Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (8)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (8)
Azizlerim, bir peygamber, vasi veya veli bir makama, ilme, dereceye ancak Hz. Hâtem’in (s.a.a) vasıtasıyla ulaşabilir. Örneğin İbrahim (a.s.) bir makama ulaşmışsa ancak Hz. Hâtem vasıtasıyla ulaşmıştır. Her ne kadar Hz. Hâtem (s.a.a.) zaman olarak onlardan sonra gelmişse de ilk yaratılan varlıktır. Bu hakikat, marifet ehli nezdinde temel hakikatlerdendir.

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Mutarahatün fi'l-Akide programının yeni bir bölümünde karşınızdayız. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'in son yedi programı, “Sen benden sonra halifemsin” hadisinin zımnında işaret ettiği şeylerin bir cüzü veya bir feri olan Menzile hadisi çerçevesindedir. Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz, diyoruz. Seyyidim sizden Hz. Peygamber'in (s.a.a.) makamlarını ele almanızı talep etmiştik. Hâtemiyet makamına özgü birtakım hususiyetler bulunmaktadır. Acaba bunların bir bölümüne işaret etmeniz mümkün müdür?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Hâtemiyet makamı Kur'an-ı Kerim'de etraflıca ele alınan bir makamdır. Bizler peygamberlerin makamlarını ele alıp incelediğimizde bütün peygamberlerin ortak olarak sahip olduğu bazı hususların bulunduğunu görmekteyiz. “Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.” (Nisâ, 64) ayeti gibi. Ancak konumuz, tüm peygamberlerin ortak olduğu hususları ele almak üzerine değildir. Sadece Hz. Peygamber'e (s.a.a.) özgü olan durumlar üzerine konuşacağız. Hz. Peygamber'e (s.a.a.) özgü olan şeyler oldukça fazladır. Biz söz verdiğimiz üzere bir bölümüne işaret etmeye çalışacağız. Ben bu özel şeyleri sizlere Ehl-i Beyt Okulunun ulemasının açıklamaları üzerinden aktarmak istemiyorum. Çünkü bu şekilde aktaracak olursak ‘‘Sizler Resûlullah (s.a.a.) hususunda aşırıya kaçıyorsunuz'' şeklinde bir itiraz gelebilir. Sizler de biliyorsunuz ki kimi Şiîler de Ali (a.s) ve Ehl-i Beyt hakkında aşırıya kaçmakla itham edilmektedir. Bu hususiyetlerin bir bölümüne işaret etmiştik. Ben bu hususiyetlere Ehl-i Sünnet'in büyük bilginlerinden birisinin açıklamalarıyla işaret etmek istiyorum.

 

İşte Allame Âlûsî'nin Rûhu'l-Meânî adlı tefsiri.

 

Bu akşamki programımızı oluşturan bu özellikler nelerdir?

 

İlk hususiyet: Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah-u Teâlâ'nın isimleri ve sıfatları hususunda O'nun halifesidir. Bazen bir şahıs yeryüzüne hükmü ikamet etmek veya dinî bir konuda ya da tebliğ mevzusunda Allah-u Teâlâ'nın halifesi olabilir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.a.) isimlerin ve ilahî sıfatların en eksiksiz mazharıdır. Bu noktada başka bir şahıs bulunmamaktadır. Bunu gerçekleştirebilen yegâne kişi Hz. Hâtem'dir. Kur'an-ı Kerim “En güzel isimler Allah'a aittir” derken bu isimler bir şahısta somutlaşmış mıdır?

 

El-cevap: Ârifler ve marifet ehli bu isimlerin Hâtemü'l-Enbiyâ'nın varlığında tecessüd ettiğini söylerler. Örneğin; Allah-u Teâlâ âlimdir. Bu ilmin en üst derecesi Hz. Peygamber'de somutlaşmıştır… Özetle bütün ilahî isimler bu şekildedir. Ancak bunların tümü bağımsız olarak değil de Allah-u Teâlâ'nın izniyle gerçekleşmektedir. Allah'ın izniyle gerçekleştiğinden dolayı hiç kimse ‘‘sizler mahlûk olan bir beşere ulûhiyet veriyorsunuz'' şeklinde itiraz edemez.

 

Allame Âlûsî Rûhu'l-Meânî adlı tefsirinde şöyle demektedir:

 

Kavmin (k.s.) açıklamalarından anlaşıldığına göre ayetten murat şudur: En dakik ve en kâmil bir şekilde hilafetin açıklanmasının hikmetiyle Allah-u Teâlâ sanki şöyle demiş oluyor: İsimlerim ve sıfatlarımın mazharını murat ediyorum. Ey melekler yaratılışınızla bu tamamlanmadı. Ben istidadınızın eksik ve kabiliyetinizin nakıs olmasından dolayı sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Sizler yapınızla isimlerin ve sıfatların bütününe mazhar olmaya elverişli değilsiniz. Sizinle tanınabilmem tamamıyla gerçekleşmiyor. Bundan dolayı istidadı tam ve kabiliyeti kâmil olan biri tarafından izhâr edilmem gerekiyor. Bu kişi; benim için bir meclâ, isimlerim ve sıfatlarım için bir ayna, bende bulunan şeylerin tekabülü için bir izhâr edicidir. Bu şahıs benimle işitir, benimle görür ve benimle konuşur.[1]

 

Pasajda geçen kavimden maksat ehl-i marifet ve Ehl-i Sünnet ulemasıdır. Söz konusu ayet ise Bakara Sûresi'ndeki şu ayettir: “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, demişti.” (Bakara, 30)

 

Pasaja göre insanın yaratılmasının nedeni isimlerin ve sıfatların mazharı olmaktır.

 

Yani Allah-u Teâlâ diyor ki ben sizin için kelamımla -ki bu Kur'an'dır- zâhir oldum.

 

Pasajda dikkat çeken bir diğer husus şudur: Melekleri tanımak Allah-u Teâlâ'yı tam anlamıyla tanıyabilmek anlamına gelmiyor. Çünkü onlar ilahî isimlerimin bütününe mazhar olabilecek bir yapıda değildirler. Ama Nebiyy-i Ekrem'i tanımak Allah-u Teâlâ'yı tanımak anlamına gelmektedir. Çünkü O (s.a.a.), Allah-u Teâlâ'nın isimlerinin ve sıfatlarının mazharıdır.

 

Pasajın son cümlesi, kulun Allah-u Teâlâ'ya yakın olmasıyla ilgilidir.

 

Hâtemde mevcut olan ilk hususiyet, isimlerin halifesi oluşudur. Bu isimler ancak ve ancak Hz. Hâtem'in (s.a.a.) varlığında kemâle ermiştir. Ayrıca bu O'nun ortağı olan Ali'nin (a.s.) hususiyetlerindendir. Diğer peygamberler ise her ne kadar isimlere mazhar olsalar da bütün bu ilahî isimlerin mazharı olamamışlardır. Buna göre isimlerin uyarlanması ve gerçek anlamda somutlaşması ancak Hâtemü'l-Enbiyâ'da mümkündür.

 

İkinci hususiyet: Bu da açıklanması gereken önemli hususlardan biridir. Öyle düşünüyorum ki bu tür konuların izleyiciler tarafından anlaşılabilmesi biraz güçtür. Bu tür konuları kavramak isteyenler için bazı kaynaklara ileride işaret edeceğim.

 

Azizlerim, bir peygamber, vasi veya veli bir makama, ilme, dereceye ancak Hz. Hâtem'in (s.a.a) vasıtasıyla ulaşabilir. Örneğin İbrahim (a.s.) bir makama ulaşmışsa ancak Hz. Hâtem vasıtasıyla ulaşmıştır. Her ne kadar Hz. Hâtem (s.a.a.) zaman olarak onlardan sonra gelmişse de ilk yaratılan varlıktır. Bu hakikat, marifet ehli nezdinde temel hakikatlerdendir.

 

Seyyidim iddianızın delili nedir, diye sorabilirsiniz.

 

Ben sadece Ehl-i Beyt kanallarından aktarılan bir rivayete işaret edeceğim. Cabir b. Abdullah el-Ensarî, Allah'ın elçisine “Ey Allah'ın Resûlü! Allah-u Teâlâ'nın yarattığı ilk şey nedir?” diye sorar. Hz. Resûlullah (s.a.a.) “Allah-u Teâlâ'nın yarattığı ilk şey benim nurumdur. Allah-u Teâlâ daha sonra bütün hayırları benim nurumdan yarattı” buyurur.

 

Seyyidim Ehl-i Sünnet âlimlerinde de bu iddiada olan var mıdır?

 

Ehl-i Sünnet ulemasının içinde bu görüşü benimseyen –hepsi değil tabii- bazı büyük bilginler vardır.

 

Âlûsî tefsirinde şöyle der:

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.), mahlûkatı ikmal edici kâmildir. O hakikat üzere mahlûkata varlığın feyezan etmesi noktasında bir vasıtadır. Zamansal olarak O'ndan önce gelen bütün peygamberler ve ondan sonra gelen kutuplar ve veliler O'nun (s.a.a.) naipleridir ve O'ndan yardım almışlardır.[2]

 

Rabbü'l-âlemîn'in izniyle O, varlığın feyzinin vasıtasıdır. O mahlûkatın hayırlara ulaşmasının kanalıdır.

 

Bu konuda birçok delile sahibiz. Aziz dostlara el-İsmü'l-Azam Hakikatuhu ve Mezâhirihu, Usûlu't-Tefsir ve't-Tevil, İlmü'l-İmam, er-Rasihune fi'l-İlm ve el-İrfânü'ş-Şiî adlı eserlerimize müracaat etmelerini tavsiye edebiliriz. İsmi geçen eserlerde bu meselenin birçok Kur'ânî ve rivayetsel delilini görebilirler.

 

Sunucu: Resûlullah'ın (s.a.a.) sözlerinin vahiy olduğu sorunu da çözülmüş oluyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sünnet-i nebevî ile sabit olan maarifin Kur'an nassıyla sabit olan bilgiler seviyesinde olduğu şeklindeki ısrarımızın gerekçesi de anlaşılıyor. Çünkü Sünnet'i söyleyen bütün ilahî isimlerin kendisinde kemâle erdiği bu şahıs, ilahî feyzin vasıtasıdır. Şimdi bu nazariye ile Kur'ân mantığından uzak olan “Siz dünyalık işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz”, “O sayıklıyor” cümlelerine bürünen nazariye arasındaki farkın ne kadar büyük olduğuna bir bakınız!

 

Üçüncü husus: Müfessirler arasında tartışmaya neden olan meselelerden biri de Hz. Musa'nın kendisine ilim verilen salih kuldan ilim talep etmesidir. “Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı? dedi.” (Kehf, 66). Kendi döneminin en faziletlisi olması gereken ya da ilim ve amel bakımından en faziletlisi olduğu varsayılan ulu'l-azm peygamberlerinden birisinin rüşdü başkasından öğrenmesi nasıl mümkün olabilir!

 

Sunucu: Ayet, Hz. Musa'nın bu dostluğa dayanamayacağını da söylemektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin” demektedir.

 

Allame Alusî şöyle demektedir: Şöyle bir problem ortaya atılmıştır: Kendi döneminin en âlimi olması gereken ulu'l-azm peygamberlerinden birisi başka birisinden nasıl ilim öğrenir? Bu soruya çeşitli cevaplar verilmiştir… Buna delalet eden hususlardan biri de Buharî, Müslim, et-Tirmizî, en-Nesaî ve diğerlerinin İbn Abbas'tan merfu olarak aktardıkları şu hadistir: Hızır (a.s.) Hz. Musa'ya (a.s.) “Ey Musa! Ben Allah-u Teâlâ'dan bana öğretilen bir bilgiye sahibim ki sen bunu bilmemektesin. Sen de Allah-u Teâlâ'dan sana öğretilen bir bilgiye sahipsin ki ben de bunu bilmemekteyim” demiştir. [3]

 

Pasajda geçen soruna verilen cevaplardan biri de kendi döneminin peygamberinin mutlak olarak diğerlerinden üstün oluşunun kesin olmayışıdır.

 

Bunu şöyle de tasavvur edebiliriz. Öyle bir konu olur ki biz hoca siz öğrenci olabilirsiniz, başka bir sahada da siz hoca biz öğrenci olabiliriz.

 

Hz. Hızır'ın, Hz. Musa'dan daha bilgili olduğu ve O'na özgü olan bu ilim nedir? Acaba bu ilim hakikat mi yoksa şeriat ilmi midir? Bu konunun detaylarına girmek istemiyorum. Ancak Allame Alusî'nin “Hakikat ve şeriat ancak Peygamberimizde toplanmıştır. Diğer peygamberler kâmil olarak ancak bir tanesini kendisinde toplayabilmiştir.” ifadelerine işaret etmek istiyorum. Özetle bütün zamanlar ve zeminler içinde O'nu geçebilecek hiçbir kimse yoktur.

 

Sunucu: Bu açıklamayı yapan Allame Âlûsî kimdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Tefsir ve marifet sahasının ve Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerindendir. Bu şahıs Ehl-i Sünnet tarafından tanınmamaktadır.

 

Hakikat ve şeriat ilmi en mükemmel ve en kâmil şekilde Hz. Resûlullah'ta (s.a.a) toplanmıştır. Bu da Peygamberimizin (s.a.a.) en önemli özelliklerindendir.

 

Bir diğer hususiyeti ise Hz. Peygamber'in kurb-u ilahî de “Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, (yere doğru) sarktı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” (Necm, 8-9) konumunda olmasıdır.

 

Yine O'nun özelliklerinden biri “Evvelü'l-Müslimîn / Müslümanların ilki” olmasıdır. Hz. Nuh, Hz.İbrahim ve Hz. Musa “mine'l-Müslimîn”dirler. (Müslümanlardandırlar.)

 

Müslümanların ilki olması ne demektir? Kimileri ümmeti içinde ilki olmasıdır, demişlerdir. Bu açıdan bakacak olursak Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Nuh (a.s.) da kendi ümmetleri içinde Müslümanların ilkidir. Zamansal önceliğin herhangi bir kıymeti yok ki! Kişi dünyaya önce de gelebilir, sonra da! Nitekim Resûlullah (s.a.a.) peygamberlerin en faziletlisi olduğu halde diğerlerinden sonra gelmiştir.

 

Kur'an-ı Kerim Ahzâb Sûresi'nde ulu'l-azm peygamberlerini sayarken ilk önce Hz. Hâtem'i zikretmektedir.

 

Tarihe, araştırmacılara ve hakikat taliplerine bir not düşmek istiyorum: Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) makamları bizim tarafımızdan bilinmemektedir. Bizler sadece Resûlullah'ın (s.a.a.) teşriî boyutuna odaklanmışız ve diğer boyutlarını terk etmişiz.

 

Sunucu: Hz. Peygamber'in ağzından çıkan sözlerin kimin ağzından çıktığının farkına varmamız gerekmektedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu da bizim Kur'ân-ı Kerim'e göre Resûlullah'ı tanımamızın önemini göstermektedir.

 

Azizlerim Kur'ân-ı Kerim, Hz. Hâtem'i (s.a.a) tanıtmaktadır.

 

Allah-u Teâlâ “Hani biz peygamberlerden söz almıştık; Senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık” (Ahzâb, 7) buyurmaktadır.

 

Ayette bahsedilen ilk misak, genel bir misaktır. Bu misak bütün peygamberleri kapsamaktadır. Çünkü ‘‘en-nebiyyine / peygamberler'' sözcüğünün başındaki ‘‘elif-lam'' takısı çoğul kelimenin başına geldiğinden dolayı ‘‘umumluk / genellik'' ifade eder. İkinci misaka gelince ise ayet, Peygamber'i (s.a.a.) diğerlerine öncelemiş ve ‘‘ve minke / senden'' demiştir. Kimileri burada öncelemenin lafzî bir takdim olduğunu düşünmektedir. Bu düşünce yanlıştır.

 

‘‘Ve minke / senden'' ile Kur'ân-ı Kerim hâtemiyet makamının azametini lafız düzleminde Hz. Hâtem'e vermiştir ki kimsenin Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) önüne geçmesine izin verilmesin. Bağlam, zamansal öncelikle alakalıdır. Bağlamın zamansal olduğuna dair karine ise ayette diğer peygamberler söz konusu olduğunda zamansal sıra gözetilmesidir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Hâtem'e öyle bir makam vermektedir ki lafzen dahi kimsenin Hz. Peygamber'den önce zikredilmesine müsaade etmemektedir. Bırakalım diğer makamları!

 

Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde Hz. Peygamber'in özelliklerine vurgu yapılmaktadır. “Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.'' (Bakara, 285) buyurmaktadır. Ayet, ‘‘Âmene'l-müminune bima unzile ileyhi min rabbihi / Müminler, Rabbi tarafından O'na indirilene iman etti'' demiyor.

 

Bu iman diğer imandan farklıdır. Bu ayrı bir cevher ve hakikattir. Kur'ân-ı Kerim ne zaman bu makamı zikredecek olursa bu makamı diğerlerinden ayırır. ‘‘Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi.'' (Tevbe, 40) Yani sükûnetini ikisine değil de birisine indirdi.

 

‘‘(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu).'' (Enfâl, 17) Kur'ân-ı Kerim müminlerden bahsederken genel bir şekilde bahsediyor ancak Resûlullah'a gelince tahsis ediyor. O'nu ayrı bir yere koyuyor. Bu ayet oldukça ilginç bir ayettir. ‘‘Ve ma rameyte / atmadın'' bu ayette geçen ‘‘ma'' olumsuzlayıcıdır ve Hz. Resûlullah'tan atmayı olumsuzlamaktadır. Ancak aynı zamanda ‘‘iz rameyte / attığında da'' atmayı olumlamaktadır ve Resûlullah'ın attığını beyan etmektedir. Şimdi hangisini kabul edeceğiz?

 

El-cevap: Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) atması, Allah'ın atmasıdır. Resûlullah (s.a.a.) biat noktasında elini diğerlerinin üzerine koyardı. Ancak Allah-u Teâlâ “Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir” buyurmaktadır. El, Allah Resûlü'nün eli olduğu halde Allah-u Teâlâ bu eli kendi eli olarak görmektedir. Tam bir mazhariyet! Çünkü bu elin sahibi bütün ilahî isimlerin ve sıfatların mazharıdır. Araştırmacıların bu metodu ve meseleyi incelemelerini istirham ediyorum.

 

Sunucu: Yani diğerleri Allah Resûlü'nü nasıl tasavvur etmişlerdi? Konumuza dönelim. Acaba Peygambere özgü bu şeylerde Ali'nin (a.s.) de Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağı olduğunu gösteren delil var mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu Menzile hadisiyle ilgilidir. Menzile hadisine sened ve mazmun açısından işaret etmiştik. Kur'ân-ı Kerim'e müracaat ettiğimizde ‘‘Onu işimde ortak kıl'' şeklindeki Hz. Musa'nın duası ile ‘‘Ey Musa isteğin verilmiştir'' şeklindeki ifadelerini görmekteyiz.

 

Bu anlam Hz. Resûlullah (s.a.a.) için de geçerlidir. Menzile hadisi ve Tâhâ Sûresi'nde geçen ayetler çerçevesinde olaya baktığımızda Hz. Ali (a.s.), Resûlullah'ın (s.a.a.) işinin ortağıdır.

 

Nübüvvet makamının önemli ihtisasları vardır. Bu hususiyetlerde bütün peygamberler ortaktır. Bu özellikler 20 civarındadır. “(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.'' (İbrahim, 4)

 

‘‘Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.'' (Nisâ, 64) Bunlar bütün peygamberlerin ortak olduğu özelliklerdir.

 

Peygamberlerin ortak olduğu özelliklerin en önemlilerinden biri kendilerine gelen vahyin beyanı hakkında kimseyi naip kılma haklarının olmamasıdır. Yani vahyi kendileri tebliğ etmelidirler. Bu özel bir grubun görevidir. Bu görevi özel bir grup yerine getirdikten sonra artık insanlardan bu vahye şahit olup duyanlar, gaip olup duymayanlara ulaştırırlar. Tefsir bilginleri bu husus için ‘‘vahyin ibtidâî tebliği'' terimini kullanırlar. Allame Tabatabaî , ‘‘Onu işimde ortak kıl” ayetinin tefsirinde şöyle der: Hz. Musa (a.s), Harun'un, kendisine özgü olacak bir hususla ilgili olarak kendisine ortak edilmesini istiyor. Bu da davetin ilk gününden itibaren, Rabbinden aldığını insanlara tebliğ etmektir. Bu, ona özgü bir husustur ve hiç kimse, bu işte ona ortak olamaz. Ve o da başkasını bu işe naib kılamaz. Peygamber aracılığıyla tebliğ edildikten sonra, dinin tamamının veya bazı kısımlarının insanlara duyurulmasına gelince, bu görev, sırf peygambere özgü değildir. Bilakis bu, dine iman eden ve dinle ilgili olarak bir şeyler bilen herkesin görevidir. Nitekim bilenin bilmeyene, hazır olanın hazır olmayana duyurması bir zorunluluktur.” [4] der.

 

Buna göre Musa (a.s.) işte ortak olmasını Hz. Harun için isterken Hz. Harun'un bu genel şeyde mi ortak olmasını istiyordu yoksa özel olan bir durum için mi istiyordu? Genel olan şey için zaten duaya ihtiyaç bulunmamaktadır.

 

O şöyle devam etmektedir:

 

Hiç kuşkusuz, ilk tebliğ, yani ilk kez ilahi vahyin duyurulması, salt Peygamberimize (s.a.a) özgü bir görevdir. Vahyin temelini tebliğ etmek için, başka bir şahsı kendisine naib kılmak gibi bir hak tanınmamıştır O'na. Bu husustaki ortaklık, işine ortaklık sayılır. Ayette Musa'dan aktarılan sözlerde buna yönelik bir kanıt vardır. Hz. Musa şöyle diyor: “Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle gönder.” Hiç kuşkusuz, onu doğrulamasından maksat “Kardeşim Musa doğru söylüyor.” demesi değildir. Tersine, kastedilen husus, Musa'nın sözlerinden kapalı olanları açıklaması, mücmel olanları ayrıntılandırması ve iblağ etmekle yükümlü olduğu vahyin bir kısmını onun adına duyurmasıdır. Bu tür tebliğ ve itaatinin zorunlu olması gibi peygamberliğin bazı özellikleriyle ilgili ortaklık “iş”ine ortaklık olgusunu karşılayan bir durumdur.[5]

 

Vahyi beyan etme noktasında başkasını yerine naip kılma hakkı bulunmamaktadır.

 

Bütün Müslümanlar Hz. Peygamber'in vahyi tebliğ etmede masum olduğuna inanmaktadır. Bu konuda icmâ vardır. Buna göre vahyi tebliğ etmede ortak olan şahıs da masum olmalıdır. Çünkü masum olmasa vahyin tebliği noktasında hataya düşebilir, yanılabilir veya unutabilir.

 

Bu husus açıklandığına göre Hz. Ali'nin ibtidâî vahyin tebliği noktasında Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağı olup olmadığı sorusuna dönelim.

 

Menzile hadisi gereğince ibtidâî vahyin tebliği noktasında da Hz. Ali (a.s.), Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağıdır. Yani vahyi tebliğ etme noktasında Resûlullah'a (s.a.a.) Ali'yi (a.s.) naip kılma izni verildi.

 

Sunucu: Bütün insanlar değil yani?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette ki değil. Çünkü bu, masumiyetin şart olduğu ihtisâsî vazifedir. Sonuç olarak Ali (a.s.) ibtidâî vahyin tebliği noktasında Peygamber'in ortağı olup bu tebliğ görevinde masumdur. Eğer müctehid olmuş olsaydı hata edebilirdi. Resûlullah (s.a.a.) da bu önemli vazifeyi kasten olmasa dahi bazen yanılıp unutan, bazen de karıştıran bir şahsa tevdi etmiş olurdu. İlahî vahyi tebliği hususunda yanılma, unutma ve karıştırma ihtimali olan birisine hiç güvenilir mi? Bu da İmam Ali'nin (a.s.) masumiyetini ispatlayan Kur'ânî delillerdendir.

 

Seyyidim “Tarihte Resûlullah'ın (s.a.a.) Ali b. Ebû Talib'i (a.s.) ibtidâî vahyi tebliğ etmekle görevlendirdiğine dair elimizde bir veri var mı? Genel olarak dediğinizi kabul ettik. Ancak bize bazı tarihsel veriler sunar mısınız?” diyebilirsiniz

 

Sunucu: Bu soru başka bir soruyu gerektirmektedir. Resûlullah (s.a.a.) bu görevi başka birisine vermiş midir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu konu açıklığa kavuşacaktır. Çünkü ibtidâî vahyin tebliği makamının Peygamber'den başkasına da ait olduğunu iddia ediyorsak kesin bir delil ortaya koymalıyız. Kesin delilin anlamı şudur: Sahih, üzerinde ittifak edilen ve anlamı açık ve berrak delil.

 

Bir örnek sunacağım. Bu delile yegâne itirazı olanlar İmam Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e düşmanlık besleyen Nâsıbîlerdir.

 

İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inden isnadı sahih olan bir hadis aktaracağım. Rivayet Ali'nin (a.s.) makamlarını ve faziletlerini zikretmektedir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Sonra Hz. Peygamber (s.a.a.) falanca şahsı Tevbe Sûresi'yle gönderdi. Daha sonra ondan bu görevi almak için peşinden İmam Ali'yi gönderdi ve şöyle dedi: Bunu ancak benden olan ve benim de kendisinden olduğum kimse iletebilir.[6]

 

Muhakkik dipnotta bu falanca şahsın Ebû Bekir olduğunu söylüyor.

 

Soru: Tevbe Sûresi'nin tebliği ibtidâî bir tebliğ miydi yoksa genel bir tebliğ mi?

 

El-cevap: Resûlullah (s.a.a.) henüz bu sûreyi tebliğ etmemişti. Bu tebliğ ibtidâî idi. Rivayet sahih ise vahiy, bu görevi ilk halifenin yerine getirmesine engel oldu. Bu görevi İmam Ali (a.s.) yerine getirmeliydi.

 

Rivayet hem sahih hem de açıktır.

 

İmam Ahmed b. Hanbel, Fazâilü's-Sahâbe adlı eserinde şu rivayeti aktarmaktadır.

 

Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre o şöyle der: Resûlullah (s.a.a.) Ebû Bekir'i Berae Sîresi'yle birlikte Mekkelilere gönderdi. Ebû Bekir Zü'l-Huleyfe'ye ulaşınca Allah Resûlü (s.a.a.), ‘‘Onu benden veya Ehl-i Beyt'imden birisi dışında kimse tebliğ etmesin'' buyurdular ve Berae Sûresi'ni Ali b. Ebû Talib (a.s.) ile gönderdiler.[7]

 

Yani ilahî vahyi tebliğ etme görevi Hz. Ali'ye verildi.

 

Bir diğer rivayet Müsnedü Ebi Ya'la el-Mavsılî'den. Bu hadis hasendir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Resûlullah (s.a.a.) Ebû Bekir'i Berae Sûresi'yle birlikte Mekkelilere gönderdi. Sonra da Ali'yi (a.s.) göndererek şöyle buyurdu: Berae Sûresi'ni Ehl-i Beyt'imden bir kişi dışında kimse tebliğ etmesin…[8]

 

Bu genel bir tebliğ değildir. Çünkü genel tebliğin ulaştırılması için İmam Ali'ye ihtiyaç yoktur.

 

Müsnedü'l-İmam Ahmed İbn Hanbel'den bir rivayet daha. Rivayet şöyledir:

 

İmam Ali'den nakledildiğine göre O şöyle demiştir: Hz. Peygamber'e (s.a.a.) Berae Sûresi'nden on ayet nazil olduğunda (s.a.) Ebû Bekir'i çağırıp bunları Mekke halkına okuması için onlara gönderdi, sonra beni çağırıp “Ebû Bekir'e yetiş. Ona nerede yetişirsen yazıyı ondan al ve Mekke halkına gidip bunu onlara oku” buyurdular. Cuhfe'de ona kavuştum ve yazıyı ondan aldım.

 

Ebû Bekir, Hz. Peygamber'e (s.a.a.) dönerek “Ey Allah'ın Resûlü! Benim hakkımda bir şey mi nazil oldu?” diye sordu.

 

Allah Resûlü (s.a.a.) “Hayır, fakat Cibril bana geldi ve ‘Bunu sen veya ailenden bir kişiden başkası eda etmeyecek' dedi” buyurdular. Gerçi Allame Arnavut ‘‘Hadîsin isnadında zayıflık vardır'' der. [9]

 

Bu tür bir görevi ancak Peygamber'den olan bir kişi (reculün mink) yerine getirebilir. Buradaki “min” harf-i cerrinin ittisaliye olduğunu ve ittisaliyenin ne anlama geldiğini önceki derslerde açıklamıştık. Ancak içerik sahihtir.

 

Sunucu: Resûlullah (s.a.a.) Ebû Bekir'i gönderdikten sonra gerçekleşecek olan olayları bilmekte miydi? Yani O bu görevin İmam Ali'ye verileceğini biliyor muydu?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Evet. O bu makamın birinci halifenin makamı olmadığını Hz. Ali'nin makamı olduğunu göstermek istiyordu. Eğer bunu yapmasaydı insanlar “Kuşkusuz falanca ve filanca şahıslar da bu göreve layıktırlar. İmam Ali (a.s.) yanında olduğu için O'nu gönderdi, Ebû Bekir yanında olsaydı onu gönderirdi” diyeceklerdi.

 

Bu rivayetler sahih iseler bu görevin Peygamber'e ve O'ndan olan birisine mahsus olduğunu söylemektedirler.

 

‘‘Ya sen burada kalmalısın yahut da ben'' rivayetini değerli izleyiciler hatırlayacaklardır. Bu rivayet de o türdendir. ‘‘Ey Ali ya sen tebliğ edeceksin ya da ben!''

 

Şöyle bir itiraz gelebilir: Bu sadece bir mesele için geçerlidir. Niçin genelleştirerek böyle bir makamı İmam Ali'ye veriyor ve vahy-i ibtidâînin tebliği görevinde O'nun (a.s.) da ortak olduğunu söylüyorsunuz?

 

Geliniz bu genel kaidenin başka bir örneğinin olup olmadığını görebilmek adına Ehl-i Sünnet'in büyük âlimlerinin açıklamalarına ve önemli kaynaklarına müracaat edelim.

 

Sunucu: Buradan da Ehl-i Sünnet'in metodu ile hasımları arasında ihtilaf olduğu anlaşılıyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İmam İbn Ebû Âsım'ın (h. 287) es-Sünne adlı eserine bir bakalım.

 

Rivayet şöyledir:

 

Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: Ali (a.s.) bendendir, ben de Ali'denim. Bunu benim yerime ancak Ali (a.s.) eda edebilir. Bu rivayetin isnadı hasendir.[10]

 

Bu Mekke vakıasından ayrı bir olaydır ve Berae Sûresi'ne özgü değildir. Kimileri “Bu sadece bir mesele için geçerlidir. Niçin bu kadar büyütüyorsunuz?” demeye çalışmaktalar. Bu ibareler Muhammed Abduh ile Reşid Rıza'ya aittir. Onlar diyorlar ki niçin meseleyi bu kadar büyütüyorsunuz?

 

İşte bir diğer örnek. Rivayet şöyledir:

 

Ali (a.s.) bendendir, ben de Ali'denim. Benim yerime ancak Ali (a.s.) eda edebilir.[11]

 

Sizler de biliyorsunuz ki “la” ve “illa” edatları bir cümlede toplandıklarından ‘‘özgülüğü / hasrı'' bildirmektedir. Yani bu makam sadece Ali'ye özgüdür.

 

Üçüncü örnek:

 

Resûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdular: Ali bendendir. Ben de Ali'denim. Benim adıma verilen sözleri ben ve Ali yerine getiririz. [12]

 

Artık hiçbir şekilde kuşkuya mahal kalmamaktadır.

 

Çağdaş Vehhâbî âlimlerinden, Yemen ulemasından Allâme e-Vadıî'nin el-Câmiü's-Sahih adlı eserine bir bakalım.

 

Allâme rivayeti İmam Ahmed'in Müsned'inden aktarmaktadır. Rivayet şöyledir:

 

Veda Haccı'nda bulunan Yahya b. Âdem es-Selulî şöyle dedi: Resûlullah (s.a.a.) “Ali benden, ben de Ali'denim. Benim adıma verilen sözleri ben ve Ali yerine getiririz” buyurdular. [13]

 

Çağdaş bilginlerden Mustafa el-Adevî de es-Sahihü'l-Müsned adlı eserinde buna işaret eder. Rivayet şöyledir:

 

Ali bendendir. Ben de Ali'denim. Benim adıma verilen sözleri ben ve Ali yerine getiririz. Rivayet sahih li-ğayrihidir.[14]

 

Allâme Albanî, Vadiî ve Adevî gibi büyük âlimler bu rivayetin muteber olduğunu ve dayanak alınabileceğini söylemektedirler. Gerçi Allâme Şuayb el-Arnavut Ali (a.s.) ile ilgili bütün konularda İbn Teymiyye'nin yolunu takip ederek bu rivayetleri zayıf göstermeye ve kuşkular oluşturmaya çalışır.

 

Seyyid Kemal Haydarî sadece rivayeti sahih kabul edenlerden aktarıyor, zayıf sayanlardan nakletmiyor demesinler diye biz onları da göstereceğiz.

 

Rivayet Müsnedü'l-İmam Ahmed'de de geçmektedir. Allâme Arnavut tarafından tahkiki yapılan el-Müsned'de o, bu hadisin zayıf olduğunu söyler. Rivayet şöyledir:

 

Ali bendendir. Ben de Ali'denim. Benim adıma verilen sözleri ben ve Ali yerine getiririz. Rivayetin isnadı zayıf ve metni de münkerdir.[15]

 

Bu hadisin metninde nerede münkerlik var, bilemiyorum. Evet, hadis Ali (a.s.) hakkında olunca hemen münkerlik var, deniliyor. Eğer bu hadis Ümeyyeoğullarından birisi hakkında veya herhangi bir başka şahıs hakkında olsaydı emin olunuz ki rivayeti sahih göstermek için var güçleriyle çalışırlardı. Peki dediğiniz gibi hadisin zayıf olduğunu kabul edelim. Hadis niçin münker oluyor?

 

El-cevap: Çünkü İmam Ali'ye (a.s.) dengi olmayan büyük bir makam vermektedir!

 

Sunucu: Peygamber'in (s.a.a.) açıkladığımız makamının ışığında Hz. Ali'nin makamını da bu hadisten çıkartabiliyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece bu da değil. Değerli izleyiciler hatırlayacaklardır. İbn Teymiyye'nin Hz. Peygamber'in halifesi olacak olan şahsın O'na insanların en yakını ve O'ndan sonra insanların en faziletlisi olması gerektiği şeklindeki sözlerini sunmuştuk. Şimdi Ali'nin (a.s.) bu faziletine eşdeğer bir fazilet var mıdır? Ali (a.s.) için sabit olan bu fazilete eş değer bir fazilete sahip olan bir sahâbîyi bulun getirin bakayım! Yani Peygamber'e (s.a.a.) özgü olan bu makamla bağlantılı bir makam getiriniz.

 

Hakikati araştıranlar ve izleyiciler bunun üzerinde uzunca düşünmelidirler.

 

Sunucu: Ta ki bir kişi gelip de Muaviye'ye eşittir, demesin.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Sadece Muaviye de değil. Bunlar Hz. Ali'nin (a.s.) birinci ve ikinci halifeden üstün sayılmayı kendisinin de kabul etmediğini ve iftira haddi uyguladığını söylüyorlar! Dahası birçoğunu Ali'den (a.s.) üstün saymakta ve O'nu dördüncü mertebeye yerleştirmekteler. Hatta bazıları buna dahi rıza göstermezler.

 

Sunucu: İbn Teymiyye'nin “Benim adıma verilen sözleri ben ve İmam Ali yerine getiririz” hadisine yaklaşımı nasıldır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Biz O'nun İmam Ali ile ilgili bütün konularda ilmî terazisini yitirdiğini söylemiştik. O imkân bulursa önce rivayetin senedini tartışır ve uydurma ya da zayıf olduğunu söyler. Yahut da Allâme Arnavut'un yaptığı gibi metnin münker olduğunu söyler. Genel yapısı ve rivayetlere bakışı bu şekildedir.

 

Yeni bir şey söyleyeceğim. Bu özellik veya bu uygulama Haricîlerin ve bidat ehlinin özel davranışlarındandır. Yani sahih sünneti ele aldıklarında ya sened itibariyle yahut da metin itibariyle kriterden düşürmeye çalışma özelliği Haricilerin sıfatıdır. İlginçtir ki kendisi tesis ettiği bu kaideyi unutarak bizzat aynı davranışı sergiler. İmam Ali'ye (a.s.) duyduğu hınç bu davranışı sergilemesine neden olur.

 

Mecmûu Fetâvâ adlı eserinde o şöyle der:

 

Hariciler dışındaki bidat ehlinin geneli hakikatte bu konuda Haricilere uyarlar. Bazen hadisin isnadına bazen de metnine taan ederler.[16]

 

Pasaj Haricileri ve onlara uyan bidat ehlini ele almaktadır. İbn Teymiyye diğer bidat gruplarının Sünnet'e veya Kur'ân'ın hakikatine değil de Haricilere tâbi olduklarını söylemektedir.

 

Efendim! Seni de metni veya senedinde kuşku bulunmayan hadisler hakkında aynı davranışları sergilerken görüyoruz!

 

Ey dünya Müslümanları, İbn Teymiyye'nin “Ali bendendir, ben de Ali'denim. Benim adıma verilen sözleri ben ve Ali yerine getiririz” hadisi hakkında nasıl bir değerlendirme yaptığına bir bakalım.

 

O Minhâcü's-Sünne adlı eserinde şöyle der:

 

Onda çeşitli yalan rivayetler vardır. “Ey Ali! Allah-u Teâlâ'dan her neyi talep ettiysem senin için de aynısını istedim”, “Ali bendendir, ben de Ali'denim. Benim adıma verilen sözleri ben ve Ali yerine getiririz” hadisleri de yalan rivayetlerdendir. [17]

 

Vallahi İbn Teymiyye metinle oynama olanağı bulabilseydi metinle de oynardı. Ancak hadisin metninin sabit olduğunu görünce zorunlu olarak hadisin isnadının yalan olduğunu söylüyor.

 

Devamında şöyle diyor:

 

Hattâbî, Şiarü'd-Din adlı eserinde şöyle der: “Ali bendendir, ben de Ali'denim. Benim adıma verilen sözleri ben ve Ali yerine getiririz” rivayeti Kûfe ehlinden Zeyd b. Yusbe'nin rivayeti olup bu şahıs rivayette Rafızilikle itham edilmiş birisidir.[18]

 

Yani yukarıda bu rivayeti kendisinden aktardığımız İbn Mâce, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel gibi şahısların tümü Rafızi'dir ve yalancılıkla itham edilmişlerdir. 

 

İbn Teymiyye'nin metne yaklaşımına bir örnek verelim. O Minhâcü's-Sünne adlı eserinde mealen şöyle der:

 

Hadisin sahih olduğunu kabul etsek dahi Resûlullah'ın (s.a.a.) Ali'yi (a.s.) Ebû Bekir'in peşinden göndermesinin gerekçesi, konuyla ilgili Cahilî bir âdetin bulunması ve O'nun bu Cahiliye âdetine uymasıdır. Cahiliye Araplarında şöyle bir gelenek vardı. Kişi birisiyle bir akit veya bir ahit gerçekleştirdiğinde bu ahdi ancak ehl-i beytinden veya yakınlarından birisi atabilirdi. Resûlullah (s.a.a.) da bu sünnetle amel etti. Yoksa O'na “Bunu ancak sen veya senden olan birisi eda edebilir” şeklinde bir vahiy gelmiş değildir.

 

O şöyle der:

 

Ama müşriklerle olan anlaşmayı atması için Hz. Ali'yi göndermesine gelince ise bu Cahiliye adetlerinden birine dayanmaktadır. Şöyle ki gerçekleştirilen veya çözülecek olan bir akit ancak itaat edilen veya O'nun ehl-i beytinden birisi tarafından uygulanabilirdi. Cahiliye Arapları sıradan bir kimseden bunu kabul etmezlerdi.[19]

 

İzleyicilerden çok özür diliyorum. Resûlullah (s.a.a.) Medine'den uzak Madagaskar'da yaşayan bir şahıs mıydı? Cahiliye adetlerini bilmiyor muydu? Onların adetlerine aykırı bir davranışta bulunduğundan doğrudan vahiy geldi ve niçin Cahiliye adetlerine aykırı davranıyorsun, diyerek O'nu ikaz etti! İbn Teymiyye ve benzerlerinin yaklaşımı bu işte! Bizler Resûlullah'a ihtiram gösteriyoruz diyenlerin yaklaşımı! Bu davranış kesinlikle Resûlullah'a (s.a.a.) saygısızlıktır.

 

Sunucu: Benim bir sorum olacak. Sünnet-i Nebeviyye'nin Kur'an-ı Kerim'de eşdeğer bir seviyede olduğunu belirttik ve bazı kanıtlar sunduk. Acaba elimizde bunu ifade eden başka kanıtlar var mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elimde Allame eş-Şenkıtî'nin Edvâü'l-Beyân adlı tefsiri var. Yazar bu eserinde şöyle diyor: Bu ayetten (Nisâ, 59) insanların usûl-u din veya furû-u din hususunda nizaa düştükleri bütün şeylerde (Hz. Resûlullah'a) müracaat edilmesi gerektiği anlaşılıyor.[20]

 

İkinci kaynak çağdaş Vehhâbî bilginlerden Allâme Useymin'in Tefsirü'l-Kur'âni'l-Kerim adlı eseridir. Allâme, Nisâ Sûresi'nin ilgili ayetinin tefsirinde şöyle der:

 

Sünneti inkâr edeni red… “Bizler ancak Kur'ân-ı Kerim'in getirdiğini kabul ederiz. Çünkü Allah-u Teâlâ Resûlullah'a bağımsız olarak itaatı emretmiştir.” Bu görüşte olanlar aslında Kur'ân-ı Kerim'in getirdiği ilkelere ittiba etmemiştir. Çünkü Kur'ân, Resûl'e ittibaı emretmiştir… Kur'an'da buna ilişkin bir asıl bulursanız O'na tâbi olunuz, dememiştir.[21]

 

Allâme Useymin, kendisine bir rivayet okunduğunda kabul etmeyip de bana Kur'ân'dan bir ayet getirin diyen kimsenin bu davranışını Sünnet'e küfür olarak algılamaktadır.

 

Son olarak Doktor Muhammed İbn İbrahim el-Hamed'in Akidetü Ehli's-Sünneti ve'l-Cemaati adlı eserinden. Yazar şöyle diyor:

 

Kitap ile Sünnet'i birbirinden ayırmayı terk etmek… Her ikisi de Allah katından indirilmiştir. İkisini de eşit seviyede kabul etmek gerekir. Mütevatir haber ile ahad arasında da ayrıma gitmeyi terk etmek gerekir. Sünnet'in getirdiği bilgi ister hükümlerle ister akâid ile ilgili olsun fark etmemektedir.[22]

 

Pasaja göre haber mütevatir de olsa ahad da olsa kabul edilmelidir. Pasaj bizim Sünnet-i Nebeviyye'nin ortaya koyduğu maarifin Kur'ân nassının ortaya koyduğu maarif gibi olduğu şeklindeki görüşümüzü desteklemektedir.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.  

 

 

 

Çeviren: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 



[1] Ebû's Sena Şihabuddin Mahmud el Âlûsî, Rûhu'l Meânî fi-Tefsiri'l Kur'âni'l Azim ve's-Sebi'l-Mesânî, c. 2, s. 96, tahkik: Mahir Habuş, Müessetü'r-Risale, 1. basım, 1431.

[2] A.g.e., c. 21, s. 321.

[3] A.g.e., c. 15.

[4] Allame Muhammed Huseyn Tabatabaî, el-Mizan fi-Tefsiri'l-Kur'ân, c. 14, s. 147, Müessesetü'l-Âlemi.

[5] A.g.e., c. 14, s. 160.

[6] Müsnedü İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 3, s. 331, tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Dârü'l-Hadis, Kahire, hadis no: 3602.

[7] İmam Ahmed İbn Hanbel, Fazâilü's-Sahâbe, c. 2, s. 694, hadis no: 946, tahkik: Vasiyullah Muhammed b. Abbas, Dârü İbn Cevzî.

[8] Müsned-ü Ebi Yala el-Mavsılî, c. 5, s. 412, hadis no: 3905, tahkik: Hüseyn Selim Esed, Mektebetü'r-Rüşd.

[9] Müsnedü İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 2, tahkik: Allame Şuayb el-Arnavut.

[10] İmam İbn Ebî Âsım, es-Sünne, c. 2, s. 885, hadis no: 1355, tahkik: Doktor el-Cevabire, Dârü's-Sumeyi.

[11] Sahihü Süneni İbn Mâce, c. 1, s. 98, hadis no: 97, tahkik: Allame Albanî.

[12] Sahihü Süneni't-Tirmizî, c. 3, s. 522, hadis no: 3719 Allame Albanî, Mektebetü'l-Mearif Riyad.

[13] Allâme Ebû Abdurrahman Mukbil İbn Hadi el-Vadıî (h. 1422), el-Câmiü's-Sahih mimma leyse fi's-Sahihayn, c. 1, s. 168, Dârü'l-Asar.

[14] Mustafa el-Adevî, es-Sahihü'l-Müsned min Fezâili's-Sahâbe, s. 120, Dârü İbn Affan.

[15] Müsnedü İmam Ahmed İbn Hanbel, c. 29, s. 17505, tahkik: Allame Şuayb el-Arnavut.

[16] Mecmûu Fetâvâ İbn Teymiyye, c. 19,  s. 73, tahkik: Abdurrahman İbn Kasım.

[17] Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye, c. 3, s. 283, tahkik: Doktor Muhammed Reşad Salim.

[18] A.g.e., a.g.y.

[19] A.g.e., c. 4, s. 551.

[20] Allâme Muhammed Emin eş-Şenkıtî, Edvâü'l-Beyân fi İdahi'l-Kur'âni bi'l-Kur'ân, c. 1, s. 392, Dârü Âlemi'l-Fevâid.

[21] Allâme Muhammed Salih el-Useymin, Tefsirü'l-Kur'âni'l-Kerim, c. 1, s. 450.

[22] Doktor Muhammed İbn İbrahim el-Hamed, Akidetü Ehli's-Sünneti ve'l-Cemaa.