Dr. İbrahimi Dinani: Hafız Divanı’nın ilk gazelinin şerhi (1)

Dr. İbrahimi Dinani: Hafız Divanı’nın ilk gazelinin şerhi (1)
Tabi ki hepsi marifettir, biraz önce okuduğunuz şu beyitte ‘men be hiş numudem sad ihtimam veli ne şod’ (ben kendime yüz ihtimam gösterdim ama olmadı) derken bununla üzüm şarabının sarhoşunu mu kastediyor? Tabi ki hayır. Üzüm şarabı yüz ihtimam istemez, ayrıca üzüm şarabının sarhoşu için ‘ama olmadı’ diye bir şey olmaz ki.

 

Dr. İbrahimi Dinani: Hafız Divanı'nın ilk gazelinin şerhi (1)

 

 

 

Dr. İsmail Mensuri Laricani:

 

Sâki, döndür kadehi, herkese sun, bana da ver.

Çünkü aşk, önce kolay göründü ama sonradan çok müşküller meydana geldi.

 

Sabah yeli, misk kokusu almak ümidiyle sevgilinin alnına dökülen saçları açınca

O güzel kokulu saçların kıvrımlarından yürekler ne kanlara boyandı!

 

Sevgiliye giden yolun menzillerinde ne hayat güvenliği var?

Çıngırak, yükleri bağlayın diye feryat edip durmakta.

 

Pîr-i Mugân, sana “Seccadeyi şaraba boya” derse çekinme, dediğini yap.

Çünkü yol ehli, konakların yolundan, yordamından bihaber değildir.

 

Kapkaranlık bir gece… dalga korkusu ve bu derece dehşetli bir girdap.

Sahilde rahat rahat yolculuk edenler, halimizi nerden bilecekler?

 

Kendi dileğime uyup yaptığım her iş, beni rusvay edip gitti; nihayet adım kötüye çıktı.

Zaten meclislerde söylenip duran sır, nasıl olur da gizli kalır ki?

 

Hafız, daimî bir huzura ermek, sevgiliye vâsıl olmak istiyorsan ondan gafil olma.

Sevdiğine ulaşınca da artık dünyayı bırak, âlemi terk et.

 

Selam sevgili seyirciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Umarım yeni yıl, siz aziz izleyicilerimiz için hayır, izzet, rahmet ve onur kaynağı olur. Bildiğiniz gibi biz birkaç programdır Hafız'ın Divanına başladık. Ve siz değerli izleyicilerimiz için yeni yıl münasebetiyle iki Bahariye [Nesib bölümünde bahar tasviri yapılan kasidelerin genel adı. Çev.] yayımladık.

 

Bugün de inşallah biraz önce okuduğum gazelin incelenmesine geçeceğiz. Bu gazel, Hafız'ın birçok sırlarla dolu bir gazelidir. Sayın üstattan istifade edeceğiz ve inşallah bu gazeldeki sır perdelerini üstadın düşüncelerinin ve hikmetinin yardımıyla aralayacağız.

 

Pekala aziz üstat, artık yeni bir yıldayız dostlar sizden de bir mesaj bekliyor.

 

Üstat Dinani: İnşallah yeni yıl tüm İslam dünyası için mübarek olur. Evet zatıalinizin ifadesiyle bahar mevsimindeyiz ve Hafız'ın gazeliyle başladık. Bu da Hafız'ın başlangıç gazelidir. Yani Hafız'ın divanındaki ilk gazeldir.

 

Ala ya eyyuhe's-saki edir kasen venavilha

Ki Aşk asan numud evvel veli oftad muşkilha

 

Evet Hafız'ın divanındaki bu ilk gazel, bir mülemmadır. Mulemma, bir mısrası Farsça bir mısrası da Arapça olan gazellere denir. Hafız burada bir mülemma ile başlamış ve Arapça başlamış.

Muhatabı sakidir: ‘Edir kasen', ‘kasen' şarap kadehidir, kadehtir. ‘edir' ise ‘devam et', ‘döndür', ‘dolaştır', ‘çevir' demektir. Çevir dolaştır; ama bir kez değil, iki kez değil, üç kez değil, sürekli olarak, her zaman…

 

‘Venavilha', yani ‘tenavül et' demektir. Pekala burada şunu sormak gerekir ki ‘o saki kimdir?' ve ‘o kadeh nedir?'. Ve sürekli olarak dönmesi gereken o kadeh, ne kadehidir? Zahiri kadeh, sürekli olarak dönemez. Bu alemde hiçbir şey sürekli olarak devam edemez. Her şey geçici ve sınırlıdır ve belli bir ölçüdedir. Bu ise daimi bir deveran istiyor.

 

‘Edir'… ‘venavilha'… Burada sarhoş edici bir kadeh isteniyor, peki o kadeh nedir ve o sarhoş edicilik nedir? Ve Hafız'ın o kadehten istediği sarhoşluk peşinden geliyor. Bakıyoruz ki aşk önce kolay gözüktü; ama sonra zorluklar, sorunlar ortaya çıktı. O sarhoşluk aşktadır. Ve aşk için zikrettiği bu özellik, çok çarpıcı bir özelliktir. Ve buna çok fazla dikkat edilmemiştir. Burada Hafız çok zarif bir noktaya değiniyor. Aşkla ilgili olarak bir kadehin peşindedir. Aşka sebep olan o şey, muhabbet ve marifettir (bilgi).

 

Marifetsiz aşk hasıl olamaz. Marifete sahip olmayan bir varlık aşık değildir. Dikkat ediyor musunuz Sayın Laricani? Marifetin (bilgi, tanıma) olmadığı yerde aşk anlamsızdır. Eğer birisi aşk iddiasında bulunduğu halde sevgiliye (maşuka) dair bir marifete sahip değilse bu sözü temelsizdir. En azından aşk beslediği sevgilisine dair bir marifete sahip olmalıdır. Çünkü aşkın kaynağı marifettir. Aşkla marifet arasına savaş düşürenler ne kadar büyük bir yanlıştadırlar. Aşkın esası marifettir. Marifetsiz aşk, aşk değildir içgüdüdür.

 

Fakat Hafız'ın beytin ikinci mısrasında beyan ettiği nokta çok çarpıcıdır. ‘Ki aşk asan nemud evvel, veli uftad muşkilha'

 

(Aşk önce kolay göründü, fakat daha sonra sorunlar ortaya çıktı)

 

Nasıl oldu ki aşk önce kolay göründü? ‘Nemuden' görünmektir. Yani kolay görünmüştür; ama gerçekte kolay değildir. ‘Nemud' ile ‘bud' kelimeleri farklıdır. ‘Nemud', ‘nemuden' kelimesindendir. Yani kolay görünüyordu. Yani öyle gözüküyordu; ama aslında öyle değildi, Gerçekte kolay değildi. Sadece kolay gözüktü; yani biz aşkı kolay gibi gördük; ama ‘veli uftad muşkilha' yani sorunlar baş gösterdi. Yani aşkın peşi sıra olan sorunlar. Peki aşkın sorunları nelerdir? Hafız bunu daha sonraki gazellerinde açıklıyor.

   

Aşk bir tecelliyle başlıyor. Bir şimşek çakıyor. Bu, marifet şimşeğidir. Bir cilvedir (tecelli), güzelliğin cilvesi, tecellisidir. Güzelliğin bir görüntüsüyle aşk başlıyor ve kolay gözüküyor. Fakat aşk yoluna girince, bu tecelliden, mütecelliye (tecelli sahibine) ulaşmak istediğinde, bu tecelli sizi mütecelliye davet ediyor.

 

Güzellik, güzelliğin sahibine davet ediyor. Aşk yoluna giriş ve tecelli yoluna giriş ve mütecelliye ulaşmak, çok büyük sorunları, zorlukları peşi sıra getiriyor. Niçin zordur; çünkü yol sonsuzdur. Yol sonsuzdur ve sarptır. Yani öyle açılıp düzleştirilmiş bir yol değildir. İnsan her lahzada yeni bir zorlukla, sorunla karşılaşır. ‘Ki aşk asan nemud evvel; veli uftad muşkilha.' (Aşk önce kolay göründü ama zorluklar daha sonra ortaya çıktı.)

 

Laricani: Üstat burada şöyle bir soru gündeme geliyor: Normalde insan rahata ulaşmak için, güvenliğe ulaşmak için, kemale ulaşmak için aşık olur. Zahiri ve batıni anlamda tüm perişanlıklardan ve kendisini esir eden şeylerden kurtulmak için aşık olur. Peki nasıl oluyor ki bu niyetle aşkın peşine giderken zorluklarla karşılaşıyor? Bu birincisi…

 

İkincisi de şu ki: ‘Ala ya eyyhuhe's- Saki edir kasen venavilha' Yani bana göre bu ikisinin cevabı yer değiştirmiş yani aslında cevabı birinci beyitte bulunabilir. Bu nasıl bir zorluktur ki sakiden kadehi döndürmesini ve onun sorununu halletmesini istiyor? Ben dört beş tefsire baktım, bunun cevabını bulamadım. Siz o bilgece bakış açınızla buyrun. Ayrıca ikinci beyitte aşkın zorlukları açıklanıyor. Hafız, kendisinin cevabını veriyor ikinci beyitte:

 

Be bu-yi nafe-yi kaher saba, zan turre bogşayed.

Z'tab-ı ca'd- moşkineş, çe hun uftad der dilha

 

Evet bu ikinci beyte geçmeden önce bu sorunun cevabını sizden rica ediyorum.

 

 

Üstat Dinani: Şimdi öncelikle ‘insan rahat etmek, huzur bulmak için aşık olur' şeklinde buyurduğunuz ifadenize değineyim. Birincisi, insan âşık olmayı kastetmez. Aşk, kasıtla olan bir şey değildir. Yani siz aşık olmaya karar verip aşık olmazsınız. Aşk, karar vermekle olmaz. Yani ben âşık olma iradesi gösterip âşık olayım dersek bu olacak bir şey değildir.

 

Öte yandan bir kişi sükûna ve huzura kavuşmak için âşık olmak isterse o âşık değildir. Açıktır ki bu kişi rahatlık ve afiyet peşindedir. Ancak aşk ve rahatlık ve afiyet peşinde olmak bir arada olabilecek şeyler değildir. Bunlar birbiriyle uyumlu şeyler değildir. Yani bir kişi rahatlığa ve afiyete ulaşmak için âşık olmak isterse aslında onun âşık olması mümkün bile değildir. Ayrıca aşk kasıtla olacak bir şey de değildir. Bu açıdan Hafız'ın beyitleri birçok nükteye sahiptir. Kadehi döndürmeyi sakiden istiyor. Diyor ki bu iş senin tarafından olmalıdır. Saki, gerçek sakidir, Hak'tır.

 

Laricani:

 

Âşık olduğum zaman, dedim maksat cevherini götürdüm.

Bilemedim ki bu denizin kan saçan nice dalgaları varmış.

 

Üstat Dinani: Evet, aynen işte bu… En başında rahat edeyim niyetiyle değil. Rahat etmek isteyen biri âşık olmaz zaten. Âşık olamaz, böyle bir kişi rahat ve afiyet isteyen biridir; böylesi biri rahatının peşinde koşar.

 

Bakınız, öncelikle aşk önceden karar verilip tercih edilerek olan bir şey değildir. Bu yüzden Hafız, ‘saki'ye işaret ediyor. O deveran eden kadeh marifet kadehidir. Eğer o deveran olmasa, aşk olmaz. Eğer marifet olmazsa aşk olmaz. Aşkın olmasını istiyor. Marifet kadehinin dönmesi aracılığıyla aşkın ortaya çıkmasını istiyor. Bunu talep ediyor; bu, dua benzeri bir şeydir. Ya da gerçekten duadır. Hak Teâla'dan talep ediyor.

 

Önce âşık olmak ona kolay geliyor, kolay gibi gözüküyor. Âşık olmanın çok zor olmadığını düşünüyor. Âşık olmak kolay gözüküyordu, ama aşk merhalesine girince bu kez çok zorlu bir vadiyle karşı karşıya kalıyor. Ne kadar uzun ve zorlu bir yol var önünde. Sonu olmayan bir yol; çetin, zorlu, müşküllerle, çöllerle, sarp geçitlerle, sahralarla, dağlarla denizlerle dolu bir yol var önünde…

 

‘Ki aşk kolay gözündü önce, fakat sonradan müşküller ortaya çıktı.' Âşık olmak kolay bir iş değil, herkesin işi değil ve herkes âşık olamaz. Olmayı başaramaz. Rahatına ve afiyete düşkün insan, âşık olmaktan binlerce fersah uzaktadır. Rahatına düşkün olanların, rahat ve afiyet peşine gitmesi gerekir.

 

Laricani:

 

Nazlı olanlar girmemeli aşk yoluna.

Belayı keşfeden âşık rintlerden olmadıkça

 

Üstat Dinani: Evet “nazlı olanlar girmemeli aşk yoluna / Belayı keşfeden âşık rintlerden olmadıkça”, bravo…

 

Evet, dolayısıyla aşk yolu çok sarp bir yoldur ve seçime ve tercihe dayalı bir şey de değildir. Elbette o marifet geldiğinde aşk peşi sıra gelir. Hafız da buradan başlamıştır. Sizin de buyurduğunuz gibi, o sorunun cevabı ikinci beyittedir.

 

Be bu-yi nafe-yi kaher, saba za'n turra bogşayed

Z'tab-ı ca'd-ı muşkineş çe hun uftad der dilha.

 

(Sabah meltemi, misk kokusu almak ümidiyle sevgilinin alnına dökülen saçları açınca o güzel kokulu saçların kıvrımlarından yüreklere ne kanlar düştü)

 

Daha sonra ayrıntılarına gireriz; ama öncelikle ‘saba' [sabah meltemi] Hafız için çok iyi  bir kuryedir. Hafız saba ile çok aşinadır. Saba, sabah meltemi demektir. Şimdiki gibi bir iletişim çağı yoktu. Hafız'ın ulağı sabah meltemidir. Esen rüzgâr, Hafız'ın mesajını götürüyor ve sevgilinin mesajını getiriyor.

 

Bu sabanın esintisi de manevidir. Zahiri rüzgar değildir. Zahiri rüzgar, yalnızca zahiri kokuyu getirir. Fakat o manevi esinti ve manevi sabah meltemi, Hafız'ın mesajını götüren ve sevgilinin mesajını getiren o saba, ilahi nefestir (nefha-yı ilahidir), manevi esintidir.

 

‘Z'an turra bogşayed' [sevgilinin perçemini çözünce], Turra yani perçem nedir? Bilindiği gibi ceylanın nafesi yani göbeği misktir. (Misk ya da muşk denen güzel koku, ıtır, ceylanın göbeğinden elde edilirdi] İşte o açıldığı zaman güzel koku, ıtır yayılır, yani aşk kokusu. Bu marifet kokusudur. Manevi kokudur, ıtırdır.

 

‘Z'tab-ı Ca'd-ı muşkineş' izin verirseniz ‘tab-ı ca'd'ı [karışık ve kokulu saçlar] açıklayayım: O turra yani perçem açıldığı zaman, ilahi nefes ulaşıyor. Bu bir nefhadır, ıtırdır. Bu aşk kokusunu da sabah meltemi insanın batıni burnuna ulaştırıyor. ‘Ca'd-ı muşkin' karışık zülüfler demektir. Zülüf, siyahtır; o dönemde siyah ve karışık zülüf makbuldü. Daha sonra da açıklayacağız ama şu an Hafız'ın bu ilk gazelinde söyleyelim: Hafız zülüften bahsettiğinde, karışık ve kokulu zülüften bahsettiğinde kesret alemine işaret eder.

 

Hak Tebarek ve Teâla, mutlak birdir; ama her lahza bir tecellisi vardır. Bu âlemde tecelliler var. Bu âlemde bunca kesret var, bu âlemdeki kesretler sonsuzdur. Gece var, gündüz var, çirkin var güzel var, celâl var, cemâl var, bahar var kış var, çiçek var diken var, bitki var çöl var, deniz var sahra var, her şey var. Bu âlem ve bu âlemin kesretleri Hak Teâla'nın tecellisidir ve bu tecelli zülfe teşbih edilmiştir, çünkü sayısızdır. Kesreti, zülfe teşbih etmiştir Hafız.

 

Hafız, Sevgilinin zülfünden söz ettiğinde tecellilerin kesretine işaret etmektedir. Kesret de bu âlemin kesretidir. Yani bu âlemin görüntülerini Sevgilinin güzelliği olarak görüyor Hafız. Aslında her arif bu âlemdeki tecellilerin kesretinde bir vahdet görür. Arifle arif olmayan arasındaki fark da budur zaten. Sıradan insanlar kesreti görürler, arif ise kesretin içinde vahdeti görür. Kesret siyahtır, zülüftür, o zülfün içinde vahdetin güzelliğini görür. O zülfün karmakarışık olması da kesretin kendi içinde karışık olmasıdır. Yani kesret de tekdüze değildir, kıvrım kıvrım ve karmakarışıktır. Her kesretin içinde bir başka kesret bulunmaktadır. O kesretin içinde de yine başka bir kesret vardır. Kıvrım kırım, karmaşık ve dolaşıktır.

 

Yani bu sonsuz yaratılış âleminin kesretlerinin içinde ve bu iç içe geçmiş karmakarışık âlemde, -gerçekten de bu âlem iç içe geçmiş karmakarışık bir âlemdir- Hafız bir vahdet görüyor. Ve bu kesretten vahdete doğru hareket ediyor. İşte yolun zorluğu da budur. Kesretin içinden vahdete ulaşabilirsiniz. İşte bu ikinci beyitte diyor ki işte o perçem açıldığı zaman yüreklere ne kanlar düşer.

 

Laricani: Pekala üstat, ama ben ilk sorumun cevabını alamadım. Yani ‘ey saki kadehi aramızda döndür' ifadesiyle ilgili sorumun cevabını alamadım. Burada iki mesele var, birincisi ‘edir kasen' diğeri de ‘vanavilha'dir. Yani sakinin bir görevi can şarabını vermesidir. Ala ya eyyuhessaki edir kasen venavilha' Husrev Dihlevi de bu mülemmayı kullanmıştır. Muhtemelen Hafız'ın doğduğu yıllarda.

 

Birinci konu ‘venavilha' ile şarabın verilmesidir; ama ‘edir' kelimesi ‘idare etmek' mastarından geldiği için burada sakiden aşk vadisinde müdiriyet etmesini de istiyor. Yani Hafız'ın aşkı bir hercümerç değildir, başıbozukluk, laubalilik değildir. Kimileri Hafız'ın hercai bir aşık olduğunu, hiçbir kurala bağlı olmadığını fala söylüyorlar. Ama bu ilk beyitten anlaşılıyor ki o tam tersine sakiden aşk sahasına müdüriyet etmesini, onu idare etmesini, yönetmesini istiyor.

 

Elbette bu benim kendi düşüncemdir. ‘Edir kasen venavilha' ifadesiyle yani ‘bana müdüriyeti olmayan kural, düzen getirmeyen bir şarapla ben vahdetten kesrete ulaşamam' demiş olabilir mi? Ayrıca Hafız'ın aşkının tedbire dayalı bir aşk olduğu söylenebilir mi?

 

Üstat Dinani: Sizin bahsini ettiğiniz tedbir ve müdüriyet meselesi, marifet kadehi söz konusu olduğu için müdüriyet de bunun içindedir. Ama ‘edir' kelimesi daha çok ‘deveran' anlamına gelmektedir. Yani tekrarın devamıdır.

 

Bu kelimenin diğer bir türevi ‘idrar'dır, Sadi de bir şiirinde ‘mera der nizamiye idrar bud' diyerek bunu kullanmıştır. İdrar, daimi olan şey demektir. Sürekliliği olan şeydir. Burada ‘edir' kelimesiyle bunun sürekli olması isteniyor. Yani kadehi bir kez değil, iki kez değil, üç kez değil, sürekli ve düzenli bir şekilde ulaştır. Yani bu tecelli her zaman devam etsin, bu marifet kadehi her zaman bana ulaşın, devamlı olsun. ‘İdrar' ve ‘edir' daimilik, süreklilik demektir, yani tek seferlik olmaması demektir.

 

Elbette bu kadeh marifet kadehi olduğu için sizin bahsini ettiğiniz müdüriyet meselesi bunun içinde vardır, yani sizin söylediğiniz bunda içkindir. Çünkü bu kadeh marifet kadehidir ve sakiden istiyor. Ama buradaki ‘edir' devamlılığa işarettir. Sürekliliğe işarettir. Yani bu kadehi bir kez değil sürekli olarak ver demektir. Zaten tecelli de daimdir. Hakk'ın tecellileri de daimdir. Sadece Hafız'ın buradaki ‘edir' yani devamlılık ifadesi bile bunun dünyevi olmadığının kanıtıdır. Çünkü dünyada hiçbir şey devamlı değildir. Bu âleme ait olan hiçbir şey sürekli değildir. Hafız'ın ‘edir' kelimesiyle bahsettiği marifet kadehidir ve her zaman ulaşmaktadır, sonsuzdur.

 

Laricani:

 

Ma der piyale aks-i ruh-i yar dideim

Ey bi haber z'lezzet-i şurb-i mudam-ı ma

 

(Biz kadehte Sevgilinin yanağının aksini görmüşüz / Ey bizim daimi içkimizin lezzetinden habersiz olan)

 

Üstat Dinani: ‘'Şurb-i mudam'', ‘mudam' kelimesi burada iki anlamdadır. ‘Mudam' hem şarap anlamındadır. Hem de devam anlamındadır. Şurb-i Mudam da işte burada olduğu gibi daimi, sürekli anlamındadır, yani bir anlık veya bir seferlik değil. Evet üzüm şarabı bir anlıktır. İnsana bir anlık bir sarhoşluk verir ve daha sonra biter gider. Ama bu ‘şurb-i mudam' yani daimi içki istiyor, yani bir anda bitecek bir içki değil. Yani marifetten söz ediliyor. Devamlılık, marifetin özelliğidir. Bu alemde marifetten başka hiçbir şeyin devamlılığı yoktur, devamlılığı olan tek şey marifettir. İşte Hafız buradaki işaretiyle gösteriyor ki o şarap, marifet şarabıdır. O sarhoşluk, marifet sarhoşluğudur. ‘Edir' diyerek devamlılığını istiyor. Sizin bahsini ettiğiniz müdüriyet de bunun içinde mevcuttur.

 

Laricani: Evet aşkın bir terkibinin olması gerekir. Bizim bütün bahsimiz aşkın marifetsiz olmayacağıyla ilgiliydi.

 

Üstat Dinani: Evet aşk marifetsiz değildir. Aşkın esası marifet olduğuna göre âlemdeki en düzenli şeydir. Bunda hiçbir eksiklik veya kusur yoktur. Yani tamamen bir hesap üzeredir. Onun hesabı da kolay değildir, zordur.

 

Laricani:

 

Mera der menzil-i canan, çi emn-i eyş çun her dem

Ceres feryad mi dared ki berbendid mehmilha

 

(Sevgiliye giden yolun menzilinde benim için ne hayat güvenliği kaldı? Çıngırak yükleri bağlayın diye feryat ediyor.)

 

Üstat Dinani: Bu beyit, tamamen daha önceki iki beyti teyit ediyor. Öncelikle menzili, cananın yani Sevgilinin menzili olarak görüyor. Ve ‘çe emn-i eyş' derken bu âlemi söylüyor. Bu âlemi cananın menzili olarak görüyor. Hafız bu âlemi cananın yani Hak Tebarek ve Teâla'nın menzili olarak görüyor.

 

Bu âlem Allah tarafından yaratılmıştır, bu âlem cananın menzilidir. ‘Çi emn-i eyş' (nerede zevk ve safa emniyeti) ise gösteriyor ki ben henüz bu âlemdeyim, bu âlemin esiriyim. Ben henüz melekût âleminde değilim. Ben henüz hahut âleminde değilim. Ben henüz kuds âleminde değilim. Ben hala bu âlemdeyim. Bu âlem de cananın menzilidir; ama eyş emniyeti yoktur. Eyş yaşamak demektir.

 

Bu âlemde yaşama emniyetine sahip olan kim var? Sadece şuursuzlar kendini emniyette hisseder. Şuursuz insanlar her yerde güvenliğin olduğunu düşünür. Hâlbuki âlemin tamamında bir emniyetsizlik olduğunu bizler görüyoruz. Akıl sahibi biri kendini bu âlemde güvende hisseder mi? Bu âlem hadiseler âlemidir. Bu âlemin her anında tehlikeler vardır. İnsan nefesini verir ve nefes alır. Nefes dışarı çıkabilir; ama tekrar geri gelmeyebilir. Bir nefes, bir anlıktır; verilebilir tekrar alınamayabilir. Bir tufan olur, bir yıldırım olur, bir sekte olur, yani her lahza insanın hayatını binlerce tehlike tehdit ediyor. Hangi akıl sahibi insan tam bir gönül rahatlığıyla ‘beni hiçbir tehlike tehdit etmiyor, ben her zaman var olacağım' diyebilir. Bunu ancak deli biri der. Akıl sahibi insan her lahza insan için pusuya yatmış olan tehlikelerin farkındadır.

 

Hafız diyor ki ‘'Mera der menzil-i canan, çi emn-i eyş.'' Eyş, hayat, yaşamak demektir. (cananın menzilinde nasıl yaşama güvenliği olur?) Yani ben hayatımı nasıl güvenle sürdürebilirim?

 

Niçin çünkü her an Hafız, kendisini perişan eden o sesi duyuyor. Belki de bizim kulaklarımız onu duymadı. Çünkü her an “ceres feryad mi dared ki berbendid mehmilha'' (çıngırak, yüklerinizi bağlayın diye feryat ediyor.) Ceres, kafilenin çıngırak sesidir. Kafile hareket ettiği zaman hareket eden o develerin boynundaki çıngırak çalar. O çıngırağa “ceres” denir. O bir zil sesidir, bir çan sesidir, bir çıngırak sesidir.

 

Kafile hareket edince çıngırağın sesi herkesin kulağına gelir. Böylece herkes hemen harekete geçmelidir; yoksa kafileden geri kalır. Dikkat edin, burası bir çöldür, kafile burada konaklamıştı; ama gitme zamanı gelince develer hareket etmeye başlar ve boynundaki o çıngırak çalar. Şimdi uykuda olan herkesin kalkıp harekete geçmesi gerekir. Eğer geç kalırsa kafilenin gerisinde kalır. Kafileden geri kalınca da çölde başıboş ve nereye gideceğini bilemez bir halde kalır. Yolu bilmez, tehlikeler onu tehdit eder.

 

Diyor ki ben her lahza o ‘ceresin', çıngırağın sesini bilinç kulağımla duyuyorum. Peki Hafız'ı uykudan uyandıran ve her lahza onun kulağına gelen o çıngırak sesi nasıl bir çıngırak sesidir? O, mana âleminin sesini Hafız'ın kulağına ulaştıran çıngıraktır. Evet, şu an çölde değiliz, evde oturuyoruz; ama o mana ehlinin bilinç kulağına gelen çıngırak sesi, bu âlemden mana âlemine giden kafilenin hareket sesidir. Bu âlem her lahza cereyan halindedir. Her lahza akış halindedir. Bu akış bir lahza dahi kesintiye uğramaz. Bunun da sesi vardır, bu kafile çıngıraksız olmaz.

 

Fakat bu çıngırağın sesi bazılarının kulağına ulaşıyor, bazılarınınkine ise ulaşmıyor. Peki kimlerin kulağına ulaşmıyor? Kulağı sağır olanların… “Onların kulakları varıdır duymazlar.” Fakat kulağı keskin olanlar, kulağı açık olanlar, kulağı maneviyatta olanlar, bu maneviyat kafilesinin çıngırağını duyuyorlar ve burayı güvenli bir yer olarak görmüyorlar. Bakınız sadece bu beyit, Hafız'ın bu kitapta ne anlatmak istediğini ifade ediyor. Henüz kitabın ilk gazelini okuyoruz.

 

 

Laricani: Pekâlâ üstat çok iyi bir yere geldik. “Mera der menzil-i canan çi emn-i eyş çun her dem/ Ceres feryad mi dared ki berbendid mehmilha” (Sevgiliye giden yolun menzilinde benim için ne hayat güvenliği kaldı? Çıngırak yükleri bağlayın diye feryat ediyor.) Üstat bu beyit daha önceki beyitle iç içe geçmiştir.

 

Üstat Dinani: Evet.

 

Laricani: Orada aşığın yüreğine niye kan düşüyor; “o güzel kokulu saçların kıvrımlarından yüreklere ne kanlar düştü.” Niçin; çünkü “Sabah yeli, misk kokusu almak ümidiyle sevgilinin alnına dökülen saçları açtı.” Diğerinde ise Sevgilinin menzili öyle hemen ulaşılacak bir fırsat değil. Sevgilinin menzilinde iyi yaşama emniyeti yok; biraz sonra çıngırak çalacak ve yükler bağlanıp yola çıkılacak. Bu iki beyit çok güzel yerleştirilmiş.

 

Üstat Dinani: Evet.

 

Laricani: Ben bu konuyla ilgili bazı yorumlara baktım, bazılarında bunların Hafız'ın dünyevi sözleri olduğu söyleniyordu. Onlara göre bu dünyanın emniyetini aşk ortadan kaldırıyor. Halbuki bu çok zayıf ve düzeysiz bir yorum. Bazıları diyorlar ki buradaki “ceres”, yani çıngırak ölümdür. İnsan hayatında para, pul biriktirir ve ölüm bunları ondan alır. Ancak burada Hafız'ın muradı bu değil. Burada başka bir şeyden bahsediyor. Onlara göre ölüm zili çalıyor ve kalk seni götüreceğim diyor. Fakat sizin açıklamanız çok daha güzel. O gaybi bir atıftır; bu menzilden daha iyi ve üstün menzile gel diye sesleniyor.

 

Üstat Dinani: ‘Yükleri bağlayın' ile ‘karışık saçın misk kokusunu almak' iç içe geçmiştir. Daha önce arz ettiğim gibi Hafız, karışık, dolaşık zülüften söz ettiği zaman bundan maksadı kesrettir. Arif kesrette yaşıyor; ama kesretten vahdete ulaşması gerekiyor. Ve o çıngırak, maneviyat nefesidir.

 

Herkesin kulağına da ulaşmıyor. Hafız gibilerinin kulağına ulaşıyor, yani mana ehli olan ve kulağı açık olanların… Yoksa insanların çoğu burayı güvenli görüyorlar ve çıngırağın sesi onların kulaklarına öldükleri ana kadar hiçbir zaman ulaşmıyor. Ölüm çıngırak sesi olmaksızın onları götürüyor. Dünya ehli olanlar zaten ölüm düşüncesinde olmadıkları için çıngırak sesine kulak bile vermiyorlar. Dolayısıyla hiçbir ses duymuyorlar, ölüm onlara geldiği zaman da onları alıp götürüyor.

 

Bakınız hayvanlar, bir anda ölürler. Bitkiler bir anda ölürler; ama hiçbir zaman ölüm düşüncesinde olmazlar. Herhangi bir hayvan ölümü düşünür mü? Ama zamanı gelince ölür. Bitki de aynı şekilde… Yaşar ve kuruduğu zaman da ölmüştür ve yok olur. Hayvanlar ölümü düşünmez, insan ölümü düşünür. Niçin; çünkü o çıngırak sesi kulağındadır. Kulağı açık olan o insanların kulağına gelir. Kimi insanlar ölümü düşünmezler. Dünya ile o kadar meşguldürler ki mutlak bir gaflet içindedirler. Hafız burada uyarı yapıyor.

 

Laricani: İmam Bakır'dan (a.s.) bir hadisi hatırladım. Ona ‘şiiliğin göstergesi nedir?' diye soruyorlar. O da diyor ki ‘Her kırk günde ruhunuzda ‘ircii ila rabbik' (Rabbine dön) (Fecir Suresi:28) mesajını duyun.' Ne kadar güzel işte ceresin (çıngırağın) sesi.

 

Üstat Dinani: Ceres, işte bu ‘ircii'dir. İşte bu ircii feryadıdır.

 

Laricani: Gidip, biz duymadık diyecekler. Sizin de buyurduğunuz gibi kulakları var ama duymazlar. O halde gidip kendinizi tedavi edin. Sağırlığınızı ortadan kaldırın. Bu beyitler iç içe geçmiştir. Kesret âlemi seni çağırınca, Allah da seni bırakmıyor. İşaret veriyor, mesaj gönderiyor ki bu tarafa gel diyor.

 

Sonraki beyitte şöyle diyor:

 

Be mey seccade rengin kon, geret pir-i mugan guyed

Ki salik bihaber ne buved, z'rah u resm-i menzilha

 

(Pîr-i Mugân, sana “Seccadeyi şaraba boya” derse çekinme, dediğini yap. Çünkü yol ehli, menzillerin yolundan, yordamından habersiz değildir.)

 

Üstat Dinani: Evet işte bu beyitte Hafız'ın maneviyatı tamamen ortaya çıkıyor. Hafız'ı maddi ve maddeci, dünyevi biri olarak gösteren bazı kişilerin neden gözlerini gerçeklere kapattıklarını anlamıyorum.

 

Bakınız ‘Pir-i Mugan' kimdir? Hafız, bu ıstılahı daha sonra da çok kullanıyor. Pir-i Mugan, insan-ı kâmildir. Yol yürümüş insandır. Allah'ın velisidir. İnsan-ı kâmil, menzillerin yolunu yordamını bilir. Hafız, yolun ne kadar zorlu olduğunu söyledi. Yolun zorluklarından bahsetti. Yol, çok sarp ve zorludur. İnsanın önünde çöller vardır, denizler vardır. Bu çöllerden geçiş, bu kafileyle geçiş, kesretten vahdete ulaşmak uzun ve zorlu bir yoldur. Yolun piri olmadan gidilemez, ‘hâdî' yani hidayet eden olmadan gidilemez. Yani insana hidayet edecek, yönlendirecek bir yol pirinin olması gerekir.

 

Hafız burada tamamen buna işaret ediyor. Diyor ki ‘'geret pir-i mugan guyed' (Eğer sana pir-i mugan söylerse) Hafız, ‘pir-i mugan'ı her nerede kullanırsa bununla insan-ı kâmile işaret eder. Ve insan-ı kâmil bu âlemde her zaman vardır; biz O'nu tanımıyor olsak bile… Bu âlemin insan-ı kâmil olmadan müyesser olabileceğini sanmayın. Eğer bu âlemde insan-ı kâmil bir lahza dahi olmazsa, bu âlem var olamaz. Bu âlemde her zaman hüccet vardır. Allah'ın o kamil ve baliğ hücceti, yolun piridir. Bu insan-ı kâmil, bazen insan-ı kâmilin mazharıdır, bazen de kendisidir. Her halükarda Allah'ın baliğ hüccetidir ki o da her zaman bu âlemde mevcuttur.  

 

Diyor ki “eğer o sana emredecek olursa seccadeni şarapla boya, ona karşı bir bahane bulma. Benim aklıma yatmadı deme, Allah'ın hüccetinin emrine teslim ol.” Hafız'ın burada pir-i mugan diye tabir ettiği Allah'ın o baliğ hücceti eğer sana söylerse onun emrini dinle.

 

Hafız burada marifet yolunu geçmek için yol göstericiyi gerekli görüyor. Yol gösterici olmadan marifet yolunu geçmek mümkün değil. Filozoflarla arifler arasındaki en önemli ihtilaf da işte buradadır. Bu, çok önemlidir. Hafız burada bir arif olarak konuşuyor. Filozof, ben kendi aklımın erdiği şeye göre hareket ederim diyor. İnsan-ı kâmile de hiç ihtiyacım yok, benim aklım hidayet edendir diyor. Kâmil akıl gerçekten de hidayet edicidir. Eğer gerçekten kâmil akılsa o hakikaten mürşittir. Fakat kâmil akıl da evliyaya aittir. Herhangi dünyevi birinin aklı herhangi bir yere ulaştırmaz.

 

Hafız burada ‘hâdî'yi gerekli görüyor. İşte burada birkaç noktaya işaret ediliyor: Nübuvvetin gerekliliği ve imametin gerekliliği. Yani bu âlemde insan-ı kâmil her zaman gereklidir. Eğer gerekli olmasaydı Allah enbiya ve evliyayı göndermezdi. Allah neden enbiya ve evliyayı gönderdi? İnsanlara akıl vermişti ve kendileri gidebilirlerdi.

 

Hafız burada buna işaret ediyor ve diyor ki: Eğer pir-i mugan bu gideceğin zorlu yolda sana seccadeyi şarapla boya derse sen onu boya, endişe etme. ‘'ki salik ne buved z'rah u resm-i menzilha''  (Yol ehli menzillerin yolundan yordamından habersiz değildir.)  Salik kimdir? Burada salik Hakk'ın yolunda yürüyen kişidir. Yani o yolu geçmiş olan kişidir. Salik süluk eden kimsedir. O yolu gitmiştir. Yolun kıvrımlarını, iniş çıkışlarını biliyor, gecesini gündüzünü biliyor. Yolun yüksek yerini de alçak yerini de biliyor. Yolun zorluklarının nerde olduğunu biliyor ve bunları bilen biri olarak sana ‘şu yoldan git' diyor. Burada Hafız, kâmil bir yol göstericiyi gerekli görüyor. Bu beyit Hafız'ın ilk gazelinde yer alıyor.

 

Bazıları da diyor ki Hafız, belli bir mürşide sahip değildi. Ya da en azından buna işaret etmemiştir.

 

Laricani: Üveysi'ydi.

 

Üstat Dinani: Muhtemelen Üveysi'ydi. Fakat Üveysi olmak, insan-ı kâmile ulaşamamak demek değildir. Mana aleminde ulaşabilir. Sonuç itibariyle insan-ı kâmile ulaşmadan mümkün değildir. Kimi zahirde ulaşır, kimi batında ulaşır. Hafız her ne idiyse, Üveysi'ydi veya Kalenderi'ydi, her ne olursa olsun diyor ki: Allah'ın velisi olan bir insan-ı kâmil, bir yol gösterici olmadan bu yolda gitmek zordur. Bazen insan batın yoluyla ona erişim sağlasa bile… ‘'ki salik ne buved z'rah u resm-i menzilha''  (Yol ehli menzillerin yolundan, yordamından habersiz değildir.) diyor. Üzüm şarabını içenler yolun menzillerinin yolunu yordamını bilemez ki! Bunun için pir-i mugana ihtiyaç duymaz ki!

  

Hafız burada tamamen açık ediyor. Ben Hafız'ı maddi ve dünyevi biri olarak göstermeye çalışanların bu hakikatlere nasıl gözlerini kapattıklarını anlayamıyorum. Onlar bize ‘siz tevil ediyorsunuz' diyorlar, halbuki tam tersine asıl onlar tevil ediyor. Bu, Hafız'ın apaçık bir şekilde kendisidir.

 

‘'Be mey seccade rengin kon, geret pir-i mugan guyed/ Ki salik bihaber ne buved, z'rah u resm-i menzilha'' (Pîr-i Mugân, sana “Seccadeyi şaraba boya” derse çekinme, dediğini yap. Çünkü yol ehli, menzillerin yolundan, yordamından habersiz değildir.)

 

Salik, Hakk'ın yolunun salikidir. Bunun hem yolu hem yordamı var. Hem yol yürümenin keyfiyeti bellidir. Yani nereden gitmelisin, nerde oturmalısın, nerede dinlenmelisin, ne kadar yürümelisin vs... bütün bunları yol göstericisinden öğrenmelisin. Şimdi, sizin batın yoluyla bir manevi makamla irtibat kurmanız mümkün olur.

 

Laricani: Pekala. O halde şu sonuca varabiliriz ki yol çok zorlu ve dolambaçlı olsa da korkma, yolun piri tarikatın şartıdır. ‘Men be hiş numudam sad ihtimam veli ne şod' (Ben kendime yüz ihtimam gösterdim; ama olmadı) Görülüyor ki bu sözlerin hepsi bir marifettir. Allame Tabatabai'nin ifadesiyle bu gazel Hafız divanının fatihatu'l- kitabıdır.

 

Üstat Dinani: Tabi ki hepsi marifettir, biraz önce okuduğunuz şu beyitte ‘men be hiş numudem sad ihtimam veli ne şod'  (ben kendime yüz ihtimam gösterdim ama olmadı) derken bununla üzüm şarabının sarhoşunu mu kastediyor? Tabi ki hayır. Üzüm şarabı yüz ihtimam istemez, ayrıca üzüm şarabının sarhoşu için ‘ama olmadı' diye bir şey olmaz ki.

 

Laricani: Allame Tabatabai ‘Be mey seccade rengin kon' beytiyle ilgili olarak diyor ki bununla kuru ibadetin faydasının olmadığı kastediliyor. ‘Mey' tazeliktir, zevktir, aşktır, güzelliktir.  Allame Tabatabai gibi bir bilge, bir fakih ve bir Kur'an müfessiri,  bu beyitle ilgili böylesine güzel ve latif bir yorum yaparak bu beyitte kuru ibadetin bir faydasının olmadığının anlatıldığını söylüyor. Yani ‘salikin yol ve yordamdan habersiz olmadığı gibi sen de tarikattan gafil olma' demek istiyor.

 

Üstat Dinani: Yani ‘eğer o diyorsa haberdar olduğu için diyor, eğer o seccadeni şarapla boya diyorsa onda bir maslahat var. Sen onu dinlemelisin. Kendi görüşünle hareket etmemelisin. Burada kendi görüşünle amel etmek yoktur. Burada kıyasa yer yoktur. Burada insan-ı kâmilin sözüne dikkat etmelisin' deniyor.

 

Laricani: İmamet ve velayet felsefesi burada ne kadar güzel açıklanmış.

 

Üstat Dinani: Hafız bir ariftir, kelimenin gerçek anlamıyla ariftir.

 

Laricani: Gerçek bir Kur'an uzmanıdır. Peki şimdi şu beyte geliyoruz:

 

Şeb-i tarik u bim-i movc ugirdab-ı çunin hail

Koca danend hal-i ma sebukbaran-ı sahilha

 

(Kapkaranlık bir gece… dalga korkusu ve bu derece dehşetli bir girdap. Sahilde rahat rahat yolculuk edenler, halimizi nerden bilecekler?)

 

Üstat Dinani: Sayın Laricani bakınız, burada sadece Hafız'ın marifet makamının zirvesi tecelli etmiyor. Hafız'ın tasvir gücü ve şairlik hüneri de en zirve şekliyle tecelli ediyor. Bakın nasıl bir tasvir yapıyor. ‘Karanlık bir gece, dalga korkusu…' tasavvur edin, uçsuz bucaksız bir deniz, kapkaranlık, yalnız bir şekilde, denizin ortasındasınız ve dalgalar da peş peşe geliyor. Her dalganın da boğma tehlikesi var. Yalnızsın, gece karanlık, dalgalar da peş peşe kükreyerek gelip çarpıyor.

 

Siz böylesi bir ortamda karanlık bir gecede denizin ortasında coşmuş dalgaların ortasında kalmışsınız. Nasıl bir haldesiniz? Birileri ise sahilin kenarında yatıyor. Onlar sahildeler ve yatıyorlar. Bunlar, karanlık bir gecede denizin ortasında coşkun dalgaların ortasında, çırpınıp duran birinin halini nereden bilecek?

 

Gelen bu dalgalar, bu âlemin tehlikeleridir. Sapma tehlikeleridir. Deniz, âlemdir, denizin dalgaları da bu âlemin insanı her lahza tehdit eden tehlikeleridir. Şehvet tehlikeleri, öfke tehlikeleri, sapkınlık tehlikeleri, gaflet tehlikeleri, her lahza bu tehlikeler bizi tehdit ediyor. Şimdi bir kişi, tüm bu tehditleri açık bir şekilde görüyor, karanlıkta bulunuyor ve denizin ortasında mahsur kalmış bir haldedir. Bir diğeri ise sahilde yatmıştır ve tüm bunlardan gafildir. Bunun, onun halinden ne haberi var?

 

Hafız'ın bir arif salike dair yaptığı bu tasvir, en başta söylediği ‘aşk önce kolay göründü, müşküller sonra ortaya çıktı' mısrasında bahsettiği bu müşküllerdir. Yani burada işte ilk beyitte bahsettiği müşkülleri açıklıyor. Aşk önce kolay gözüktü, insan önce bunun çok basit olduğunu düşündü. Fakat şimdi uçsuz bucaksız bir denize gitti ki orada bir sürü tehlike sürekli olarak ona hücum ediyor. Peki bu durumda salik rahat olabilir mi? Bazıları, salikin süluk yoluna adım attığında her şeyin kolay olduğunu düşünür. Hâlbuki her lahza şehvetler saldırıyor.

 

Dikkat edin burada önemli bir şey söylüyorum: Hatta evliya bile tehlike altındadır. Hadis var: ‘El-muhlesun fi hatarun azim.' (Muhlesler, büyük tehlikededirler) ‘Muhlisun' demiyor, ‘muhlesun' diyor. Muhlis ayrı, muhles ayrı. Muhlis, kendini halis eden kişi demektir. Muhles ise Allah tarafından halis kılınan kişi demektir. Yani Allah tarafından tamamen halis kılınıp saflaştırılmış olan kimsedir. Yani Allah tarafından tamamen temizlenmiş olan muhles bile büyük bir tehlikededir. Yani hatta peygamberler bile tehlikededir. Bu söz söylemesi çok cüret isteyen bir sözdür. Fakat ben bu hadise dayanarak bu cüreti gösteriyorum. Demin okuduğum hadisi bir kez daha okuyayım çünkü şu an burada münasebeti var. Hazret-i Hatm-i Mertebet, evliyanın seyyidi, enbiyanın seyyidi, ezelden ebede kadar tüm muvahhitlerin en faziletlisi, şu cümleyi buyuruyor: ‘'Her gün yetmiş kez aklımdan vesvese geçer ve ben hemen estağfurullah derim.'' Yani hemen istiğfar eder ve Allah'a sığınırım. Eğer âlemlerin efendisi böylesi bir söz söylüyorsa biz Hafız'a mı şaşıracağız? Bakınız nasıl bir tasvir yapmış. Süluk çok zor bir yoldur.

 

Laricani: ‘İlahi la tekilni ila nefsi…' (Allah'ım beni nefsimle baş başa bırakma)

 

Üstat Diani: ‘Tarfete aynin' (Göz açıp kapayıncaya kadarlık bir süre için dahi) Bunu da diğer peygamberler buyuruyor.

 

Hafız işte bunları tasvir ediyor. Gece karanlıktır, dalga korkusu var, deniz çok korkunçtur ve ben bu denizin ortasında kalmışım. Bu sırada sahilde uzanıp yatmış olanlar benim bu halimi nereden bilecek? Bu gazelin ilk beytinde de şöyle buyurmuştu: “Aşk önce kolay gözükür, ama müşküller, zorluklar sonra ortaya çıkar.'' İşte bunlar bu yolun müşkülleridir. Peki gerçek anlamda şarap ve meyhane peşinde olanlar için böylesi sorunlar var mıdır? Bu tip insanlar için Hafız'ın böyle bir tasvir yapmasının gereği var mıdır?

 

Laricani: Evet üstat pek ala şu sonuca varıyoruz ki Hafız'ın aşkı dert sahibi birinin aşkıdır. Birçok tehlikeyle karşı karşıya olan bir aşktır. Burası afiyet, ve rahatlık yeri değil. Bu çok önemli bir nokta. İslam'ın gösterdiği aşk, serseri bir aşk değildir. Çok ciddidir.

 

Evet üstat, gazeli henüz bitiremedik ama programımızın süresi bitti. Çok iyi bir yere geldik. Hafız'ın fatihatu'l- kitabının tüm beyitlerini inşallah okuyacağız, çünkü bu Hafız'ın divanının birçok bahsinin kilit kavramlarını içeriyor. Diğer programda bu gazelin geri kalan beyitlerini inceleyeceğiz.   

 

 

Devam edecek…

 

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net