Dr. İbrahimi Dinani: Hafız Divanı’nın ilk gazelinin şerhi (2)

Dr. İbrahimi Dinani: Hafız Divanı’nın ilk gazelinin şerhi (2)
Peki yüzünü göstermiyor ne demektir? Yani sizin zihninizin kalıbına sığmaz. O'nun her yerde huzuru var; ama sizin O’nun huzurunu kavrama kapasiteniz yok. Siz onu bir kalıp içinde tasavvur etmek istiyorsunuz. Siz ona zihinsel bir suret vermek istiyorsunuz. Ya da sizin gözünüzün önüne gelmesini istiyorsunuz. Ya da sizin zihninizde canlanmasını istiyorsunuz. Bunlar bizim sorunumuzdur, O’nun değil.

Hafız Divanı'nın ilk gazelinin şerhi (2)

 

 

 

Laricani:

 

Ey sâki, kadehi aramızda sürekli olarak döndür.

Çünkü aşk, önce kolay göründü ama zorluklar sonra ortaya çıktı.

 

Sabah yeli, misk kokusu almak ümidiyle sevgilinin alnına dökülen saçları açınca

O güzel kokulu saçların kıvrımlarından yürekler ne kanlara boyandı!

 

Selam sevgili seyirciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi konumuz iki beytini okuduğum bu gazeldi. Gazelin birkaç beytinde Üstat Dinani'nin açıklamalarından yararlandık, devamında da yine inşallah yararlanacağız.

 

Şu durum açıklığa kavuştu ki Hafız'ın söz konusu ettiği aşk, çok düzenli ve tedbir edilmiş bir aşktır. Yani marifet ile kucak kucağadır. İkinci olarak dert sahibi bir aşktır. Hafız rahatlık ve afiyete dayalı bir aşktan bahsetmiyor. Ayrıca âşığın kendisi bu şekilde değildir. Gerçekten de birçok kişinin durumunu da ortaya koyuyor. Diyor ki bu vadinin adamı olmayanlar bu yola adım atmamalıdır. Bu dünya vadisi olaylarla ve belalarla dolu olsa da, salik kendi başına bırakılmış değildir, Allah onun elinden tutması ve onun yolunu aydınlatan bir mum olması için insan-ı kâmili bu dünya yerleştirmiştir.

 

Bu şekilde ‘'Kapkaranlık bir gece… dalga korkusu ve bu derece dehşetli bir girdap. Sahillerdeki yükü hafif olanlar, halimizi nerden bilecekler?'' beytine geldik. Sayın üstat burada birkaç farklı tefsir var.

 

Bazıları ‘sebukbaran-ı sahilha' (sahillerdeki yükü hafif olanlar) ifadesinde bahsedilenleri ‘kilimlerini bu dünya suyundan çekmiş olanlar' diye açıklıyorlar. Yani dünyaya dair tüm bağlardan, zincirlerden ve esaretlerden kendilerini kurtarmış olanlar. Bazıları ise ‘sebukbaran-ı sahilha' yani ‘sahillerdeki yükü hafif olanlar', “Bu vadiye hiç adım atmamış olanlardır. Bunlar bu vadideki âşıkların ve saliklerin neler çektiğini bilmeyenlerdir'' diyorlar.

 

“Kapkaranlık bir gece… dalga korkusu ve bu derece dehşetli bir girdap. Sahillerdeki yükü hafif olanlar, halimizi nerden bilecekler?'' beytiyle ilgili verilen bir başka anlama göre ise Hafız'ın muradı burada -‘dalga korkusu ve bu derece dehşetli girdap'- günlük hayatta yaşanan olaylardan başka şeylerdir. Şimdi “sahilde yükü hafif bir şekilde duranlar bizim halimizi nereden bilecekler'' ifadesiyle başlayalım.

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim. Buyurduğunuz açıklamalarla hangi tefsirleri incelediniz ben bilmiyorum. Ama ben o tefsirlerden birini kesinlikle reddediyorum. ‘Sebukbaran-ı sahilha' (sahillerdeki yükü hafif olanlar) maksada ulaşmış olanlar ve bu âlemden geçmiş olanlar değildir. Onlar yaşanan hali bilmiyorlar.

 

Yüksek merhalelere ulaşmış olanlar aşağıdaki merhalelerde olanlardan habersiz değildir, haberdardır. Hafız ise burada onların hiçbir şekilde haberdar olmadıklarını söylüyor. “Nereden bilecekler?” derken, yani onlar hiçbir şekilde bizim halimizi bilemezler demek istiyor. Dolayısıyla ben ‘sebukbaran-ı sahilha' (sahillerde yükü hafif olanlar) ifadesindeki kişileri, aşkı tatmamış, marifet yolunu geçmemiş, marifet vadisine kesinlikle adım atmamış insanlar olarak görüyorum.

 

Onlar dünyanın oyun ve eğlencesiyle meşguldürler, hiçbir şekilde bu düşünceye, yani akıbetin ne olacağı düşüncesine sahip değildirler, düşünceleri yoktur, varlığın derinliğini görmezler. Böylesi bir âlemin sahilinde bütün varlıklar bir deniz gibidir. Yani bizim içinde yaşadığımız âlem, bir deniz mesabesindedir. Deniz sakin değildir, öncelikle deniz derinliğe sahiptir. Bu derinliğin çeşitli mertebeleri vardır, her lahza dalgaları vardır. Coşkundur, tehlikeleri vardır, denizin derinliklerinde çeşitli varlıklar yaşamaktadır. Denizin her bir mertebesinde ayrı bir hal vardır. Yani bu âlemin hali bir denizin hali gibidir. Yani biz adeta bir denizde yaşıyoruz. Tabi bu, bilinç sahibi kişiler için geçerli. Ama bilinçli olmayan kimseler, ne dünyayı tanırlar, ne nerde yaşadıklarını bilirler, ne denizin derinliğini, ne de denizin dalgalarını tanırlar. Habersiz bir şekilde oyun ve eğlence içinde adeta sahilde dinlenirler. Ben bu tür bir anlam veriyorum.  

       

Ama sahillerde yükü hafif olanlar diye o ilk bahsettiğiniz kurtulmuş olanlar, kurtuluşa erenler, yolu aşmış olanlar bizim halimizden habersiz değildirler. Büyükler bizim halimizden haberdardırlar. Hafız'ın bahsettikleri hiçbir şekilde haberdar olmayanlardır. Onlar habersizlik içinde yaşıyorlar. Dolayısıyla ben bu tefsiri tercih ediyorum. Yani ‘Sebukbaran-ı sahilha' (sahillerdeki yükü hafif olanlar) marifet vadisine kesinlikle adım atmamış olanlardır. Kesinlikle dünyanın derinliğini düşünmezler. Derinlere bakmıyorlar. Yani derin düşünmüyorlar. Yüzeyseldirler, sahil de onların bulunduğu yüzeydir. Ben Hafız'ın şiirini bu şekilde tefsir ediyorum. Bence Hafız'ın maksadı kesinlikle bu şekildeydi. Yani diyor ki biz öyle bir vadiye adım attık ki tıpkı bir deniz gibi derindir, tehlikeleri vardır, karanlık bir gecedir. Bunları düşünmeyenler ise bizim halimizden haberdar değildir.

 

Arif ve salik böylesi bir hal içindedir. Hal nedir, makam nedir meselesi ayrı bir konudur; çünkü arifin ve salikin halleri makamları vardır; ama daha çok halleri vardır. Hal de bilirsiniz tahavvüldür (değişim), yani her an değişebilir. Bizatihi hal kelimesi tahavvül kelimesindendir. Yani salikin hali her lahza değişir. Salik tek bir halde değildir. Çünkü her lahza yeni bir cilve ile karşı karşıyadır.

 

Düşünen ve marifet sahibi olan her insan âlemi tek bir şekilde görmez. Bu âlemde her an yeni bir cilve ve bu âlemde yeni bir vadi görür. Yeni bir veçhe ile karşı karşıya kaldır. Arifin hali budur. Hafız da bir ariftir ve yolun zorluklarını, sorunlarını, müşküllerini beyan ediyor. Ve tefekkür ve marifet sahibi olmayan kimseler bizim halimizden habersizdir diyor. Ama saadet ehli olanlar ve maksada ulaşmış olanlar, bizim halimizden habersiz olabilir mi? Allah'ın velileri bizim halimizden haberdardır, haberdar değil midir? Tabi ki haberdardır. Yüce olan aşağı olandan her zaman haberdardır. Aşağıdakinin yüce olandan haberi yoktur.

 

Laricani: O şekilde tefsir edenin adını vermeyeyim.

 

Üstat Dinani: Vermeseniz daha iyi olur.

 

Larcani: Onlar, “kapkaranlık gece, dalga korkusu ve dehşetli girdap'' ifadesini televvün (renklenme) olarak alıyor. Yani salik renkten renge geçiyor. Yani bir halden bir başka hale geçiyor; ama ‘temekkün'e ulaştığında bu belalardan ve ıstıraplardan kurtuluyor. Hali de ‘'Muhavvil el-havli vel'l ahval' (yılları ve halleri değiştiren) olarak görüyor. Hatta diğer salikler de insanın halini bilmiyor; niçin çünkü her an değişiyor. İşte buna dayanarak yalnızca Allah'ın bileceğini söylüyorlar.

 

Üstat Dinani: Fakat çok güzel bir şekilde buyurduğunuz gibi eğer Allah  ‘'Muhavvil el-havli vel'l ahval' (yılları ve halleri değiştiren) ise ki öyledir. Muhavvilu'l ahval (halleri değiştiren) Hak Tebarek ve Teâla'dır.

 

Hak Teâla'nın bir an halleri değiştiren olup bir an halleri değiştiren olmaması söz konusu değildir. Allah daima muhavvildir (değiştirendir). Yani Allah'ın işinin bir an olup bir an olmaması diye bir şey yoktur. Eğer Allah muhavvilu'l havl ve muhavvilu'l- ahval ise havl ve ahval de birbiriyle çok ilgilidir. Havl, Arapçada yıl demektir. Havleyn iki yıl, havl ise bir yıl demektir. Ahval ise salikin halleridir.

 

Bakınız bizim bir anlık halimiz bir yıl gibidir; âlem için bir yıl, bir haldir. Bir ‘havl' olması için bir yılın geçmesi gerekir. Salik için bir lahza bir yıldır. Bu yüzden havl ve ahval birbiriyle çok ilgilidir. Allah hem muhavvilu'l havl'dır, yani yılları değiştirir. Elbette yıl bizim için değişir, Hak Teâla için bir yılın uzunluğu diye bir şey söz konusu değildir. Allah için ezel ve ebed sadece bir lahzadır.  “Leyse inde rabbike sabahun vela mesa'' (Rabbinin indinde ne sabah ne de akşam vardır). Allah için bir yıl, bir yıl değildir ki. Hem ‘'muhavvilu'l havl''dır. Nitekim bu bu bizim için bir yıl sürer. Hem de ‘'muhavvilu'l hal ve'l- ahval''dir.

 

Allah daima muhavvildir. (değiştirendir.) Ben daha önce size bir hadis nakletmiştim. Peygamberler bile haller içindedir. Yani her lahza peygamberler için bile yeni haller ortaya çıkıyor. Onların makamlarının olduğu ve ‘temkin' makamına ulaşmış oldukları doğrudur. Ama temkinde olmak artık yeni bir halin olmayacağı anlamına gelmez.  Dolayısıyla ben hala sözümün arkasındayım. Yani ‘'sebukbaran-ı sahilha'' marifet vadisine adım atmamış olanlardır. Yani rahatına düşkün olanlardır. Rahatına düşkün olanlar, salikin halinden habersizdirler. Ben bu tefsiri tercih ediyorum.

 

Laricani: Evet tabi o da ayrı bir telakkidir.

 

Üstat Dinani: Evet o da bir telakkidir.

 

Laricani:Heme karem z'hod kami be bednami keşid aher / Nihan key maned an razi kez o sazend mahfilha'' (Kendi başıma buyruk yaptığım her iş, sonunda benim adımın kötüye çıkmasına sebep oldu. Zaten meclislerde söylenip duran bir sır nasıl olur da gizli kalabilir.)  

 

Buradaki ‘hod kami' (kendi başına buyruk) ne anlama geliyor olabilir?

 

Üstat Dinani: Hafız burada yolun müşküllerini, zorluklarını dile getiriyor. Bunlardan biri yolun çok zorlu olmasıdır. Denizse dalgaları aşmalısınız. Sahra ise tehlikelerini geçmelisiniz. Salik, yani Allah yoluna adımını atan kişi, bazen bazı mülahazaları dikkate almıyor.

 

Bakınız biz bazen birçok dünyevi mülahazalarda bulunuyoruz. Biz aslında yüzümüzde maske taşıyoruz. Yani yüzünde maske taşımayan çok az insan var. Belki de yüzünde maske taşımayan hiçbir insan yok. Daha önce de burada arz etmiştim, Fransızcadaki ‘personne' kelimesi, Latincede ve eski Yunancada maske (persona) demektir.

 

Salik Allah'ın adamı olduğu için ve hakikat yolunda ilerlediği için bazen bazı dünyevi mülahazalarda bulunmayabilir. Bir başka ifadeyle bazen ‘taaruf' etmez, yani bazı şeyleri çekinmeden söyleyebilir. Biz çoğu zaman insanlara karşı taaruf ederiz, dobra davranmayız. Salik ise çoğu zaman taaruf yapmaz, Hak ehlidir, hak yolundadır, hakkı söyler, hakkı yerine getirir. Bizim dikkat ettiğimiz mülahazalara dikkat etmez. Bu ise ismin kötüye çıkmasına sebep olur.

 

Peki kimler açısından adı kötüye çıkar? Marifet yoluna adım atmamış olanlar açısından… Tarihi tecrübeler de göstermiştir ki marifet ehlinin büyüklerinin adları, düşünceleri taşlaşmış olan, dar görüşlü ve bağnaz kişiler tarafından kötüye çıkarılmıştır. Bu sebeple birçoğu darağacına asılmış, kimileri yakılmıştır.

 

Aynu'l Kudad, yakılmış ve külleri rüzgâra savrulmuştur. Hallac, darağacına azılmıştır. İbn Sina tekfir edilmiştir. Mesela büyük ariflerden Şeyh Ruzbehan-ı Şirazi, düşünceleri taşlaşmış, meselenin özüne inememiş ve kabukta kalmış, dar görüşlü kişiler açısından adı iyi biri değildi. Çünkü onlar bunların makamlarını anlayabilecek durumda değildiler. Hafız burada bunları söylüyor. Demek istiyor ki biz o büyük yola adım attığımızda bazen dar görüşlü kişiler açısından adımız kötüye çıkabilir. Adımız kötüye çıkarılabilir ve sırrımız gizli kalmayabilir. Çünkü bununla ilgili meclisler yapıyorlar, orada burada Hafız söyle dedi böyle dedi diye konuşuyorlar.

 

Asırlar geçmiş olmasına rağmen hala dahi Hafız'ı ne kadar farklı yorumluyorlar. Bazıları Hafız'ı ayyaş, şarapçı laubali biri olarak tanıtıyor. Bazıları ise Hafız'ı en üstün ariflerden biri olarak görüyor. Ben de onun dünyanın en büyük ariflerinden biri olduğuna inanıyorum. Asırlar sonra bile onun hakkında bu kadar farklı görüşler söz konusu; ancak kendi zamanında da durum aynı şekildeydi. Dar görüşlü, bağnaz kişiler nezdinde Hafız'ın iyi bir adı ve şöhreti yoktu. Dolayısıyla Hafız işte bu meseleye işaret ediyor.

 

Bizim tüm büyüklerimiz bu şekildeydiler. Peygamberlerden ve İmamlardan tutun şimdiye kadar hep böyle oldu. İmamlar ne büyük baskılara uğradılar. Evliya aynı şekilde, evliyanın hayatına bakın. Attar'ın Tezkiretu'l- Evliya'sını okuyun. Attar, bu kitabında evliyanın ve ariflerin hayatını anlatıyor. Onlar, maalesef dar görüşlü ve kıt düşünceli kimselerin yanında iyi bir ada sahip değildi. Hafız işte bu noktaya işaret ediyor. Sonuç itibariyle sırrımız gizli kalmıyor diyor.

 

Laricani: Gözüken o ki bir arif açısından afetlerden biri de kendi başına buyrukluktur, bencilliktir. “Kendi başıma buyruk yaptığım her iş, sonunda benim adımın kötüye çıkmasına sebep oldu'' diyor. Kendi başına buyrukluk ve bencillikle, irfan yolunda insan her bir menzile ulaşıp âşık olunca enaniyetini bırakmazsa fenaya ulaşamaz.  Bu yüzden belki de maksat şudur: Eğer bu yoldaki bir kişi kendi başına buyrukluğu ve bencilliği bir kenara bırakmazsa adı kötüye çıkabilir.           

 

Üstat Dinani: Şimdi kendi başına buyruk oldukları için adları kötüye çıktı dersek bu sadece arifler için geçerli bir şey değildir. Arif olmasa bile kendi başına buyruk olan herkesin adı kötüye çıkar. Bir kimse kendi başına buyruksa bu gizli kalmaz. Fakat burada öyle gözüküyor ki Hafız'ın bahsettiği kendi başına buyrukluk olumsuz anlamda değildir. Çünkü olumsuz anlamdaki kendi başına buyrukluk için irfan olması da gerekmez. Başına buyruk, kafasına göre davranan, bencil ve başkalarının haklarına riayet etmeyen birinin doğal olarak adı kötüye çıkacaktır.

 

Hafız, “Ben kendi başına buyruk biriyim, başkalarının haklarını ayaklar altına aldım bu yüzden adım kötüye çıktı” demek istemiyor. Hafız'ın burada söylediği ‘hod kami' yani kendi başına buyrukluk, manevi bir kendi başına buyrukluktur. Çünkü bunun önceki ve sonraki şiirlerle uygunluğunun olması gerekir. Hafız'ın önceki ve sonraki sözleri gösteriyor ki buradaki kendi başına buyrukluk sıradan bir kendi başına buyrukluk değildir. Zira sıradan bir kimse kendi başına buyruk ise, başkalarının haklarını çiğniyorsa doğal olarak iyi bir isme sahip olmayacaktır. Hafız bunu söylemek istemiyor. Önceki ve sonraki şiirleri gösteriyor ki Hafız bu makamda biri değildir.

 

Laricani: Evet demek istiyor ki biri bu noktaya ulaşırsa ‘aba altındaki evliya gibidir.' Kendini söz konusu etmemelidir. Eğer kendini yüceltirse, ben şöyleyim ben böyleyim gelin benim müridim olun derse…

 

Üstat Dinani: Veya adı sanı bilinmeyen biri olursa… Hafız çok sade ve gizli yaşamıştır. Hafız'ın yaşadığı dönem çok eski olmamasına rağmen, biz hala Hafız'ın doğru dürüst bir biyografisine sahip değiliz. Çünkü gizli yaşama prensibine bağlıydı ve kendini aşikâr etmedi. Bir gazelinde de “salik ve arif sırrı ifşa etmemelidir” demiştir.

 

Hallac'ı sevdiği halde -zaten Hallac'a sevgi duymayan hiçbir arif yoktur- Hafız, Hallac'ı suçluyor. Diyor ki eğer kendini gizleseydi ve ‘enel hak' cümlesini söylemeseydi, o sır gizli kalırdı. Buradaki kendi başına buyrukluktan kasıt, arifin kendini gizlemesi ve birçok şeyi söylememesidir. Yani ariflerin söylediği o şathiyeleri söylememesidir. Mesele Şeyh Ruzbehan şathiye söylemiştir, Beyazid Bestami şathiye söylemiştir. Hallac işte bu meşhur ‘enel hak' şathiyesini söylemiştir. Hafız şathiye söylememiştir. Kesinlikle söylememiştir, disiplinli davranmıştır. Çünkü bu sözlerin gizli tutulması gerektiğini söylemiştir.

 

Laricani: Hafız gazeli şu beyitle tamamlıyor:

 

Huzur-ı ger hemi hahi, ez o gaib meşo Hafız / Meta ma telka min tehva da'id- dünya ve ehmilha

 

(Hafız, daimî olarak huzurda bulunmak istersen, O'ndan gaip olma.

Sevgiliye ulaşınca da artık dünyayı bırak, âlemi terk et.)

 

Üstat Dinani: Bu beyit çok önemli Sayın Laricani, Hafız'ın burada ‘huzur' kelimesini kullanıyor. 

 

Hafız, daimî olarak huzurda bulunmak istersen, O'ndan gaip olma.

Sevgiliye ulaşınca da artık dünyayı bırak, âlemi terk et.

 

İzin verirseniz ben burada ‘huzur' kelimesi üzerinde biraz durayım. Çünkü ‘huzur' kelimesi irfanda, marifet ehli hatta filozoflar arasında çok önemli bir kelimedir. İslam felsefesiyle ilgilenenler ‘ilm-i huzuri' ve ‘ilm-i husuli' kavramlarını bilirler. İlm-i huzûrî, bazen ilm-i husûlî gibi kullanılır ki bu yanlıştır. (İlm-i husuli: süje ve objenin, yani bilen ile bilinenin ayrı olduğu ilim; mesela gördüğümüz kalemin bilgisi; huzurî ilim ise bilen ile bilinenin aynı şey olduğu bilgidir, kişinin açlığını duyumsaması, ya da daha açık bir şekilde kişinin kendi varlığını bilmesi gibi. Elbette tüm ilimler nihai olarak huzurî ilme varmak zorundadır, çünkü tasavvur edilen şeyin bizatihi bilgisi de nihai olarak huzurî ilimdir; Medya Şafak). Ancak huzur makamı ile husul makamı farklıdır.

 

İnsan bir şeyi bildiği zaman o bildiği şey onda hazırdır; yani huzur, ilimdedir. Örneğin siz galaksilere dair ilme sahip olduğunuzda galaksiler sizde hazırdır. Sizin bilgi düzeyiniz ne kadar yüksekse âlem de sizin önünüzde hazırdır.

 

Âlemin sizin nezdinizdeki huzuru (hazır oluşu) sizin sahip olduğunuz ilim ölçüsündedir. Buraya kadar söylediklerim huzurun anlamlarından biridir. Fakat bu, aslında huzur değildir; husuldür. Siz her ne konuda olursa olsun, ister manevi olsun isterse dünyevi, herhangi bir konuya dair ilim sahibiyseniz, sizin o konudaki malumatınızın sizde huzuru bulunmaktadır; yani o bilgi sizde hazırdır.

 

Mesele sizin ilim dairenizin ne kadar geniş olduğudur. Fizikçi olsun, doktor olsun, kimyager olsun, toplumbilimci olsun, isterse çağın allamesi olsun, sahip olduğu ilmi ölçüsünde onun malumatının onda huzuru vardır. Ama gerçek bir huzuru yoktur, husulü vardır. Yani sizin yanınızda hazır olan surettir. Yani siz suretlerin ilmine sahipsiniz. Biz buna ilm-i husûlî deriz. ‘İlm-i husuli'de sizin zihninizde bir malumat hazırdır; ama bunlar surettir. Bu suretler gerçekleri size gösteriyor. Peki huzur nerededir? Huzur, vasıtanın olmadığı yerdedir. Siz, âlem konusunda ilim sahibiyseniz, yani bir şeyler biliyorsanız bir vasıta ile ilim sahibi oluyorsunuz. Peki hangi vasıta ile âlimsiniz veya biliyorsunuz?

 

Örneğin siz şu an burada bulunan masa konusunda âlimsiniz, yani onu biliyorsunuz. Peki sizin bu masa konusundaki ilminiz nasıldır? Bir vasıta iledir. Yani bu masadan bir suret sizin zihninizde bulunuyor ve bu suret bir vasıtadır ve sizi bu masaya ulaştırıyor ve bu masa sizde hazır oluyor. Bu husuldür, huzur değildir. Ariflere ve filozoflara göre huzur, vasıtanın olmadığı yerdedir. Şimdi ben size örnek vereyim. Sizin malumatlarınız ilim yoluyla sizde hazırdır.

          

Peki ilimlerinizin kendisi sizde nasıl hazır oluyor. Malumat, sizde ilimler vasıtasıyla hazır oluyor, peki ilimlerin kendisi sizde nasıl hazır oluyor?

 

Laricani: Doğrudan…

 

Üstat Dinani: Evet doğrudan, yani vasıtasız bir şekilde hazır oluyor. Aynı şekilde, bakınız sizin kendiniz, kendinizde huzur sahibisiniz. Siz kendinize ait bir surete mi sahipsiniz yoksa kendi kendinizde mi hazırsınız?

 

Laricani: Kendi, kendimde hazırım.

 

Üstat Dinani: Evet öyle. Eğer siz kendinizi suretle anlamak isterseniz, anlayamazsınız. Kendi kendinize dair idrakiniz, suret şeklinde değildir. Siz, kendi kendinizde hazırsınız. Şimdi bu marifeti biraz yukarı taşıyalım.

 

Hak Teâla'da hazır olmak istediğinizi veya Hak Teâla'nın sizde hazır olmasını düşünelim. Elbette Hak Teâla, herkes nezdinde hazırdır. Hak Teâla her yerde hazırdır. Allah nerede gaiptir? Hiçbir yerde. Sizin yanınızda gaip midir? Elbette değildir, zaten Allah için gaip olmak anlamsızdır. Allah her yerde hazırdır. Biz de huzura sahip olmalıyız. Eğer bizim huzurumuz olmazsa bu, tek taraflı bir huzur olur. Maddede de Allah'ın huzuru vardır, cansızlarda da, dağda da, her yerde Allah'ın huzuru vardır. Allah'ın bizde huzurunun olması gibi bizim de Allah nezdinde huzura sahip olmamız gerekiyor. Peki bizim Allah nezdindeki huzurumuz nasıl gerçekleşiyor? Bir suret şeklinde mi?  

 

Laricani: Hayır.

 

Üstat Dinani: Allah'a dair bir tasvire sahip olabilir misiniz? Sahip olduğunuz herhangi bir tasvir, huzur değildir. Allah nezdinde nasıl hazır olabilirsiniz? Zihninizde buna dair tüm tasvirler yok olursa, olabilirsiniz. Peki, tüm tasvirler nasıl yok olur? Tüm varlığınızı Allah'a verdiğiniz zaman. Yani sizde benlikten eser kalmadığı zaman. Tüm varlığını Hak Teâla'ya verdiğin, O'na ait olduğun zaman…

 

Bir arif ne kadar güzel söylemiş “O'ndan ne kadar geçersen her şey de senden geçer.” Yani sen Hak Teâla'ya bakmaz O'ndan geçersen, her şey de senden geçer. Ama sen onlardan geçer ve Hak Teâla'ya ait olursan bu kez her şey senin olur.

 

Yani huzur, suretin vasıta olmadığı yerdedir. Hafız işte bu huzura işaret ediyor. “Huzur-ı ger hemi hahi, ez o gaib meşo Hafız” (Ey Hafız eğer huzura varmak istersen O'ndan gaip olma) Burada O dediği kimdir? Gerçek sevgili yani Hak Teâla. Hak Teâla'dan bir an dahi gafil olma. Allah'tan gaflet etmek huzur değildir. Hatta Allah'a dair tasvir sahibi olmak da huzur değildir. Eğer Allah'a dair bir tasvire sahipseniz huzura sahip değilsiniz. Tüm varlığını O'na vermelisin, O'nun olmalısın ki her şey senin olsun.

 

“Eğer huzura varmak istersen O'ndan bir an dahi gafil olma Hafız” dedikten sonra ikinci mısrayı söylüyor. “Meta ma telka men tehva, da'id- dünya ve ehmilha” “Meta ma telka”, yani mülakat etmek… Görüşmek istediğin kimseyle mülakat ettiğin zaman demektir. Yani Hak Teâla ile mülakat. “Mulâku rabbihim” (Rablerine kavuşacaklarını) Kur'an'da geçen bir ifadedir, Hafız bunu kendiliğinden kullanmıyor. “Meta ma telka” yani Allah ile görüştüğün zaman demektir. “Men tehva” ise istediğin, arzu ettiğin anlamındadır.  Yani istediğin gerçek sevgili… Eğer kavuşmayı istediğin Hak Teâla'yla mülakat edip O'nda huzur bulmak istiyorsan bunun şartı nedir? “Dei'd-dünya ve ehmilha”, yani her şeyi unut… Yani eğer her şeyden geçersen O'na ait olursun.

 

 

Laricani: Evet üstat “Eğer huzura varmak istersen O'ndan gaip olma” diyor, gafil olma demiyor. Zira Allah ayette buyrulduğu üzere “ve hüve bi külli şeyin şehid”dir (O her şeye şahittir). Biz istesek de gaip olmaz. O her şeye şahittir. Ama Hafız bir başka yerde de diyor ki “Ya Rab, be ke şayet goft, in nokte ke der âlem ruhsar-ı be kes ne numud an şahid-i hercai” (Ya Rab, bu konuyu dünyada kime söylemeli ki o her yere şahit olan, yüzünü kimseye göstermez.)

 

Peki eğer o Sevgili yüzünü kimseye göstermiyorsa O'nun huzuruna nasıl varılacak?

 

Üstat Dinani: Evet, çok güzel bir soru sordunuz. Bu sorunuz, benim daha önce arz ettiğim konuyla ilgili. O, “hem ruhsare ne numayed” (O hem yüzünü göstermiyor) “hem didar mi koned” (hem de görüşüyor.)

 

Laricani: Her yere de şahittir.

 

Üstat Dinani: Evet her yere de şahittir. Her yerdedir; ama yüzünü göstermiyor. “Didar mi nemayi u perhiz mi koni” (Görüşüyorsun ama sakınıyorsun) Yani hem görüşüyor hem de sakınıyor. Peki bu ne demek? Yani her yerde hazırdır. “Ve hüve bi külli şeyin şehid.” Bu Kur'an ayetidir. Bu ayet gerçekten Kur'an'ın kerametlerindendir.

 

‘Şehid', yani şuhudu olan, tanık olan, huzuru olan, her yerde hazır olan demektir. Ama aynı zamanda yüzünü de göstermiyor. Peki yüzünü göstermiyor ne demektir? Yani sizin zihninizin kalıbına sığmaz. O'nun her yerde huzuru var; ama sizin O'nun huzurunu kavrama kapasiteniz yok. Siz onu bir kalıp içinde tasavvur etmek istiyorsunuz. Siz ona zihinsel bir suret vermek istiyorsunuz. Ya da sizin gözünüzün önüne gelmesini istiyorsunuz. Ya da sizin zihninizde canlanmasını istiyorsunuz. Bunlar bizim sorunumuzdur, O'nun sorunu değil. Çünkü biz herhangi bir şeyi bir kalıp dışında idrak edemiyoruz.

 

Sayın Laricani, siz neyi idrak ediyorsanız onun bir kalıbı vardır. Bana cevap verin: Belli bir kalıbı olmadığı, sınırı olmadığı halde idrak edebildiğiniz bir şey var mı? Siz sonsuz olan bir şeyi idrak edebilir misiniz? Sonsuzu idrak edebilmeniz için sonsuz olmanız gerekir. Sizin zihninizde bulunan her şey sınırlıdır ve belli bir kalıbı vardır. Çünkü sizin zihniniz bir kalıptır. İdrakiniz bir kalıptır. Gözünüz bir kalıptır, kulağınız bir kalıptır, koku alma organınız bir kalıptır, tatma duyunuz bir kalıptır, hayaliniz bir kalıptır, vehminiz bir kalıptır, hatta aklınız bir kalıptır.

 

Aklınız mahiyetleri idrak ediyor. Yani çerçevesi var. Çerçevesiz ve sınırsız bir şeyi tasavvur edemezsiniz. Dolayısıyla “hüve bi külli şeyin şehid”, yani O her yerde hazırdır; ama ben bir kalıp olduğum için ve bir kalıp içerisinde düşündüğüm için, benim varlığım bir kalıba sahip olduğu için, düşüncem kalıba sahip olduğu için “O yüzünü göstermiyor”; yani aslında benim idrak kalıbıma sığmıyor.

 

Peki buna rağmen ben umutsuzluğa mı kapılmalıyım? Hayır. Hafız son kısımda cevap veriyor. Diyor ki “eğer O'nun huzuruna ulaşmak istiyorsan, O'ndan gaip olma”, yani eğer huzur istiyorsanız kalıpları bırakın. Kalıpları bırakın ne demek, yani ilm-i husuli ile Allah'ı anlamaya çalışma. Kitapla anlamaya çalışma, tasavvur etmeye çalışma. Ben tasavvur ettim, şöyle idrake sahibim, böyle anladım deme. Huzur makamına ulaşmak istiyorsan, huzur makamına ulaşmak için husul makamından geçmen gerektiğini bil.

 

O'ndan gaip olmak, kendine bakmaktır. Kendine baktığın sürece O'ndan gaipsin. Hak Teâla'dan gaip olmak, kendine bakmak, kendine yönelmektir. Kendini gördüğün sürece O'ndan gaipsin. Ama kendini görmezsen ve kendin ve idraklerin birer kalıp olduğun için kendi idraklerinin kalıbını görmezsen, o zaman varırsın; “eğer O'nun huzuruna ulaşmak istiyorsan, O'ndan gaip olma.” Gaip olma demek kendi kalıplarını bir tarafa bırak demektir.

 

“Meta ma telka men tehva, da'ud- dünya ve ehmilha”. Yani ne zaman kalıpları bırakırsan O'nu görürsün, huzura varırsın. O huzura sahip olduğu gibi sen de huzura sahip olursun. İşte bu vahdet makamıdır.

 

Laricani: İnsanın kendisi bazen bir perde, bir hicap oluyor. [Hakikate ulaşmanın önündeki engel]

 

Üstat Dinani: Evet, yani sen kendi kendinin hicabısın. Hafız bir başka yerde çok daha açık söylüyor. “To hod hicab-ı hodi Hafız, ez miyan berhiz” (Sen kendinin hicabısın Hafız, aradan kalk). Kendimizi gördükçe O'nu göremeyiz. Ne zaman kendimizi görmezsek O'nu görürüz.

 

Laricani: “Meta ma telka men tehva” mısrası çok güzel. ‘Telka' kelimesi mülakat ile aynı kökten mi?

 

Üstat Dinani: Evet ‘telka' mülakat etmek, görüşmek demek. Yani senin mülakatın ancak her şeyi terk etmene bağlıdır. Bu mantıksal sonucudur. Yani mülakat ettikten sonra gel terk et demiyor. “Meta ma telka men tehva” veya “tehvi” demek, “mülakat gerçekleşip de Hakk'a ulaştığın zaman kendiliğinden her şeyi terk etmişsin” demektir. Yani “dünyayı ve içindeki her şeyi terk et” bunun sonucudur.

 

Laricani: Ne kadar tehlikeli ve zorlu bir yerde bitirmiş.

 

Üstat Dinani: Evet çok zorlu bir yer, çünkü bu Hafız'ın divanının ilk gazelidir. Gazelin başında bahsettiği müşküller, zorluklar işte budur. Yani gazelin sonu yine başına dönüyor. Hafız burada sizin daha önce bahsini ettiğiniz müdüriyeti, yani yöneticiliği yapıyor. Tüm beyitleri zincirlemesine birbirine bağlıyor. Yani bu “Dai'd- dünya ve ehmilha” (dünyayı ve içindeki her şeyi terk etmek) kolay bir mesele değildir. Biz bunu sadece lafta söyleyebiliyoruz. Bu, daha önceki beyitte “Karanlık bir gece, dalga korkusu” diye bahsettiği zorluklardır. Hafız'ın kelimeleri tıpkı zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Dağınık değiller.

 

“Seccadeni şarapla boya” da yine işte budur. Yani her şeyden vazgeç. Yani zahitlik taslama, dindarlık taslama, ben şöyle yaptım, böyle yaptım diye övünme. Yani birçok şeyden vazgeçmelisin. 

 

Laricani: Hafız'ın o saf ve halis irfanını anlamak da işte budur.

 

Üstat Dinani: Hafız gerçekten çok ileri biriydi. Salikti, çok rint biriydi ve kendini gizli tuttu, bunu da tavsiye etti. Elbette hayatında sorunları vardı. Ama en azından Aynu'l Kudat'ın kaderine uğramadı. Hallac'ın kaderine uğramadı; çünkü dikkatliydi ve gizli yaşadı. Her şeyi aşikâr etmedi. Perde arkasından söz söyledi. Aslında ariflerin söylediği her şeyi söyledi, ama perde gerisinde ve sembolik bir şekilde. Hafız'ın tüm ifadeleri semboliktir.

 

Laricani: Ama gönül ehli olanlar için açıktır.

 

Üstat Dinani: Evet gönül ehli olanlar için açıktır.

 

Laricani: Üstat şimdi bir sonuca ulaşmak istiyorum. Ben birçok kimseyle de konuştum, her düzeyden, her bilgi seviyesinden insan bu gazelleri okuduğunda etkileniyor. Yorumculardan biri bunun sebeplerinden birinin Hafız'ın yüreğindekilerin arşa ait olmasından kaynaklandığını söyledi.

 

Üstat Dinani: Hafız ‘Lisanu'l Gayb'dır (gaybın dili), mucize ve keramet demek istemiyorum; ama Hafız'ın keramet benzeri özelliklerinden biri de sizin de buyurduğunuz gibidir. Hafız'ı avamdan arifler okuyor ve beğeniyor. Yüksek düzeyli arifler de onun şiirlerinden çok büyük bir zevk alıyor ve adeta irfana gark oluyor. Farsça bilen herkes okuyor ve zevk alıyor. Farklı düzeylerine rağmen herkesin kendi kapasitesi ölçüsünde Hafız'dan istifade etmesi, Hafız'ın sözleri açısından bir keramettir.

 

Hafız'ı ‘Lisanu'l Gayb' diye adlandıranlar çok doğru söylemişler. Onun sözleri gaybi sözlerdir. Hafız'ın sözleri maneviyatın tam içinden kaynaklanmaktadır. Ve saf ve berrak bir su gibi en fasih ve beliğ sözler onun şiirlerinde tecelli ediyor. Onun hem sözleri insanları etkiliyor, hem de fesahati ve belagati, hem vezni hem de manası etkiliyor.  Farsça bilip de Hafız'ın gazelini okuduğu halde onun etkisinde kalmayan hiç kimse yoktur. Bu Hafız'ın özelliğidir ve bu özelliği biz başka bir şairde görmüyoruz. Bu yüzden Hafız'ın Divanı her evde vardır. Hafız'ın divanının olmadığı çok az İranlı evi vardır. İranlıların evlerinde Kur'an-ı Kerim'den sonra Hafız'ın Divanını buluruz.

 

Laricani: Üstat yorumculardan biri daha önce okuduğumuz birinci beyitle ilgili olarak bence güzel bir şerh yapmış. ‘Ey saki kadehi aramızda sürekli olarak dolaştır ki aşk önce kolay göründü, zorluklar daha sonra ortaya çıktı' beytinde geçen zorlukların bu son beyitteki ‘dünya ve ehmilha' (dünya ve içindekiler) olduğunu söylüyor. İnsan binlerce söz veriyor ama zamanında yerine getiremiyor.

 

Üstat Dinani: Bakınız dünyayı terk etmek, bırakmak basit bir şey değildir, söylemesi kolaydır. Bu, fena makamıdır. Biz fena makamının sadece lafını ediyoruz. Dünyayı terk etmek, zahid olup bir kenara çekilmek değildir. Hafız'ın zühdle de arası çok iyi değildir. Zahid de dünyayı terk etmemiş olabilir, zühdünün esiri olmuş olanlar da vardır. Onun daha çok dünyası var. Zühd gururuyla dünyayı terk etmiş olan bir zahid, dünya ehlinden daha fazla esirdir. ‘De'id dünya ve ehmilha' kelimeleri çok önemlidir.  Yani siz kendinizden geçip Allah'ta yok olduğunuz zaman fena makamına ulaşırsınız. Çünkü ‘ehmilha' diye bahsedilenler Allah dışındaki her şeydir. Bir kenara çekilip abid, zahid olduğumu söylüyorsam bu gururdan kaynaklanan bir ameldir. İşte Hafız önce bu müşkülden başlıyor: ‘Aşk kolay göründü önce; ama müşküller daha sonra ortaya çıktı.' Daha önce arz ettiğim gibi beyitler tıpkı bir zincirin halkaları gibi birbiriyle bağlantılıdır.

 

Laricani: Beyazıd, binlerce adamdan biri menzile ulaşamadı derken bunu söylüyor. Attar da yüz binlercesinden birinin ulaşabildiğini söylüyor.

 

Üstat Dinani: Evet, işte onlardan biri de Hafız'dır.

 

Laricani: Üstat insan bu gazelleri okuduğu zaman deruni bir hisse kapılıyor. Yani kendi dışındaki bir dünya ile irtibat kurmak istiyor. Bunun kaynağında insanın maneviyat peşinde olması vardır, bazen de bunu bulamıyorlar. Siz bu divanı okumuş ve hikmet ve felsefede onun mazmunlarını bilen biri olarak böylesi bir durumda olan birinin ne yapması gerektiğini düşünüyorsunuz.

 

Üstat Dinani: Sayın Laricani, bahsini ettiğiniz diğer âlem aslında manasızdır. O diğer âlem aslında insanın kendisidir. İnsanın tek sorunu gaflettir. Her insanın bir boyutu maneviyattır. Bu âlemde maneviyatsız hiçbir insan yoktur. İnsan maneviyatsız olamaz. İnsan bu dünyaya ayak bastığında onda maneviyat vardır. Dolayısıyla maneviyat âlemi ayrı bir âlem değildir, bizzat insanın kendisidir. İnsanın kendisi maneviyattır. Fakat bazen zevahire o kadar aldanıyor ve onunla o kadar meşgul oluyor ki varlığının diğer boyutunu unutuyor. O âlem maneviyattan ayrı değildir.

 

Maneviyat insandan ayrı değildir. Bizim gideceğimiz ayrı bir yer değildir. Maneviyat zatıâlinizin içindedir. Maneviyat her insanın içindedir. Maneviyata yol var koridor var ama gereğinden fazla meşguliyetler, yüzeysellikler, şehvetler, dünyevi esaretler, dünyada daha çok içine düştüğümüz basitlikler, bizi o manevi boyutumuzdan gafil kılıyor. Bizim manevi boyutumuz adeta tatil oluyor. Maneviyat, bizim dışımızda bir şey değil, bizim içimizdedir. Her ne varsa insanın içindedir. O kapı her zaman var, ama onu insanın kendisi kapatıyor. Onu nasıl kapatıyor, diğer tarafa bakarak kapatıyor. Yani kendi dışına yönelerek, nefsani boyutlara yöneliyor.

 

Dolayısıyla insan eğer göz sahibi olursa, Kur'an'ı Kerim de buyuruyor ki “Elem necal lehu ayneyn, ve lisanen ve şefateyn.” Yani biz size iki göz vermedik mi? İki göz derken zahiren iki göze sahip olduğumuz doğrudur; ama batında da iki göze sahibiz. Batındaki iki göz ne demek? Gözümüzün biriyle hayatımızın işlerine bakıyoruz; bakmalıyız bunda hiçbir sorun yok yaşamamız gerekiyor. Diğer göz ise batın tarafına yöneliktir. Biz maalesef o batına yönelik olan gözü kapatıyoruz ve yalnızca zahire bakıyoruz. Eğer her iki gözle baksaydık, dünyaya baktığımız kadar batini yönümüze de baksaydık yani iki göze sahip olsaydık, zahiri ve batını her ikisini de görseydik gaflete düşmezdik.

 

Bu diğer âlem sözü söylenince bazı kişiler bu diğer âlem neresidir, ben oraya gidemem, orası benim dünyam değil orası başka bir dünya diyor. Hayır, başka bir dünya değil ki, hiçbir şey bizim için diğer değil, her şey bize ait, her şey bizim içimizdedir. Sayın Laricani, âlem, insanındır. Her şey insan içindir. Fakat biz kendi kendimizi mahrum ediyoruz. Bu diğer veya öteki kelimesini boş verelim söylemeyelim.

 

Laricani: Pekâlâ üstat, çok güzel oldu. Umarım sayın izleyicilerimiz de yararlanmışlardır. Bir başka programda yine üstadın açıklamalarıyla Hafız'ın huzurunda olmak dileğiyle… Bir diğer programda görüşmek umuduyla üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz. 

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

 

www.medyasafak.net