Ayetullah Kemal Haydari: Perşembe Günü Faciası (Kırtas Hadisi) (5) (SON)

Ayetullah Kemal Haydari: Perşembe Günü Faciası (Kırtas Hadisi) (5) (SON)
İbn Hazm: Bundan dolayı Ömer konuşmaya başladı. Bu da yazının yazılması halinde ümmetin asla sapmayacağı şeklindeki hayrın önüne geçmesine neden oldu. Bu hadisin bizim açımızdan önemi hala devam etmektedir ve kalbimizde bir yaraya dönüşmüştür.

 

 

Sunucu: Es-selâmu aleyküm değerli izleyicilerimiz. Allah-u Teâlâ bu faziletli ayda tuttuğunuz oruçlarınızı ve gerçekleştirdiğiniz amellerinizi kabul eylesin. Qum Kevser Tv Stüdyolarından Seyyid Kemal el-Haydarî'ye hoş geldiniz diyoruz. Bu programda “Perşembe Günü Musibeti'' konusunun beşinci bölümünü ele alacağız. İnşallah bir sonraki programda başka bir konuya başlayacağız. İmam Nevevî: ‘‘Ömer'in bu mesele hakkındaki sözü kelâm ûleması tarafın­dan bilittifak onun faziletine ve derin anlayışına delil sayılmıştır.'' demektedir. Acaba bu iddia gerçekten doğru mudur?

 

Seyyid Kemal el-Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum.

 

Bir kez daha şu hakikate işaret edelim ki Allah Resûlü'nün ashabını bu olay ikiye bölmüştür. Şöyle ki bir bölümü Allah Resûlünün emrine tutunmanın vacipliğini gerekli görmüş ‘‘Getirin de yazsın'' demiş, diğer grup ise Allah Resûlü'nün ‘‘bundan sonra asla sapıtmayacaksınız'' dediği yazıyı yazdırma isteğini ısrarla engellemeye çalışmıştır.

 

Öncelikle Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) vefatından sonra gerçekleşen olayların birçoğunu doğru okumak istiyorsak ‘‘Perşembe Günü Musibeti'' gibi kökensel hadiselere çok dikkat etmeliyiz. Aksi takdirde söz konusu olayları doğru bir şekilde anlayamayız. Özellikle kalem erbabına, ehl-i ilime ve hakikat taliplerine bir çağrım var. Eğer bu meselelerin kökenlerine vâkıf olmak istiyorsanız… Tekrar tekrar vurgulamış olayım ki ister ilmî ister tarihsel isterse toplumsal olsun bu incelemelerimizde ve araştırmalarımızda bu meselelerin köklerine inmemiz, bu meselelerin köklerinin nereden başladığını öğrenmemiz gerekiyor. Bu vakıa günümüze kadar gerçekleşen bütün olayların anlaşılması noktasındaki en önemli ayrımlardandır. Müslümanlar arasındaki bu ihtilâf ve çekişmelerin en önemli nedenlerinden biri Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ömrünün son demlerinde gerçekleşen bu olaydır.

 

Öncelikle şuna işaret etmek istiyorum. Kimileri “h-c-r” kökünün çirkin bir anlama delâlet etmediğini söylemeye çalışmışlardır. Bu çaba yersizdir. Çünkü sözcüğün hem dilsel hem de terimsel anlamı olumsuz bir anlamı barındırmaktadır ve Resûlullah (s.a.a.) hakkında böyle bir ifadeyi kabul etmek mümkün değildir.

 

Önümüzde bu sahanın en önemli kaynaklarından Muhammed b. Yusuf'un (h. 942) Sübulü'l-Hüdâ adlı eseri var.

 

Yazar şöyle diyor: Kimileri hadiste geçen ifadeyi ‘‘e hecera'' şeklinde okurken kimileri de ‘e hucran' şeklinde okumuşlardır. Hücr, hastanın kelâmında yer alan hezeyan anlamına gelmektedir. Bu tür sözler insicamlı değildir. Yarar sağlamadığından dolayı bu tür sözlere değer verilmez. Hz. Peygamber'den böyle bir sözün sadır olması imkânsızdır.[i]

 

Hadiste ister ‘‘yehcuru'' şeklinde geçmiş olsun ister ‘‘e-hecera?'' (sayıklıyor mu?) şeklinde geçsin fark bulunmamaktadır.

 

Yazar nebilerin ve resûllerin efendisi, öncekilerin ve sonrakilerin en hayırlısı hakkında böyle bir ihtimalin bulunmadığını söylüyor.

 

Ancak yazar devamında şöyle der:

 

“E-hecera sözü'' soru kanalıyla anlaşılmalıdır. Yani anlamı inkâr ve iptal etmektir. Bu da Hz. Peygamber (s.a.a.) sayıklamaz, anlamına gelmektedir. Onlar Hz. Resûlullah'ın emrine tutunma noktasında ihtilâfa düşmemişler, O'nun bu yazıyı yazmasına karşı çıkmamışlardır.[ii]

 

Yani Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) huzurunda bulunan sahâbîler “e-hecera” derken “O sayıklamaz” demek istemişler. Eğer durum bu şekilde ise;

 

Ey üstad! Hz. Resûlullah (s.a.a.) neden hüzne gark oldu da “Kalkın yanımdan!”, dedi. Bu oldukça tuhaf bir yorum!

 

Ve ey üstad! Eğer durum dediğin gibi olsaydı sahâbe Allah Resûlü'nün emrini yerine getirmek için hemen koşuşturur, Hazret (s.a.a.) de onlar hakkında “Allah sizin mükâfatınızı versin” derdi.

 

Nevevî'nin Şerhü Sahih-i Müslim'ine bakalım: “Ömer'in bu mesele hakkındaki sözü kelâm ûleması tarafın­dan bilittifak onun faziletine ve derin anlayışına delil sayılmıştır.”[iii]

 

Lütfen ibareye dikkatlice bakınız. Bu ibareye daha önce de işaret etmiştim. Yazar ittifaktan bahsetmektedir. Bu bir iddiadır. Böyle bir ittifakın bulunduğunu görebilmemiz için araştırmamız gerekmektedir. Yazar keşke ittifak sözcüğü yerine “bu benim görüşümdür'' ve ‘‘ictihâdımdır'' filan deseydi.

 

Bu programda böyle bir ittifakın söz konusu olup olmadığını incelemeye çalışacağız. Konuyla ilgili hepsi de sahâbeyi savunma dürtüsüyle hareket eden dört beş bilgine ve onların açıklamalarına işaret edeceğim.

 

İlk kaynağımız İbn Teymiyye'nin Minhâcü's-Sünne adlı eseridir.

 

Yazar başını İkinci Halifenin çektiği, en azından onun da katıldığı bu olayı nasıl değerlendiriyor? İkinci Halifenin tutumunu ve tavrını onun bir fazileti ve bir menkıbesi olarak mı değerlendiriyor, yoksa hatasına mazeret bulmaya ve bir çıkış yolu aramaya mı çalışıyor? Bir diğer ifadeyle bu grubun tavırlarının büyük bir hatayı ve yanılgıyı barındırdığını gördüğünden telafi yoluna gitmeye çalışıyor.

 

O, olayı aktardıktan sonra şöyle der:

 

Ömer'in sözüne gelince ise o, Hz. Peygamber'in sözünün şiddetli hastalıktan kaynaklanan bir söz mü yoksa normal sözlerinden mi olduğunu tam olarak kestirememiştir.[iv]

 

Görüldüğü gibi yazar olayı bir menkıbe olarak aktarmıyor, mazeret üretmeye çalışıyor.

 

“Şiddetli hastalık” sözüyle kasıt hezeyandır. Çünkü buna göre Hz. Peygamber (s.a.a.) acıların tesiri altındadır ve hakkı batıla karıştırmıştır!

 

Yani Resûlullah'ın (s.a.a.) bütün sözleri vahiy mahsulü değildir. Bazı sözlerine hak olmayan şeyler de karışmış olabilir, demeye çalışıyor.

 

İbn Teymiyye açık ve net bir şekilde İkinci Halifenin Hz. Peygamber'in sözleri hakkında kuşkuya düştüğünü belirtiyor. Acaba Resûlullah (s.a.a.) bu sözleri aklî kuvveti yerindeyken mi söyledi yoksa ölüm döşeğinde bulunması yüzünden şiddetli acıların tesiri altında mı söylemişti?

 

Resûlullah'ın (s.a.a.) bu sözleri “O heva ve hevesinden konuşmaz. O'nun bildirdikleri vahiyden başka bir şey değildir” sözlerinin kapsamına girmektedir, şeklinde gelebilecek olası bir itiraza da şöyle cevap vermeye çalışıyor:

 

Hastalık, peygamberler için caizdir. Bundan dolayıdır ki İkinci Halife “Ne oluyor sayıklıyor mu yoksa?” demiş, bu konuda kuşkuya düşmüştür.[v]

 

Hastalık peygamberler için caizdir, cümlesi tam anlamıyla bir demagojidir. Bizler de peygamberlerin hastalanabileceğini kabul etmekteyiz. Ancak mesele peygamberlerin hastalığın tesirinde kalıp hak ile batılı birbirine karıştıracak ve hezeyanlar saçıp savuracak şekilde konuşmalarının caiz olup olmaması meselesidir. İbn Teymiyye'nin demagojisini görebiliyor musunuz? Konu hezeyan olduğu halde konuyu peygamberlerin hastalığına nasıl da dönüştürüyor? Minhâcü's-Sünne bu tür demagojilerle doludur. Hastalıktan nasıl da hezeyana geçtiğine bakınız!

 

Mantık bilginlerinin dediği gibi ikinci öncülü ortadan kaldırıyor ve hastalıktan acıların tesiri altında konuşmaya ve hezeyanlar saçıp savurmaya geçiyor.

 

Bu pasaj İkinci Halifeyi savunmaya çalışan bir kimsenin açık ifadesidir. Vehhâbî bilginlerin imamlarından ve Ümeyyeci din anlayışının temsilcilerinden birisi, İkinci Halifenin Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) aklî kuvvetlerine sahip bir haldeyken mi yoksa bu kuvvetlerden yoksun bir şekilde mi konuştuğu hakkında kuşkuya düştüğünü açıkça belirtiyor.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Bu konuda kuşkuya düştü. O'nun sayıkladığına tam kanaat getirmedi. Ömer'in bu konuda kuşkuya düşmesi caizdir. Çünkü biz sadece Allah Resûlü'nün masum olduğuna inanmaktayız. Özellikle de Ömer'i kuşkuya düşüren şey Allah Resûlü'nün hastalığıydı. Hz. Peygamber (s.a.a.) hasta idi. Ömer Allah Resûlü'nün bu sözlerinin hastalığın vermiş olduğu acıdan mı yoksa itaat edilmesi vacip olan sözlerinden mi olduğunu tam olarak kestiremedi.[vi]

 

İleride de okuyacağımız gibi Allah Resûlü'nün sayıkladığına kesin kanaat getiren kimse dinden çıkmaktadır. Bu konuda kuşkuya düşmek sıkıntılıdır. Hatta Allah Resûlü'nün sayıkladığını söylemek olanaksızdır. Nerede kaldı ki O'na böyle bir lekenin isabet ettiğine kesin kanaat getirmek mümkün olsun!

 

Yazar şöyle demeye çalışıyor: Allah Resûlü'nün (s.a.a.) büyük sahâbîlerinden birisi neden kuşkuya düşüyor diye itiraz edecek olursan ben derim ki; biz Ömer'in masum olduğuna inanmıyoruz ve bu da Ömer'in yanıldığı yerlerden biridir.

 

Meseleyi nasıl ele aldığına bir bakınız. Dolayısıyla bu mesele Ömer'in derin anlayışına ve faziletine değil hata ettiğine delâlet etmektedir.

 

İkinci kaynağımız İbn Hazm'ın el-İhkâm adlı eseri.

 

Eserde iki yerde meseleye değinilir. Ben pasaja not düşmeksizin sadece okumakla yetineceğim.

 

Yazar rivayeti naklettikten sonra şöyle der:

 

Orada bulunanların bir bölümü Hz. Peygamber (s.a.a.) hakkında “Durumu nedir? Sayıklıyor mu?” dediler.

 

Ebu Muhammed dedi ki: Bu tutum, insanların dikkat etmesi gereken âlimin zellesi (ayak kayması/hata/kusur) kapsamına girmektedir. İlm-i ezelide ümmet arasında ihtilâf çıkacağı, bir grubun sapacağı bir grubun ise hidayete ereceği mevcut idi. Bundan dolayı Ömer konuşmaya başladı. Bu da yazının yazılması halinde ümmetin asla sapmayacağı şeklindeki hayrın önüne geçmesine neden oldu. Bu hadisin bizim açımızdan önemi hala devam etmektedir ve kalbimizde bir yaraya dönüşmüştür.[vii]

 

Görüldüğü gibi İbn Hazm meseleyi bir fazilet olarak değil bir zelle olarak alıyor. Allah aşkına bu meselenin Ömer'in faziletlerinden olduğuna dair ulemanın ittifakı hani nerede!

 

İlm-i ilahi meselesine gelince, Allah'ın Resûlü ilm-i ilahideki şeyi bilmiyor muydu ki böyle bir sözü söyleme cüretinde bulunuyordu? İbn Hazm'ın Ömer'in konuşmasına getirdiği bahane, kaza ve kaderin tahakkuk etmesidir.

 

Anlayamıyorum eğer Ömer'in konuşması takdir-i ilahi idiyse birçok hayrın önüne nasıl geçti?

 

Bu açıklamalara rağmen İmam Nevevî, Ömer'in tavrını bir fazilet, derin kavrayış ve bir menkıbe, İbn Useymin ise geleceği görebilme olarak takdim etmektedir.

 

İkinci yer: Yazar rivayeti aktardıktan sonra şöyle der:

 

Cahillerin bir kısmı da Allah Resûlü'nün mezkûr hadisine ayet-i kerime ile itiraz ettiler. Ömer'in fiilini doğru göstermeye çalıştılar.

 

Ebu Muhammed der ki: Bu iki gruptan gelen iki itiraz Müslümanların itirazından daha çok küfür ve ilhad ehlinin itirazına benzemektedir. Hakiki bir imana sahip olan bir Müslümanın böyle bir itirazda bulunması bize göre uzak bir ihtimaldir. İkinci grup Allah Resûlü'nü aslında cahillikle itham etmektedir… Resûlullah'ın yazmak istediği yazı hususunda yanıldığını yahut sözlerinin diline dolaştığının ya da Ömer'in sözünün Allah Resûlü'nün sözünden daha doğru olduğunu iddia etmektedir! Her halükârda bu iki söz düpedüz küfürdür.[viii]

 

Görüldüğü gibi İbn Hazm bu itiraz edenleri ehl-i ilim değil, cahil kimseler olarak nitelendirmektedir. Yazar iki tane itiraz belirtti. İkinci itirazda bulunanları cahiller diye nitelendirdi.

 

Yazar ikinci sözü Müslüman bir ferdin ileri süremeyeceği bir itiraz olarak nitelendirmektedir. Çünkü ayet-i kerime şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (Ahzâb / 36)

 

Yazar bu grubu küfürle itham etmek istemiyor. Ancak bu amel Allah Resûlüne iman etmeyenlerin amelidir, diyor.

 

Bunlar Hz. Resûlullah'ı (s.a.a.) cahilce bir davranış ortaya koymakla itham ettiklerinin farkında değiller. Sözlerinin Resûlullah'ın (s.a.a.) “Benden sonra asla sapmamanız için…” şeklindeki ifadesinde de yanıldığı anlamına geldiğinin bilincinde değiller.

 

Biz önceki programlarda bu meseleyi ele alırken bu grubun davranışının “nas karşısında ictihâd” kategorisinde olduğunu belirterek hafif ve ölçülü ifadeler kullanmıştık. Ancak İbn Hazm bunlara acımıyor ve sözlerinin Allah Resûlü'nün cahillikle ithamı ve yalanlama anlamı taşıdığını belirtiyor.

 

Üçüncü kaynağımız İmam Şatıbî'nin el-İtisam adlı eseridir. Yazar hadisi naklettikten sonra şöyle diyor:

 

Allah-u Teâlâ O'na vahyettiği şeyi biliyordu. Ancak ümmet O'nun buyruğunun dışına çıktı ve “(Fakat) onlar ihtilâfa düşmeye devam edecekler.”(Hûd / 118) buyruğunun kapsamına girdiler.[ix]

 

Yani Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Bana kalem kâğıt getirin de sizlere bundan sonra asla sapmamanız için bir yazı yazayım” şeklindeki sözleri vahiy idi.

 

İmam Şatıbî el-Muvâfakât adlı eserinde de bu türden ifadeler kullanır.[x]

 

Bu meseleye işaret edenlerden birisi de İbn Kesir'dir. O el-Bidâye ve'n-Nihâye adlı eserinde konunun sonunda şöyle der:

 

Eğer rivayetler sahih ise bu sözü söyleyen yanılmıştır. Bu sözü söyleyen tahkik etmeksizin söylemiştir. Hatta gördüğü şeylerin dehşetinden ve şaşkınlığından böyle sözler sarf etmiştir.[xi]

 

Yani “e-hecera?'' sözünü söyleyen yanılmıştır. Ancak kendisi bu sözü kimin söylediğine işaret etmez. Bu da diğer bir yorum.

 

Buraya kadar yapılan alıntılarla İmam Nevevî'nin halifenin derin anlayışına ve kavrayışına ilişkin tespitinin doğru olmadığını gördük. Bu konuda ittifak değil ihtilâf bulunmaktadır.

 

Sunucu: Seyyidim, sizler Hz. Peygamber'in “Benden sonra asla sapmamanız için…” şeklindeki sözlerle nitelendirdiği ve yazmak istediği yazıda kuşku oluşturulduğunu belirtiyorsunuz. Acaba bu konuda size uygun görüş belirten var mıdır?

 

Seyyid Kemal el-Haydarî: Bizler önceki programlarda Ehl-i Sünnet'in ileri sürdüğü mazeretlerin en önemlilerinden birinin şu olduğunu belirtmiştik: Eğer bu yazı kesin yazılması gereken yazılardan idi ise Resûlullah (s.a.a.) bu görevden niçin el çekmiştir?

 

El-cevap: Allah Resûlü bir gayeyi gerçekleştirmek istiyordu. Kuşku oluştuktan ve itirazlardan sonra böyle bir yazının önemi kalır mı ve bu mektup bir değer ifade eder mi? Bu yazı sadece itibardan düşmekle kalmaz, bu yazıyı yazan kimseye yönelik de eleştiriler ileri sürülür. Acaba bu kuşkunun Allah Resûlü'nün yazmaktan vazgeçmesinin nedeni olduğunu belirten bilginler var mıdır?

 

El-cevap: Evet. Özellikle de Şeyh İbn Teymiyye'ye bağlı olanlara sesleniyorum.

 

Şeyh İbn Teymiyye Minhâcü's-Sünne adlı eserinde şöyle der:

 

Hz. Peygamber Aişe'ye bahsettiği yazıyı yazmayı kesin bir şekilde istiyordu. Ancak kuşku oluştuğunu görünce bu yazacağı yazının şüpheleri ortadan kaldıramayacağını ve hiçbir faydasının olmayacağını gördü.[xii]

 

Buna göre ister ümmetin sapmamasına ilişkin olsun ister Ebu Bekir'in halifeliğine ilişkin olsun Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) yazıyı yazmaktan vazgeçmesinin nedeni… Neticede Hz. Resûlullah (s.a.a.) o mecliste bu yazıyı yazmaktan vazgeçmişti. Bunca itiraz ve ithamdan sonra Resûlullah'ın yazmaktan vazgeçmesinin nedeni yararının olmamasıdır. Eğer yazdırsaydı dahi böyle bir yazı artık itibar görmeyecekti.

 

Esasında Resûlullah'ın (s.a.a.) bu yazıyı yazmaktan vazgeçmesinin nedeni, bu yazının yazılmasından önceki söz konusu şüphenin bertaraf edilmesinin gerekliliğidir. Yani daha açık bir ifadeyle söyleyelim, Peygamber bu işin olumsuz eserlerini görmeye başlamıştı. Resûlullah (s.a.a.) yararlar içeren bu yazıyı yazmak istiyordu. Bu yararlar ise şüphelerin gerçekleşmemesine bağlıydı. Ancak ortaya başka garazlar çıkmış ve Allah Resûlü'nün aklî kuvvetlerinin yerinde olmadığı şüphesi zihinlerde oluşmuştu. Risâletin aslına yönelik bir tehdit söz konusu idi. Dolayısıyla bu musibet yazının yazılması musibetinden daha büyük idi. İlmî bir ifadeyle söyleyecek olursak, yazının içereceği yarar ile risâletin aslına yönelik gerçekleşecek musibet arasında kalan Hz. Resûlullah (s.a.a) musibetin bu yararlardan daha büyük olduğunu gördü.

 

Eğer bu mektubu yazmak vacip olmuş olsaydı Resûlullah (s.a.a.) yazardı, diyerek itiraz edenlerin itirazlarının sağlıklı olmadığı görülüyor. Nitekim Şatıbî ve diğerleri bu yazının yazılmasının vahiy ürünü olduğunu ve Allah-u Teâlâ'nın vahyi olarak değerlendirmişlerdir.

 

Sunucu: Acaba ele almış olduğumuz bu konu ve bu tutum bir istisna mıdır? Yani Resûlullah'a (s.a.a.) karşı böyle tavır takınmanın yegâne örneği bu mudur? Yoksa bunun dışında başka örnekler de bulunmakta mıdır? Bir diğer ifadeyle bu bir kayma ve zelle midir yoksa artık seciye ve karakter halini mi almıştır?

 

Seyyid Kemal el-Haydarî: Nitekim bunlar İkinci Halifenin bu tavrı için zelle demektedirler. Hatta Allah Resûlü'nün başına gelen şeyden dolayı dehşete ve hayrete düştü de ayağı kaydı dediler. İkinci Halifenin bu tutumu Allah-u Teâlâ'nın şerrinden koruduğu bir kayma mıdır yoksa artık böyle bir tutum onda seciye halini mi almıştır?

 

Aslında bu bağlamda ele alınabilecek birçok konu bulunmaktadır ve birçok örnek getirilebilir. Fakat biz sadece bir tanesine değineceğiz. Bu olay sahih isnat zincirine sahip olup Sahihü Müslim'de geçmektedir.

 

Rivayet oldukça uzundur.

 

Rivayet şöyledir:

 

Müslim der ki: …Bana Ebu Kesir rivayet etti. Dedi ki: Bana Ebu Hureyre şöyle rivayet etti:

 

Bir cemaatin içinde Resûlullah'ın (s.a.a.) et­rafında oturuyorduk. Yanımızda Ebu Bekir ile Ömer de vardı. Derken Resûlullah (s.a.a.) aramızdan kalktı gitti ve yanımıza dönmesi biraz gecikti. Biz kendisine bir kötülük yapılmasından korkarak endişeye düştük. Ve hemen kalktık… İlk telaşa kapılan ben idim. Ben derhal tilkinin büzüldüğü gibi büzülerek Resûlullah'ın (s.a.a.) yanına giriverdim…

 

Resûlullah (s.a.a.) “Ey Ebu Hureyre!” dedi ve bana ayakkabılarını vererek “Şu ayakkabılarımı götür. Bu bahçenin arkasında kalbi yüzde yüz inanarak ‘Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur' diye şehâdet getiren her kime rast gelirsen onu hemen cennetle müjdele” buyurdular.

 

İlk rastladığım Ömer oldu. (Bana) “Bu ayakkabılar nedir ey Ebu Hureyre?” dedi.

 

“Bunlar Resûlullah'ın ayakkabılarıdır. Beni bunlarla gönderdi ki kalbi yüzde yüz inanarak ‘Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur' diye şehâdet getiren kime rastlarsam onu cennetle müj­deleyeyim' dedim. Bunun üzerine Ömer eliyle iki mememin arasına vurdu. Ben de oturağımın üstüne düştüm.

 

Ömer: “Geri dön ey Ebu Hureyre” dedi. Ben de Resûlullah'ın (s.a.a.) yanına döndüm. Ama nerde ise ağlamak üzere idim. Ömer beni takip etmiş. Bir de baktım arkamdan geliyor. Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Ne oldu sana ey Ebu Hureyre?” dedi.

 

Ömer'e rastladım. Benimle gönderdiğin haberi kendisine söyledim. Bunun üzerine Ömer iki mememin arasına öyle bir vurdu ki…

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Ey Ömer! Bu yaptığına seni sevk eden nedir?” dedi.

 

Ömer, “Ey Allah'ın Resûlü! Annem babam sana feda olsun! Sen, kalbi yüzde yüz inanmış olarak Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur diye şehâdet getiren kime rastlarsa onu cennetle müjdeleyesin diye Ebu Hureyre'yi ayakkabılarınla gönderdin mi?” dedi.

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Evet” buyurdular.

 

Ömer “Böyle yapma! Zira korkarım insanlar buna güvenip kalırlar. Bundan dolayı amel etmeyi bırakırlar” dedi. Hz. Resûlullah (s.a.a.) de “Öyle ise bırak şunları” buyurdular.

 

 “Telaşa düştük ve hemen kalktık...”  [xiii]

 

Hadisin aktarmadığımız bölümünde Ebu Hureyre mealen Allah Resûlü'nün arkasından gittiğini ve O'nu bir bahçeye girerken gördüğünü, arkasından O'nu takip ettiğini söylüyor.

 

Hadisin içeriğine ilişkin değerlendirmeleri şu anda göz ardı ediyoruz. Ben sadece şu anda Sahih-i Müslim'de geçen rivayeti okuyorum. Resûlullah'ın (s.a.a.) Ebu Hureyre'yi görünce neden ayakkabılarını verdiğini şu an sorgulamıyoruz. Bu müjde ile Resûlullah'ın ayakkabıları arasında nasıl bir bağ var, geçiyoruz bütün bunları.

 

“Öyle bir vurdu ki…”den sonrasını edebim elvermediği için değerli izleyicilere aktarmak istemiyorum. İzleyiciler o kelimeyi görmek için adrese başvurabilirler.

 

Resûlullah (s.a.a.) Ömer'e “Ebu Hureyre'ye bu haberi yaymasını ben söyledim. Niçin ona engel olmaya çalışıyorsun?” dedi.

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) bir emir veriyor, bu emre Halife Ömer engel olmaya çalışıyor.

 

Ömer'in “Böyle yapma!” sözlerine bir bakınız lütfen. Bu kelime yer ve göklerden daha ağırdır. Öncekilerin ve sonrakilerin Seyyidine, nebilerin ve resûllerin en büyüğüne dediği lafa bakın!

 

“Ey Allah'ın Resûlü! Bu sözlerinizde bir maslahat mı buldunuz?” “Ey Allah'ın Resûlü! İnsanların amel etmeleri gerekir” demiyor da “Böyle yapma” diyor. Allah Resûlüne emir ve nehiyde bulunuyor.

 

Değerli izleyiciler, ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Bir şahıs Allah Resûlü'nün karşısına geçiyor ve bunu yapma, diyor.

 

Resûlullah (s.a.a.) insanların böyle bir müjdeye dayanıp da amel etmeyecekleri gerçeğinin farkına varmıyor, ancak Ömer farkına varıyor!

 

İşte varmak istediğimiz asıl nokta da budur. Defalarca belirttik. Bunlara göre İkinci Halife veya sahabenin saygınlığının korunması için Allah Resûlüne ta´n edilmesinde sakınca yoktur!

 

Hadisin “Hz. Resûlullah da ‘Öyle ise bırak şunları' buyurdular.” bölümüne ilişkin de bir not düşmek istiyoruz. Allah Resûlü, Ömer'e sanki dediğin gibidir, senin görüşün daha doğrudur, ben yanıldım, sen haklısın demiş gibi bir tablo ortaya çıkıyor.

 

Demek ki “Perşembe Günü Musibeti''ndeki tavır sadece bir olayla sınırlı değil. Bir metot ve seciye olarak karşımıza çıkıyor.

 

Öyle bir tavır ki Müslümanlar içinde Allah Resûlü'nü ikinci veya üçüncü konumdaki bir şahsa düşürüyor.

 

Âlimler bu hadis çerçevesinde ne diyorlar, gibi bir soru gelebilir.

 

Binlerce defa söyleyebilirim, bu hadisin Ümeyyeci din anlayışının uydurmalarından olduğu noktasında herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Aziz dostlarım! Bu ortamı onlara hazırlayanlar aslında Allah Resûlü'nün sünnetinin yazılmasına engel olanlardır. Çünkü bunların “Allah'ın Kitabı bize yeter” demeleri yüzünden Sünnet-i Seniyye yazılmadı. Bundan sonra da herkes Allah Resûlü'nden hadis nakletti. Bu ortamda uydurma hadisler çoğaldı. İstinad nazariyesi yayıldı. Çünkü Allah Resûlü'nün hadisleri bulunmuyordu. Hadisler bulunmayınca insanlar ne yapacaklar? Bu ve benzeri hadiseleri doğru bir şekilde kavrayamayan kimse Sadr-ı İslam'dan günümüze kadar yaşanan olayları doğru bir mantıkla kavrayamaz.

 

Peki şimdi bunlar yukarıda geçen bu Müslim hadisi hakkında ne diyorlar? Bu hadiste İkinci Halifeyi dehşete ve hayrete düşüren ve dengesini sarsan bir atmosfer de yoktur. Hadiste bir şüphe yoktur. Ama o Allah Resûlü'ne gelerek “Ey Allah'ın Resûlü! Bunu sen mi söyledin?” diye soruyor. Allah Resûlü (s.a.a.) de “Evet, ben söyledim” diyor.

 

Bu sözlerin Allah Resûlü'ne ait olduğunu öğrenince daha edepli bir ibare kullanabilir “Ey Allah'ın Resûlü! Bundaki maslahat nedir veya bunun hikmeti nedir?” diye sorabilirdi. Ancak edepli bir dil kullanma yerine “Böyle yapma!” diye emrivaki bir dil kullanıyor. Acaba Hâtemü'r-Risâlet makâmına takınacağımız, Kur'an'ın bize öğrettiği tavır ve edep bu mudur? Kur'ân-ı Kerim Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. (Hucurât / 2) buyuruyor. Seslerinizi yükseltmeyin, diyor. Sizler ise Allah Resûlü'ne karşı “yap” veya “yapma” gibi ifadeler kullanıyorsunuz. Kur'ân-ı Kerim “tam teslimiyet gösterin” diyor. Bu tavır Allah Resûlü'ne tam teslimiyet anlamına geliyor mu peki! ‘Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (Ahzâb/36) Bu tavır bununla uyuşuyor mu?

 

Bakınız âlimler İkinci Halifenin bu fiili için nasıl tevcihlerde bulunuyorlar!

 

İbnü'l-Cevzî, Keşfü'l-Müşkil adlı eserinde şöyle der:

 

Ömer “Böyle yapma! Zira korkarım insanlar buna güvenip kalırlar. Bundan dolayı bırak şunları amel etsinler” dedi. Hz. Resûlullah da “Öyle ise bırak şunları” buyurdular.

 

Bu hadis Allah Resûlünün kişisel görüşüyle konuştuğuna delâlet etmektedir. Eğer bu vahiy olsaydı Ömer'in sözü nedeniyle ilahi emri terk etmezdi.[xiv]

 

İşte asıl felaket de budur. Yani Resûlullah'tan (s.a.a.) sadır olan her şey vahiy değildir, anlamına gelmektedir. Bunlar O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm / 3-4) Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun.” (Haşr / 7) ve “Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun” (Âl-i İmrân / 31) buyruklarını unutmuş gibiler.

 

Resûlullah'ın sözlerine, eylemlerine ve takrirlerine mutlak surette uymak gerekiyor. Ancak bu adam İkinci Halife'nin saygınlığını korumak için Allah Resûlüne ta´n ediyor.

 

Konuyla ilgili Allame Useymin'in sözlerini de aktarmak istiyorum. Yazar çağdaş Vehhabiliğin imamlarındandır. Yukarıda geçen hadisi aktardıktan sonra hadise öyle bir not düşer ki tam bir felaket! Şöyle diyor:

 

Bazı şeyler büyüklere gizli kalabilir. Çünkü Hz. Peygamber kendi kişisel görüşünü terk ederek Ömer'in görüşüne döndü ve şöyle dedi: “Öyle ise bırak şunları!”[xv]

 

Yani hakikat ve maslahat Allah Resûlü'ne gizli kalmış ve bu maslahatı Ömer görebilmiş! Dolayısıyla bu tavır iki üç taneyle sınırlı değil ki Ömer dehşete ve hayrete düştü de şaştı diyelim. Resûlullah'ın bazen yanılan ve bazen de isabet eden sıradan bir beşer gibi olduğuna inanan bir eğilim var ortada. Öyle bir Resûl ki bazen vahiy kaynaklı sözler söylüyor, bazen de kişisel görüşüyle hareket ediyor! Madem öyle niçin her şeyde O'na itaat etmemiz gereksin ki?

 

Sunucu: Suudî Arabistan'dan Ebu Ali kardeş hatta, buyurun.

 

Ebu Ali: Es-selâmu aleyküm. Saygıdeğer Seyyidim, son dönemlerde televizyon kanallarına çıkan bazı kimselerin şöyle bir iddiaları var. Allah Resûlü'nün biri beşerî diğeri de risâlet ile ilgili olmak üzere iki boyutu bulunmaktadır. İnsanî boyutta O da bir insandır. Yanılır ve hata eder. Ama risâlet boyutunda O kâmil bir şahsiyettir. Vahiy almaktadır ve aldığı vahiyde yanılmaz. Bu düşünceye ilişkin değerlendirmeleriniz nelerdir?

 

Sunucu: Suudî Arabistan'dan Muhammed kardeş hatta, buyurunuz.

 

Muhammed: Es-selâmu aleyküm. Şöyle bir sorum var. O esnada Allah Resûlünün çevresinde bulunanların tümü Ehl-i Beyt'ten idi. Ömer, Ehl-i Beyt'in yani Peygamber ailesinin ihtilâf ettiğini söylemektedir. Resûlullah (s.a.a.) hastalanmadan önce Maide Suresinin 3. ayet-i kerimesi nazil olmuştu.

 

Sunucu: Finlandiya'dan Ümm-ü Ali Hanım hatta, buyurun.

 

Ümm-ü Ali: Es-selâmu aleyküm. Akideyle daha doğrusu sahabenin adaleti nazariyesiyle ilgili bir sorum var. Ehl-i Sünnet'in ileri gelenleri –avam halk değil- Ömer'in ve beraberindekilerin hata ettiklerini itiraf etmektedirler. Bundan dolayıdır ki biz Ehl-i Sünnet'in ileri gelenlerine Resûlullah (s.a.a.) ile ilgili olan bu ve benzeri meseleleri sorduğumuzda sağa sola kıvırdıklarını görürüz. Özellikle de “yehcuru”, sayıklıyor kelimesi hakkında…

 

Sorum şu: Neden acaba Halife yanıldı veya sahabe hata etti, sözü sizlere ağır geliyor da Allah Resûlü (s.a.a.) sayıklıyor sözü ağır gelmiyor? Hem de Kur'ân-ı Kerim O'nun hakkında “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir.” buyurmuşken. Bu soruyu insaf sahibi tüm Sünnilere soruyorum. Sahabenin hata ettiğine ilişkin hiçbir şey duymak istemiyoruz ve bize ağır geliyor. Ancak yüce ahlak sahibi Allah Resûlü hakkındaki “O sayıklıyor'' sözünden rahatsız olmuyoruz!

 

Sunucu: Seyyidim sorulara geçelim.

 

İlk soru: Hz. Resûlullah'ın biri beşerî diğeri de risalet ile ilgili olmak üzere iki boyutunun olduğu… Beşerî boyutunda Allah Resûlü hata eder, bazen yanılır bazen de isabet eder.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bilemiyorum. Bizler Allah Resûlü'nün iki boyutunun olduğunu Kur'ân'dan çıkartabiliyoruz. “İnnema ene beşerun mislükum” (sizin gibi bir beşerim) beşerî boyutuna, “yuha ileyye” (bana vahyolunuyor) ise risâlet ile ilgili boyutuna işaret etmektedir.

 

İnsanın beşer olması halinde hata yapmasının gerekliliğine nereden vardınız peki? Beşeriyetin sabit olması halinde hata etmesinin zorunluluğunu nereden çıkardınız? Esasında bizler Hz. Resûl-u Azam'ın (s.a.a.) insan-ı kâmil olduğuna, hatta varlıkların en kâmili olduğuna inanmaktayız. O, bütün nebilerden de, resûller ve melek-i mukarreblerden de daha faziletlidir. Durum böyle olduğuna göre O'nun beşerî boyutta hata yapmasının zorunluluğuna nereden vardınız? Bu mukaddime herhangi bir delili bulunmayan batıl bir mukaddimedir. Dahası Kurânî delillerle ve aklî delillerle çatışmaktadır.

 

Uzatmadan söyleyelim. Kur'ân-ı Kerim kâmil bir kitaptır ve noksanlık bulunmamaktadır.

 

Soru: Bu Kur'an dışsal olarak tatbik kabiliyetine sahip midir değil midir?

 

Eğer Resûlullah'a (s.a.a.) varıncaya kadar hiçbir kimsenin tatbik edemeyeceğini ve dolayısıyla tatbik kabiliyetine sahip olmadığını söylüyorsanız bu durumda Kitab-ı Kerim abes bir kitap olmuş olur. Çünkü tatbik edilemeyecek bir kitap gönderilmiştir, demektir. Öyleyse bu Kitab'ın tatbik edilebilir bir yapıda olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu durumda kim tatbik etmiştir, sorusu ortaya çıkıyor ki bunun da cevabı Hz. Resûlullah'tır (s.a.a.). Resûlullah (s.a.a.) Kur'ân-ı Kerim'in dışsal-tahakkuk etmiş-reel nüshasıdır. Dolayısıyla Allah Resûlü'nde ne hata vardır ne yanılma ne de nisyan. Özetle beşeriyet ile hata işleme zorunluluğu arasında bir gereklilik bulunmamaktadır.

 

Sunucu: Beşeriyet başka şeylerde kendisini gösterir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yeme içme gibi. Hz. Resûlullah (s.a.a.) beşer olmamış olsaydı örnek de olamazdı.

 

Sunucu: Suudî Arabistan'dan arayan kardeş diyor ki rivayette ihtilafa düşenlerin Ehl-i Beyt olduğu geçiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî:  Ehl-i Beyt tabirinden muradın İmam Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fâtıma (a.s.) oluşu sabit değildir. İlk olarak kadınlar bu mecliste değildi. Dolayısıyla Hz. Fatıma kendiliğinden düşüyor. İkinci olarak İmam Hasan ve İmam Hüseyin henüz yedi sekiz yaşlarındaydı. Geriye Ali b. Ebu Tâlib kalıyor. Önceki programda da söylediğimiz gibi Hz. Ali'nin (a.s.) bu mecliste olduğu sabit değildir. Gerçi o mecliste yer aldığını söyleyen bir rivayet varsa da o da sened açısından zayıftır.

 

Ehl-i Beyt'ten kasıt o anda o mecliste bulunan ev halkıdır.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyidim sizlere teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz değerli izleyicilerimiz. Es-selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[i] Muhammed İbn Yusuf es-Salihî eş-Şamî, Sübülü'l-Hüda ve'r-Reşad fi Sireti Hayri'l-İbad, c. 12, s. 249, Tahkik ve Talik: Şeyh Adil Ahmed, Şeyh Ali Muhammed Muavvaz, Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye.

[ii] Age, agy.

[iii] Muhyiddin en-Nevevî, Şerhü Sahihi Müslim, c. 11, s. 92.

[iv] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye, c. 3, s. 553, Tahkik: Muhammed Reşad Salim, Darü'l-Fazile ve Müessesetü'r-Reyyan.

[v] Age, agy.

[vi] Age, agy.

[vii] Hafız Muhammed İbn Ali İbn Hazm el-Endülüsî, el-İhkâm fi Usuli'l-Ahkâm, c. 7, s. 122-123, Edisyon: Ahmed Muhammed Şakir, Mektebetü'l-İmam Buharî, 1429, 1. Baskı.

[viii] Age, agy.

[ix] İmam Şatıbî, el-İtisam, c. 3, Ebu Ubeyde Âl-ı Selman, Mektebetü't-Tevhid.

[x] el-Muvâfakât, c. 5, Darü İbni'l-Kayyım ve Darü İbn Affan.

[xi] İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Tahkik: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, c. 8, Darü Alemi'l-Kütüb.

[xii] Minhâcü's-Sünne, c. 3, s. 533.

[xiii] Sahihü Müslim, c. 1, s. 68, Kitabü'l-İman, Tevhid Üzere Ölen Kimsenin Kati Olarak Cennete Gireceğine Delil Bâbı, Tahkik: Müslim İbn Mahmud Osman es-Selefî el-Eserî, Darü'l-Hayr.

[xiv] İmam Ebü'l-Ferec Abdurrahman İbnü'l-Cevzî (h. 597), Keşfü'l-Müşkil min Hadisi's-Sahiheyn, c. 3, s. 315, Tahkik: Ali Hüseyin el-Bevvab, Darü'l-Vatan.

[xv] Muhammed İbn Salih el-Useymin, et-Talik alâ Sahihi Müslim, c. 1, s. 187, Mektebetü'r-Rüşd.