Dr. İbrahimi Dinani: Dua, zikir ve vird

Dr. İbrahimi Dinani: Dua, zikir ve vird
Fakir, ‘fakr’ sıfatıyla nitelenmiş olan zattır. Ancak biz müstakil bir zata sahip değiliz. Bizim kendimizden kaynaklanan bir istiklalimiz yoktur. Zatımız fakrdır, mutlak fakrız (yoksulluğuz). O ise tam anlamı ile ganidir (zengin), gani sıfatıdır; ama zatının sıfatıdır. Gani, Hak Teala’nın dışında bir sıfat değildir. Zatının kendisidir, O mutlak ganidir (O zenginliktir).

 

Laricani: Bismillahirrahmanirrahim

 

Der in zemane hoşem çun to yar-ı naz-ı meni

Kumar-ı dil to bazem ki dil nevaz-ı meni.

 

Vukuf-ı dil ki be ku-yi to mustedam uftad

Tavaf-ı Ka'be çi hacet ki to Hicaz-ı meni.

 

Bu zamanda mutluyum çünkü sen benim nazlı yârimsin

Gönül kumarını sana kaybederim çünkü sen benim gönlümü okşayansın

 

Gönlün senin semtinde durması devamlı oldu

Kâbe'yi tavafa ne gerek var benim Hicaz'ım sensin

 

Selam aziz seyirciler ve Marifet programının samimi takipçileri. Allah'tan yaptığınız tüm ibadetleri ve duaları bu mübarek ayda kabul etmesini diliyoruz.

 

Bildiğiniz gibi bahsimiz Hz. Mevlana'nın Mesnevi'si üzerinedir. Bu oturumda da mübarek Ramazan ayı münasebetiyle Mevlana'nın bakış açısıyla dua ve yakarıştan bahsedecek, aziz üstadımız Sayın İbrahimi Dinani'nin güzel yorumlarından istifade edeceğiz.

 

Evet aziz üstad, Allah'a dua ve yakarışla ilgili şöyle bir soru var: Allah neden “Dua edin size icabet edeyim'' demiştir? Niçin icabet, dua şartına bağlanmıştır? Ya da ‘'Ey resulüm eğer Allah'ı sorarlarsa de ki o size yakındır, dua edin o size icabet etsin'' denmekte ve Allah'ın kullarıyla ilişkisini dua, yani isteyiş üzerine kurduğu söylenmektedir.

 

Bu ne tür bir ilişkidir ve biz bunu felsefi açıdan nasıl açıklayabiliriz?

 

Üstat Dinani: Bismillahirrahmanirrahim ve bihi nestain. Sizin dua ile ilgili kullandığınız ifadeyle ve ardından da duayı, istemek olarak tercüme etmenizle mesele halloldu. Yani sorunuzun cevabı aslında bu cümlede yer alıyor.

 

Laricani: İstemek mi?

 

Üstat Dinani: Evet, dua deyince belki akla başka şeyler geliyor olabilir ama dua istemektir. Bir çeşit istemedir. İstemeler çok çeşitlidir; ama Allah'tan istemenin bizatihi kendisi çok güzel ve değerlidir. İnsanın gerçek sevgili olan Hak Tebarek ve Teâla'dan bir şey istemesi çok sevimlidir. Öncelikle sizin bir şey istemeniz güzeldir. İstekte bulunduğunuz kimse hiçbir şeye ihtiyaç duymayan biridir. Her şeyin mutlağıdır, mutlak sevgilidir. Sizin işaret ettiğiniz felsefi boyutuna gelince… Aslında istek olmadan vermenin bir anlamı yoktur. Önce örfi meselelerimizden başlayalım, böylece felsefi bahsimizi daha net bir şekilde ortaya koyabilelim.

 

Aslında bir şeyi istenmeden birine veya bir yere vermek anlamsızdır. Örneğin susamamış olan birine su veriyorsunuz, al su iç diyorsunuz. O su istemediğini söylüyor ama siz hayır istemesen de al su iç diyorsunuz. Bu durumda sizin ona bir hizmet yaptığınız kesin değildir. Bu bir lütuf değildir, çünkü o su istememiştir. Aç olmayan birine bir şeyi verip ye demeniz de aynı şekildedir, çünkü o kişi aç değildir. Ama eğer o kişi açsa ve siz de ona yemek veriyorsanız çok iyi bir şey yapıyorsunuz. Eğer adam susamışsa ve siz de ona su veriyorsanız çok iyi bir iş yapmış oluyorsunuz.

 

Aslında âlem, istekler âlemidir. Bir söz var, hadis değilse bile çok bilgece bir sözdür. Belki de hadistir; ama ben kaynağını bilmediğim için emin değilim o yüzden de bilgece bir söz olarak naklediyorum: “El atiyat bi kadri'l-kabiliyat.'' (Bağışlar alıcının potansiyeli ölçüşüncedir.)

 

Laricani: Evet, irfani bir kaidedir.

 

Üstat Dinani: Evet, kaidedir ve aklidir ve bundan başkası da olamaz. Yani her ita, her vermek ve her bağış, kabiliyet ölçüsüne göredir. Bu tekvin âleminde de vardır, teşri âleminde de vardır, insan âleminde de vardır. Mevlana, bir beytinde diyor ki:

 

Bered ab zin bahr-ı firuzei

Be goncayiş-i hiş her kuzei.

 

Laricani: Çun tekaza ber tekaza mi resed / Âb un derya bedinca mi resed.

 

Üstat Dinani: Evet siz bir testiyi denize atarsanız o testi kendi kapasitesinden fazla su alamaz. Bir kadeh sadece o kadehin alacağı kadar su alır. Bir ırmak o ırmağın alacağı kadar alır. Bir denizi bir denize bağla, ancak kendi potansiyeli kadar su alabilir. Dolayısıyla birine kapasitesinin üstünde bir şey vermek aslında ona azaptır, doğru değildir. Bu durumda âlemin düzeni bozulur. Her şey kendi kabiliyeti ölçüsündedir. Bir ağaç kendi kapasitesi kadar meyve verebilir. Bir insan kendi kapasitesi kadar iş yapabilir. Bir zarf ancak içine alabileceği kadar şey ister. İnsanın istekleri de bu şekildedir, kabiliyetleri ölçüşüncedir.

 

Elbette insanın kabiliyetleri fazladır. İnsan, kabiliyetleri sınırsız olan tek varlıktır. Her varlığın kabiliyeti belirlidir. Âlem, belli ölçülerin âlemidir. Dünyadaki her varlık belirli bir kapasiteye sahiptir, mülkten melekûta kadar… Hatta Cebrail'in kapasitesinin bile belirli bir ölçüsü vardır. Bu ölçüde kemâl kapasitesine sahiptir, bu ona Allah tarafından verilmiştir. Mülk âlemi de aynı şekildedir. Cansızlardan bitkilere, hayvanlara kadar her varlığın bir kapasitesi vardır. Gerekli şartlarda isteği gerçekleşir. Şartlar da hazırlanır.

 

Âlemde boşluk yoktur. Kim ne ölçüde istidada (potansiyel, kapasite) sahipse o istidat faaliyete ulaşır. Karşılaştığı engellerin olması hali müstesna belki de faaliyete ulaşmayan hiçbir istidat yoktur. Bu durumda o engeller de başka istidatlardır ve bu istidatlar birbiriyle çelişmektedir. Önünde engel bulunmazsa hiçbir istidat, istidat olarak kalmaz faaliyete ulaşır, yeter ki bir engelle karşılaşmasın. Şimdi birileri bu engellerin faaliyete ulaşmaya nasıl engel olduğunu söyleyebilir. O engelin başka bir istidat olması ve istidatların çelişmesi ayrı bir bahis konusudur.

 

İnsan istidada sahiptir; ancak mesele insanın ne kadar istidada sahip olduğudur. İnsanın istidadı ne kadardır, insan ne kadar ister ve ne istemelidir? Burada insanlar muhteliftir. Kimileri Allah'tan para ister, kimileri makam ister, kimileri yiyecek, kimileri su ister, herkes kendine göre bir şey diler, zira arzular muhteliftir. Ama bazen istekleri o kadar yukarı çıkar ki ona tüm varlık âlemini de versen istemez. Peki ne ister, Hak Teâlâ'yı ister.

 

Laricani: Ey Sadi yârin sohbeti yoksa / Bütün âlemi verseler alma.

 

Üstat Dinani: Bir başka beyitte de şöyle diyor:

 

Eğer kıyamette ne istersin diye bana tercih imkânı verirlerse,

Sevgiliye ulaşma şansı bize, Firdevs cennetlerinin tüm nimeti ise size olsun.

 

O ‘Dost'u istiyor, başka bir şeyi değil. Allah'tan başka bir şey istemeyen bir istidat, birkaç kuruş paraya kanmayan bir istidat, büyük bir liyakat meselesidir. İnsanların arzuları arasındaki farklar oldukça fazladır. İnsanların talepleri arasındaki fark da ziyadesiyle çoktur. Kimi tabii talepler tabiat âleminde insanın kendisine ulaşır. Kimi talepler de nefsanidir ve o nefsani talepler sınırsız bir kapasiteye sahiptir. İnsan çok şaşırtıcı bir varlıktır, isteklerinin sınırsız olması gibi. İnsan, kendisi hakkında doğru dürüst bir tanım yapılamayan tek varlıktır. Bugün hem ariflerimizin hem de bugünün Egzistansiyalist filozoflarının görüşü budur. Onlar diyorlar ki biz insanı tarif edemeyiz, ne olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü ne söylersek her an başka bir şey olabilir. Dolayısıyla ne olduğu söylenemez.

 

Tarihçi filozoflardan biri de şöyle diyor: Tarihte olanların dışındaki her şey tarif edilebilir. Tarihsel olan bir şeyin tarifi yoktur; çünkü tarih tarif edilemez, tarih geçicidir. Gelir, geçer. Tarihsel olan tek varlık insandır. Eğer siz diğer varlıkları da tarihsel olarak görürseniz sizin bakışınız tarihsel olur. Dikkat ediniz. Siz şu çiçeği, şu bitkiyi, şu binayı tarihe dahil edebilirsiniz. Ama bu tarihi siz tayin ediyorsunuz ve siz anlıyorsunuz; çünkü bu bina kendi tarihini anlamıyor. İnsan, zatı itibariyle tarihli bir varlık olduğu için tarif edilemez. Mahiyeti belli olmadığı için talepleri de belli değildir.

 

Binaenaleyh, dua istemektir; ama bu istemek neyi istemektir? İsteklerin düzeyini yükseltmek gerekiyor, ta ki böylece manevi makamlara erişebilelim ve Allah'tan yalnızca Allah'ı isteyebilelim. İşte duanın en yüce makamı budur.

 

Laricani: Çok güzel bir açıklama oldu. Söylediklerinizden şu sonuç çıkıyor: Allah'tan bir şey istemenin kendisi güzeldir. İnsanın Allah'tan bir şey istemesi çok güzel bir şeydir. İkinci olarak ‘bağışlar kabiliyetler ölçüsüncedir' şeklindeki felsefi ve irfani kural gereği insan dua sayesinde kabiliyetlerini arttırabilir. Duanın bir felsefesi de insanın kapasitesini, kabiliyetini arttırabilmesidir. Kabiliyet ve kapasite ne kadar artarsa Allah'ın inayeti ve yardımı da onu o ölçüde daha fazla doldurur. Dolayısıyla niçin dua? diye sorduğumuzda şu cevaba ulaşıyoruz: Dua ile öncelikle kendi kabiliyetimizi tanıyoruz, ardından da onu geliştiriyoruz. Onu geliştirdiğimiz ölçüde de Allah'ın feyzinden daha fazla yararlanıyoruz.

 

Hz. Mevlana'nın güzel bir ifadesi var. Diyor ki:

 

Allah bize yardım etmek istediği zaman

Bizi ağlayıp inlemeye meyilli kılar.

O güzel göz onun için ağlayan gözdür

O talihli gönül onun için yanan gönüldür.

Akan her su yeşillik getirir,

Akan her gözyaşı rahmet getirir.

 

Üstat Dinani: Mevlana, saliktir, ariftir, kendine özgü bir irfanı vardır. Bazen o kadar yükselir ki şöyle der:

 

Dua senden ve icabet de senden

Sağlık ve esenlik de senden azamet ve görkem de senden.

 

Herkes dua etme lütfuna nail olamıyor. Dua etmek Allah'ın bir lütfudur. Yani insanda dua etme halinin ortaya çıkması ilahi bir lütuftur. Allah insana bu lütfu nasip ettiği zaman insan dua edecek hal kazanıyor. İnsanın dua edebilmesi Allah'ın bu lütfu ona nasip etmesiyledir. Dolayısıyla dua da O'ndandır, O'nun sayesinde ben dua etme hali kazanıyorum. İcabet de O'ndandır.

 

Binaenaleyh, derler ki Firavun hiçbir zaman dua etme hali kazanamamıştır. Bu yüzden gün geçtikçe enaniyeti artmış ve sonunda helak olmuştur. Enaniyet arttıkça insan helake yaklaşır. O dua lütfuna nail olamamıştır. İnsanlar onu çok yükseklerde görüyordu. Dua etme lütfuna nail olunmadığı zaman tuğyan en üst noktaya çıkıyor ve helak kesinleşiyor.

 

Mevlana'nın ifade tarzı başkalarından o kadar farklı ki, dua lütfunu bile Allah'tan gelen bir şey olarak görüyor.

 

Laricani: Hem duanın kendisini hem de şeklini. Dua sadece dille değildir; ağlamayla, gözyaşıyla birlikte olmalı.

 

Üstat Dinani: Dua, bir çeşit zikirdir. Sizin de buyurduğunuz gibi dua sadece dille değildir. Çok güzel ifade ettiniz. “Uzkurullahe kesiran'' (Allah'ı çokça zikrediniz) Kur'an'ın birçok ayetinde vurgulanmıştır, zikredin diye emir verilmiştir. ‘Kesiran' (çokça) kelimesi kullanılmış, Allah'ı çokça zikredin denmiştir.

 

Zikir bazen lafızla olur. Örneğin yüz defa ‘ya Allah', ‘Allahu ekber' dersiniz, ‘subhanallah' dersiniz. Bunlar zikirdir. Ancak burada şu soru ortaya çıkıyor: Zikir ile virdin farkı nedir? Dille söylediğiniz şeyler zikir midir vird mi? Yani bir zikir vardır bir de vird vardır. ‘Vird', ‘zikir' ve ‘fikir' vardır. Zikir, fikre daha yakındır. Zikirde siz Allah'a batıni bir yönelme hali içindesiniz. Vird ise sadece dille olan bir şeydir. Elbette zikirsiz vird olmaz; ama eğer vird yalnızca dilde olursa ve kalbe inmezse o mutlak anlamda virddir.

 

Vird kelimesi Arapçadır, Batı dillerindeki ‘word' kelimesi de muhtemelen aynı kökten geliyordur. Onlar, onu bizden almıştır. Lafızdır; ama zikir tezekkürdür, hatırlamadır, dikkat etmektir. Kalbi olarak hatırlamadır. Eğer vird zikirle birlikte olursa; yani batıni yöneliş dille birlikteyse ve fikir de buna eşlik ederse o zaman bu çok harika olur. Bu en iyi ibadetlerden biridir. Bu, Kur'an-ı Kerim'de sürekli olarak ‘zikredin' diye vurgulanan şeydir.

 

Bu konudaki ayetler çok fazladır, ben sayısını bilmiyorum ama zikir Kur'an'da çokça vurgulanmıştır. Rivayetlerde de ‘zikir ehli olunuz' denmiştir. Evet zikir kendi başına bir çeşit duadır. Yani Hak Teâlâ'ya yönelmedir. Mutlak fakirden, mutlak zengine talep etmekten başka bir yöneliş yoktur. Mutlak fakrın (yoksulluğun), mutlak zenginlik karşısındaki manası, konumu dileyişten, istekten başka ne olabilir? Mutlak yoksulun, mutlak zengin karşısında istemekten başka bir işi yoktur.

 

'Ya eyyhuhennas, entumu'l-fukara ila'llah vallahu huve'l-ğaniyyu'l-hamid'' (Ey insanlar siz Allah'a karşı yoksulsunuz ve Allah'sa, O'dur zengin ve hamde lâyık.) (Fatır, 15) Bu ayetteki ‘fukara', fakirsiniz demek değildir. ‘Fakir' ve ‘fakr' (yoksulluk) farklıdır. Fakir, ‘fakr' sıfatıyla nitelenmiş olan zattır. Ancak biz müstakil bir zata sahip değiliz. Bizim kendimizden kaynaklanan bir istiklalimiz yoktur. Zatımız fakrdır, mutlak fakrız (yoksulluğuz). O ise tam anlamı ile ganidir (zengin), gani sıfatıdır; ama zatının sıfatıdır. Gani, Hak Teala'nın dışında bir sıfat değildir. Zatının kendisidir, O mutlak ganidir (O zenginliktir). Âlem ve âlemin içinde olan bizler ise mutlak fakiriz. Mutlak fakirlik, mutlak zenginlik karşısında ne sonuç verir? Talep etmek ve istemekten başka bir sonuç vermez. Bu meseleye dikkat etmek kendi başına duadır.

 

Laricani: Siz varlıksal fakrdan (fakr-ı vucudî) mı söz ettiniz?

 

Üstat Dinani: Evet varlıksal fakr.

 

Laricani: Çok güzel… Biz sürekli fakiriz; O ise sürekli zengindir, istesek de istemesek de…

 

Üstat Dinani: Mali fakirlik önemli değil. Ben mali fakirlik iyi bir şeydir demiyorum, hiçbir zaman mali fakirliği iyi bir şey olarak anlatmadım. Mali anlamdaki bir fakir, mali anlamdaki bir zenginden daha zengin olabilir. Fakirlik ve zenginlik insanın ruhunun sıfatıdır.

 

Öyle zenginler var ki her fakirden daha muhtaç haldedir. Kimi insanlar vardır, dünyanın servetine sahiptir; ama gözü hala başka şeylerdedir. Aslında bu zavallı, zengin değil fakirdir. Dışında birçok malı mülkü vardır; ama içi yoksuldur. Zatında fakirdir. Çünkü milyarlarca parası var ama gözü hala başka şeylerde, dolayısıyla fakirdir.

 

Kimi fakirler de vardır ki akşam bir dilim ekmeğe muhtaçtır ama onu izzetiyle elde eder ve ruhu o kadar zengindir ki feleğin karşısında boyun eğmez. Sizce bunların hangisi daha zengindir? Gerçek zenginlik ruhi zenginliktir. Fakirlik ve zenginlik itibaridir (uzlaşımsaldır; zâtî, özsel değildir). Örneğin eski Sovyetler Birliği'nde, Sovyetlerin kurulmasından önce birçok zengin vardı. Sovyet hükümeti geldi, sosyalizm yasalarını uyguladı, mülkiyeti lağvetti. Bir kanunla o zengin fakir, o fakir de zenginle eşit oldu. Sovyetlerde eşit oldu mu olmadı mı bilmiyorum ama böylesi bir şey mümkündür.

 

Binaenaleyh bunlar önemli şeyler değildir. İnsan iyi bir hayat yaşamak için çalışmalıdır; kimsenin buna bir itirazı yok. Ama fakirlik ve zenginlik insanın iki ruhi sıfatıdır. Kimileri belki az mala sahiptir ama ruhi açıdan zengindir. Kimilerinin ise parası çok fazla olmakla birlikte ruhen yoksuldur.

 

Laricani: Üstat; zikir, vird ve fikir diyerek çok güzel bir noktaya değindiniz. Gerçekten de fikrin gıdalarından biri de zikirdir. Ben bu noktada biraz sonra Müminlerin Emiri'nden de bir cümle okumak istiyorum.

   

Ancak daha önce Attar'ın şu iki beytini nakledeyim:

    

Salikin yol yürüyüşü onun fikridir

Onun zikrinden istifade eden fikridir

Fikir getirsin diye zikir söylemeli

Hiç söylenmemiş olanı getirsin diye yüz binlerce kez söylemeli.

 

Hz. Ali aklın zikre olan ihtiyacını şu çok güzel ifadelerle açıklıyor: “Allah zikri kalplerin cilası kılmıştır… ve kellemehum fi zati ukulihim (Akıllarında onlarla konuşur).” Yani insan zikir yoluyla öyle bir yere ulaşır ki orada Allah'la konuşmaya başlar.

 

Üstat Dinani: Bu anlamı ben zikir için arz etmiştim. Zikir daha çok batıni bir yöne sahiptir ve zahiri bir yöne sahip olan virdden farklıdır. Zaten zikrin anlamı teveccühtür, zikir hatırlamak ve dikkat etmek, teveccüh demektir. Eğer insan dikkat edip yoğunlaşırsa fikir gelir. Dikkat edip yoğunlaşmayan bir kimse düşünemez. Bu yüzden fikir ile zikir birbirine bağlı ve birleşiktir. Dolayısıyla Attar'ın ve Mevlana'nın fikir, zikir yoluyla gelir demesi çok doğrudur. Bu felsefi bir sözdür. Eğer dikkat edip yoğunlaşmazsanız aklınıza fikir gelmez ki. Dikkati olmayan insan aynı zamanda düşünemeyen insandır. Önce dikkat, teveccüh, sonra fikir, ardından fikir bir başka teveccüh daha getirir. O dikkat bir başka fikri daha getirir böylece fikir yücelmeye başlar ta ki “Kellemehum fi zati ukulihim''e kadar. Allah'ın kelamı insan aklının zatındadır. Dolayısıyla Allah'la konuşanlar aklını oraya ulaştırmış olanlardır. Aklını kullanıp yukarı gidenlerdir.

 

Allah'ın her zaman muhatabı akıldır. Akıl en yüksek varlıktır. Allah, en yüksek varlıkla konuşmaktadır. Yani insanla konuşmak istemektedir. İnsanın en yüksek mertebesiyle konuşmaktadır ki bu da akıldır.

 

Laricani: Fikir, zikir ilişkisini çok güzel açıkladınız. Aslında zikir, fikrin teveccühüdür.  Eğer bu teveccüh karışırsa fikir faaliyet gösteremez olur. Şimdi birazdan okuyacağım şu ifadeye felsefi bir bakış açısıyla cevap verin. Allah kullarının neden ağlamasını, gözyaşı dökmesini istiyor? Gözyaşı çokça tavsiye ediliyor. Bu konuda ayetler, hadisler ve şiirler var. Kur'an şöyle buyuruyor: “Fel yedheku kalilen ve'l yebku kesira'' (Öyleyse az gülüp çok ağlasınlar.) Mevlana da bunu istidatların geliştirilmesi ve ilahi feyizlerle ilişkilendiriyor.

 

Bulutlar ağlamadıkça çimenlikler gülmez

Çocuk ağlamadıkça ona süt verilmez

 

Çocuk bir günde anlayıverir yolu

Ki ağlayayım da verileyim şefkatli bir dadıya

 

Dedi ki ‘fel yebku kesira'ya kulak ver

Ta ki fazilet sütü bolca dökülsün

 

Bazıları şöyle soruyor: Niçin Allah'tan gülerek bir şey istemiyoruz? Gülmek istidadı geliştirmiyor mu? Sadece ağlamak mı istidat yaratıyor? Ayrıca ağlamak gözden akan damlalar mıdır yoksa inleyip feryat etmek midir? Ağlama kavramının gerçekliği nedir bunu açıklar mısınız üstat?

 

Üstat Dinani: Evet çok önemli bir soru sordunuz. Gülmek ve ağlamak insanın iki hasletidir. İzin verirseniz gülmek ve ağlamak konusuna biraz değinmek istiyorum. Ardından da Allah'ın neden ‘fel yebku kesiran' (çok ağlayın) tavsiyesinde bulunduğunu söyleyelim. İnsan hem ağlayabilen hem de gülebilen bir varlık.

 

Ağlayan ve gülen başka bir varlık var mıdır bilmiyorum. Cansızlar ve bitkilerde olmadığı kesin. “Gul-i handan” (gülen çiçek) adını verdiğimiz bir çiçek var ama bu şairane bir sözdür. Çiçek açıldığı zaman onun bu hali için gülen çiçek denir; ama bu gülme hasleti değildir, sadece bir benzetmedir. Peki hayvanların gülme ve ağlama hasleti var mı? Bazıları olduğunu söylüyor ama ben böyle olduğuna inanmıyorum, hayvanların kimi halleri gülmeye kimi halleri de ağlamaya benzetilir. Mesela “deve güldü” veya “deve ağladı” derler. Ancak hayvanların gerçek anlamda gülme ya da ağlama özelliğine sahip olması mümkün gözükmüyor. Onlarda bazen gülme veya ağlamaya benzer durumlar gözükebilir. Ama bunlar gerçek anlamda gülme veya ağlama değildir. İlginçtir ki Allah da Kur'an'da buna işaret etmiştir.

 

Gülme ve ağlamanın mahiyeti konusunda birçok kitaplar yazılmıştır. Muhtemelen ağlamayı açıklamak gülmeye oranla daha kolaydır. Gülmenin kapalı yanları daha fazladır. Meşhur Fransız Filozof Henri Bergson gülmenin mahiyetiyle ilgili bir kitap yazmış ve bunu açıklamaya çalışmıştır; ancak ben başarılı olduğunu düşünmüyorum.

 

Geçmişteki bizim bazı âlimlerimiz gülmenin şaşırma ile meydana geldiğini söylemiştir. Yani şaşırtıcı olan bir şeyin güldürdüğünü söylemişlerdir. Ancak ben bunu kabul etmiyorum. İnsan bir şeye şaşırabilir ama ona gülmeyebilir de. Aynı şekilde bir şeye şaşırmayabilir ama ona gülebilir. Nasıl oluyor da insan gülüyor sorusu cevaplanması oldukça zor bir sorudur. Bu yüzden basit görmemek lazım, insanlar kolayca güler ve ağlarlar ama acaba insan hangi halde güler? Buna net bir tanım yapabilir miyiz? Siz nasıl bir hale giriyorsunuz ki gülüyorsunuz?

 

Laricani: Mesela mutlu, sevinçli olunduğunda…

 

Üstat Dinani: Bazen insan sevinçli olur ama gülmez. İnsan bazen çok çok mutlu olur ama gülmez. Hatta bazen insan yoğun sevinçten dolayı ağlayabilir. Birçok insan çok sevinçli olduğu halde gülmeyebiliyor. Birçok kişi ise sevinçli olmadığı halde gülebiliyor. Gülmenin mahiyetini bilemiyoruz.

 

Allah şöyle buyuruyor: “Öldüren ve yaşatan O'dur”, “Güldüren ve ağlatan O'dur.” Ölüm ve hayatın mahiyetinin karmaşık olması gibi gülmenin ve ağlamanın mahiyeti de zordur. Bu konuyu geçelim, önemli bir felsefi meseledir.

 

Fiziksel açıdan diyorlar ki “ağlamak daralma, sıkışma (inkıbaz) halidir, insan sıkışıp daraldığı zaman baskı oluşur ve gözyaşı döker. Gülmek ise açılma, rahatlama (inbisat) halidir.” Ancak, bunlar gerçek tarifler değildir. Fiziksel tariflerdir. Her halükarda gülmek ve ağlamak insanın iki halidir ve psikologlar gülmeyi çok övmüş, “Ne kadar gülerseniz hayatınız o kadar iyi olur” demişlerdir. Ruhun ve bedenin sağlığını gülmede görürler.

 

Peki şimdi sizin sorunuza geri dönelim Allah'ın ağlamayı tavsiye etmesinin anlamı nedir ve Allah niçin bunu tavsiye etmiştir? Neden gülmek Allah'a yakınlaşmayı sağlamıyor da ağlamak sağlıyor?

 

Bana göre insan güldüğü zaman mutlu ve sevinçli olur ve bu durum onun dünyaya bağlılığını daha da arttırır. Örneğin insan iyi bir haber aldığında, mesela filanca şeyi kazandınız, mesela çok büyük bir para kazandınız diye bir haber aldığında sevinir. Çoğunlukla sizin gülmenize ve mutluluğunuza sebep olan şeyler, bu âlemde sizin çıkarınıza olan şeylerdir. Bu âlemde sizin çıkarınıza olan şeyler ne kadar artarsa, size ait olan şeyler artarsa sizin de bu âleme olan gönül bağınız artar. Bu âleme bağlandığınız ölçüde de Allah'tan uzaklaşırsınız. Çünkü insan kalbinin olduğu yerdedir. Siz neredeyseniz kalbiniz oradadır. Kalbinizin nerede olduğunu söyleyin sizin nerede olduğunuz söyleyeyim. Siz şu an burada benim karşımda oturuyorsunuz. Burada oturuyor olmanız önemli değil; ama eğer ben şu an sizin kalbinizin yüreğinizin nerde olduğunu bilirsem sizin nerede olduğunuzu bilirim. Burada değilsiniz, burada olan bedeninizdir diyebilirim.

 

Gülmek, neşenin, mutluluğun ve bu dünyaya ilginin göstergesidir. Gülmeyi tavsiye eden psikologlar daha çok bu dünyayı düşünüyorlar. Yanlış anlaşılmasın ben buna yanlıştır demiyorum. Bu dünyada iyi yaşamak iyidir.

 

Ağlamaya gelince… Ağlamak, bu dünyadan umutsuzluğun kapısıdır. Siz, bir şeyden umutsuzluğa kapıldığınız zaman ağlarsınız. Olumsuz bir haber, kötü bir haber, zarar vs. gibi çoğunlukla olumsuzluklarla karşı karşıya kalmak, yani ilginin kesilmesi, ağlamaya sebep olur. Bir şeye ilgi duyuyordunuz, o ilgi kesildi. İlgi duyduğunuz bir şeydeki alakanın kaybolması, sevdiğiniz bir kişinin yok olması, sahip olduğunuz paranın kaybolması, bir ilişkinin kesilmesidir.

 

Âlemde boşluk muhal olduğu gibi insanın ruhunda da boşluk muhaldir. Bu âlemden ilginin kesilmesi ile sizin ruhunuz boşlukta kalmıyor. Bu dünyanın dışında bir şeye yöneliyor. Hak Teâlâ'ya yöneliyor. Sembolik olarak ağlamanın artması, bu dünyaya ilgilerin azalmasıdır. Bu âleme ilgi ne kadar azalırsa, Allah'a yakınlaşma o kadar artar. Bu işin sırrı budur. Yoksa gülmek de ağlamak da insani hasletlerdir. İnsan hem gülen hem de ağlayan bir varlıktır.

 

Laricani: Burada filozof-hekim Molla Hadi Sebzevari'nin ifadesini okumak da yerinde olacaktır. Ona göre normal ağlayış ve gülüşler, feryat figanlar bu irfani anlamın dışındadır: “Kendisine bir hayır dokunduğu zaman cimrilik eder”, “Kendisine bir şer dokunduğu zaman feryat figan eder (cezua).”

 

Ağlamak, sıradan bir şeydir; ama diyor ki buradaki ağlamanın irfani anlamları vardır. İnsanın ilgilendiği şeylerle ilişkisi kesildiğinde insanda bir açılma ve rahatlama, genişleme (inbisat) oluyor. Bu açılma ve rahatlama kalbi coşturuyor ve tıpkı çeşmenin akması gibi gözlerden yaşlar akıyor.

 

Akan her su yeşillik getirir

Akan her gözyaşı rahmet getirir.

 

Mevlana bu beytiyle çok güzel söylemiş ve sizin açıklamalarınız da bunu tamamladı. Biz ağlamak derken sıradan ağlamadan, yani sıradan gülmenin karşıtı olan sıradan ağlamadan bahsetmiyoruz. Rahmet kapılarını açan kalp rahatlamasından (inbisattan) bahsediyoruz.

 

Üstat Dinani: Bu iki büyük insan yani Mevlana ve Molla Hadi Sebzevari, ‘sıkışma', ‘daralma' (inkıbaz) kelimesini kullanmak istememişlerdir. Çünkü bunun olumsuz bir anlam yükü var. Ağlama daralmanın (inkıbaz) neticesidir. Sonuç itibariyle daralma bu âlemedir. Fakat daralma (inkıbaz) ve rahatlama (inbisat) birbirine zıt iki haldir. Bu âlemdeki daralma arttıkça, Hak Teâla'ya yönelik açılma (inbisat) da artıyor. Onlar daha çok açılma (inbisat) üzerinde durdular; ama hiçbir sıkışma (inkıbaz) açılmasız (inbisatsız) olmaz. Hiçbir açılma (inbisat) da sıkışmasız (inkıbazsız) olmaz.    

 

Laricani: Bundan dolayıdır ki Mevla Ali şöyle buyuruyor: “Müminin sevinci yüzünde, hüznü ise kalbindedir.'' Yani buradaki hüzün sıkışmadır, inkıbazdır.

 

Üstat Dinani: İnkıbazı, yani sıkışıp daralması dünyaya yöneliktir; inbisatı yani açılması rahatlaması ise Hak Teâlâ'ya…  

 

Laricani: Pekâlâ üstat, şimdi vaktimiz varken ben İmam Sadık'tan (a.s.) şu hadisi de okuyayım: İmam Sadık'a soruyorlar: Mümin insanlar neden hep ağlıyor; ama diğerleri namaz da kılmadıkları, Allah'ın dinine de bağlı olmadıkları halde her şeye sahipler. Bu neden böyle? Mevlana'nın anlatımıyla İmam Sadık şöyle cevap veriyor:

 

Bu onun zilletinden dolayı değildir

Bağışın ertelenmesi ona yardımdır.

Mümin kulu dost ediniriz

Tazarru etmesi ona yapılmış bir bağıştır.

 

Tazarru eden (yakaran) nefsin anlamı var: ‘'Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma.'' (Araf: 205)

 

Üstat Dinani: Hak Teâlâ, tazarru eden nefsi sever. Daha önce de söylediğimiz gibi tazarru ne kadar artarsa bu âlemden ilişki de o kadar çok kesilir. Bazıları biz dua ettik ama kabul olmadı diye şikâyet eder. Onlar “Hâlbuki Allah'ın vaadi yalan değildir. Allah'ın vaadinde bir tutarsızlık da yoktur. Kötü bir insan olmamasına, mümin biri olmasına ve Hak Teâlâ'ya dua etmesine rağmen duası kabul olmadı. Ya onun duası bozuktur veya -Allah'a sığınırız- Allah'ın vaadinde bir tutarsızlık vardır.  Allah duaları kabul edeceğini söylediği halde onun duasını niye kabul etmiyor?'' diyorlar.

 

Ancak bu kişi bunun ne kadar değerli olduğunun farkında değildir. Bu dünyada dua edip istediği şeyin aşağı derecede ve adi bir şey olduğunu ve buna karşılık onun ağlayarak yaptığı tazarrunun, duanın Allah katında ne kadar değerli bir cevher olduğunu bilmiyor.

  

Allah deyip döktüğün gözyaşı rububiyet dergâhında çok değerlidir ve çok yüksek bir makamdır. Yani sizin ettiğiniz dua Hak Teâlâ tarafından kabul edilmiştir. Kabul edilmesi kesindir. Ama sizin bu dünya için ettiğiniz o dua belki de sizin iyiliğinize değildir veya şimdi iyiliğinize değildir. Ne zaman iyiliğinize olursa ona ulaşırsınız. Şu an falanca paraya, filanca makama ulaşma isteğiniz aşağı düzeyde bir istektir ve bu isteğinize ulaşamamanız mümkündür; ama sizin bu ağlayarak dua etmeniz Allah katında çok makbuldür. Bizatihi bu, kendi başına manevi bir makamdır. Ama o kişi o makamın kıymetini bilmemektedir.

 

Laricani: Mevlana diyor ki: Bir abide sordular: Bunca zaman Allah Allah dedin, şimdiye kadar hiç lebbeyk, buyur kulum, duydun mu? O, bir müddet düşündü, duymadığını gördü ve bir dönem dua etmeme yönünde hareket etti. Ama sonra gizli bir ses ona şöyle dedi:

 

Bu dua ile senin yakarışların bizim postacımızdır

Zira senin her Allah demen bizim lebbeyk dememizdir.

 

Yani duanın kendisi ilahi bir lütuftur, duanın kendisi gerçekte duanın kabul edilmesidir.

 

Üstat Dinani: Bu açıdan bazen insanın karşısına çıkan ve insanın bilmediği bazı sorunlar, insanın dua etmesine sebep oluyor, Allah'a yönelmesine neden oluyor. Bu sorun onun çok hayrınadır fakat o bunu bilmiyor. Belki de bu sorun ortaya çıkmasa, siz Hak Teâlâ'ya yönelmeyecektiniz. Bu yönelişin Hak Teâlâ açısından ne kadar değerli olduğunu bilmiyorsunuz.

 

Şu ayetin anlamı da budur: “Hoşlanmadığınız bir şeyin sizin için hayırlı olması mümkündür'' (Bakara: 216) Belki de o sevip istediğin şey senin Allah'tan yüz çevirmene sebep olacak. Veya belki bir şey sana kötü görünüyor ama belki de o senin Allah'a yönelmene sebep olacak. Senin hayrına olan şey, Allah'a yönelmendir. Mevlana çeşitli vesilelerle bunu açıklıyor. Diyor ki bazen bir adam insanlardan cefa görüyor, vefasızlık ve eziyet görüyor, rahatsızlık duyuyor, bu nasıl bir dünyadır, diyor. Mevlana diyor ki bu zulüm bir anlamda senin hayrınadır.

 

Dünyada halkın sana bu cefası

Eğer bilirsen senin için gizli bir hazinedir.

Halkı sana karşı kötü huylu eder

Seni mecburen diğer tarafa yöneltir.

 

O halde insanlardan umutsuz olmak, seni Allah'a yönelten bir lütuftur. Bazen yol bu şekilde olabilir. Elbette her zaman yol bu şekilde değildir; ama bazen insanlar bu yolla Allah'a yönelir.

 

Laricani: Sizin bu açıklamanız İmam Sadık'tan gelen şu hadise benziyor: Sizin her duanız kabul ediliyor; ama bunların bir kısmı bu dünyada gerçekleşiyor, büyük çoğunluğu ise öbür dünyada…

 

Üstat Dinani: Gerçek kabul olma da o dünyada olmasıdır. Sizin manevi makamınızın yükselmesidir. Bu dünyada ulaşırsanız belki duasız da ulaşırsınız. Belki ulaştığınızda kalıcı da olmayacak.

 

Laricani: İmam diyor ki: “Orada duanın karşılığını gördüğünüzde keşke dualar dünyada kabul edilmeseydi diyeceksiniz.”

 

Üstat Dinani: Evet kesinlikle doğru… İşte masum imam sözü.

 

  

 

Çeviren: Hüseyin Mahir

 

www.medyasafak.net

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=-Zdw3zopjVI