Ayetullah Kemal Haydari: Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin, hadisi (1)

Ayetullah Kemal Haydari: Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin, hadisi (1)
Bugünkü konumuz ise Resûl-u Ekrem’in (s.a.a.) vasilerin efendisi Ali b. Ebû Tâlib’e buyurduğu “Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin” hitabını içeren hadisidir.

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Salat ve selâm Allah'ın güvenilir elçisi Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a), tertemiz Âl'ine, seçkin sahâbîlerine olsun.

 

Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. “Mutarahatün fi'l-Akide” programının yeni bir bölümüyle karşınızdayız. Perşembe günü hadisini inceledik. Bugünkü konumuz ise Resûl-u Ekrem'in (s.a.a.) vasilerin efendisi Ali b. Ebû Tâlib'e buyurduğu “Ey Ali! Sen benden sonra halifemsin” hitabını içeren hadisidir. Bu konu çerçevesinde Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'in görüşünü sunmaya çalışacağız.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafet-imamet-velayet meselesine girmeden önce bu makamın tayin mi yoksa şura ile mi olduğunun ele alınması gerektiğine inanmaktayım. Bir diğer ifadeyle Hz. Resûlullah (s.a.a.) ümmetine bir kişiyi tayin etmeksizin, imamet-hilafet-velayeti kendisinden sonraki ehl-i hall ve'l-akdin şûrâsına mı bırakmıştı? Yoksa birisini atamış mıdır? Burada dikkat edilmesi gereken bir gerçek bulunmaktadır. Bu meselede bu gerçeği gözetmez isek kayda değer bir yere varamayız.

 

Bu gerçek, Resûl-u Âzam'ın (s.a.a.) şahsiyetini tanımak ve O'nun ümmet hakkındaki görevini ortaya koymaktır.

 

Konuyu uzatmak istemiyorum. Ama bu konunun üzerinde etraflıca durulması gerekiyor. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetinin boyutlarını anlamadığımız müddetçe O'nun yerine geçecek olan halifede bulunması gerekli özellikleri de kavrayamayız. Yani ilk olarak Hz. Peygamber'in sorumluluklarını tanımalıyız ki halifesinin sorumluluklarını da teşhis edebilelim. Aksi takdirde, Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ümmetine ilişkin sorumlulukları belirsiz kaldığında O'nun ardılının da hangi noktalarda halife olacağı bilinemez. Bu mesele ortaya konulduğunda veya incelendiğinde genellikle ‘‘Resûlullah (s.a.a.) kendisinden sonrası için bir kimseyi atadı mı atamadı mı?'' şeklinde ele alınmakta, yukarıda belirttiğimiz aslî ilkeye ise hiç değinilmemektedir.

 

Kanaatimizce Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetinin üç boyutuna işaret etmemiz gerekiyor. Tabii bu sözümüz, O'nun şahsiyetinin başka boyutları olmadığı anlamına gelmemelidir. Ancak şimdilik konuya girme sadedinde bu cümleyi kullanmak zorunda kaldık.

 

İlk boyut: Kur'ân-ı Kerim'in ifade ettiği boyut. Hz. Muhammed (s.a.a.), semanın mesajını beşeriyete, ümmete iletmek ve bildirmek için kendisine tebliğ olunan bir elçidir. “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Bizler bu şeriatın son şeriat olduğuna inanmaktayız. Biz bu şeriatın bütün zaman ve zeminler için elverişli, insan aklının ve medeniyetin ulaştığı ve ulaşabildiği bütün boyutları barındıran bir şeriat olduğuna inanmaktayız.

 

İlk boyuta göre Resûlullah'ın (s.a.a.) vazifesi, Allah-u Teâlâ'nın emrini, nehyini ve mesajını insanlara iletmektir. “Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni tebliğ et”, “O gayb konusunda cimri değildir” buyurmaktadır. Buna göre O'nun vazifesi, vahiy kanalıyla Hak Subhanehu ve Teâlâ'nın emirlerini alıp insanlara ulaştırmaktır. O insanlara “Ey insanlar! Allah-u Teâlâ sizlere namazı, humusu, orucu, zekâtı vb. şeyleri emretmektedir” der.

 

Şöyle bir itiraz gelebilir: Seyyidim tevhid, nübüvvet ve imameti zikretmediğinizi görüyoruz.

 

El-cevap: Bunlar aklî şeylerdendir. Bir diğer ifadeyle taabbüdî konulardan olmadıklarından nakle ihtiyaç duymazlar. Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (s.a.a.) bunları açıkladığında aklî deliliyle birlikte açıklar. Taabbüdî olarak kabul görecek bir şekilde açıklamaz. Akidevî ilkelerle ferî ilkeler arasındaki temel fark, akidevî ilkelerin delillerle birlikte sunulmasıdır. Resûlullah (s.a.a.) ümmetten “Allah-u Teâlâ'nın bir olduğunu söyleyiniz” dediğinde bunu taabbüdî bir boyutla istemez. Aksine Allah'ın bir olduğuna ilişkin kanıtı ortaya koyar ve sonra bunu ümmetten ister. Biz bu hususa akidevî meseleleri incelediğimiz programlarımızda işaret etmiştik.

 

Sabah namazının iki rekât oluşuna gelince ise bu taabbüdîdir. Resûl “Bu konudaki emre gönülden teslim olun” der. Mesela Kâbe'nin çevresinde yedi defa dönmeye gelince burada ‘‘Ey Allah'ın Resûlü, niçin sekiz veya dokuz kez değil?'' diye soramayız. O “Ben nasıl namaz kılıyorsam öylece namaz kılın” der.

 

Buna göre ilk boyut ilahî mesajın ümmete iletilmesi ve ulaştırılmasıdır.

 

İkinci boyut ise “tebyin”dir (açıklama). Beşeriyetin vardığı birçok şeyde görüş ayrılıkları doğuyor. Bu durumda dinî merciiyet Nebi'ye aittir. Biz bunu dinî merciiyeti ele aldığımız programlarımızda açıklamıştık. Kur'ân-ı Kerim İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için” (Nahl, 44) buyurmaktadır.

 

Bu iki boyut deyim yerindeyse tek bir boyut ile alakalıdır. Mukaddime her ne kadar uzadıysa da sonraki konuların anlaşılması için bu açıklamaların yapılması zorunluluk arz etmektedir. Söz konusu her iki boyut deyim yerindeyse insanlara dinin açıklanmasıyla ilgilidir. Tebliğ ve tebliğ ile tebyin. Resûlullah (s.a.a.) insanlara “humusu ödeyin” dediğinde insanlar hürdürler. Dilerlerse humusu eda eder dilerlerse eda etmezler. Eda etmeyenlere Resûlullah (s.a.a.) “Allah-u Teâlâ sizleri cezalandıracaktır” der. Ancak humusu zor kullanarak onlardan almaz. Bu boyut Resûlullah'ın görevleri arasında yer almamaktadır. Bu boyut Mekke döneminin koşullarıyla aslında uyum içindedir.

 

“Oruç tutun” der… Bir şahıs gelir ‘‘Ben oruç tutmuyorum'' der. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu noktadaki görevi sadece davettir. Uygulama ve tatbik değildir. Zihinlerin kavrayabilmesi için modern terimlerle ifade edecek olursak modern devletlerdeki teşri (kanun koyma) yetkisidir. Teşriî otoritesiyle teşride bulunur. Şunlar, şunlar teşri kılınmıştır, der. Örneğin Resûlullah (s.a.a.) “Kim içki içerse ona şu kadar had uygulanır” der. Teşriî boyutun bizim konumuzla bağlantısı bulunmamaktadır.

 

Tatbikî (pratikle, uygulamayla ilgili) boyut olan ikinci noktaya gelecek olursak: Bu boyut insanların yaşamında dini ikame etmekle bağlantılıdır. Dinin beyanı ile dinin ikame edilmesi arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Kur'ânî kavramlarla ifade edecek olursak Kitap “namazı ikame edenler” diyor. Namazı ikame edenler ifadesinin anlamı “namaz kılanlar” değildir. Bu terkibin ifade ettiği anlam şudur: Namazı ikame edenler adaleti ikame edenler gibidir. Yani insanların yaşamında toplumsal ve siyasî adaleti ikame edenler (tahakkuk ettiren, gerçekleştiren, ayakta tutanlar) gibi namazı ikame edenlerden bahsetmektedir.

 

Sunucu: Yani ilzam (zorunluluk) bulunmaktadır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir diğer ifadeyle icra eden otoritedir.

 

Bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hayatının iki boyutudur. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetiyle ilişkili olarak ikinci boyutunu ortaya koymadığımızda Hz. Peygamber'in halife tayin edip etmediğini araştırmanın hiçbir önemi kalmaz. Çünkü Resûlullah'ın (s.a.a.) şahsiyetinin ilk boyutu halifeye ihtiyaç duymamaktadır. Âlim olan herkes ilahî mesajı ulaştırabilir. Davetsel boyut, Resûlullah'ın (s.a.a.) ümmete bir kimseyi halife atamasına ihtiyaç duymamaktadır. Halife tayinine ihtiyaç duyan boyut, tatbik / uygulama boyutudur. Yani insanların hayatında dinin ikame edilmesi boyutudur. Kur'ân-ı Kerim'e baktığımızda da zaten bu ikinci boyutu konu edindiğini görürüz. İlk boyut müsellemât (kesin kabuller) türündendir. Araştırılması gereken ve tartışmaya konu olan nokta ikinci boyuttur.

 

“İkinci boyuta ilişkin delil nedir?” diye bir soru gelebilir.

 

El-cevap: Konuyla ilgili birçok ayet bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ'nın “Namazı ikame edenler ve zekâtı verenler” veya “zekâtı verenler” buyrukları gibi. Bazen Allah-u Teâlâ “Onların mallarından sadaka al, bununla onları temizlemiş, arındırmış olursun.” (Tevbe,103) buyurmaktadır. Bu ayet ‘‘sadakanın vacip olduğunu onlara bildir'' anlamına gelmiyor. Sadakaları (vacip olan zekât, humus gibi) toplayacak birini gönder, anlamına gelmektedir. Yani sadaka toplamakla görevli özel bir grup oluştur. Bu ayet-i kerime ‘‘mükellef sadakayı ödeyip ödememe noktasında serbesttir'' anlamına gelmiyor. Nitekim modern dönemlerin devletlerinde de durum bu şekildedir. Kanun teşri edilir. Yürütme yetkisini bir grubun eline verir ve bu erki elinde bulunduranlar kanunları insanların yaşamlarına uygularlar. İnsanların bunu kabul etmeme özgürlükleri yoktur. Örneğin içki içen bir kişi ile ilgili olarak Resûlullah (s.a.a.) haddi açıklar. Bir kişi gelip de içki içtiğini söylediğinde Resûlullah (s.a.a.) bu görev gereği ona sadece “Git tövbe et, Allah tövbeni kabul etsin” demez, ona had uygular. Aynı şekilde hırsızlık için de had uygular. Haddin ikame edilmesinin, zekâtın ve sadakanın alınmasının ilk boyutla bağlantısı yoktur. Bu ikinci boyutla bağlantılıdır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân-ı Kerim açık ve net bir şekilde bu meselenin şeriatımıza özgü olmadığını, bütün şeriatlar ve kanunlar için geçerli olduğunu söyler.

 

Şu ayetlere bir bakınız: “Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.” (Mâide, 45)

 

Bu ayetlerle görevin sadece teşri olmadığını anlıyoruz. Yani “kısası uygula” buyuruyor. Sadece kısası açıklamakla kalmıyor, bunun insanın yaşamına uygulanması gerektiğini de belirtiyor. Çünkü uygulamayanların zalim olduklarını vurguluyor.

 

Bir diğer ayette ise “Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir” buyurmaktadır. “İncil'e inananlar, Allah'ın onda indirdiği (hükümler) ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıklardır.” (Mâide, 47)

 

Onlarca ayet bu konuyu ele almaktadır. Mekke dönemindeki ayetler nebevî şahsiyetin ilk boyutuyla uyum içindedir. Eğer Medine dönemindeki ayetleri dile getirecek olursak ikinci boyutla uyumlu olduğunu görürüz. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber'in (s.a.a.) Medine'ye geldiğinde o dönemdeki bilinen anlamıyla devlet oluşturduğunu görmekteyiz. Hz. Resûlullah (s.a.a.) hem müşerri (yasa koyan), hem müneffiz (uygulayıcı) hem de insanlar arasında hükmeden bir yargıç idi. Bu meselenin kuşku duyulmayacak bir şekilde açık olması gerekmektedir. Siret-i nebeviye, birinci veya ikinci boyutla sınırlandırılamaz. Bu iki boyuta ek olarak bir üçüncü boyut bulunmaktadır ki bu da insanların yaşamında dinin ikame edilmesidir. Aziz dostlar şunu bilmelidirler ki elimizde Kur'ân veya Sünnet'ten delil bulunmasa dahi Hz. Peygamber'in (s.a.a.) sireti bizim için yeterlidir. Çünkü O'nun kavlî, fiili ve takrirî sünneti bir devlet ikame ettiğini ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) sultanî hükümleriyle veya yönetim, idare, savaş ve barış vb. ile bağlantılı hükümlerini açıklamak için onlarca eser telif edilmiştir.

 

İnsan bu kısa Medine dönemindeki toplumsal yapıya baktığında Resûlullah'ın (s.a.a.) hâkim olan şartlar ve olanaklara göre o dönemde terimsel anlamıyla bir devlet ikamet etmeye yöneldiğini görür. Kimse bize ‘‘Seyyidim o dönemde çağdaş devletin izlerini göremiyoruz'' diye itirazda bulunmasın.

 

Meselenin ortaya konulması gerekmektedir. Meselenin anlaşılabilmesi için günümüzde kullandığımız terminolojiyi veya kültürü devre dışı bırakmamız gerekiyor. Bizler bugün cumhurbaşkanı veya başbakan ifadelerini kullanıyoruz. “Eğer yürütme erkine dair bir otorite varsa ayetlerde ve rivayetlerde cumhurbaşkanı veya başbakan kavramları nerede geçiyor?” diye soracak olursanız, yanılırsınız. Bunlar modern dönemin terimleridir. Kur'ân-ı Kerim'in saha ile ilgili kullandığı kavramları ve ıstılahları öğrenebilmek için kendisine müracaat etmemiz gerekmektedir.

 

Siret-i Nebeviye ve şahsiyet-i nebeviye fiilî ve kavlî olarak ilk boyut üzere mi kuruludur yoksa iki boyuta birlikte mi dayanmaktadır?

 

El-cevap: Tam kâimliği ikinci boyutladır. Eğer böyle olmamış olsaydı İslam Devleti teşekkül etmezdi. Bizler çeyrek asırda veya çeyrek asırdan az bir sürede İslam İmparatorluğunun teşekkül ettiğini görmekteyiz. Bu imparatorluk sadece davet, tebliğ ya da tebyin ile oluşmuş değildir.

 

Sunucu: Bunlar Hz. Peygamber'in şahsiyetinin birinci boyutunun gereklerindendir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bazen ayrılabiliyorlar. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.a.) mübarek yapısına baktığımızda Onun bir mübelliğ, mübeyyin, hâkim, kadı ve müşerri olduğunu görürüz.

 

“Seyyidim bu Hz. Peygamber'e özgü bir durum mudur yoksa O'ndan sonra da devam etmiş midir?” şeklinde bir soru sorulacak olursa zaten bizim konumuzu oluşturan nokta da burasıdır deriz. Yani meselenin burada odaklandığını anlıyoruz. Resûlullah (s.a.a.) vefatına yakın bir zamanda ilk boyut için yerine birisini atadı mı atamadı mı? İlk boyutun halifesi yani dinî mercisi kimdir?

 

Bu hususu delilleriyle ortaya koyacağız. Aynı şekilde Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ikinci boyuta ilişkin bir açıklama yapıp yapmadığını ele almaya çalışacağız. Yani “Resûlullah (s.a.a.) vefatından önce ümmeti başsız bir şekilde mi bıraktı?” konusunu inceleyeceğiz.

 

Bir diğer başka metodik nükteye ve araştırma için hazırlık olabilecek bir noktaya işaret etmek istiyorum. Bu hususu genellikle insanlar göz ardı etmektedirler. İlk boyutun ispatı sadedinde Kur'ân'dan veya rivayetten bir delil ortaya koymak istediğimizde bu delil ikinci boyutu gerektirmemektedir. Delillerin bir bölümü ise ikinci boyutla ilgilidir. Bir bölümü ise her ikisiyle ilgilidir. Buna göre istidlal etmek istediğimiz delilin dinî merciiyetin ispatı sadedinde olup olmadığını görebilmek için içeriğine bakmamız gerekmektedir. Deliller birbirine karıştırılmamalıdır.

 

Sunucu: İlk boyutu reddetmek istiyorsan ikinci boyuta ilişkin delili kullanarak reddetmemelisin.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Aksi de doğrudur. Yani ikinci boyuta ilişkin delil ortaya koymak için ilk boyutla ilgili kanıtlara başvuruluyor. Kelâmî kitaplarımızda, özellikle de imamet ile ilgili konularda bu tür metodolojik bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Bazı insanlara Ehl-i Sünnet Ekolüne ait kimi rivayetler, Nehcü'l-Belâğa'dan bazı pasajlar ya da Hz. Resûl-u Âzam'dan (s.a.a.) aktarılan bazı hadisler sunulduğunda “Evet, bizler de Ali'nin (a.s.) dinî mercilerden birisi olduğunu kabul ediyoruz. Ama bunun hilafet ve siyasetle alakası yoktur” diyorlar.

 

Aslında pek de haksız sayılmazlar. Çünkü sunulan delil ilk boyutla alakalıdır. İkinci boyutun ispatı sadedinde böyle bir delilin dayanak alınması pek de mümkün gözükmüyor.

 

Saygı kurallarını çiğnemeden Allah-u Teâlâ'nın izniyle bu mesele ile ilgili ortaya konulan bütün meseleleri ele almaya çalışacağız. Sizler televizyon kanallarına veya bazı internet sitelerine baktığınızda ilk boyuta ilişkin deliller ile ikinci boyuta ilişkin delillerin birbirine karıştırıldığını göreceksiniz. İslam âlimleri arasında tartışmaya konu olan ikinci boyuta ilişkin delil sunabilmek için birinci boyuta ait delil getiriliyor. “Sizin en bilgiliniz ve sizin en iyi hükmedeniniz (yargıçlık yapanınız) Ali'dir.” Varsayalım ki Ehl-i Sünnet bu delili kabul etsin ve “Bunu ben de biliyorum” desin. Siyasî yönetici ve halife ilmî meselelerde en bilgili olana müracaat etmiştir. İlk üç halife ilmî ve dinî konularda Ali b. Ebû Tâlib'e müracaat etmişlerdir. İmam Ali (a.s.) de Nehcü'l-Belâğa'da ve başka eserlerde kaydedildiği üzere bu ilk boyutuna pek çok kez işaret etmiştir. Ancak bunlar ikinci boyutu tasdik eden hususlar değildir.

 

Buna göre bu mesele açıkça ortaya konulmalıdır. Metodu da açık olmalıdır. İlk boyutla ilgili meseleler ile ikinci boyutla ilgili olanlar birbiriyle karıştırılmamalıdır. Bu meselenin detaylarına girecek olursak belki 100 program sürebilir. Bu konu etraflıca ele alınacak olursa bitecek gibi değildir. Çünkü onlarca Kur'ânî ve rivayetsel delil mevcuttur. Bu delillerden kastımız Hz. Ali'nin halifeliğine delalet eden deliller değildir. Dinî boyuta ve dinî merciiyeti konu edinen onlarca delile işaret etmek istiyorum. İkinci boyutla yani hilafet ve tatbik ile ilgili de onlarca delil bulunmaktadır.

 

Sunucu: İkinci boyutun kaynaklarını konu edinen delillere devam edecek olursak şunu sorabiliriz. Kur'ân-ı Kerim'in Resûlullah'ın şahsiyetinin ikinci boyutuna ilişkin kullandığı delil nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu oldukça önemlidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi modern dönemlerin devletlerinde kullanılan terminoloji Kur'ânî kavramlardan farklıdır. Kur'ân-ı Kerim'in kendisine özel bir terminolojisi vardır.  Kimse bize “Hz. Peygamber'in (s.a.a.) siyasî bir yönetici tayin ettiği Kur'ân-ı Kerim'in neresinde geçiyor?” diye bize itirazda bulunmasın. Bu hususta elimizde herhangi bir delil bulunmadığı doğrudur. Kişi “Ben falanca şahsı kendimden sonra siyasî yönetici olarak atadım” şeklinde Resûlullah'ın bir sözünün bulunup bulunmadığını araştıracak olursa böyle bir söze rastlayamaz. Çünkü bu terimler sonraki dönemlerin terimleridir. Sonraki dönem terimlerini kadim dönem naslarının hakemi kılmanın anlamı yoktur. Şu an detayına girmek istemediğimiz bu meselenin onlarca örneği mevcuttur.

 

Gelelim şûrâ meselesine… Bu konu da yaygın yanlışlıklardan biridir. Birçoğu “Onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir” ayetinde geçen kelimeyi işitince Kur'ân-ı Kerim'in demokrasiyi dile getirdiğini zannetmektedir. Kardeşlerim bu terimler modern dönemin kavramları olup kendine özgü tanımları vardır ve beşerî felsefeye dayanmaktadır. Demokrasinin Kur'ân-ı Kerim'de geçen “şûrâ” kavramıyla bir bağı yoktur. Eğer Kur'ân-ı Kerim'de geçen şûrânın anlamı bu olmuş olsaydı kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.a.) namazı açıkladığı gibi onun da sınırlarını ve tanımını açıklardı. Şûrâ acaba %51 anlamına gelen çoğunluk mudur? Asla! Elimizde şûrânın hakikatini açıklayan herhangi bir nas bulunmamaktadır. Eğer şûrâ İslam siyaset düzeninin bir aslı olsaydı Resûlullah'ın (s.a.a.) bunu iyice açıklaması gerekmez miydi? Resûlullah (s.a.a.) “Sizi Allah'a yakınlaştıracak her ne husus varsa onu size açıkladığım gibi emrettim. Sizi ondan uzaklaştıracak her ne şey varsa onu da size yasakladım” buyurmaktadır. Allah aşkına en küçük hususlara ve detaylara varıncaya kadar her şeyi açıklayan Allah Resûlü'nün (s.a.a.) İslam hükümetine ve İslam'ın siyaset düzenine ilişkin hiçbir beyanda bulunmaması ve hiçbir şeye işaret etmemesi mantıklı mıdır? Akıl mantık bunu kabul eder mi?

 

Günümüzde kullandığımız kimi terimleri Kur'ânî kavramlara yüklemek noktasında biraz dikkatli davranmalıyız. Ya da Kur'ânî kavramlardan günümüzdeki kavramların anlaşıldığı iddiası karşısında dikkatli olmalıyız. Yani Kur'ân-ı Kerim “Onların işleri kendi aralarında şûrâ iledir” veya “İş hususunda onlarla müşavere et” buyurduğunda kardeşlerimizin zihnine günümüzdeki şûrâ kavramı veya demokratik düzen gelmesin.

 

Bu programımız, konunun anlaşılabilmesi için giriş kabilindendir. Diğer bir ifadeyle yapılan açıklamada nelere dayanılması gerektiğine ve nasıl bir yol takip edilmesi gerektiğine dair kuralları ortaya koymaktadır.

 

Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetinin ikinci boyutu için Kur'ân-ı Kerim'in kullandığı en dakik ve en önemli tabir “veli ve velayet” kavramlarıdır.

 

Bunun delili nedir, şeklinde bir soru gelebilir. Emin olunuz ki bu konunun detaylarını sunabilmek gücümün dışındadır. Ancak detaya girmeksizin bu konulara değinmeye çalışacağım.

 

Mâide Sûresi'nde geçen şu ayete bir bakınız: Sizin dostunuz, sahibiniz, ancak Allah'tır ve Peygamberidir ve müminler, namaz kılanlar ve rükû ederken zekât verenlerdir. (Mâide, 55) “İnnemâ” hasr-sınırlama içindir. “Sizin veliniz ancak Allah ve Resûlüdür...”

 

Seyyidim ayette geçen velayetten murat sevgi değil midir, şeklinde bir soru gelebilir. Yani ayet sizin veliniz derken seveceğiniz, yardım edeceğiniz kimse demek istemiyor mu?

 

Allah-u Teâlâ'nın makamı sevgi ve yardım makamı mıdır yoksa sevgi ve yardım ile ikinci boyutu da içine alacak başka bir makam mıdır? Hz. Peygamber'in (s.a.a.) hayatı ve deliller, ümmetin Allah Resûlü'nü sevip yardım etmesini emrettiği gibi O'nu veli, yönetici addetmesi gerektiğini de söylüyor. Resûlullah'ın (s.a.a.) dilediği ve dile getirdiği her şeye iman edilmesi ve itaat edilmesi gerektiğini söylüyor. Kur'ân-ı Kerim “Allah'a itaat edin ve Resûlüne itaat edin” buyurmaktadır. Eğer mesele tebliğî boyutla sınırlı olsaydı itaat etme ifadesinin kullanımı anlamsız olurdu. İtaat ancak emrin olduğu durumlar için geçerlidir. Emirlik ise Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetinin ikinci boyutuyla yani insanı yönetmek ve insan yaşamına İslam'ı tatbik etmekle bağlantılıdır. Buna ek olarak Kuran-ı Kerim'de geçen Mâide Sûresi'nin bu ayetinin bağlamına baktığımızda da sadece sevgiyi anlatmaya yönelik olmadığını görmekteyiz. Bu ayetten önce geçen “(Sana şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır.” (Mâide,49-50) ayeti konunun muhabbet yerine hüküm ile bağlantılı olduğunu göstermektedir.

 

“Ey iman edenler Yahudileri ve Hristiyanları veliler edinmeyin. Zira onlar birbirinin velileridirler (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları veli edinenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Mâide,51) ayetinde geçen “evliyae” lafzı “onları sevmeyin” anlamına gelmemektedir. Ben sevgi meselesinin bunda tesirinin olduğunu düşünemiyorum. Müslümanlar üzerine kâfire velayet hakkının verilmesi İslam toplumunu tahrip eder. Kâfirin velayeti Müslümanın üzerinde yönetici olarak atanması demektir.

 

Bu ayetlerden sonra Mâide Sûresi'nin 55. ayeti gelmektedir. Bundan sonra da bir diğer karine daha mevcuttur ki o da bundan sonra başka bir ayetin “Ey iman edenler” diye hitap etmesidir. Bundan şu anlaşılıyor: Biz Resûlullah'ı (s.a.a.) sizlere veli ve vali kıldık. Ümmetin vazifesi ise O'na itaat etmektir. “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulu'l-emre de itaat edin.(Nisâ, 59) Bütün bu deliller açık ve net bir şekilde bize Kur'ân-ı Kerim'de geçen velayet sözcüğünün Resûlullah'ın ikinci boyutunu ifade ettiğini göstermektedir. Konuyu uzatmayalım. Ben bu boyuta işaret eden ikinci bir kavramın olduğuna inanmaktayım. Bu kavram “imamet”tir.

 

Allah-u Teâlâ “Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara imam yapacağım, demişti.(Bakara, 124) buyurmaktadır. İmamet makamı, nübüvvet makamı mıdır? Allah-u Teâlâ bir peygamber ile konuşmaktadır. İmamet makamı önderlik ve uyulma makamı mıdır? Ulu'l-azm peygamberlerden birinin uyulma ve önderlik makamına sahip olmaması mantıklı mıdır? Peygamber olan kişi zaten bu vasfa sahiptir. Geriye ne kalıyor? İkinci boyut. İbrahim (a.s.) hayatının son dönemlerinde insanlara şeriatı açıklamakla yetinmemiş, onların yaşamlarına şeriatı tatbik etmekle de görevlendirilmiştir. Bu makam oldukça büyük bir makamdır. Bu makamının yüceliğinin delili İbrahim'in (a.s.) bu konuma ancak hayatının son dönemlerinde ulaşmış olmasıdır. İbrahim (a.s.) bu makamı “Zürriyetimden de” diyerek soyu için de talep etmiştir.

 

Sunucu: Bunun bir diğer delili de O'nun önceki makamlarıdır. 

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ayetin “Allah, Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu” bölümünün tefsirine girmek istemiyorum. Çünkü bu ayrı bir konudur.

 

Özetle saha ile ilgili bir kavram imamet kavramıdır.

 

Soru: Hilafet meselesi nerede geçmektedir?

 

El-cevap: Halife; imamet ve velayet makamlarına sahip olanın yerine geçen kimsedir.

 

Buna göre halife veya hilafet dediğimiz zaman Resûlullah'ın (s.a.a.) şahsiyetinin ikinci boyutunda yerine geçen kimseden bahsediyoruz.

 

“İlk makamının yerine kimse geçmemiştir” demek mi istiyorsunuz diye soracak olursanız “Hayır, aksine o makamda da yerine geçen bir kimse vardır” deriz. Ancak ilk makam dinî merciiyetle bağlantılıdır. Mütekellimlerin terminolojisinde geçen halife veya Allah Resûlü'nün halifesi sözcüğünden kastedilen ilk boyut yani dinî merciiyet değildir. Resûlullah'ın halifesi ifadesinden kastedilen O'nun ikinci boyutunu (velayeti) uygulamak için yerine geçen şahıs demektir. Gerçi Resûlullah (s.a.a.) bu velayeti bazen başkalarına da vermiştir. O “Benim sabit olduğum velayet makamına şu şu konularda falancayı geçiriyorum” demiştir.

 

Sunucu: Git mal topla gibi.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Resûlullah'ın velayeti ile bağlantılı olan bu yetkiyi mal toplamakla görevli olan kişi aksi takdirde nasıl elde edebilirdi? Kur'ân-ı Kerim “Resûl'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur” buyurmaktadır. Eğer bu velayet kâmil bir şekilde Allah-u Teâlâ'nın velayetinden kaynaklanmamış olsaydı Resûl'e itaatin Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek anlamına gelmesinin bir gerekçesi bulunmazdı. Bu da Resûlullah'ın (s.a.a.) her şeyde mutlak olarak masum oluşunun en önemli delillerinden biridir. Kur'ân-ı Kerim “Dinî işlerde O'na itaat edin ancak dünyevî işlerde etmeseniz de olur” demiyor. “Sizler dünyaya dair işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz” nazariyesini Kur'ân-ı Kerim kesinlikle reddetmektedir. “Allah'a itaat edin ve Resûl'e itaat edin” ayetinde herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Dünyevî olsun uhrevî olsun her şeyi kuşatmaktadır.

 

Resûlullah (s.a.a.) hata edecek olsa, unutsa ya da yanılsa O'nun bu yanılgı ve unutmasında itaat eden kimse Allah'a itaat etmiş olur mu? Elbette ki burada itaat gerçekleşmemiş, demektir. Çünkü burada bir hata söz konusudur. Allah-u Teâlâ da hatayı emretmez. Buna göre ümmetin içinde ümmetin maslahatını Resûlullah'tan daha iyi bilen ve dinin hükümlerinin tatbiki noktasında O'ndan daha dakik olan bir kimsenin bulunması mantıklı değildir. Böyle bir kişinin varlığını kabul etmek Resûlullah'a itaatin Allah'a itaat olmamasını gerektirir. Bir diğer ifadeyle ikinci halifeye itaat etmenin Allah-u Teâlâ'ya itaat etme anlamına geldiğini gösterir. Çünkü bu durumda ikinci halifeye itaat Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek anlamına gelir! Bu durumda da ayet şöyle olmuş olur: “Kim İkinci Halife'ye itaat ederse Allah-u Teâlâ'ya itaat etmiş olur.”

 

Bu esasa göre rivayetlerde geçen hilafet veya velayet sözcüklerinden muhabbet ve sevgiyi anlamamalıyız. Gerçi bazen velayet sözcüğünün muhabbet ve yardım anlamına geldiği de görülür.

 

Sunucu: Muhabbet ve yardım, velayetin gereklerindendir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette. Şu sonuca varıyoruz. Veli ve halife sözcükleri Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsiyetinin ikinci boyutuna işaret etmektedir. Gerçi bazen veli ve velayet kelimelerinden O'nun ilk boyutunun veya sevgi ve yardım anlamlarının kastedildiği de görülür. Ancak veli ve velayet lafızlarının Kur'ânî kullanımında ikinci boyut kastedilmektedir. Hilafet terimi ise ancak ikinci boyut hakkında kullanılır.

 

Sunucu: Halife teriminin hiçbir şekilde birinci boyutu ifade edecek bir anlama gelmediğini söyleyebilir miyiz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette! Elimizdeki verilerde hiçbir şekilde bu anlamda kullanılmamıştır. Gerçi Kur'ânî kullanımın ayrı bir yeri bulunmaktadır. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” Bundan dolayıdır ki günümüzde kullanılan terimsel-ıstılahî kullanımları Kur'ânî ıstılahlar karşısında belirleyici unsur yapmamalıyız, dedik. Yani bizler kelâm ilminde geçen halife lafzından Resûlullah'ın şahsiyetinin ikinci yönünü yani siyasî boyutunu anlamaktayız. Kur'ân-ı Kerim'de geçen halife sözcüğünden muradın ne olduğuna gelince ise bu ayrı bir konudur. Kur'ân ayetleri birbirini tefsir etmektedir. Bunun için de Kur'ân-ı Kerim'e müracaat etmemiz gerekiyor.

 

Sunucu: Konu ile ilgili bir problem kalmıştı. Perşembe Günü musibetinin yaşandığı olayda Hz. Peygamber'in (s.a.a.) “Beni bırakın. İçimde bulunduğum durum sizin beni kendisine davet ettiğiniz şeyden daha hayırlıdır” buyruğundaki muradı neydi?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Önceki programda bir kardeş bu konu hakkında soru sormuştu.

 

İbn Hacer el-Askalânî Fethü'l-Bârî adlı kitabında bu bölümden muradın ne olduğuna dair ihtimalleri saymaktadır. Bu olasılıklardan dördüncüsünde şöyle demektedir:

 

Aksi de muhtemeldir. Yani size işaret ettiğim vasiyeti yazmak sizin beni davet ettiğiniz vasiyetin yazılmamasından daha hayırlıdır. Ki açık olan da bu olasılıktır.[1]

 

Yani “Sizi davet ettiğim, sizin için vasiyet yazmam emin olunuz ki daha hayırlıdır” anlamına gelmektedir.

 

Sunucu: Dalalet karşılığında hidayet budur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bâtılın karşılığında hak budur.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak  

 

 



[1] İbn Hacer el-Askalani, Fethü'l-Bari Şerh-ü Sahihi'l-Buhari, c. 9, s. 594, Darü't-Taybe