Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (1)

Ehl-i Sünnet kaynaklarına göre Hz. Fâtıma'nın makamı ve mazlumiyeti (1)
İnsanlığın Resûlü ve bu ümmetin peygamberi Hâtemü’l-Enbiyâ, Hz. Zehrâ (a.s.) hakkında neler buyurmuşlar ve O’na nasıl davranmışlar? Kitabımız el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn’ın da müellifi olan Hâfız Hâkim en-Nîsâbûrî’nin (h. 405) Fadâilü Fâtımeti’z-Zehrâ adlı eseri.

 

 

Sunucu: Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla ve O'nun yardımıyla… Salat ve selâm Efendimiz Hz. Muhammed'e (s.a.a.) ve pâk Ehl-i Beyt'ine olsun. Selâmun aleykum. Allah, Âlemlerin Hanımefendisi Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ'nın (a.s.) şehadetinden duyduğunuz üzüntü dolayısıyla ecrinizi artırsın.

 

Önceki programlarımızda İmam Ali'nin (a.s.) tevil üzere çatışması çerçevesinde konuşmuş, ardından da Emevîlerin komplolarına karşı Resûlullah'ın (s.a.a.) aldığı tedbirleri ele almıştık. Gerçi bugün ele alacağımız konu da o konulara uzak değildir. Bugün Ehl-i Sünnet kaynaklarında Fâtımetü'z-Zehrâ'ın (a.s.) makamlarını ve mazlumiyetini konuşacağız. Saygıdeğer Seyyid, önceki programlarda ele aldığımız ‘‘Resûlullah'ın (s.a.a.) almış olduğu nebevî tedbirler'' ile ‘‘İmam Ali'nin (a.s.) tevil üzere çarpışması'' konularının bu konuyla arasındaki bağ nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân Rahîm olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Sizler de biliyorsunuz ki Âlemlerin Hanımefendisi Hz. Zehrâ (a.s.) gibi bir insanı ele alıp incelemek ve konu edinmek çok değişik boyutları olan bir şahsiyeti konu edinmek demektir. Peki neden bu konuyu ele alıyoruz?

 

Ehl-i Sünnet kaynaklarında Hz. Zehrâ'nın makamları ve mazlumiyeti konusuna gelince… Bu konuyu neden tam da bu esnada ele aldık? Neden ‘‘İmam Ali'nin (a.s.) Tevil Üzere Çatışması'', İslam'ın istikbalini korumak, karşı devrim ve Emevîlerin komplolarından korumak için ‘‘Resûlullah'ın (s.a.a.) Aldığı Tedbirler''den hemen sonra bu konuya geçiş yaptık? Ben öyle inanıyorum ki Hz. Zehrâ'nın (a.s.) Resûlullah'ın vefatından sonraki birkaç aylık o özel dönemdeki ömrü hayatî bir öneme sahiptir. Yani Müminlerin Emiri'nin (a.s.) o dönemdeki tutumunu anlamak istiyorsak Hz. Zehrâ'nın konumunu anlamamız gerekmektedir. Kerbelâ'da meydana gelen olayları anlamak istiyorsak Hz. Zehrâ'nın (a.s.), Resûlullah'ın vefatının akabinde yerine getirdiği işlevi görmemiz gerekmektedir. Öyleyse azizlerim bu dosya, yirmi beş yılı aşmayan dönemin anlaşılmasında temel bir öneme sahiptir. Çünkü bizler bu dönemi anlayamazsak İslam tarihinin özünü anlayamayız. Yirmi beş yıl öncesinin tulekası ne değişti de Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) halifeleri olabildiler? Hangi kanalla bu dengeler değişti? Biz biliyoruz ki bunca değişim, dönüşüm, karşı devrim ve komplolar ancak uzun bir süre geçtikten sonra başarılı olabilir. Yani bu karşı devrim, sahih ve sağlıklı bir inkılabın kaynağından uzaklaşmakla ancak başarılı olabilir. Bizler inanıyoruz ki Resûlullah (s.a.a.) doğru, sağlam ve köklü bir devlet kurmuştu. Bu yirmi beş yıllık süreçte ne değişti ki hicretten kırk yıl sonra Emevîler, Mervânîler ve Süfyânîler dönemlerine ulaştık? Kırk yılın sonunda Emevî ve ardından Abbâsîler Devleti kuruldu. Ve nihayet günümüze geldik...

 

Öyleyse azizlerim, bu üç konu birbiriyle bağlantılı ve iç içe geçmiş konulardır. Bugünkü konumuzu başka bir gerekçeden ve boyuttan dolayı da incelemek istiyoruz. Gerçi şu anda tam yeri gelmiş durumda. Bizler Âlemlerin Kadınlarının Hanımefendisi'nin şehadet günlerinde bulunmaktayız. İnşallah üzerinde durup inceleyeceğimiz bu dosyayı ana hatlarıyla inceleyecek ve bundan sonra da önceki konulara döneceğiz. Böylelikle Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra oluşan tabloyu ve bu tablonun her bir kısmını tam net bir şekilde görebileceğiz.

 

Sunucu: Ben öyle düşünüyorum ki Hz. Zehrâ konusu siyasi güçler arası bir çatışma…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Alevî karşıtlığının ilk nüveleri ve başlangıcı buradan başlar. Yönetimin meşru olmadığına dair ilk ses o dönemde yükselmiştir. 

 

Sunucu: Bundan sonraki olayların nasıl okunacağını açıklıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatının akabinde vuku bulan Sakîfe olayından sonra yükselen ilk ses, Âlemlerin Hanımefendisi Hz. Zehrâ-i Betûl'ün sesidir!

 

Sunucu: O devrin ve o devirde ortaya konan tutumların anlaşılabilmesi için Hz. Zehrâ'nın şahsiyetinin tanınması gerekmektedir. Çünkü O'nun bu muhalefet uğraşında bir rolü vardır. Zira O, bu karşıtlığın banisidir.

 

Bu noktada temel sorumuz şudur: Âlemlerin Hanımefendisi Hz. Zehrâ'nın yaşamının önemli hatlarını / basamaklarını ortaya koyabilir misiniz, bunlar nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu temel basamaklar nelerdir? Bunları ele almak istiyoruz. Bu konu iki veya üç program sürebilir, bilemiyorum. Biz buradan hareket ederek tarihî olaylara geçmek istemiyoruz. Yahut da buradan hareket ederek Müminlerin Emiri ile Fâtımetü'z-Zehrâ'nın birtakım faziletlerini de ele almak istemiyoruz. Genel tabloya ulaşabilmek için satır aralarını, olayların arka planını okumak istiyoruz. Yani bu basamakları öz bir şekilde ele almak istiyoruz.

 

İlk basamak: Hz. Zehrâ'nın şahsiyetini tanıma basamağı.

 

O'nun şahsiyetini tanımamız gerekmektedir. Fâtımetü'z-Zehrâ kimdir? ‘‘Fâtıma şöyle davranmıştır, şöyle karşı çıkmıştır, şunları söylemiştir, hutbesinde şunları belirtmiştir, falanca veya filancaya karşı şöyle olumsuz tutumlar takınmıştır'' dediğimizde bu tür eylem ve işlevleri gören bir şahıs, Resûlullah'ın (s.a.a.) bize tanıttığı gibi temel bir şahsiyet ve ana bir kişilik midir yoksa göz ardı edilmesi gereken ikincil ve pek dikkate alınmaması gereken ve toplumda pek de kıymet-i harbiyesi, bir ağırlığı olmayan bir kişilik midir? Nitekim bazıları Zehrâ'yı (s.a.) sadece Resûlullah'ın (s.a.a.) kızı olarak tanıtmak ve O'nunla Resûlullah (s.a.a.) arasındaki bağın duygusal bir bağ olduğunu göstermek ve bundan öteye geçmediği izlenimi oluşturma uğraşısındadırlar. Yani bunlar Hz. Zehrâ'nın bundan öte bir kıymetinin olmadığını söylemeye çalışıyorlar. Ama misal verecek olursak Âişe'ye gelince onun kıymetinin sadece Hz. Peygamber'in (s.a.a.) eşi olmasından kaynaklanmadığını, hanım sahâbenin hatta sahâbe kuşağının en ileri gelen şahsiyetlerinden olduğunu söylemeye çalışıyorlar ve böyle bir izlenim verme uğraşına giriyorlar. Bunlar yine ‘‘Aişe'nin ilimle dolu olduğunu ve çeşitli makamlara sahip olduğunu'' belirtir dururlar. Onun özel bir konumunun olduğunu ve bu konumun da Peygamber'in eşi olmasından kaynaklanmadığını belirtirler ve bütün vurguları buralara yapmaya çalışırlar.

 

Sunucu: Bu da Emevî İslamı'nın projelerindendir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öyleyse ilk olarak Resûlullah'ın (s.a.a.) Hz. Fâtıma'ya ilişkin sözlerinden yola çıkarak imkân ölçüsünce O'nu tanımalıyız. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) O'na nasıl davrandığına bakmalıyız. Hakkında Kur'an'ın “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir.(Necm, 3-4) buyurduğu bir zatı göz önüne alıp değerlendirmek lazım. Öyleyse bu mesele, sadece babalıktan kaynaklanan duygusal bir yaklaşım olarak değerlendirilmemelidir. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Fâtıma (s.a.) hakkındaki sözleri risâlet kapsamına girmektedir. Öyleyse ilk basamak; sahih, sarih ve âlimler arasında hakkında icma bulunan hadislere dayanarak Hz. Zehrâ'nın şahsiyetini tanımaktır.  Bizler Hz. Zehrâ'nın şahsiyeti ile ilgili hadisleri Bihârü'l-Envâr veya el-Usûl mine'l-Kâfî'den okumayacağız, beri taraftan sadece Ehl-i Sünnet nezdindeki hadislerle de yetinmeyeceğiz.

 

İkinci basamak: Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ'nın (a.s.) Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafete, sultaya ve Sakîfe toplantısına karşı tutumu nasıldı? Acaba tutumu olumlu muydu yoksa kendisi menfî bir tutum içine mi girmişti?

 

İkinci nokta; Hz. Fâtıma (s.a.a.) biat etti mi, etmedi mi? Azizlerim, dikkatinizi bu temel noktaya çekmek istiyorum. Sadr-ı İslam'da O'nun bu tutumuna benzer bir tutum yoktur! Çünkü Ali (a.s.) çerçevesinde konuşacak olursak şöyle diyebiliriz: ‘‘Ali (a.s.) ilk birkaç ay biat etmedi. Ancak İslam'ın maslahatı veya başka sebeplerden dolayı sonraki dönemlerde biat etti.'' Ancak Hz. Zehrâ'ya (a.s.) gelince ilmî olarak meydan okuyoruz! Hz. Zehrâ'nın ilk halifeye biat ettiğine dair herhangi tarihî bir belge bulunmamaktadır.

 

O'nun şahsiyeti vuzuha kavuştuktan sonra biz ancak şöyle diyebiliriz: İslam'ın temel rükünlerinden olan birisi, hâkim otoriteye biat etmemiştir!

 

Burada temel soru şudur: Hz. Zehrâ'nın (a.s.) Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki siyasi erke biat etmemesi meşruiyete sahip olmamasından dolayı mıydı yoksa meşruiyete sahip olduğu halde mi biat etmemiştir? Eğer Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafetin meşru olmadığına inandığından dolayı biat etmemişse… Muhammed Mustafâ'nın “Cennet Ehli Hanımlarının ve Âlemlerin Hanımefendisi”, “Allah O'nun hoşnut olmasından dolayı hoşnut olur, öfkelenmesinden dolayı öfkelenir” ve “O benden bir parçadır” sözleriyle tanıttığı bir şahsiyetin biat etmemesi için bir soru işareti konulması gerekir!

 

Hakikaten tahkik ve marifet erbabı, hakikat talipleri şu soruya cevap vermelidirler: Eğer ‘‘siyasi erk meşru idi'' diyorsanız, Fâtıma (a.s.) da biat etmediğinden dolayı kusurlu davranmıştır! Bunun doğal sonucu olarak Hz. Fâtıma boynunda hak imama biat etme yükümlülüğü olduğu halde bu yükümlülüğünü yerine getirmemiş ve dolayısıyla da ‘‘câhiliye ölümü'' ile ölmüştür demelisiniz!

 

Şu iki durumdan birisini kabul etmeniz gerekiyor. Şu soruyu tarihin alnına yazmalısınız. Ancak bu soruyu Ali (a.s.) hakkında soramıyoruz. Çünkü biz ‘‘Hz. Ali biat etmemiştir'' diyecek olursak onlar ‘‘Hayır, Ali Nehcü'l-Belâga'da biat ettiğini söylemiştir. Diğer İmamlar da biat etmişlerdir'' diyeceklerdir. Ama hiç kimse Hz. Zehrâ'nın (a.s.) ilk halifeye biat ettiğini söyleyemez! ‘‘Hz. Zehrâ biat etmiş mi, etmemiş mi? Biat etmemişse biat etmeme gerekçesine işaret etmiş mi, etmemiş mi?'' konuları üzerinde duracağız.

 

Üçüncü basamak: Fedek Meselesini -kanaatimizce bu mesele şimdi soracağımız açıdan ele alınmış değildir- kimileri miras meselesiyle bağlantılı olarak ele almaya çalışmıştır. Ancak kanaatimizce Âlemlerin Kadınlarının Hanımefendisi (a.s.), Fedek Meselesini mal ve miras ile bağlantılı olarak ortaya atmış değildir. Hz. Zehrâ (a.s.) bu meseleyi bu şahısların Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) vefa ve bağlılıklarını sınamak amacıyla ortaya atmıştır. Acaba bunlar Resûlullah'a (s.a.a.) bağlılar mı yoksa değiller mi? Resûlullah (s.a.a.) kızına nasıl davranıyordu? Bunlar da Resûlullah'ın Fâtıma'ya davrandığı gibi davranacaklar mı yoksa başka bir şekilde mi? Hâkim otorite Hz. Zehrâ-i Betûl'e gereken saygıyı mı göstermiş yoksa deyim yerindeyse O'nun kanatlarını mı kırmaya çalışmıştır? Kanaatimce Fedek Meselesi ne miras ne de mal meselesidir. Ne de şahitlerin bulunup bulunmadığı yargıya dayalı bir meseledir. Birinci halife tamamen bunun farkındaydı. Bu mesele birçok boyutu bulunan siyasi bir meseledir. Azizlerim, sabrediniz bu konunun üzerinde ileride duracağız.   

 

Sunucu: Kaynakların kurutulması…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir cümleyle söylemek istiyorum. Halifenin diğer muhalifleri Resûlullah'ın (s.a.a.) kızı ve ciğerparesinin bir istekte bulunduğu halde isteğine karşılık verilmediğini görünce ‘‘Mustafa'nın kızının elinden bir şey gelmiyor, bizler ne yapabiliriz ki?'' diyeceklerdir. Bir diğer ifadeyle bizler Hz. Fâtıma'nın (a.s.) muhalefetine, biat etmemesine ve O'nun isteğine dahi icabet edilmediğine vâkıf olduğumuzda hakikatin asıl sebebini anlayacağız. Siyasi otorite diğer muhaliflere ‘‘Bizler Mustafâ'nın kızına dahi icabet etmedik. Sizler kimsiniz ve kıymet-i harbiyeniz nedir ki size icabet edelim?'' diyeceklerdir. Efendim, bu mesele, üzerinde siyasi okumaların yapılması gereken bir konudur. Parantez içinde şunu da vurgulamak istiyorum. Emin olunuz ki bizler kimseyi küçük düşürmek veya birilerinin mukaddesatını tahkir etmek derdinde değiliz. Bizler Sadr-ı İslam'da meydana gelen bu dönemi ve bu olayı doğru okumak, doğru beyan etmek, üzerinde düşünerek analiz etmek amacındayız. Yoksa bizim amacımız, birbirinden bağımsız ve kopuk birtakım olayların analizi değildir. 

 

Sunucu: Delil bizi nereye götürürse…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Dördüncü basamak: Sadr-ı İslam'da, Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatının üzerinden henüz birkaç ay geçmeden meydana gelen elemli bir olayı, Sakîfe sultasına karşı durmaya çalışan bir gruba nasıl davranıldığını ortaya koymaktadır. ‘‘Bu grup Ali'nin (a.s.) evinde toplandı mı, toplanmadı mı'' biz bu konu üzerinde durmuyoruz. İnsafı elden bırakmamak ve meseleleri kendi özel yerinde ele alabilmek için iddia kelimesini kullanmak istiyoruz. Sahâbenin büyüklerinden, ehl-i hâl ve'l-akd olan ve “cennetle müjdelenen”lerden bir grup, İmam Ali'nin evini yakma veya en azından yakmakla tehdit etme yahut da bu eve baskında bulunup defalarca kontrol etmeye çalışma gibi bir girişimde bulundular. Zira onlar, bu evin muhalefetin ana merkezi olduğuna inanmaktaydılar. Biz bu programlarda söz konusu iddianın hadislerde ve muteber kaynaklarda sahih bir aslının olup olmadığını inceleyeceğiz. Konunun detaylarına girmek istemiyorum.  Bundan dolayı evin yakılması veya yakmakla tehdit edilmesi veya -siyasi terminoloji ile söyleyecek olursak- ev baskınları… Bu evin kulislerinde neler cereyan etti? Bu meselenin siyasi boyutları olduğu gibi dinî, psikolojik, ahlâkî vd. çeşitli boyutları da bulunmaktadır. Sizler de biliyorsunuz ki dünyevî de olsa dünyadaki siyasi erklerin neticede çiğnenemeyecek kırmızıçizgileri vardır. Ölümünden sonra dahi bir kimsenin evine girip saygınlığı çiğnenemez!

 

Sunucu: Üstelik Resûlullah'ın Mekke'nin fethinden sonra nasıl davrandığı ortada iken…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Beşinci basamak: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) Hasan ve Hüseyin diye bahsettiği… Bir de Muhsin veya Muhassin diye bir üçüncüleri var. Asıl itibariyle ‘‘böyle bir çocuk var mı, yok mu'', ‘‘böyle bir çocuk varsa düşük olarak mı doğdu'', ‘‘bütün bu olayların tarihî açıdan bir aslı var mı, yok mu'' konusu üzerinde duracağız.

 

Altıncı ve son basamak: Âlemlerin Hanımefendisi'nin siyasi otoriteyi ellerinde bulunduran kimseler için ‘‘benim cenaze namazımı kılmasınlar, beni gizli bir şekilde defnedin'' şeklindeki sözleriyle vermek istediği mesaj neydi? Nitekim kabrinin yeri hâlâ bilinmemektedir. Hz. Zehrâ'nın, kabrinin ortaya çıkacağı güne kadar vermek istediği mesaj ne idi? Ben bu meselelerin önemsiz olmadığını düşünüyorum. Bu basamakların dışında başka basamaklar da vardır. Ancak bizler bu konulara girmek istemiyoruz. Örneğin Hz. Fâtıma'nın bu âlemin ötesinde başka bir âlemle de bağlantılı olan makamları vardır. Örneğin Haşr-ı Ekber ile ilişkili bağlantısı da vardır. Nebevî naslar bu konuda ne buyurmaktadır? Üstad Ala, insan bu nasları okuyunca hayretler içinde kalıyor. Resûlullah (s.a.a.) kızının şahsiyetinin boyutlarından bahsediyor, ‘‘Haşr meydanına şöyle gelecek, Âlemlerin Rabbinin karşısında şöyle duracak, cennetteki konumu, cennete girerken Rabbinden neyi talep edecek, O'nun Cennet Ehli Kadınların Hanımefendisi olması…'' Bu kadar detayı Resûlullah (s.a.a.) niçin takdim ediyor? Hadisler Hz. Fâtıma'nın (a.s.) bu âlemden önceki yani melekût âlemindeki varlığından da bahsetmektedir. Bunların rolü ve konumu nedir?

 

Azizlerim, buna göre Hz. Zehrâ'nın hayatını taksim edecek olursak şu şekilde taksim edebiliriz:

 

- Melekût âleminde Hz. Zehrâ (a.s.),

 

- Mülk âleminde Hz. Zehrâ (a.s.),

 

- Bu âlemden sonra Hz. Zehrâ (a.s.).

 

Bu taksimatı yaptıktan sonra ancak Hz. Zehrâ'nın (a.s.) dünyadaki yaşamına geçiş yapılıp işaret ettiğimiz hususlar ele alınabilir.

 

Sunucu: İlk basamakla başlayalım. İnsanlığın Resûlü ve bu ümmetin peygamberi Hâtemü'l-Enbiyâ, Hz. Zehrâ (a.s.) hakkında neler buyurmuşlar ve O'na nasıl davranmışlar?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu, temel noktadır. Bu basamak bundan sonraki basamakların merkezini oluşturmaktadır. Hz. Zehrâ'nın şahsiyetini tanıyıp anlamadan O'nun siyasi muhalefet ve tutumunun değer ve kıymetini anlayamayız.

 

Azizlerim, bu gece insanlara veya en azından onu tanımayanlara -kanaatimce- bu sahada temel olan kitaplardan birini tanıtmak istiyorum. Hak ve hakikati tanımak isteyenler bu kitabı okuyup araştırabilirler.

 

Kitabımız el-Müstedrek ale's-Sahîhayn'ın da müellifi olan Hâfız Hâkim en-Nîsâbûrî'nin (h. 405) Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ adlı eseri.[i] Eserin muhakkikinin adı: Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî bu eserinde Hz. Zehrâ'nın makamları, ibadeti ve Peygamber'in (s.a.a.) O'na nasıl davrandığı gibi konulara ilişkin ‘‘iki yüz otuz iki hadis'' tahric etmektedir. Muhakkik -abartmıyorum- bu rivayetlerin %80'ine ‘‘uydurma veya zayıf'' diyor… Bir nebze Hâkim en-Nîsâbûrî üzerinde durmak istiyorum.

 

Benim için asıl önemli olan kitabın aslı. Geliniz, İmam Nîsâbûrî'yi tanıyalım. Muhakkikin değerlendirmelerinin ilmî olup olmadığı kendi özel yerinde değerlendirilir. Sizler de biliyorsunuz ki Hâkim en-Nîsâbûrî'nin rivayetleri dayanak olarak alınabilecek türdendir. İster bu rivayetler el-Müstedrek'te geçsin ister bu eserde geçsin fark etmemektedir. Bu eserin önemi şuradan kaynaklanmaktadır ki tarihî olayların birçoğu da bu eserde yer almaktadır. Yani bir diğer ifadeyle tarihî olayları da Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ adlı eser aracılığıyla sahih bir şekilde okuyabiliyoruz.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî hakkında iki tane temel sorumuz var.

 

İlk soru: Hâkim en-Nîsâbûrî Şiî midir yoksa Ehl-i Sünnet âlimlerinden midir?

 

İkinci soru: Ehl-i Sünnet âlimlerinden olduğunu varsaymamız halinde onun hadisler hakkında verdiği hükümler diğer âlimler tarafından sağlam olarak kabul edilmekte midir? Yoksa ‘‘Hâkim'in verdiği hükümler bir kıymet-i harbiyeye sahip değildir'' mi diyorlar? Yani hadisleri nakletmek ile bir hadisin sahihliğine, makbul oluşuna veya zayıflığına hükmetmek ayrı birer olgudur. 

 

Sunucu: İkinci soru da ilmî konumuyla bağlantılı…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yerinde bir tespit. İlk soruya geçiş yapalım. Açık bir şekilde söyleyecek olursak kimileri Hâkim en-Nîsâbûrî'nin habis bir Şiî olduğunu söyleyerek ona ta'n etmeye çalışmışlardır. Şiîlik ile habislik arasında bir zorunluluk ilişkisi vardır. Bir kimse Şiî ise zorunlu olarak habis de olur! ‘‘Habis Şiî'' ifadesinde geçen habis sözcüğü tavdîhî bir kayıttır, ihtirazî değil.

 

Hâfız ez-Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl adlı eserinde şöyle der:

 

Muhammed b. Abdullah en-Nîsâbûrî, Hâkim Ebû Abdullah; hâfız, birçok tasnifin sahibi, imam, saduk. Ancak o, el-Müstedrek adlı eserinde birtakım sakıt hadisleri sahih kabul etmektedir ve bu şekildeki hadisleri çoktur. Bilemiyorum, bu hadisler kendisine gizli mi kaldı yoksa o cahillerden miydi? Eğer sakıt olduklarını bile bile sahih olduklarını söylüyorsa bu büyük bir ihanettir.[ii]

 

Hâfız ez-Zehebî ilk olarak onun ‘‘imam'' olduğunu ikinci olarak da ‘‘saduk'' olduğunu belirtiyor. Ancak örtülü bir şekilde onu ihanetle suçluyor. Diyor ki eğer bu hadisleri bilmeden sahih olarak kabul ediyorsa bu bir musibettir. Eğer bildiği halde böyle davranıyorsa musibet daha da büyüktür. ‘‘Onun bilmeyen bir cahil olduğunu söyleyemeyiz'' demeye getiriyor, çünkü henüz girişte onun hakkında ‘‘imam'' sözcüğünü kullanıyor.

 

Devamında şöyle diyor:

 

O, Şiî'dir ve bununla da şöhret bulmuştur. İbn Tâhir der ki:

 

Ebû İsmail Abdullah el-Ensârî'ye Hâkim hakkında sorduğumda şöyle cevap verdi: O, hadis imamı ve habis bir Râfızî'dir.

 

Ben derim ki: Allah insafı sever. O, Râfızî değildi, sadece Şiî idi… Ahlâkî özellik olarak doğru sözlülüğü ve bu alanı (hadisi) bilmesine gelince bu hususta icma vardır.”[iii]

 

‘‘Şiî ile Râfızî arasında ne fark var'' birazdan işaret edeceğiz.

 

Hâfız ez-Zehebî ‘‘onu Râfızîlikle itham edemeyiz sadece Şiî olduğunu söyleriz'' demeye çalışıyor.

 

Onun ricâl ilminde münakaşa edilecek bir yerinin olmadığını söyleyen -sıradan birisi değil- Hâfız Zehebî gibi bir şahsiyettir.

 

Allâme Sübkî'nin ‘‘falanca Şiî'dir veya değildir'' derken ne kastedildiğini ele alan bir incelemesi vardır. O, bu konuyu Tabakatü'ş-Şâfiiyye adlı eserinde ele alırken söz Hâkim en-Nîsâbûrî'ye gelince temel bir kural verir. Oldukça yararlı ve zarurî bir konu olduğundan bu meseleyi ele alacağız.

 

Şiîliğin ölçütü nedir?

 

Fadâilü Fâtımati'z-Zehrâ'nın muhakkiki Ali Rıza b. Abdullah bu hususa önsözde değinerek şöyle der:

 

Hâkim'in Şiîlikle itham edilmesi konusu… Sübkî der ki: Ey insaf sahibi insan, bir kimse hakkında bir ta'n işittiğinde ilk olarak onun meclis arkadaşlarına, kimlerden dinini aldığına, nerede eğitim gördüğüne ve yoluna bakman gerekir. Sonra da çağdaşları arasında onunla aynı şehirde yaşayan ve aşiretinden olup da onu tanıyanların sözlerine bakmalısın. Ayrıca iki taraftan birisine meyletmemen için de onun dostları ve düşmanlarının sözlerini araştırmalısın. Bu ise aynı beldede ve toplumda yaşayıp onunla çağdaş olan kimseleri bulmanla mümkündür ki bunlar da oldukça azdır… [iv]

 

Yani onun arkadaşlarına, kime uyduğuna, kültürüne ve beldesine bir bak. Sübkî'nin ‘‘Dost ve düşmanlarının sözüne bakmalısın'' sözünden kastı şudur: Bir kişinin dost ve sevenleri o kişinin kusur ve hatalarını örter, düşmanı ise onun iyiliklerini ve güzelliklerini görmez.

 

Bu alıntıdan sonra muhakkik Ali Rıza b. Abdullah kendi görüşünü beyan etme ve Hâkim en-Nîsâbûrî'ye uygulama sadedinde şöyle der:

 

Bu büyük imam Şiîlikle itham edilmiştir. Bu şahsın kendisinden ilim aldığı kimselere baktığımızda bu şahısların Ehl-i Sünnet'in büyüklerinden olduğunu görürüz. Hatta Ebu'l-Hasan el-Eşarî'nin mezhebine bağlılıkta çok ileri düzeyde olduğunu müşahede etmekteyiz. Şeyh Ebû Bekir b. İshak es-Sıbağî, Üstad Ebû Bekir b. Fûrek… bunlardan bazılarıdır. Bunlar Hâkim en-Nîsâbûrî'nin araştırma ve incelemelerde meclis arkadaşları, dinin asılları hususunda kendileriyle konuştuğu kimselerdir. (…) Ayrıca Ehl-i Sünnet'in tarih sahasında telif ettiği eserlerde geçen teracime / biyografilere baktığımızda Ehl-i Sünnet mezhebine mensup olmalarına rağmen ona büyük saygı gösterdiklerini görmekteyiz. Dilersen Ebû Sehl es-Salûkî ile Ebû Bekir b. İshak'ın ve diğerlerinin tercüme-i hâline bakabilirsin. Onların benimsedikleri inançlara göre Hâkim'de herhangi bir problem görünmüyor. Onca araştırmaya rağmen (muhakkik) Ehl-i Sünnet inancını benimseyen tarihçilerin eserlerinde Hâkim'e ilişkin bir probleme rastlayamadık… Sonra Hâfız es-Sübkî'nin tercüme-i hâller ile ilgili eserini inceledik. Ebu'l-Kâsım b. Asâkir'in Eşarîlerden olarak kabul edilen bazı kimseleri Ehl-i Şia'dan sayıp bidat ehlidir dediğini ve onlardan Allah'a sığındığını gördük. Dolayısıyla onun bu yargısı hakkında bizde bir kuşku oluştu.[v] 

 

Muhakkik, Hâkim en-Nîsâbûrî'nin meclis arkadaşlarının Ehl-i Sünnet'in Eşarî mezhebinin büyüklerinden olduğunu söylemeye çalışıyor.

 

Sübkî ise Hâkim en-Nîsâbûrî hakkında ‘‘O, ehl-i bidattandır ve Şiî'dir'' diyor.

 

Muhakkik ise Sübkî'nin bu değerlendirmesine itiraz ederek ‘‘Hâkim nasıl Şiî olabilir ki! Sübkî'nin Hâkim hakkındaki değerlendirmesi bâtıldır'' demeye çalışıyor.

 

Temel sorumuz şu: Peki, Hâkim en-Nîsâbûrî Şiilikle niçin itham edildi? Bu ithamın kaynağı nedir?

 

Üç gerekçeden birinden dolayı. İşaret ettiğimiz bu kuralları sizler de eserlere müracaat ettiğinizde müşahede edebilirsiniz.

 

İlk olarak: Hilafetin şer'î olarak Ebû Bekir ve Ömer'e ait olduğunu benimsese de Ali'yi (a.s.) Ebû Bekir ve Ömer'den üstün sayıyorsa, daha doğrusu Ali'nin faziletlerinin onların faziletlerinden daha fazla olduğunu kabul ediyorsa… Bu kabul onun Şiîlikle itham edilmesine neden olur. Esasında Zehebî'nin ‘‘Onun Râfızî olduğunu kabul edemeyiz ancak o Şiî'ydi'' sözünü böyle anlamalıyız.

 

Bakınız, Şiilikle ilgili bu yargıyı İbn Hacer el-Askalânî'nin (h. 852) Hedyü's-Sârî adlı eserinden elde edebiliyoruz. O, bu eserinde şöyle diyor:

 

Teşeyyü: Hz. Ali'yi sevmek ve onu (genel olarak) sahâbeye takdim etmek. Eğer Ali'yi Ebû Bekir ve Ömer'e takdim ediyorsa o Gulat-ı Şia'dandır ve bu kimseye Râfızî denir. Değilse sadece Şiî denir.[vi]

 

Bu tanıma göre sen Ali'yi (a.s.) seviyorsan Şiî'sin, yok eğer takdim ediyorsan artık sen Gulat-ı Şia'dansın. Bu tanıma, Emevîci din anlayışına sahip olanlar açısından bakarsak Ehl-i Sünnet, Şiî olmuş oluyor. Ehl-i Sünnet olarak kalmak istiyorsan Ali'yi sevmemelisin!

 

Değerli izleyiciler ve araştırmacılar, âlimlerin kitaplarında geçen ‘‘Teşeyyü'' kelimesinin iki ıstılahî anlamının olduğunu anlayabiliyoruz.

 

Evvelen; Emevîci din anlayışına göre Hz. Ali'yi sevip de genel olarak O'nu sahâbeye önceleyen herkes habis bir Şiî'dir. Tabii bu anlam Ehl-i Sünnet âlimlerinin nezdindeki Teşeyyü'nün terimsel anlamından farklıdır. Onlara göre ise Şiî, hilafetin Hz. Ali'nin hakkı olduğuna, O'nun masum olduğuna ve bu konuda nas bulunduğuna iman eden kimsedir. Azizlerim şu hususu iyice belleyin. İbn Teymiyye'ye bağlı Emevîci din anlayışına sahip ve o çizgide bulunan birisinin kitabında ‘‘Şiî'' lafzını gördüğünüzde biliniz ki onun maksadı ‘‘bu şahıs, Ali'yi (a.s.) seven ve genel olarak O'nu sahâbeye önceleyen birisidir'' demektir. Ehl-i Sünnet âlimleri Şiî kelimesini Hz. Ali'yi sevip O'nu bütün sahâbeden üstün tutan anlamındaki kişi için kullanırlar. Onların Şiî sözcüğünden kasıtları nas nazariyesi gereği Hz. Ali'nin masumiyetine inanan kimselerdir. Zavallı Hâkim en-Nîsâbûrî buna göre Ali'yi seven ve genel olarak O'nu sahâbeye takdim eden bir Şiî'dir!

 

İkinci husus ilkinden daha da önemlidir. Muaviye'den yüz çevirmek… Bu, Emevîci din anlayışının ortaya koyduğu bir kural olup Ehl-i Sünnet'e ait değildir. Çünkü bazı kimseler bize ‘‘Emevîci din anlayışı ile genel İslamî din anlayışı arasındaki fark nedir'' diye soruyorlar. Azizlerim açıklayayım. Emevîci din anlayışına göre her kim Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hakkında ‘‘O azgın bir grubun lideridir'', ‘‘O cehennem ateşine davet eden sancağın sahibidir'' buyurduğu Muaviye'den yüz çevirir, onun hakkında hoşnutluğu ifade eden sözler kullanmazsa bu kimse Şiî'dir. İbn Teymiyye'ye, Vehhâbîlere ve Emevîci din anlayışına göre Ehl-i Sünnet'ten olmak ve öyle kalabilmek için Muaviye hakkında hoşnutluğu ifade eden güzel sözler de kullanmak gerekir. Son dönemlerde Muaviye hakkında olumlu cümleler kullanmayanlara nasıl davranıldığını görüyoruz.

 

Sunucu: Sapıtmış, zındık…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Size bir örnek vereceğim. İmam Nesâî'nin makamını aziz dostlarımız bilirler. Sünenü Nesâî sünenlerin en önemlilerindendir ve büyük bir konuma sahiptir.

 

Hâfız Zehebî Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ adlı eserde şöyle der:

 

Nesâî: Hicrî üçüncü asrın başında Nesâî'den daha hâfız bir kimse yoktu. O, hadis sahasında insanların en zekisidir. Hadisin illetleri ve ricâli hakkında Müslim'den, Ebû Dâvûd'dan ve Ebû Îsâ et-Tirmizî'den de daha iyidir. Aslında o, Buhârî ve Ebû Zura kategorisinde bir muhaddistir. Ancak onda birazcık Şiîlik vardır. Muaviye ve Amr b. el-Âs gibi Ali'nin (a.s.) hasımlarından yüz çevirmiştir. Allah günahını affetsin.[vii]

 

Bu ifadeler Hâfız Zehebî'ye ait. Şiî oluşundan ötürü Sahîh-i Nesâî diyemiyoruz! Maalesef bu eser Kütüb-ü Sitte'nin üçüncü ve dördüncü derecesine düşüyor. Problem Şiî oluşu, zaten bundan dolayı da öldürülüyor…

 

Ölçütün İslam, Kur'ân ve Peygamber olmadığını görüyorsunuz. Ölçüt, Hz. Peygamber'in ‘‘Seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder'' buyurduğu kimse değil de Muaviye! İşte Emevîci din akımı öyle bir kriter ortaya koyuyor ki bu ölçüt neredeyse ‘‘Ey Muaviye seni ancak mümin sever, sana ancak münafık buğzeder'' haline dönüşüyor.

 

Hakikatlere işaret etmek cihetiyle İmam Nesâî'yi ele aldık. İnsan okuyunca şaşırıyor. Mesela yine aynı eserde “Kendi asrının en bilgili insanıydı” deniyor. Hakkında sayılamayacak kadar çok övgü dolu ifadeler bulunmaktadır. Yine aynı eserde şöyle deniyor:

 

O hâfız, sebt, Şeyhü'l-İslam ve hadise nüfuz eden bir şahıstı.[viii]

 

Ancak bu ifadelerden hiçbirisinin ona yararı yok. Zira Muaviye'nin faziletleri hakkında hiçbir şey yazmamıştır!

 

Üçüncü ölçüt: Hâkim en-Nîsâbûrî Şiîlerden hadis aktarırdı. Bundan daha büyük bir suç bulunabilir mi? Programımızın kimlere hitap ettiğini izleyicilerin anlayabilmeleri için eserin muhakkiki Ali Rıza b. Abdullah b. Ali Rıza'nın önsözde geçen şu ifadelerini aktarıyoruz:

 

O şöyle diyor: Hâlâ Hâkim en-Nîsâbûrî gibi birisinin habis ve necis Şiîlerin büyüklerinden hadis tahric etmesinin şaşkınlığı içerisindeyim![ix]

 

Sunucu: Millî Eğitim Bakanlığında akademisyen olan birisinin bakış açısı…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Vehhâbîler ötekilerden bahsederken Râfızî sözünü kullanmakla kalmıyorlar, habis ve necis kelimelerini de ekliyorlar. İşte asıl problem budur.

 

Sunucu: Aslında bu bir tür tekfirdir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bizler sadece İbn Teymiyye, Vehhâbî ve Emevîci din anlayışının mantığını aktarmaya çalışıyoruz. Bunlar bir hadis Şiîlerden aktarıldığında hemen o hadisi itibardan düşürüyor ve bunu hadisin önemini yitirmesi için yeterli sebep olarak görüyorlar. Buna göre bir kişi Hz. Ali'yi severse bu sevgisinden ötürü sika ve muteber olma özelliklerini kaybediyor.

 

Soru: Peki bunlar Hz. Ali'ye ta'n eden, düşmanlık besleyen, hakaret ve sövgülerde bulunan bir kimseye nasıl davranıyorlar? Bunlar o şahsa ta'n etmez, sika kabul ederler ve bunu açıkça dile de getiriyorlar.

 

Örneğin, İbn Hacer Tehzîbü't-Tehzîb adlı eserinde şöyle diyor:

 

Önceleri cerh ve tadil âlimlerinin Nâsibîleri genel olarak sika saymaları ve Şiîleri de mutlak surette zayıf addetmeleri benim açımdan çözülmesi güç bir mesele olarak durmaktaydı. Özellikle de hakkında Hz. Peygamber'in ‘‘O'nu ancak mümin sever ve O'na ancak münafık buğzeder'' hadisi bulunmasına rağmen Nâsıbîleri nasıl sika sayarlar, derdim… Sonra bana zâhir oldu ki Nâsıbîlikle nitelenenlerin çoğunluğu doğru sözlü ve dinlerine bağlı insanlardır. Hâlbuki Râfızîler böyle değildir. Zira onların çoğunluğu yalancı ve haber aktarımında dinî kurallara riayet etmeyen kimselerdir.[x]

 

Hâfız b. Hacer, cerh ve tadil âlimlerinin Nâsıbîleri sika saymalarını başlangıçta içinden çıkılmaz bir problem olarak gördüğünü belirtiyor. Bu pasaja göre bir kişi Hz. Ali'den ne kadar uzaklaşır ve O'na ne kadar çok kin ve hınç duyarsa daha doğru sözlü ve imanı daha sağlam oluyor! Bir diğer kural olarak da ‘‘kişi ne kadar çok Hz. Ali'ye yaklaşır ve O'nu ne kadar çok severse imandan o derece uzaklaşır'' diyor.

 

Yani bir kişinin doğruluğunu ve güvenilirliğini bilmek istiyorsanız Ali'yi (a.s.) sevip sevmemesine bakınız. Ali'yi (a.s.) sevdiğini görürseniz biliniz ki o habis, necis ve murdar bir yalancıdır. Ama bir kişinin Ali'ye sövüp saydığını, buğzedip lanet ettiğini görürseniz bu onun dindarlığının ve doğruluğunun delilidir!

 

Ehl-i Sünnet nazarında hadis imamlarının imamı olarak kabul edilen İmam Buhârî tam olarak bu metodu uyguluyor. Bir kişi Şiî ise ondan nadiren hadis alıyor. Ama Nâsıbî ise onu ‘‘güvenilir, dindar, doğru sözlü ve makbul bir kişi'' kabul ediyor.

 

Bir örnek sunacağım.

 

Muhammed Nâsırüddîn Albânî Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha adlı eserinde şöyle der:

 

Harîz b. Osman: er-Rahabî el-Hımsî, sika olup Buhârî'nin ricâlindendir. Ancak o, Hz. Ali'ye buğzederdi. Allah da ona buğzetsin.[xi]

 

Ölçütü görüyor musunuz? Ali'ye (a.s.) buğzediyorsa bu şahıs sikadır. Ben de anlayamıyorum, oldukça tuhaf bir durum. Allah bir kişiye buğzetsin diye beddua ediyor sonra da onu sika olarak değerlendiriyor. Bilemiyorum artık, böyle bir şahsı İslam Dininin dışına çıkarmanız gerekiyor. Resûlullah'ın (s.a.a.) ‘‘Seni ancak mümin sever'' diye buyurduğu veya İmam Ali'nin diliyle söyleyecek olursak ‘‘Bana sadık ve emin olan zat ahidde bulundu ki beni ancak mümin sever ve bana ancak münafık buğzeder'' dediği bir şahsı sika olarak kabul edebilmeniz için ancak Resûlullah'ı (s.a.a.) yalanlamanız gerekmektedir. Münafıktan daha büyük bir kelime var mı?

 

İlk soruyu tekrarlayacak olursak Hâkim en-Nîsâbûrî kimdir?

 

El-cevap: Ehl-i Sünnet'in ve Eşarîlerin büyük âlimlerindendir. Onun tüm suçu ve günahı Hz. Ali'yi sevip genel olarak sahâbeye takdim etmesi, Muaviye'den yüz çevirmesi, onun hakkında hoşnutluğu ifade eden sözler kullanmaması ve Şia'dan nakillerde bulunmasıdır. Bütün problem budur.

 

İkinci soru: Hadis sahasında güvenilir bir şahsiyet midir? Ehl-i Sünnet nezdinde hadis sahasında imam olduğunu ispat ettikten sonra az önce müracaat ettiğimiz Mîzânü'l-İ'tidâl adlı esere tekrar müracaat edelim. O şöyle diyordu:

 

Ancak o, el-Müstedrek adlı eserinde birtakım sakıt hadisleri sahih kabul etmektedir ve bu şekildeki hadisleri çoktur. Bilemiyorum, bu hadisler kendisine gizli mi kaldı yoksa o cahillerden miydi? Eğer sakıt olduklarını bile bile sahih olduklarını söylüyorsa bu büyük bir ihanettir.[xii]

 

Eserin muhakkiki Ali Rıza b. Abdullah'ın önsözde Hâfız Zehebî'nin bu ibareleri hakkında güzel bir değerlendirmesi var. O şöyle diyor:

 

Ey İmam! Bu büyük bir ihanet ise neden sen el-Müstedrek'in haşiyesinde hadislerin büyük bölümüne ‘‘sahihtir'' ibaresi düştün?[xiii]

 

Yani o ihanet içindeyse ona muvafakat göstermekle sen de büyük bir ihanet içindesin, demeye çalışıyor.

 

Bu bir iddia. Zehebî onu Şiîlikle itham ediyor, ancak Müstedrek'te geçen hadislerin büyük bir bölümünü ise sahih kabul ediyor.

 

Çağdaş âlimlerden birisinin Hâkim en-Nîsâbûrî hakkındaki değerlendirmelerine geçelim.

 

Allâme Muallim el-Yemânî'nin et-Tenkîl adlı eseri. O şöyle diyor:

 

Onun rivayeti kabul etmede gevşek davrandığı iddiasına gelince… Hâkim'in rivayetlerine veya hadisleri hakkında verdiği hükümlere ilişkin yapılan eleştirilere gelince bunun elle tutulabilecek bir tarafı yoktur. Onun bu noktadaki tutumu sahayı bilen diğer imamların durumu gibidir. Hataya düştüğü varsa da bu son derece nadirdir… Bu konuda hüküm verebilmek için hataya düştüğü yerler için delil ortaya koymak lazım.[xiv]

 

Yani Hâkim en-Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek adlı eserinde naklettiği hadisler için verdiği sahih, zayıf gibi hükümlerde bir sorun gözükmüyor. Bir diğer ifadeyle Hâkim en-Nîsâbûrî'nin el-Müstedrek'teki hadisleri atılamaz, demeye çalışıyor.

 

İbn Teymiyye Mecmûu Fetâvâ adlı eserinde şöyle diyor:

 

Bundan dolayı ehl-i ilim her ne kadar Hâkim'in bir hadisi sahih saymasını yeterli görmeseler de vakıa şudur ki onun hadisler hakkında verdiği sıhhat hükümlerinin büyük bölümü doğrudur.[xv]

 

Hâfız Zehebî bir diğer eseri olan Tezkiretü'l-Huffâz'da “Büyük hâfız, muhaddislerin imamı” ifadesini kullanır. Azizlerim, Fadâilü's-Sahâbe adlı esere giriş yaptığımızda bilelim ki bu eser Sünnî hadis imamlarından birisine aittir ve aksine delil ortaya konulanlar hariç sahih hükmünü verdiği bütün hadisler dayanak olarak alınır.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid'den Hz. Peygamber'in Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ hakkında bir hadisini dinleyip programımızı süslemek istiyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hâfız en-Nîsâbûrî'nin (h. 405) Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ adlı eserini internet sitelerinden elde edebilirler.

 

Rivayet şöyle: Sahih olarak Aişe b. Talha kanalıyla Müminlerin Annesi Âişe'den rivayet edildiğine göre o şöyle der:

 

Konuşma tarzı ve söz itibariyle Resûlullah'a (sallallahu aleyhi ve Âlihi ve sellem) Fâtıma'dan daha çok benzeyenini görmedim. Fâtıma O'nun yanına girdiğinde O'na hoş geldin der, O'na doğru ayağa kalkar, elinden tutup elini öper ve yerine oturturdu.”[xvi]

 

Tırnak işareti içindeki “ve Âlihi ve selleme” ibaresi muhakkikin eklemesi olup kitapta bulunmamaktadır.  Bu hadisi lütfen zihninizde tutunuz, zira bir sonraki programda bu hadisin delalet ettiği hususlar üzerinde etraflıca duracağız.

 

Hadisin orijinalinde geçen “Kâne+muzari fiil” sürekliliği ifade eder. Resûlullah (s.a.a.) O'nun için daima ayağa kalkardı. İkinci olarak hadis “وقام لها  / O'nun için ayağa kalkardı” demiyor,  “وقام إليها   / O'na doğru ayağa kalkardı” diyor. Yani Resûlullah (s.a.a.) ayağa kalkar ve kendisi O'na doğru giderdi. Dikkat edin, ayağa kalkan şahıs Enbiyâ ve Resûllerin Efendisi, velilerin imamı, yaratılmışların en üstünü, yaşı altmışa dayanmış veya altmışı aşmış birisidir! Ve böyle bir zât, yirmi yaşından küçük olan biri karşısında ayağa kalkıyor!

 

Tabloyu lütfen gözünüzün önüne getiriniz. Resûlullah (s.a.a.) bunu bir defa yapmıyor, daima yapıyor. Hz. Fâtıma'nın (a.s.) elini öpmek için eğiliyor. Somutlaştırmaya çalışalım. Büyük taklit mercilerinden birisinin yerinde oturduğunu, o esnada bir şahsın içeriği girdiğini ve bu taklit mercisi şahsın da yerinden kalkıp onu karşıladığını ve kucakladığını düşünelim. Biz ne deriz? ‘‘Bu gelen şahıs büyük bir şahıs olmalı.'' Diplomasi diliyle söyleyecek olursak bir cumhurbaşkanı bir şahsı karşılamak için yerinden kalkıyor ve onu yanına oturtuyor. Diplomatik açıdan ne dersiniz? İşte Resûlullah (s.a.a.), Hz. Fâtımetü'z-Zehrâ'ya karşı böyle davranıyordu. Hakkında ilahî kelâmda “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir.(Necm, 3-4) buyrulan bir şahıs bu davranışlarda bulunuyor.

 

Hâkim en-Nîsâbûrî bu hadisi aktardıktan sonra şöyle der:

 

Bu hadisin isnadı Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahih olup, isnad zincirindeki bütün ricâl sikadır.[xvii]

 

Bu hadisin tefsirini önümüzdeki programda sunacağız.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyid, teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

         

 



[i] Hâkim en-Nîsâbûrî, Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ, Dârü'l-Furkân, Kahire.

[ii] Hafız Şemsüddîn ez-Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl, c. 4, s. 170, 6360 no'lu tercüme-i hâl, thk: Muhammed Berekât ve Ammâr er-Reyhâvî, er-Risâletü'l-Alemiyye.

[iii] A.g.e., a.g.y.

[iv] Fadâilü Fâtımeti'z-Zehrâ, s. 11.

[v] A.g.e., a.g.y.

[vi] İbn Hacer el-Askalânî, Hedyü's-Sârî Mukaddimetü Fethu'l-Bârî, c. 2, s. 1238, talik: Allâme Abdurrahmân b. Nâsır el-Berrâk, Dâr-ü Tayyibe.

[vii] Şemsüddîn ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, c. 14, s. 133, 67 no'lu tercüme-i hâl, Müessesetü'r-Risâle 

[viii] A.g.e., c. 14, s. 125.

[ix] Fadâilü Fâtıma, s. 9.

[x] İbn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü't-Tehzîb, c. 3, s. 480 İbrâhim ez-Zi'bîk ve Adil Mürşid, Müessesetü'r-Risâle.

[xi] Muhammed Nâsırüddîn Albâni, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha, c. 7, ikinci bölüm, s. 693.

[xii] Mîzânü'l-İ'tidâl, c. 4, s.  170.

[xiii] Fadâilü's-Sahâbe, s. 7

[xiv] Muallim el-Yemânî, et-Tenkîl bîmâ fi Te'nîbi'l-Kevseri mine'l-Ebâtıl, c. 1, s. 459, thk: Muhammed Nâsırüddîn Albânî, Mektebetü'l-Meârıf, Riyad.

[xv] Mecmûu Fetâvâ, c. 1, s. 255.

[xvi] Fadâilü Fâtıma, s. 35.

[xvii] A.g.e., a.g.y.