmeliyiz. Oradan da Hz. Fâtıma'ya geçiş yapmalı ve bu faziletlerin sadece Hz. Fâtıma'da bulunmakla kalmadığını anlamalıyız. Hatta bu faziletler, menkıbeler ve makamlar Hz. Fâtıma'da daha derin, şiddetli ve büyük bir şekilde mevcuttur.  

      

Sunucu: Sorumuzu soralım.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öyleyse konuyu özetleyeyim.

 

Sunucu: İş bu merhaleye gelmişken soralım. Hz. Meryem'in (a.s.) fazilet ve menkıbeleri nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Şimdi bu faziletlere etraflıca girmeyeceğiz. Sadece başlıklar halinde sunacak, inşallah sonraki programlarda etraflıca ele alıp inceleyeceğiz. Kur'ân-ı Kerim Hz. Meryem hakkında ne buyurmaktadır?

 

İlk olarak: Kur'ân-ı Kerim Hz. Meryem'in (a.s.) sıddîka olduğunu söylüyor. Kur'ân-ı Kerim'e ‘‘sıddîkların makamı nedir'' diye müracaat edip öğrendiğimizde bileceğiz ki Hz. Meryem de bu makamdadır ve Hz. Fâtıma (a.s.) O'ndan derece itibariyle daha üstündür.

 

İkinci nokta: Melekler Hz. Meryem (a.s.) ile konuşmaktaydı. Kur'ân-ı Kerim meleklerin “Ey Meryem” diye hitaplarıyla dolup taşmaktadır. Bu sabit olduğuna göre Hz. Fâtıma'nın (a.s.) muhaddese olduğu iddiası da bir iftira değildir. Dolayısıyla Hz. Fâtıma'nın muhaddese olması Kur'ânî bir asıldır. Bunu inkâr eden Kur'ân-ı Kerim'i inkâr etmiş olur. Ayrıca Hz. Meryem peygamber de değildi. Gerçi bazıları meleklerin Hz. Meryem (a.s.) ile konuşmasını peygamberliğinin delili olarak kabul etmişlerdir. Hatta kimi büyük âlimler şunu belirtirler:

 

Hz. Meryem'in (a.s.) nebi olduğu ispatlansa dahi Hz. Fâtıma (a.s.) ondan daha büyüktür.

 

Bu konuyu ileride ele alacağız. Şu anda sadece başlıklar halinde sunup geçiyoruz.

 

Üçüncü noktaya geçmeden şunu belirtelim. Azizlerim bunlar Kur'ân'da geçen nişane ve madalyalar. ‘‘Sen Kur'ân'da geçen makamlardan bahsediyorsun. Hâlbuki Hz. Fâtıma'nın ismi dahi Kur'ân'da geçmiyor.'' denilecek olursa doğrudur. İsmi Kur'ân'da geçmiyor. Ancak Hz. Resûlullah (s.a.a.), Hz. Fâtıma'nın (a.s.) Hz. Meryem'den daha üstün olduğu şeklinde bir asıl ortaya koymaktadır.

 

Üçüncü nokta: Hz. Meryem (a.s.) tahiredir, paktır. Kur'ân-ı Kerim şöyle buyuruyor:

 

 إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفَاكِ عَلَىٰ نِسَاءِ الْعَالَمِينَ

 

‘‘Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerdeki kadınlara üstün eyledi.” (Âl-i İmrân, 42)

 

Buna göre Hz. Meryem (a.s.) taharette %99'luk bir dereceye sahipse Hz. Zehrâ taharette %100'lük bir dereceye sahiptir. Katışıksız, arı ve durudur. İçinde hiçbir şaibe söz konusu değildir. Bu ayet Hz. Meryem'in (a.s.) derecesini ortaya koymaktadır. Hâlbuki Hz. Fâtıma (a.s.) O'ndan daha faziletli olup O da seçilmiş olanlardandır. Hz. Meryem seçilmiş ise Hz. Zehrâ evleviyet yoluyla seçilmiştir.

 

Dördüncü nokta: Allah (cc) Hz. Meryem'i ve oğlunu ayet kılmıştır. Buna göre Hz. Zehrâ da bir ayettir ve öyle bir ayet ki O'nun ayet oluş boyutu Hz. Meryem'in ayet oluş boyutundan daha üstündür.

 

Beşinci nokta: Allah azze ve celle, O'nu güzel bir şekilde kabul edip, bir bitki gibi güzelce yetiştirdi.

 

فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَأَنبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا

 

‘‘Bunun üzerine rabbi ona hüsnü kabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi.” (Âl-i İmrân, 37)

 

Yani O'nu gözeten Allah-u Teâlâ'dır. Allah-u Teâlâ melekler göndermiş veya görevlendirmiş ve bu şekilde O'nu yetiştirmiş değildir. Bilfiil O'nu kendisi yetiştirmiştir. Bu nutfe nerede ekildi? Bu pak ve mübarek nutfe nebilerin efendisi, resûllerin ve nebilerin sonuncusunun sulbüne ekildi.

 

Dikkat buyurunuz! Bu tohum (Hz. Zehrâ) âlemlerin Rabbinin eliyle Resûlullah'ın (s.a.a.) sulbüne ekiliyor. Bu sulbden o mübarek kap olan Hz. Hadîce'nin pak ve temiz rahmine geçiyor.

 

Altıncı nokta: Karnında bulunan cenin kendisiyle konuşuyor. Yani Hz. İsa (a.s.) Hz. Meryem'in karnında bir ceninken kendisiyle konuşuyor. Buna göre bilelim ki Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s.) de Hz. Fâtıma (a.s.) ile konuşuyorlardı.

 

Sunucu: Yâhut en azından konuştuğuna dair rivayetler aktarıldığında veya söylendiğinde garip görmemek gerek.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, asla! Konuştuğuna dair Kur'ânî bir kanıt söz konusu. Rabbimizin Kitabına arz ediniz.

 

Yedinci nokta: Hz. Fâtıma Allah'ın kitaplarını tasdik ederdi.

 

وَصَدَّقَتْ بِكَلِمَاتِ رَبِّهَا وَكُتُبِه۪ وَكَانَتْ مِنَ الْقَانِت۪ينَ / Rabbinin sözlerini tasdik edenlerden ve içtenlikle itaat edenlerdendi.” (Tahrîm, 12)

 

Ayette süreklilik ve devamlılık ifade eden ‘‘kânet'' ifadesi geçmektedir.

 

Sekizinci nokta: Ona bir çocuk verilmiştir. Sunduğumuz bu esasa ve Kur'ân'ın esasına göre düşünmeye çalışınız. Müsned olsa dahi rivayetlerin esasına göre değil. Kur'ân bize Hz. Meryem'e (a.s.) beşikte iken konuşan bir çocuk verildiğini belirtmektedir. Hz. Zehrâ'ya (a.s.) da acaba böyle bir çocuk verilmiş mi, verilmemiş mi? Evet, O'nun neslinden de on yaşına varmadan imamet makamına geçen kimse vardır. Azizlerim, bu sözlerim kalbi kapalı ve kilitli olmayan herkesedir. Şeyhü'l-Felâsife İbn Sînâ'nın et-Tahsîl'de Behmenyâr'a söylediği gibi söyleyelim. “Bu sözüm sana ve bu hitabı hak eden herkesedir.”

 

Kimileri muhatap alınmayacak hayvanlar gibidir. Hatta onlardan daha düşüktürler. Kur'ân-ı Kerim onlar hakkında “Kur'ân'ı okuyup düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitleri mi var?” (Muhammed, 24) buyurmaktadır. Bu hakikati anlamayanlar bilsinler ki kalplerinin üzerinde kilitler var. Kalplerine mühür vurulmuş ve asla işitmemekte ve görmemektedir. Sizler demiyor musunuz? “Resûl size her neyi verdiyse alın her neden sakındırdıysa da ondan kaçının.” İşte Resûlullah (s.a.a.) bize Hz. Fâtıma'nın Hz. Meryem'den daha üstün olduğu şeklinde bir bilgi vermektedir. Kur'ânî olarak Hz. Meryem için sabit olan şeylerin tamamı ‘‘Âlemlerin Kadınlarının Hanımefendisi'' için de sabittir.

 

Dokuzuncu nokta: Meleklerin Hz. Meryem'e tam bir insan şeklinde görünmesi.

 

فَاَرْسَلْـنَٓا اِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَراً سَوِياًّ / Derken, ona ruhumuzu gönderdik; ruh ona tam bir insan şeklinde göründü.” (Meryem, 17)

 

Yani melekler bir insan suretine girip O'nunla oturup konuşmaktadır.

 

Başka başlıklar varsa da biz sadece bunları ele alacağız. İnşallah önümüzdeki haftalarda Allah'ın izniyle bu konuları inceleyeceğiz.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid teşekkür ediyoruz. Önceki programda telefonla programa bağlanan kardeşlerden birisi müminlerin annesi Âişe'nin bu dört kadından birisi olduğunu belirtmişti. Bu konu hakkında görüşünüz nedir? Acaba bunu ispat eden başka bir hadis mi söz konusu?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Üstad Ala, yalnız telefon bağlantılarının hakkına girmiş olacağız. Ben cevap sadedindeyim. Azizlerim, ilmî sorular geldiğinde bu soruların üzerinde etraflıca durmak istiyoruz. Ancak bu mesele önceki programda da geçmişti. Bu temelden yoksun bir sözdür. Öyle zannediyorum ki bu konuyu soran Sudanlı kardeşimiz Sahîhü'l-Buhârî'de geçen bir rivayete işaret etmektedir. Bu rivayet Sahîhü'l-Buhârî'nin çeşitli yerlerinde rivayet edilmektedir. Biz Sahîhü'l-Buhârî'de (c. 3, s. 55) geçen metni okuyacağız.

 

Rivayet Ebû Mûsâ el-Eşarî'den:

 

Ebû Mûsâ el-Eşarî'den nakledilir ki; Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmuş: Erkeklerden pek çok kişi kemâle erdi. Ancak kadınlardan Firavûn'un karısı Âsiye, İmrân'ın kızı Meryem kemâle erdi. Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.[xxiii]

 

Tekrar edelim: Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü tirit yemeğinin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.

 

Değerli kardeşimiz bu rivayete işaret ediyor. Bu rivayet üzerinde birkaç dakika durmak istiyorum. Bu rivayetin senedi hakkında konuşacak olursak söz söyleyemeyiz. Zira bu hadis Sahîhü'l-Buhârî'de geçmektedir. Öyle sened hakkında konuşulacak bir tarafı yok. Çünkü Buhârî, hadis imamlarından bir imamdır. Öyleyse hadisin metnine ve fıkhına geçiş yapalım ve metni değerlendirelim. Acaba bu metin tam mı, değil mi? Bir diğer ifadeyle bu hadis Kur'ân kaideleriyle, Hz. Resûlullah'ın sözleriyle ve mantığıyla uyumlu mu, yoksa münker bir metin midir? Hatta en münker hadislerden midir?

 

Aziz dostlarım, emin olunuz ki uydurulmuş ve düzmece hadisin alametleri bu hadiste açık bir şekilde görülmektedir. Bu hadis aslında Hz. Resûlullah'ı küçük görmek ve küçük düşürmektir! Resûlullah (s.a.a.) âlemlerin kadınlarının en üstünü ile ilgili bir örnek vermek isterken tirit yemeğine benzeterek mi örnek verir? İnsan hayretler içinde kalıyor! Özlü söz söyleme kabiliyeti verilen, Arapçayı en mükemmel düzeyde konuşan ve en etkili söz söyleme kabiliyetine sahip olan bir zat, dünya kadınlarının en faziletlisi hakkında örnek verirken böyle bir benzetmeye başvuruyor!

 

Sunucu: Ayrıca tirit yemeğinin yemeklerin en faziletlisi olduğunu kim söyledi? Çünkü toplumun bir bölümü bu yemeği sevmez ve yemez.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allah hayrınızı versin. Bilemiyorum. Galiba bu hadisi uyduranın tirit yemeğine düşkünlüğü var! Aziz dostlar bu hadisi kimlerin uydurduğunu görmek istiyorlarsa sahâbe içerisinde tirit yemeğini sevenleri tanısınlar…

 

Bu rivayet bir açıdan Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) belâgatine yönelik bir ta'ndır. Beri taraftan övgü dili kullanılarak yapılan bir yergidir. Bu ilk husus.

 

İkinci husus; rivayet kemâle erenlerden iki kişiyi, Hz. Âsiye ile Hz. Meryem'i (a.s.) sayıyor. Üçüncü olarak da Âişe'yi. Rivayette Hz. Hadîce bulunmamaktadır. Âişe ile Hz. Hadîce arasında hassas bir ilişki var. Çünkü Âişe, Hz. Hadîce'nin daha faziletli olmasını kabullenemiyor. Hz. Resûlullah (s.a.a.) Hz. Hadîce'yi daima güzel niteliklerle ve iyi bir şekilde yâd ederdi.

 

Aziz dostlar, müsaade ederseniz size Usûl-u Kâfî'den Akıl ve Cehalet Kitabı'ndan bir hadis okumak istiyorum. Rivayet şöyle:

 

Hz. Ali (a.s.) şöyle buyurdular: Cebrail, Âdem'in (a.s.) yanına indi ve dedi ki: Ey Âdem! Üç şeyden birini seçmeni önermekle emir olundum. Birini seç, diğer ikisini bırak.

 

Âdem O'na: Ey Cebrâîl! Bu üç şey nedir, diye sordu.

 

Cebrail: ‘‘Akıl, hayâ ve dindir'' dedi.  

      

Âdem: ‘‘Ben aklı seçtim'' dedi.

 

Bunun üzerine Cebrâîl hayâ ve dine ‘‘haydi dönelim, onu bırakın'' dedi.

 

Hayâ ve din ‘‘Ey Cebrâîl! Bize, ‘akıl neredeyse siz de orada olun'  diye emredildi'' dedi. Bunun üzerine Cebrâîl ‘‘öyleyse size emredildiği gibi hareket edin'' dedi ve geldiği yere doğru yükseldi.[xxiv]

 

Yani akıl nereye giderse hayâ ve din de onunla gider ve onunla hareket eder. Bundan dolayıdır ki bizim rivayetlerde “akıl kendisiyle Rahman'a ibadet edilen ve cennetlerin kazanıldığı şey” olarak geçmektedir.

 

Allah aşkına, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) eşi Âişe'nin sireti ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Acaba Ümmü'l-Müminîn Âişe'nin ortaya koyduğu tavırlar aklın kemâli ile uyumlu mu, değil mi?

 

Görüyoruz ki Âişe'nin aklı kemâle ermiş bir akıl değil.

 

İlk olarak Âişe Âlemlerin Rabbine muhalefet etmiştir. Allah-u Teâlâ “Evlerinizde oturunuz” (Ahzâb, 33) buyurmaktadır.

 

Allame Zehebî Siyerü Alâmi'n-Nübelâ adlı eserde şöyle nakletmektedir:

 

Âişe Basra üzerine yürümesinden ve Cemel Savaşında bulunmasından öyle pişman olmuştur ki Umâre b. Umeyr'den rivayet edildiğine göre Âişe ‘‘evlerinizde oturunuz'' ayetini okumuş ve başörtüsü ıslanıncaya kadar ağlamıştır.

 

Bu hadis hasendir. [xxv]

 

Âişe ikinci olarak eşine, İslâm Peygamberine muhalefet etmiştir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) onu sakındırmış, böyle bir pozisyona düşmemesi için uyarmıştır. Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurmaktadır:

 

“Acaba hanginize Hav'eb köpekleri havlayacaktır?”

 

Bu hadisin isnadının sahih olduğunda herhangi bir kuşku duymayız.[xxvi]

 

Üçüncü olarak; Zamanının İmamına muhalefet etmiştir. Yani boynunda biat etmesi vacip olan kendi döneminin imamı Hz. Ali'ye muhalefet etmiştir. Şöyle ki zamanının imamına biat etmeden ölen kimse ‘‘câhiliye ölümü'' ile ölmüş demektir.

 

Allah aşkına söyleyiniz! Bir taraftan Resûlullah (s.a.a.) Âişe'nin aklının kemâle erdiğini söyleyecek, beri taraftan da Haveb köpeklerinin havlamasına maruz kalmaması için onu ikaz edecek! Hiç aklınız alıyor mu? Sizce bu iki hadis birbiriyle uyumlu mu? Tamamen birbiriyle çatışıyor.

 

Allâme Albânî'nin eserinde bir cümle geçiyor. O cümleyi okumak istiyorum:

 

Âişe kendi evinde defnedilmeyi istiyor ve şöyle diyordu: ‘‘Ben Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra birçok şey ihdas (bidat iş anlamında, haz.) ettim. Beni Resûlullah'ın (s.a.a.) eşleriyle defnediniz'' Bunun üzerine Âişe Baki Kabristanına defnedildi.

 

Allâme Albânî şöyle diyor:

 

Âişe'nin sözünde geçen “ihdas” kelimesiyle ile kastedilen Cemel Savaşı'dır. [xxvii]

 

Burada ictihada mahal bir durum yoktur ve bu bir hatadır, diyoruz. Çünkü bizzat bu olayı çıkaran Âişe'nin kendisi bidat çıkardığına dair kendi aleyhinde ikrarda bulunmaktadır. Nasıl hükmediyorsunuz? Eğer Cemel Savaşı'na katılan Âişe'ye itaat ediyorsanız, kendisi ‘‘benim bu çıkışım bir bidat idi'' diyor. Sizler ise ictihad ettiğini, hata ettiğini ve dolayısıyla da ecir alacağını söylüyorsunuz! Ne uğursuz bir mantık!  

 

Sunucu: Teşekkürler Saygıdeğer Seyyid…

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 

 



[i] Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ, s. 30-1.

[ii] A.g.e., a.g.y.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] A.g.e., a.g.y.

[v] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Sahîhü Süneni't-Tirmizî, c. 3, s. 573, hadis no: 3878.

[vi] Tahâvî, Ebû Cafer Ahmed, Şerh-ü Müşkili'l-Âsâr, c. 1, s. 140, hadis no: 147, thk: Şuayb el-Arnavût Müessesetü'r-Risâle, 1427.

[vii] A.g.e., a.g.y.

[viii] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 19, s. 283, thk: Allâme Şuayb el-Arnavut ve Adil Mürşid.

[ix] Ahmed b Hanbel, Müsned, c. 4, s. 409, thk: Allâme Şuayb el-Arnavut ve Adil Mürşid.

[x] Müsned, Ahmed b. Ali et-Temîmî, Ebû Ya'lâ, c. 5, s: 110 thk: Hüseyin Selîm Esed.

[xi] A.g.e., a.g.y.

[xii] Buhârî, Muhammed b. İsmâîl, es-Sahîh, c. 4, s. 464, hadis no: 6285-6286, thk: Şuayb el-Arnavut.

[xiii] Albânî, Muhammed Nâsırüddin, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 6, s. 1085, ikinci kısım.

[xiv] Hâfız ed-Devlâbî, ez-Zürriyetü't-Tâhireti'n-Nebeviyye, s. 101-2, hadis no: 188.

[xv] A.g.e., a.g.y.

[xvi] Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ, s. 42.

[xvii] Sahîhü'l-Buhârî, Tahkik: c. 3, s. 137, Kitâbü'l-Menâkıb, hadis no: 3623, 3624, Şuayb el-Arnavut-Adil Mürşid.

[xviii] A.g.e., c. 3, s. 173.

[xix] Sahîhü Süneni't-Tirmizî, c. 3, s. 541.

[xx] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahîha, c. 2, s. 424-426, hadis no: 796.

[xxi] Sünenü't-Tirmizî, c. 3, s. 332, thk: Allame Şuayb el-Arnavut.

[xxii] İmam Ahmed, Müsned, c. 38, s. 353-354, thk: Şuayb el-Arnavut.

[xxiii] Sahihü'l-Buhârî, c. 3, s. 55, hadis no: 3411, s. 66, s. 188.

[xxiv] el-Usûl mine'l-Kâfî, Kuleyni, c. 1, s. 24-25.

[xxv] Zehebî, Şemsüddîn Ebû Abdullah, Siyeru A'lami'n-Nübelâ, c. 2, s. 177.

[xxvi] Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 1, s. 844, 854-855, hadis no: 474.

[xxvii] A.g.e., a.g.y.