Ayetullah Kemal Haydari: Perşembe Günü Faciası (Kırtas Hadisi) (1)

Ayetullah Kemal Haydari: Perşembe Günü Faciası (Kırtas Hadisi) (1)
Allah aşkına Resûlullah (s.a.a.) hayatta iken ve hem de O’nun huzurunda ihtilâfa düşüyorlarsa, O’nun vefatından sonrasını varın siz düşünün! Bu konu basit bir mesele değildir. Bu mesele ümmetin geleceği ile alakalıdır.

 

 

 

Sunucu: Değerli izleyiciler Mutarahatün fi'l-Akide adlı programının yeni bir bölümünde sizleri Allah'ın selamıyla selamlıyoruz. Es-selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Allah-u Teâlâ bu faziletli Ramazan ayında tuttuğunuz oruçları kabul eylesin. Bu programdan itibaren Perşembe Günü Musibetini ele alacağız. Bugünde gerçekleşen olayların niteliğini belirten bu ifade Sahihü'l-Buharî'den alınmıştır. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyorum. Seyyidim önceki programın özetini sunabilir miyiz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahmân ve Rahim olan Adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salât ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun. Öncelikle şunu belirtmek istiyorum.

 

Ara ara şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: Neden fitne, ayrışma ve Müslümanlar arasında kinin oluşmasına neden olan bu tür konuları ele alıyorsunuz?

 

Bu soruya cevap olarak şöyle diyoruz: Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra İslam'ın erken dönemlerinde gerçekleşen bu olayları iki şekilde okumak mümkündür.

 

İlk okuma; olumsuz okuyuş. Tarihi ve bu olayları ele alıp okuyan ve inceleyen insanın amacı Müslümanların arasına öfke ve kin tohumlarını ekmektir. Bu türden okumada hedeflenen şey Müslümanların arasında tefrikaya neden olmak, düşmanlığı ve kini yaymaktır. Müslümanların birbirlerini tekfir etmelerine neden olacak ortamları oluşturmaktır. Değerli izleyiciler tarafından açıkça bilindiğinden bu okuyuşun örneklerine işaret etmek istemiyorum.

 

İkinci okuyuş: Bu gruptakiler şöyle bir noktadan hareket etmektedirler. Bizler öncelikle bütün Müslümanların bir arada yaşamaları gerektiğine inanmaktayız. Bu onların kaderidir. Bir arada yaşama meselesi ihtiyarî bir mesele değildir ve zorunluluk arz etmektedir. Mezheplerin birlikte yaşamaları İslam Ümmetinin kaderidir. Hatta bunun daha da genişletilmesi gerektiği görüşündeyiz. Modern devlet telakkileri ışığında düşünecek olursak Müslüman bir birey gayr-ı Müslim bir birey ile yaşayabilmelidir. Birlikte ve barış içinde yaşayabilmenin yollarını öğrenmesi gerekir. Birlikte yaşama kültürü -ne olursa olsun- diğerleriyle eşit olma kültürüdür. Emîrü'l-Müminîn Ali'nin (a.s.) Nehcü'l-Belâğa'da geçen ifadesiyle “insanlar ya senin dinde kardeşindir yahut da yaratılışta eşindir” perspektifiyle olaya bakılmalıdır. İmam Ali (a.s.) sana “diğerleriyle birlikte yaşamalı, onları kabul etmelisin” diyor.

 

Birlikte yaşamanın aslî ilkeleri nelerdir? Diğer düşünce ve dinden insanları kabul etmek ne demektir? Ben nasıl ki mukaddesâtımıza saygı gösterilmesini istiyorsam diğerlerinin de mukaddesâtına saygı göstermeliyim. İster onların kutsal saydıkları bize göre de öyle olsun ister olmasın fark etmemelidir. Mutarahatün fi'l-Akide programında da, Utruhatü'l-Mehdeviyye programında da düşünsel, akidevî ve dinî ihtilâfların, diğer düşüncelerin hor görülmesine, saldırı vesilesi edinilmesine müsâmaha göstermeyeceğim. Ey Şiî! Ey Ehl-i Beyt Okulunun bağlısı! Nasıl ki diğer inanç grubuna mensup olanların senin mukaddes saydığın şeylere saygı göstermesini istiyorsan sen de diğerlerinin mukaddeslerine saygı göstermelisin.

 

Kardeş istediğine inanabilirsin ve inancında hürsün. Ancak diğer inanç gruplarıyla birlikte yaşamalısın ve onların kökünü kazıma gibi bir duygu içinde olmaman gerekiyor.

 

Şöyle bir soru gelebilir: Seyyidim madem öyle peki sizler neden bu tür konuları ele alıyorsunuz?

 

Cevap olarak şöyle diyorum: Bu meseleleri ortaya koymak istiyorum. Çünkü tarihçi, muhaddis, müfessir ve mütekellimlerden bazıları İslam'ın erken dönemleriyle ilgili birçok hakikati gizlemeye çalışmışlardır.

 

Sunucu: Bu hakikatler de Müslümanların bugünkü durumuna etki etmektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hâfız Zehebî (h. 748) Siyerü Alami'n-Nübelâ adlı eserinde şöyle diyor:

 

Bunlar hem bizim hem de bilginlerimizin elinde olan veriler arasında yer almaktadır. Bu bilgilerin dürülmesi ve gizlenmesi gerekiyor. Hatta kalplerde katışıksız sahabe sevgisinin oluşması ve Müslümanların onlardan razı olması için bu tür bilgiler yok edilmelidir.[i]

 

Yani hakikatlerin dürülüp gizlenmesi gerekmektedir.

 

Şeyhimiz İmam Zehebî sahabeyi sevmemiz, onlara hürmet ve ikram göstermemiz gerektiğini söylüyor. Ama aralarındaki münafıkları da sevmemiz ve onlardan da razı olmamız gerekiyor mu? Resûlullah'ın (s.a.a.) açıkça “dalaletin ve sapkınlığın imamları'' olarak nitelendirdiği kimseleri de sevecek miyiz? Onlardan da razı olacak mıyız? Onları sevmemiz gerekiyor mu? Peki öyleyse müminin sevilmesi ile münafığın sevilmesi arasındaki fark nedir? Resûlullah (s.a.a.) “Ey Ali, seni ancak mümin sever; sana ancak münafık buğzeder” buyuruyor.

 

Hâfız Zehebî devamında şöyle diyor:

 

Bunların avam insanlardan gizlenmesinin gerekliliği kesindir. Hevâ ve hevesten arınmış insaf sahibi âlimlerin bu olayları incelemesine ruhsat verilmiştir.[ii]

 

Peki bu hakikatler neden Müslümanlardan gizlenmelidir? Bu hakikatler bize miras olarak kalmıştır. Amaç İslam'ın ilk dönemiyle ilgili tüm şeylerin hatta bidatlerin dahi mukaddes hale gelmesini sağlamaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.a.) “Sünnetimi ilk değiştiren Ümeyyeoğullarından bir adamdır.” buyurmaktadır.

 

Bir diğer eserden başka bir pasaj aktarmak istiyorum. Hâfız Zehebî'nin er-Ruvatü's-Sikati'l-Mütekellem fihim bima La Yucibu Reddühüm adlı eseri. Bakınız o ne diyor:

 

Eğer biz bu kapıyı nefislerimize açacak olursak sahabeden, tabiundan ve imamlardan oluşan bazı kimseler yara alacaklardır. Kimi sahabiler bir şekilde tevil ederek diğer sahabeyi tekfir ediyordu. Allah-u Teâlâ hepsinden razıdır ve tamamının günahını bağışlar. Onlar masum değildirler.[iii]

 

Yani kimi sahabeden sadır olan davranışlara vakıf olunacak olunursa… Evet, birbirlerini fısk ile suçlamakla kalmıyorlar dahası tekfir ediyorlar.

 

Soru: Peki bu birbirlerini tekfir eden sahabe hak mı, yoksa batıl üzere midir? Bir defa hepsinin eşit olduğunu kabul edemeyiz. Batıl üzere olanlar ile hak üzere olanları eşit tutamayız. Her iki taraf da cennettedir, diyemeyiz. Yahut da ilahi emirle hidayete ileten kimselerle cehennem ateşine davet edenler eş değer olamazlar. İslamî mantık bunu reddediyor.

 

İmam Zehebî, Allah-u Teâlâ'nın mümin ve münâfık herkesten razı olduğunu nasıl ve nereden biliyor?

 

Eserin bir başka yerinde şöyle diyor:

 

Rabbinin hikmetine bak. Allah-u Teâlâ'dan selâmeti talep ediyoruz. Akran olan kimselerin birçoğundan bu tür davranışlar çıkmıştır. Bundan dolayı bu meselelerin dürülmesi, kaldırılıp atılması ve ta'n vesilesi edilmemesi gerekmektedir.[iv]

 

Birileri şöyle diyebilir: Bu konuları niçin bilmek istiyoruz?

 

Azizlerim, bu hakikatleri öğrenmek istiyoruz. Çünkü bu hakikatler doğrudan bizim çağdaş yaşamımızı etkiliyor. Yani Ümeyyeoğullarının tesis ettiği nazariyeler bu türdendir. İmam fâsık da olsa boynunu da vursa karşı çıkmak caiz değildir diyorlar. Milyarlarca dolarlık malını çalsa dahi ona karşı çıkmamalısın. Yahut saltanat sistemini ele alalım. İşte Resûlullah'ın ifadesi ile bu parçalayıcı meliklik sistemi. Bu sistemi kim tesis etti? İlk halifeler mi? Bu sistemi Ümeyyeoğulları tesis etti. Şu anda bu şahıs mukaddesâttan sayılmaktadır. Ancak Allah-u Teâlâ'ya şükürler olsun ki İslam Ümmeti, “saltanat sistemine, zalim ve despot düzenlere karşı çıkmak caiz değildir'' şeklindeki nazariyeyi çöpe attı. Bu hakikatleri açıklamaya kalkıştığımızdan dolayı kimsenin zihnine “Seyyid fitne yayıyor” türünden bir düşünce gelmesin. Bizler ibret ve öğüt almak, hakkı batıldan ayırt etmek için bu tür konuları ele alıyoruz.

 

Bir örnek vererek konumuza geçelim.

 

Sunucu: Bu konuyu inşallah Ramazan ayı bittikten sonra etraflıca ele alırız.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani inşallah başka bir programda ele alırız. Bu tür konuları ele almamızın nedenini inceleriz.

 

Şimdilerde bazı kanallar bu meseleleri ele almaya çalışıyor. Üçüncü Halife'ye ayaklanmanın nedenleri nelerdi diye incelemelerde bulunuyorlar. “Üçüncü Halife Osman'a karşı çıkanlar, serseri, başıboş, ayak takımı insanlardı” düşüncesini zihinlere nakşetmeye çalışıyorlar. Bu ifadeler ve bakış açısı aslında şu anlama geliyor: Halife Osman'dan hiçbir olumsuz davranış sadır olmadı. Ona karşı çıkanlar haksız yere karşı çıkmışlardı. Ama ona karşı isyana teşvik edenlerin sahabenin büyüklerinden olduğu, dahası sahabenin önde gelenlerinin de Osman'ın katline iştirak ettiği anlaşılacak olursa durum nasıl olur peki?

 

Şu konunun açıkça bilinmesi gerekiyor. Bizler bu tür konulara olumlu bir perspektiften değinmek istiyoruz. Yani bu konuları ele almakla Müslümanların arasına tekfir, kin, düşmanlık gibi duyguların serpilmesine ve terör hareketlerinin oluşmasına engel olmak istiyoruz. Bizim yegâne amacımız bu hakikatlerden öğüt almaktır.

 

Sunucu: Saygıdeğer Seyyidim, önceki programda divit ve kürek kemiği meselesine değindiniz. Nitekim biz bu programı “Perşembe Günü Musibeti'' olarak isimlendirdik. Resûlullah'ın (s.a.a.) meclisinde meydana gelen şeyler…

 

Muhemelen Resûlullah'ın sahabenin büyükleriyle bir arada olduğu son meclis.

 

Sunucu: Bu konuyu tamamlayıp başka bir konuya geçebilmek için sunacağınız bilgiler var mı?

 

Önceki programın özetini sunmaya çalışacağım ki araştırmamızdan bazı semereler elde edebilelim. Yani araştırmamızın öncelikli maddeleri değerli izleyiciler tarafından ayan beyan kavransın.

 

Önümüzde şu anda Sahihü Müslim kitabı var. Rivayet İbn Abbas'tandır ve şöyledir:

 

İbn Abbas “Ah perşembe günü! Ne perşembe günü idi o!” demiş, sonra gözyaşları akmağa başlamış.

 

(Râvi diyor ki): Hatta gözyaşlarını yanakları üzerinde gördüm; sanki inci dizisi idiler. İbn Abbas şunları söyledi: Resûlullah (s.a.a) ‘Bana kürek kemiği ve kalem (yahut tahta ile kalemi) getirin! Size bir daha ebediyen sapmamanız için bir yazı yazayım, buyurdu. Bunun üzerine yanındakiler: Muhakkak Resûlullah sayıklıyor, dediler. [v]

 

Resulûllah'ın (s.a.a.) kaleme aldırmak istediği yazının en mukaddes yazılardan olduğu açıktır. Çünkü bu yazı ümmetin ebedî bir şekilde sapıklığa düşmesini engelleyecek ve bu amaçla kaleme alınmak istenen bir yazıdır. Peygamberlerin gönderiliş amacı da sapıklığa düşmeyi önlemek değil midir?

 

“Hecr” sözcüğü hezeyan anlamına gelmektedir. Yani O'nun sözleri ölçülü ve dengeli değilmiş. Bir diğer ifadeyle sözlerine hak olmayan şeyler de karışabilirmiş.

 

Hadiste geçen “dediler” ifadesiyle kastedilenlerin o mecliste hazır bulunan kişiler oluşu açıktır.

 

İkinci hadis veya nokta: O da İbn-i Abbas'tan nakledilmiştir. Buna göre o şöyle demiştir:

 

Resûlullah (s.a.a) evde, içlerinde Ömer b. Hattab'ın da bulunduğu bir takım zevat olduğu halde ihtizâr haline girince:

 

“Getirin de size bir yazı yazayım; ondan sonra bir daha sapmazsınız” buyurdu. Bunun üzerine Ömer: Gerçekten Resûlullah'a hastalık galebe çaldı. Kur'an elimizdedir. Bize Allah'ın kitabı yeter, dedi. Ardından ev halkıyla ihtilâf ve münakaşa ettiler. Kimisi: “Hadi getirin, Resûlullah (s.a.a.) size bir daha asla sapmayacağınız bir yazı yazsın!'' diyor, kimisi de Ömer'in sözlerini tekrar ediyordu. Bunlar Resûlul­lah'ın (s.a.a.) huzurunda lakırdı ve ihtilâfı çoğaltınca O Hazret, “Kalkın gidin” buyurdular.

 

Ubeydullâh demiş ki: İbn-i Abbas: Musibetin en büyüğü, Resûlullah (s.a.a.) ile bu yazıyı kendilerine yazmasının arasına giren ihtilâf ve gürültülerdir, diyordu.[vi]

 

İlk hadiste “Resûlullah (s.a.a.) sayıklıyor” ibaresi geçerken ikinci hadiste “hastalık galebe çaldı” ifadesi mevcuttur. Yani hadisten anlaşıldığına göre Resûlullah'ın hanesinde iki grup ve iki çizgi konumlanmıştı.

 

İkinci rivayet Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel'den aktarılmaktadır. Rivayet daha ayrıntılıdır.

 

İbn-i Abbas şöyle dedi: Ah o perşembe günü var ya, perşembe günü, deyip sonra da ağladı. Öyle ki gözyaşları yerdeki çakıl taşlarını ıslattı.

 

Bunun üzerine biz ona: “Ey Abdullah İbn Abbâs! Nedir o bu perşembe günü?” diye sorduk.

 

O da: “Resûlullah'ın (s.a.a.) hastalığı perşembe günü şiddetlenmişti. Derken “Benden sonra sapmamanız için bana yazacak bir şey getirin de size bir yazı yazdırayım” buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlar yazı malzemesi getirip getirmeme hususunda birbirleriyle tartıştılar. Ardından Resûlullah: “Bir Peygamberin yanında tartışmak uygun düşmez!” buyurdu. Tartışanların bir bölümü “Resûlullah'a (s.a.a.) ne oluyor? Sa­yıklıyor mu?” dediler.

 

Hadisin râvisi Süfyân dedi ki: “Hecr” kelimesi hezeyan anlamına gelmektedir. “Kendisine sorun, ne diyor?” dediler. Bunun üzerine yazı malzemesi isteğini iyice tespit etmek amacıyla, o sözünü tekrar ettirmeye giriştiler. Resûlullah (s.a.a.): “Beni rahat bırakın. Benim içinde bulunduğum durum daha hayırlıdır. Size üç şey vasiyet ediyorum: 1- Müşrikleri Arap Yarımadasından çıkarın! 2- Gelen heyetlere benim yaptığım gibi ikramda bulunun!”… Hadisin râvisi Saîd b. Cübeyr: “Abdullah b. Abbas üçüncüsünde sustu ya da söyledi de ben unuttum” dedi.[vii]

 

Rivayet diğerlerine nazaran daha detaylı ve uzundur.

 

“Resulullah'a (s.a.a) ne oluyor'' sözü şu anlama geliyor: Sağlam mıdır yoksa aklı mı karışmış?

 

Önceki programda dostlardan birisi, sayıklamanın olumsuz bir anlama delalet etmediğini söyledi.

 

Rivayette de geçtiği üzere râvi, hadiste geçen “hecr” sözcüğünü açıklamaktadır. Buna göre “hecr” lafzı, kişinin doğal durumunun dışına çıkması anlamına geliyor. Sözcüğün anlamı hakkında dilim başka bir şey söylemeye varmıyor.

 

Hadiste geçen “kendisine sorun” ifadesi durumunu anlamak için sorun manasındadır. Kendinde mi değil mi görmek için sorun. Resûlullah (s.a.a.) konuşacak ki O'nun sayıklayıp sayıklamadığını anlayacaklar!

 

Sahabenin seçkinleri ve ileri gelenlerinin Resûlullah'ın ömrünün son dönemlerinde yaptıkları tartışmaya bakınız. Resûlullah (s.a.a.) çeyrek asır çalışmış, didinmiş, tebliğde bulunmuş, sahabenin ileri gelenleri olarak adlandırılan şahıslar Allah Resûlü hakkında “Hele bir bakın bakayım, sayıklıyor mu sayıklamıyor mu?'' diyorlar. Bütün bunlara rağmen şimdi, Allah aşkına, sahabenin hepsi adildir, denilebilir mi? Tamamına uyulabilir denilmesi ne derece doğrudur?

 

Bu tavır, Hz. Peygamber'in masumiyeti inancını zedelemenin ötesinde bir şey. Sayıkladığını düşünmek ve sağlam olmadığı düşüncesine kapılmak daha ileri bir aşamadır.

 

Aynı hadis Müsned'in bir başka yerinde de geçmektedir. Aynı konuyla ilgili hadislerin okumamızın nedeni her bir hadiste diğerlerinde bulunmayan nüktelerin bulunmasıdır.

 

Rivayet şöyledir:

 

Bazıları “Getirin Resûlullah (s.a.a.) size kendisinden sonra sapmamanız için bir yazı yazdırsın!” diyordu. Bir bölümü de Ömer'in dediğini diyordu. Neticede Resulullah'ın (s.a.a.) yanında gürültü ve anlaşmazlık artırınca O (s.a.a.) üzüldü (ğamm) ve “Yanımdan kalkın!” buyurdu.

 

Ğamm, iğtimam kökündendir. İğtimam ise nefesin çıkmaması demektir. Reziyye de musibet anlamına gelmektedir.[viii]

 

Hadisten anlaşıldığına göre sahabe Resûlullah'ın huzurunda iki kısma bölünüyor. Resûlullah'ın (s.a.a.) 25 yıllık çabası ve didinmesinin semeresi buymuş demek ki...

 

İnsan şiddetli bir şekilde üzülünce gerçekten nefes alıp vermekte zorlanır.

 

Aziz dostlarım bu hadis açıkça bize aşağıdaki noktaları göstermektedir:

 

İlk olarak; sahabenin büyükleri mecliste hazır idiler. Önceki programda da belirtmiştik. Mecliste hazır bulunanların sıradan insanlar olduğunu varsayamayız. Oradakiler sahabenin ileri gelenleridir. Aralarında tartışmalar, çekişmeler ve ihtilâflar çıkıyor, gürültüler kopuyor. Hem de Resûlullah'ın huzurunda…

 

İkinci olarak; Hz. Resûlullah'ın ümmeti, O'nun dalaletten kurtaracak bir yazıyı yazmasına engel oluyorlar. Kimileri “Getirin, yazsın” derken kimileri de “O acıların tesiri altındadır, sayıklıyor” gibi sözler söylüyorlar.

 

Üçüncü olarak; sadece yazı yazmasına engel olmakla kalmıyorlar. Gerçekten insanın yüreği parçalanıyor. O'nu, acıların tesiri altında kalmak, bu nedenle sayıklamak ve hezeyanlar saçıp savurmakla itham ediyorlar.

 

Dördüncü olarak; bu durum Resûlullah'ın rızasıyla da olmuyor. Çünkü önceki programda bazı aziz dostlar şöyle dediler: Resûlullah (s.a.a.) Ömer'in söylediklerini duyunca memnun kaldı ve bundan dolayı sustu! Ömer'in sözlerini onayladığından susmayı yeğledi!

 

El-cevap: Eğer Resûlullah (s.a.a.) Ömer'in sözlerinden memnun olsaydı üzülmez ve “yanımdan kalkın gidin'' demezdi.

 

Bu dört hususta büyük Müslüman muhaddisler ittifak etmişlerdir. Resûlullah'ın (s.a.a.) bu son meclisinde şiddetli bir ihtilâfın çıktığını kabul etmektedirler. Bu şiddetli ihtilâf Allah Resûlü'ne itaat etme noktasında gerçekleşiyor. Resûlullah'ın emrini yerine getirip getirmemeyle alakalıdır. Allah aşkına Resûlullah (s.a.a.) hayatta iken ve hem de O'nun huzurunda ihtilâfa düşüyorlarsa, O'nun vefatından sonrasını varın siz düşünün! Bu konu basit bir mesele değildir. Bu mesele ümmetin geleceği ile alakalıdır. Resûlullah'ın mübarek ömrünün son demlerinde O'nun sözleri hakkında ihtilâfa düşen sahabenin seçkinleri ve ileri gelenleri O'ndan sonra nasıl ihtilafa düşmez? Allah Resûlü'nün ümmete herhangi bir merciiyet tayin etmeksizin ümmeti kendi haline terk etmesini akıl hiç kabul eder mi?

 

Kimse bize “Aralarında Allah'ın Kitabı vardı!” demesin.

 

Ben de derim ki Allah'ın Kitabı Allah Resûlü'nün hayatında da mevcut idi. Peki aralarında neden ihtilâf çıktı?

 

Kimse bize “Allah Resûlü'nün hadisi ve sünneti aralarındaydı” da demesin!

 

El-cevap: Sünnetin sahibi mevcut olduğu halde yine de aralarında ihtilâf çıkıyordu.

 

Öyleyse bu imametin ve merciiyetin en önemli delillerindendir. Sahihü'l-Buharî'de ve Sahihü Müslim'de geçen bu rivayet, Allah Resûlü'nden sonraki merciiyetin varlığının zorunluluğunu ispatlayan en önemli hadislerdendir. Bu hadis, ümmet arasında çıkan ihtilâflarda hüküm verme konusunda dinî nassın anlaşılmasını gözler önüne sermektedir. İşte Ehl-i Beyt Okulunun en önemli inancı budur. Bu inanca göre Resûlullah (s.a.a.) ümmetini dinin tefsiri noktasında merciisiz bırakmamıştır.

 

Sunucu: Mesele bu ümmetin hidayetiyle alakalıdır.

 

Ümmetin hidayeti ve sapıklıktan nasıl kurtulacakları ile…

 

Sunucu: Bu hadisin delalet ettiği hususlara girmeden önce sormak istediğimiz bir soru var. Orada hazır bulunan sahabîler kimlerdi?

 

Hazır bulunan sahabîlerin tamamı muhalefet etmedi.

 

Sunucu: Onların bir bölümü muhalefet etti. Ama orada bulunanların tamamı sahabenin seçkinleriydiler. Yani Bedir ve Uhud Savaşlarına katılan, Mekke'den Medine'ye hicret eden kimseler idiler. Acaba bu tutum Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviye ile uyum göstermekte midir?

 

Bu soru oldukça önemlidir.

 

Sunucu: Özellikle de istidlâl ettikleri “Bize Allah'ın Kitabı yeter” teorisi.

 

Geliniz olaya bir bakalım. İster bu davranışlar ikinci halife tarafından ister Ömer'in de aralarında bulunduğu ve başını çektiği bir grup tarafından gerçekleştirilmiş olsun durum fark etmemektedir. Geliniz Buharî, Müslîm ve İmam Ahmed gibi hadis ulemâsının ittifakıyla Ömer'in dilinden dökülen bu sözü tetkik edelim. Bu sözün Kuranî olup olmadığını muhâkeme edelim. Ele alıp incelemek istediğim üç mesele var.

 

İlk mesele; “Bize Allah'ın Kitabı yeter” ifadesi hadd-i zatında hak mı yoksa batıl bir söz müdür?  Gerçekten detaylara girmek istemiyorum. İmam Zehebî'nin Tezkiretü'l-Huffaz adlı eserinde geçen bir pasaj ile yetineceğim.

 

O şöyle diyor:

 

Bu mürsel hadis, Sıddık'ın muradının rivayet kapısını kapatmak değil haberleri iyice araştırmak ve incelemek olduğunu gösteriyor. Onun, ninenin mirası meselesinde Allah'ın Kitabında bir şey bulamayınca sünnette konuya cevap olup olmadığını sorduğunu görmüyor musun? Sika bir kişi kendisine rivayet aktarınca da hemen kabul etti. Bu rivayet karşısında Haricîlerin dediği gibi “Bize Allah'ın Kitabı yeter” demedi.[ix]

 

Halife Ebu Bekir “Bize Allah'ın Kitabı yeter. O'nun helâlini helâl, haramını da haram sayınız” demişti. Pasaj Ebu Bekir'in bu sözlerinin amacını ortaya koymaya çalışıyor.

 

Pasajdan anlaşıldığı gibi Allah'ın Kitabı bize yeter sözü ve nazariyesi kabul görmeyen bir tezdir.

 

İkinci mesele; Kur'an-ı Kerim'e müracaat etmek. “Allah'ın Kitabı aramızdadır ve Allah'ın Kitabı bize yeter'' nazariyeleri.

 

Geliniz Kitab-ı Kerim'e bakalım. Allah'ın Kitabı bize Resûlüne itaat etmemizi mi yoksa Allah Resûlü bir şeyi emrettiğinde o şeye muhalefet etmemizi mi emretmektedir?

 

Bu meselede doğru tavrın hangisi olduğu noktasında geliniz hakem olarak Kur'an-ı Kerim'i belirleyelim ve bize ne dediğine bir bakalım.

 

Allah-u Teâlâ Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar' (Nisâ, 65) buyurmaktadır.

 

Ayet Resûlullah'ın sözüne teslim olmayanlardan iman sıfatını olumsuzlamaktadır.

 

“Bana kürek kemiği ve kalem (yahut tahta ile kalem) getirin! Size bir daha ebediyen sapmamanız için bir şey yazayım” buyuran Allah Resûlü'nün sözlerine karşı çıkanlar acaba O'nun emrine teslimiyet mi gösterdiler yoksa karşı mı çıkmış oldular?

 

İkinci ayet galiba ifade bakımından daha şiddetlidir. Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (Ahzâb, 36)

 

Ayet-i kerime Resûlullah'ın (s.a.a.) bir şeyi emretmesi halinde ümmetin muhayyer olmadığını, o emri yerine getirmekle yükümlü olduğunu göstermektedir.

 

Allah'ın ve Resûlünün emri karşısında başka bir görüşü savunan O'na isyan etmiş demektir. Resûlullah (s.a.a.) “Bir kâğıt getirin de sizin için yazayım'' dediğinde bizim bu yazıya ihtiyacımız yoktur tavrı buna misaldir.

 

Şimdi o mecliste hazır bulunup da Allah Resûlü'nün emrine muhalefet edenlerin akıbeti bu ayetler çerçevesinde değerlendirildiğinde konunun daha net bir şekilde anlaşılacağını düşünüyorum.

 

Üçüncü mesele: Peki Resûlullah'ın (s.a.a.) tutumu nedir?

 

Müsnedü İmam Ahmed'de geçen bir hadisi aktarmak istiyorum.

 

Ömer b. Şuayb dedesinden şöyle aktarıyor:

 

Ben dedim ki “Ey Allah'ın Resûlü sizden duyduğum her şeyi yazayım mı?”

 

Resûlullah (s.a.a.) evet, dedi.

 

Ben “Peki, neşeli olsanız da sinirli olsanız da yazayım mı?” dedim, yine: “Evet, yaz! Çünkü ben her halükârda haktan başka bir şey söylemem,” buyurdu.[x]

 

Yani, benden haktan başka bir şey sadır olmaz.

 

Şu rivayet ise daha açıktır:

 

Abdullah b. Amr'dan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Resûlullah'tan (s.a.a) duyduğum her şeyi yanımda bulundurmak için yazıyordum. Sonra Kureyş muhacirleri beni bu işten sakındırarak, “Sen Resûlullah'dan (s.a.a) duyduğun her şeyi yazıyorsun; oysa Peygamber de bir beşerdir, öfke veya sevinç üzerine bir şey söyleyebilir!” dediler. Bu yüzden Resûlullah'ın (s.a.a) hadislerini yazmayı bıraktım ve olayı Hazret'e aktardım. Hazret ağzına işaret ederek bana, “Canım elinde olan Allah'a andolsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz” buyurdu.

 

Bilemiyorum, o mecliste hazır bulunanlar veya en azından bir bölümü Allah Resûlü'nün bu hadisini duymamışlar mıydı?

 

Sunucu: Suudî Arabistan'dan İbrahim kardeş hatta, buyurun.

 

İbrahim: es-selamu aleykum. Acaba önderleri Ali (r.a.) olan masumlardan birisinden Hz. Resûlullah'ın Ömer b. Hattab'ın bu sözleri karşısında neden sustuğuna dair bir açıklama var mı?

 

Sunucu: Irak'tan Abdüsselâm kardeş hatta, buyurun.

 

Abdüsselâm: es-selamu aleykum. Acaba Resûlullah'ın (s.a.a.) yazmak istediği bu vasiyetin ne olduğu bizim Şia kaynaklarında geçiyor mu?

 

Sunucu: Kuveyt'ten Ali Kerem kardeş hatta, buyurun.

 

Ali Kerem: es-selamu aleykum. Bazı sorularım olacak.

 

İlk sorum: Resûlullah'ın (s.a.a.) yazmak istediği bu kitap Allah'ın emriyle mi yazılmak isteniyordu?

 

İkinci sorum: Biz biliyoruz ki Resûlullah (s.a.a.) sürekli olarak Müslümanlara ölüm döşeğine düşmeden veya başlarına bir şey gelmeden önce vasiyetlerini yazmalarını tavsiye ederdi. İnsanın ölümünden önce vasiyetini yazması vaciptir. Bu çerçevede soracak olursak Hz. Resûlullah (s.a.a.) neden ölüm döşeğinden önce bu vasiyetini yazmadı?

 

Sunucu: Irak'tan Muhammed kardeş hatta, buyurunuz.

 

Muhammed: es-selâmu aleykum. Acaba vasiyetin yazılması konusunda bu muarız tavır sadece o güne mi özgüdür yoksa önceki günlerde de böylesi tavırlar sergileniyor muydu?

 

Sunucu: Masumlardan birinden açıklama olup olmadığı şeklindeki soruya geçelim.

 

Elbette. İmamlar (a.s.) Resûlullah'ın (s.a.a.) ümmetin sapmamasına yönelik olarak yazdırmak istediği bu vasiyetin ne olduğunu açıklamışlardır. İnşallah ilerleyen dönemlerde bu vasiyetin içeriğine işaret edeceğiz. Bu vasiyetin içeriğinin ne olduğunu deliliyle ortaya koyacağız. Resûlullah'ın (s.a.a.) cevap verip vermediği ve bu vasiyetin içeriğinin ne olduğu sonraki programda ele alınacaktır. İnsanların birçoğu Resûlullah'ın (s.a.a.) bu tavra cevap vermediğini düşünmektedirler. Bu tasavvur yanlıştır. Resûlullah (s.a.a.) fiiliyle cevap vermiştir. Bizler O'nun söz ve takrirlerinin kanıt olduğuna inandığımız gibi fiilinin de delil olduğuna inanmaktayız. “Yanımdan kalkın” ifadesi, gamma gark olması, nefes alıp vermekte zorlanması Resûlullah'ın fiilleridir. Resûlullah'ın bu davranışlarının ne anlama geldiğini açıklayacağız.

 

Sunucu: Peki bu vasiyet Ehl-i Beyt kaynaklarında mevcut mudur?

 

Bu vasiyete ilişkin birçok delilimiz bulunmaktadır. Ayrıca bu vasiyete de o kadar ihtiyaç duyulmamaktadır. Konumuz Ehl-i Beyt Okulunda bu vasiyet var mı yok mu, değildir. Delillerimiz açıktır ve açıklamaya gereksinim bırakmamaktadır. Bizler ümmetin, dinî nassların anlaşılmasında ihtilaf çıkması halinde başvurulacak merciiyetin kendilerine açıklandığı ve Resûlullah'ın ümmeti merciiyetsiz bırakmadığı konusunu ele alıyoruz.

 

Sunucu: Acaba bu yazı Allah'ın emriyle miydi?

 

Bu soru oldukça gariptir. Kimileri Resûlullah'ın (s.a.a.) bazı emirlerinin kendi katından bazı emirlerinin ise Allah katından olduğunu düşünüyor. Kur'an-ı Kerim O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir. (Necm, 3-4) buyurmaktadır. Ey kardeşim! Hangi mantığa dayanarak bu emir Allah'tan mıdır veya başkasından mıdır? diye soruyorsunuz. Allah Resûlü'nün dilinden hak dışında bir şeyin çıkması mümkün müdür? Nitekim Kur'an-ı Kerim buna işaret ettiği gibi rivayetler de bunu göstermektedir.

 

Sunucu: “Resûlullah (s.a.a) vasiyeti neden daha önce yazmadı?” sorusuna geçelim.

 

Aziz kardeşim, bu vasiyet şahsî mallarıyla ilgili bir vasiyet değildir ki neden bu kadar erteledi diyesin. Bu vasiyet bütün çabalarının, cehd ve gayretlerinin özünü oluşturuyor. Vasiyetin amacı, Ümmetin kendisinden sonra güven içinde olmasını sağlamaktır. Bu vasiyet O'nun en son vasiyetidir. Ben öyle düşünüyorum ki, bütün insanlar da bunu bilirler, insan en önemli vasiyetini ömrünün son demlerine bırakır. Bu vasiyet şahsî işleriyle ilgili değil ki niçin bundan önce yazmadın, diyelim.

 

Vasiyet teriminin biri fıkhî diğeri de kelâmî olmak üzere iki anlamı var. Konumuz vasiyetin kelâmî anlamıyla alakalıdır. Vasiyetin kelâmî anlamı imamet meselesinin bir bölümüdür.

 

Sunucu: Acaba o toplantıda bulunan sahabîlerden bazılarında bir muaraza oluştu mu, sorusuna geçelim.

 

Aslında konumuz bu değil. İster bu mecliste itiraz edenler olsun ister olmasın bu bizim konumuzu teşkil etmiyor. Konumuz şudur: Hevâ ve hevesinden konuşmayan ve bir peygamber olan Allah Resûlü'nün emri karşısında orada bulunanlar teslimiyet mi gösterdiler yoksa ikiye mi bölündüler? Bir bölümü açık muhalefet içine girerken diğer bir bölümü ise Resûlullah'ın emrine muvâfık davrandılar.

 

Sunucu: Arabistan'dan Ali kardeş hatta, buyurunuz.

 

Ali: es-selamu aleykum. Sorum şu: “Benden sonra asla sapmamanız için” ifadelerinin mantığıyla ilgili bir sorum var. Acaba hadisten, ümmetin yazdırılmak istenen vasiyeti kabul etmekten imtina etmesi nedeniyle umum vechi üzere dalalete düştüğünü mü anlamalıyız yoksa merciiyete uyarak kurtulan bir grubun olduğunu mu?

 

Özetle Resûlullah (s.a.a.), ümmetin nasıl dalaletten kurtulacağını ve nasıl korunacağını açıklamıştır. Bu konuyu ilerleyen programlarda ele alacağız. Özetle Allah Resûlü'nün belirlediği merciiyete uyan kimse kurtulacaktır. Ama bu merciiyete uymayan kimse açıktır ki dalalet ve hataya düşecektir.

 

Sunucu: Teşekkürlerimizi sunuyoruz Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey. Sizlere de teşekkür ediyor ve Allah-u Teâlâ'ya emanet ediyoruz.  

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

    

 

 



[i] Hafız Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz Şemsüddin ez-Zehebi, Siyerü Alami'n-Nübela, c. 10, s. 92, Müessesetü'r-Risale.

[ii] A.g.e., a.g.y.

[iii] Hafız Şemsüddin ez-Zehebî, er-Ruvatü's-Sikati'l-Mütekellem fihim bima la yucibu reddühüm, s.23, Tahkik ve Talik: Muhammed İbrahim el-Musulî, Darü'l-Beşairi'l-İslamiyye, 1. basım, 1412.

[iv] A.g.e., s. 24.

[v] İmam Ebü'l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyri en-Nisaburi, Sahihü Müslim, c. 3, s. 386, 1637 numaralı hadis, Babın 21. Hadisi, Tahkik: Şeyh Müslim b. Mahmud Osman es-Selefi el-Eseri, Tahkik: Muhammed Mustafa ez-Zuhaylî, Darü'l-Hayr.

[vi] A.g.e., 22. Hadis.

[vii] Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 3, s. 409, hadis no: 1935, Tahkik: Allame Şuayb el-Arnavut, Müessesetü'r-Risale.

[viii] A.g.e., c. 5, s. 135, hadis no: 2990.

[ix] Hafız Şemsüddin ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, c. 1, s. 3, Mektebetü İbn Teymiyye.

[x] Müsnedü İmam Ahmed, c. 11,  Tahkik: Şuayb el-Arnavut.