Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (7)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (7)
Âriflerin dediği gibi bahsedilen makam kemâle yolculuktaki hâtemiyet makamıdır. Hz. Ali (a.s.) da bu makamda Resûlullah’ın (s.a.a.) ortağıdır. Hâtemü’l-Enbiyâ denince kastımız seyr-i ilallah’ın bütün mertebelerini sonlandırmaktır. Yoksa zamansal olarak peygamberlerin sonuncusu olmak değildir.

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Mutarahatün fi'l-Akide programının yeni bir bölümünde karşınızdayız. Hadisin içeriği konusuna varmış bulunuyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Dinî maârifin ispatının incelenmesi konusunda başat unsurun bu konulara önem vermek olduğunu düşünüyorum. Bir diğer ifadeyle Kur'ân-ı Kerim ayetlerine verilen kıymeti sahih, sarih ve üzerinde icmânın gerçekleştiği Sünnet-i Nebeviyye'ye de vermemiz ve bu gerçek üzerinde ittifak etmemiz gerekiyor. Geçen hafta kısmen değindik. Dolayısıyla kimse bize “Bu mesele dinî maârif sisteminin esaslarından ise niçin Kur'ân-ı Kerim'de geçmiyor?” şeklinde bir itirazda bulunmasın. Çünkü maârifi belirleme açısından Kur'ân ayetleriyle katî Sünnet arasında fark yoktur. Kur'ân kanıt olma özelliğine sahiptir ve bu konuda herhangi bir itiraz bulunmamaktadır. Sünnet-i Nebeviyye de kanıt olma özelliğine sahiptir. Ancak bu özelliğe sahip olan Sünnet-i Nebeviyye'nin sahih, açık ve hakkında icmânın gerçekleştiği bir yapıda olması gerekmektedir.

 

Şunu iyice kavramalıyız. Kur'ân-ı Kerim'de geçmeyip Sünnet'te vârid olan önemli meseleler var. Dahası daha az öneme sahip olduğu halde Kur'ân'da geçip Sünnet'te geçmeyen şeyler de vardır. Dolayısıyla önemli olan her ne varsa Kur'ân'da geçer, önemli olmayan şeyler ise Sünnet'te bulunur, şeklinde küllî bir kaide yoktur. Bu oldukça önemlidir. Çünkü bazı fıkhî hükümlerin Kur'ân-ı Kerim'de ve bazı akidevî asılların da Sünnet'te geçtiğini görmekteyiz. Nitekim “Utruhatü'l-Mehdeviyye” programında işaret ettiğimiz gibi Mehdilik meselesi Kur'ân'da geçmemektedir. Ancak imanın asıllarından ve Müslümanların akidelerinin en önemlilerindendir.

 

Bu çerçevede “Mehdilik konusu veya 12 İmam meselesi birinci dereceden dinî maâriflerden ise niçin Kur'ân-ı Kerim'de geçmiyor?” şeklindeki itiraz yersizdir.

 

Sunucu: Esasında bu düşünce batıl bir temele dayanmaktadır. Yani Kur'ân'ın ve Sünnet'in önemini ayırt etmek temelden batıldır ve yanlış bir tasavvurdur.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bundan dolayıdır ki bize “İmam Ali'nin imameti ve hilafeti, imanın asıllarından veya akidevî ilkelerden ise niçin Kur'ân'da buna herhangi bir işaret yoktur?” demektedirler.

 

Sunucu: Namazların rekât sayısı da Kur'ân'da geçmiyor.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır. Bizim meselemiz namazın rekâtları ve tavafın sayısı gibi furû-u dinden olan konular değildir. Bizler usûl-u din ve iman ile ilgili meseleyi ele alıyoruz. Menzile hadisini bu açıdan ele almaya çalışıyoruz.

 

Menzile hadisini birçok yönden ele aldık. Onların Menzile hadisinin içini nasıl boşaltmaya çalıştıklarını, senedine ilişkin bir eleştiride bulunmadıklarını, dolayısıyla bütünüyle metodik olarak hadisin muhtevasına yöneldiklerini açıklamıştık. Böylece hadisin yani içeriğine gelmiş bulunuyoruz.

 

Bizler ele almak istediğimiz hadisi ilk olarak sened açısından sonra da içerik ve delalet yönünden inceleyeceğimizi söylemiştik.

 

Sened açısından; programı izleyenler ‘‘Seyyidim sizler Müslümanların icmâsı diyorsunuz. Ancak Ehl-i Sünnet kaynaklarında geçen rivayetlerle yetiniyor ve Ehl-i Beyt kaynaklarında geçen rivayetlerden hiçbir şey aktarmıyorsunuz. Bu durumda icmâ nerede?'' diyebilirler.

 

İşaret ettiğimiz bazı şeyler o derece açık ki Usûl-u Kâfî'den hadis aktaramaya gerek yoktur. Bizim aslî kaynaklarımızda, Ehl-i Beyt Okulunun aslî veya birincil dereceden kaynaklarından Tevhid-i Saduk'ta veya Meanî'l-Ahbar'da şöyle şöyle geçmektedir, demeye gerek duymuyoruz.

 

Ancak bütün bunlara rağmen imkân ölçüsünce kitaplarımızda geçen bir noktaya işaret etmek istiyorum.

 

Seyyid Haşim el-Bahranî'nin Ğâyetü'l-Merâm adlı eserinden bir pasaj aktarmak istiyorum. Hepsinin üzerinde duramayacağımdan sadece bir noktaya işaret etmekle yetineceğim. O şöyle demektedir:

 

21. Bâb Hz. Peygamberin Hz. Ali'ye (a.s.) söylediği “Sen bana nispetle Harun'un Musa nezdindeki konumunda gibisin. Ancak benden sonra peygamber yoktur” buyruğu ve bu konuda 100 hadis bulunduğu hakkındadır.[1]

 

Yazar hem kadim hem de sonrakilerin kaynaklarından 100 hadis aktarır. Yazar 70. sayfada şöyle der:

 

İbn Ebi'l-Hadid der ki: Hz. Ali'nin Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) veziri olduğuna dair Kitap ve Sünnet'te naslar bulunmaktadır. Kitaptan nas: “Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, Kardeşim Harun'u. Onun sayesinde sırtımı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve seni çokça analım.  Şüphesiz sen bizi görmektesin. Allah: Ey Musa! dedi, istediğin sana verildi.” (Tâhâ, 28-36)

 

Sünnet'ten nassa gelince ise Hz. Peygamber (s.a.a.) üzerinde icmâ bulunan ve diğer İslam fırkaları tarafından rivayet edilen haberde “Sen bana nispetle Harun'un Musa nezdindeki konumundasın” buyurmaktadır.[2]

 

Yazar daha sonra bir bâb açar ve şöyle eder:

 

21. Bâb. Ehl-i Beyt kanallarından bu konuda 72 hadis bulunmaktadır.

 

Yazar yaklaşık olarak 70 sayfadan oluşan bu bölümde Ehl-i Beyt kaynaklarında geçen bu hadisleri nakleder ve sonunda şöyle der:

 

Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Şia kanallarından gelen bu rivayetler mütevatirdir.[3]

 

Seyyid Şerif el-Murtaza'nın eş-Şâfî fi'l-İmâme adlı eserindeki “Ümmetin âlimleri her ne kadar tevili noktasında ihtilaf etseler de kabulünde müttefiktirler” sözleri bu hususa daha bir açıklık kazandırmaktadır.[4]

 

Yani hadisin nasıl yorumlanması ve algılanması noktasında ihtilaf söz konusudur.

 

Zaten İbn Abdülberr de hadisin en sahih ve sağlam rivayetlerden olduğunu söylemektedir. [5]

 

Ayrıca önceki programlarda işaret ettiğimiz üzere hadisin senedinin sağlamlığının en önemli delillerinden biri İbn Teymiyye'nin itiraz edememesidir. Çünkü İbn Teymiyye, İmam Ali (a.s.) hakkında vârid olan sahih hadisleri dahi sened açısından tenkid etme alışkanlığına sahiptir.

 

Hadisin içeriğine geçmeden önce önemli bir noktaya işaret etmek istiyorum. İlk önce bir pasaj okuyacak ardından da buradaki nüktenin nerede gizli olduğunu açıklamaya çalışacağım. Hanbelî mezhebinin ve Vehhâbîlerin imamı Ahmed b. Hanbel'e Menzile hadisi sorulduğunda onun nasıl bir cevap vermesini beklersiniz? Ehl-i Sünnet'in anlayışına göre tefsir edeceğini, bir şekilde delalet noktasında yorumlar yapacağını beklerdim şahsen.

 

İmam Ahmed b. Hanbel'in hadisin içeriğine ilişkin yorumuna dikkat etmenizi istiyorum. Ben hiçbir yorumda bulunmayacağım.

 

Kadim ulemadan İmam Ebubekir el-Hallal'ın (h. 311) es-Sünnet adlı eserine bakalım. Bu eserde oldukça önemli bir rivayet bulunmaktadır. Rivayet şöyledir:

 

Ebu Bekir el-Mervezî bize haber vererek şöyle dedi: Ebu Abdullah'a (İmam Ahmed) Hz. Peygamber'in Hz. Ali için söylediği “Sen bana nispetle konumun Harun'un Musa nezdindeki konumu gibidir” hadisinin ne anlama geldiğini ve tefsirinin ne olduğunu sordum. O cevaben “Bu konuda sus ve soru sorma. Haber geldiği gibidir.” dedi.[6]

 

Sunucu: Niçin?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çünkü bu hadisi tefsir edecek olursa hadisin neye işaret ettiği ortaya çıkacaktır. Eğer hadisin tefsiri hilafet, imamet ve Hz. Ali'nin özel makamlarını ispat etmiyorsa niçin susmasını ve soru sormamasını istesin ki? Eğer hadisin yorumunda Ehl-i Beyt nazariyesine muhalif ve kendileri için olumlu bir yön olsaydı hiç ‘‘sus'' der miydi? Çünkü hadisin içeriği kendi inanç esaslarıyla çatışmaktadır.

 

Yani haberi olduğu gibi bırak, tefsirine falan dalma! Çünkü bu hadisi tefsir edecek olursan Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisinden sonra ‘‘imamet, hilafet ve velayet için hiç kimseyi atamadığı'' nazariyesi çökecektir!

 

Hadisin içeriğine geri dönelim. İmam Nesâî'nin Hasâisü Emiri'l-Müminin Ali İbn Ebî Tâlib adlı bir eserinin olduğunu önceki programlarda belirtmiştim. Bu eser faziletler hakkında değil “hasâis” hakkında, yani Ali'ye (a.s.) özgü olan şeyler konusunda yazılmıştır.

 

Bunları iki grupta incelemek mümkündür.

 

İlk grup: Bu hususiyet ve bu hususiyetle nitelenen kimsenin açıklanması Kur'ân-ı Kerim'de beyan edilmemektedir. Her iki şey de hadis-i nebevîde geçmektedir. Mesela “Güneş'in Hz. Ali (a.s.) için geri çevrilmesi.” Bu has özellik Sünnet'te vârid olmuştur. Yani bu hususiyet ve bu hususiyetin Ali'ye (a.s.) özgü olması Sünnet'te geçmektedir.

 

İkinci grup: Sünnet'te geçmemekte ancak Kur'ân-ı Kerim'de geçmektedir. Şu kadar var ki Hz. Ali'nin (a.s.) bu sıfatı Sünnet'te mevcuttur. Hususiyetin mefhumu ve hakikati Kur'ân'da geçmekte, ancak rivayet, uyarlanacak kişiyi açıklamaktadır. Bu hususiyet sadece şu şahsa aittir, başka kimseye değil.

 

Siz az önce Kur'ân ile Sünnet arasında bir farkın olmadığını söylemediniz mi? Evet, söyledim. Bana göre herhangi bir fark bulunmamaktadır.  Ancak ben bu taksimatı Kur'ân'ı Sünnet'ten ayıran kimseler için yapıyorum. Dinî maârif ve hususiyetlerden Kur'ân'da geçenleri birinci dereceden, geçmeyenleri ise ikinci dereceden sayanlar için yapıyorum. Her halükârda ikinci kısımdaki hasâis ilk dereceden olacaktır. Çünkü bunları Resûlullah (s.a.a.) değil de Kur'ân-ı Kerim açıklamıştır.

 

Örneğin Allah-u Teâlâ'nın Ehl-i Beyt'in taharetini murad ettiğini bildiren Tathir Ayeti. Bu Kur'ânî bir asıldır. Gerçi nebevî naslarda Ehl-i Beyt'ten muradın kim olduğu geçmektedir.

 

Örneğin “Ey iman edenler Allah'tan korkun ve doğrularla birlikte olun” ayeti de bu şekilde olup Kur'ânî bir asıldır. Ancak doğrulardan kastın kimler olduğunu Sünnet-i Nebevî açıklamıştır. Tabiatıyla Kur'ân'da geçen maârifi birinci, Sünnet'te geçenleri ise ikinci dereceli kabul eden anlayışa göre bizim taksimde geçen ikinci kısımdaki faziletler önemlilik açısından birinci dereceden olmaktadır.

 

Menzile hadisi hangi gruba girmektedir? Tâhâ Sûresi, Hz. Harun'un Hz. Musa (a.s.) nezdindeki konumuna açıkça işaret etmektedir.

 

“Firavun'a git. Çünkü o iyice azdı. Musa: Rabbim! dedi, yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz. Ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Onun sayesinde sırtımı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve seni çokça analım.  Şüphesiz sen bizi görmektesin. Allah: Ey Musa! dedi, istediğin sana verildi.” (Tâhâ, 24-36)

 

Hz. Harun (a.s.), Hz. Musa'nın işte ortağıdır. Sadece dua ve istek değil duaya icabet de Kur'ân'da geçmektedir.

 

Soru: Hz. Ali'nin (a.s.) Hz. Resûlullah (s.a.a.) nezdindeki konumu nedir?

 

Sunucu: Sünnet buna cevap vermektedir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Resûlullah (s.a.a.) menzileyi (konumu) açıklamamış, Kur'ân-ı Kerim'de ne şekilde geçmişse öyledir, demiştir. Buna durumda menzileyi açıklayan Resûlullah (s.a.a.) değil de Kur'ân'dır. Resûlullah (s.a.a.) sadece Kur'ânî makamın uyarlanacağı-tatbik edileceği kişinin ismini vermiş ve peygamberliği istisna etmek zorunda kalmıştır.

 

Üçüncü husus: Resûlullah'ın (s.a.a.) uyarlaması hususunda herhangi bir kuşku yoktur. İşaret ettiğimizi hususa uygun rivayet mevcuttur. Hz. Musa'nın Hz. Harun için istediği şeyleri Resûlullah'ın (s.a.a.) da Hz. Ali (a.s.) için istediğine işaret eden rivayet vardır.

 

Sunucu: Bu rivayetin kaynağını talep etsek.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Öncelikle rivayetin sened açısından muteber olmadığını söyleyeyim. Ben bunu delil olarak kullanmak için değil de ayet-i mübarekeye ve Menzile hadisine dair yaptığımız yorumun doğruluğunu gösteren bir karine ve şahid olsun diye sunuyorum.

 

Rivayet İmam Ahmed b. Hanbel'in Fazâilü's-Sahâbe adlı eserindendir. Kimse bize ‘‘seyyidim sened açısından sahih olmayan bir rivayet ile istidlalde bulunuyorsun'' diye itiraz etmesin. Bizler zaten rivayetin zayıf olduğunu söylüyoruz. Sadece bu rivayetin ayetten ve Menzile hadisinden elde ettiğimiz çıkarımı desteklediğini ve teyit edici olduğunu söylüyoruz.

 

Rivayet şöyledir:

 

Hasam kabilesinden bir adamdan işittim ki şöyle diyordu: Ben Esma bint Umeys'in şöyle dediğini duydum: Resûlullah (s.a.a.) şöyle diyordu: Allah'ım! Ben de kardeşim Musa'nın dediği gibi diyorum. Allah'ım! Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Ali'yi. Onun sayesinde sırtımı kuvvetlendir. Ve O'nu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve seni çokça analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin.[7]

 

Bu esasa binaen Kur'ân-ı Kerim'e bir kez daha müracaat edelim. Hz. Ali'nin Resûlullah (s.a.a.) nezdindeki konumunu öğrenmek istiyorsak Menzile hadisine değil de Kur'ân'a müracaat etmemiz gerekiyor. Bu şekilde bu rivayetin âmm olup olmadığını ve hayat-ı Resûlullah (s.a.a.) ile sınırlı olup olmadığını görebiliriz. Çünkü Kur'ân'ın nassı, Hz. Harun'un Hz. Musa (a.s.) nezdindeki konumunu açıklamaktadır.

 

İbn Teymiyye ile onun çağdaş bağlıları olan Vehhâbîlerin rivayet çerçevesindeki demagojilerini de anlayabiliyoruz. Onlar bu rivayetin âmm olmayıp Resûlullah'ın hayatından sonrasını kapsamadığını söylemekteler. Rivayette hiçbir şekilde hususiyet yoktur, diyorlar.

 

Aslında Hz. Harun'un konumunu kavrayabilmeleri için kural gereği Kur'ân-ı Kerim nassına müracaat etmeleri gerekmekteydi. Hz. Harun'un konumu ortaya çıktıktan sonra uyarlamaya geçebiliriz. Resûlullah'ın (s.a.a.) delille istisna ettiği (ancak benden sonra peygamber yoktur) hususu dışında Hz. Ali'nin konumunu ve sahip olduğu şeyleri de anlayabiliyoruz.

 

Geliniz Hz. Harun'un (a.s.) Kur'ân-ı Kerim'de geçen en önemli hususiyetlerinin neler olduğuna bakalım. Allah-u Teâlâ “Ve onu işime (emrime) ortak kıl.” (Tâhâ, 32) buyurmaktadır.

 

Sunucu: Emir nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır. Kur'ân-ı Kerim emir demiyor. Ayet-i kerime “işte ortak kıl” demiyor ki bu kavramı öğrenebilmek için Kur'ân'a müracaat edelim. Kur'ân-ı Kerim “Ve onu işime ortak kıl.” diyor. Hz. Musa'nın Hz. Harun için kendisine ortak olmasını istediği özel hususiyetler var. Yani Hz. Musa (a.s.) diğerlerinin ortak olduğu şeyleri Hz. Harun için istiyor gibi bir mana yok ayette. Bu tür bir şey için aslında duaya ihtiyaç da yok zaten.  

 

Hz. Musa (a.s.) “İşimde onu ortak kıl” şeklinde bir talepte bulunduğuna göre Hz. Harun'un başlangıçta buna ortak olmaması gerekiyor. Yani bu istek olmasaydı Hz. Harun'un buna dair ortaklığı da olmamış olurdu. Eğer ayeti bu şekilde anlamlandırmazsak “tahsilü'l-hâsıl” (elde olanın istenmesi) gibi abes ve boş bir şey, bir peygamber tarafından istenmiş olurdu ki bu da ulu'l-azm peygamberin şanına yaraşmaz.

 

Hz. Musa'nın bu talebi ve isteği şu anlama gelmektedir. O'nun bu talebi olmasaydı Harun (a.s.) peygamber olmazdı. Peygamberlik de dâhil olmak üzere Hz. Harun bu hususiyetlerden hiçbirine sahip değildir.

 

Buna göre Hz. Musa'ya (a.s.) ait ihtisaslar vardır.

 

Sunucu: Peygamberlikten daha büyük.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hayır, peygamberlikten daha büyük değil. Hz. Musa (a.s.) kardeşi için bazı şeyler talep etmektedir. Geliniz, bu hakikatleri öğrenelim… Bundan dolayıdır ki mukaddimede şöyle dedik: Ali (a.s.) hakkındaki en büyük hadis Menzile hadisidir. Ben böyle inanıyorum.

 

Bu konunun detaylarına girmek istemiyorum. Şimdilik bu ayeti ele almaya çalışıyoruz. Kur'ân nassına vakıf olmak istiyorsak Kur'ân “Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver” diyor. Bütün bunlar rivayetle değil de Kur'ân nassıyla Ali (a.s.) için sabittir. Kur'ân ve Sünnet'te yeterliliği olmayan kimseler ‘‘Kur'ân-ı Kerim'de Ali'nin (a.s.) vezirliği nerede geçiyor?'' demekte ve sonra da oldukça hastalıklı yorumlar yapmaktadırlar. Onlar, ‘‘Hz. Harun'un vezirliği sadece Hz. Musa (a.s.) hayattayken söz konusudur ve O'nun vefatından sonrası için geçerli değildir'' derler. Bu nasıl bir mantık! Ey insan! Hz. Musa (a.s.) hayattayken halife ve vezir olan bir kimse O'nun gaybetinde evleviyetle vezir ve halife olur.  Yani Hz. Musa'nın hayatında bu makama ulaşma kudretine sahip olan bir kimse vefatından sonra da doğal olarak bu makamı hak etmektedir. Sizler galiba ne söylediğinizi bilmiyorsunuz! Bu tür sözler İbn Teymiyye ve emsali cahil kimselerin sözleridir.

 

“Allah'ım! Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u.” İbn Teymiyye'nin “sabit değildir” sözleriyle yalanlamaya çalıştığı kardeşlik hususiyetini de ayet Hz. Ali'ye vermektedir. Bu açıdan bakıldığında aslında muahat (kardeşlik antlaşması) hakkında rivayetlere de ihtiyaç kalmamaktadır. Kur'ân nassı bu hakikati açıkça ispat etmektedir. “Onun ile sırtımı kuvvetlendir.” Bu buyruk nerede, rivayetin sahih olduğunu varsayararsak, Ebu Bekir hakkında olduğu söylenen “Hani o arkadaşına üzülme diyordu” ayeti nerede!

 

Bütün beşeriyeti uyarma görevinde Resûlullah'a (s.a.a.) arka çıkmak nerede, Tevbe Sûresi'nin Ebu Bekir ile ilgili ayeti nerede!

 

“Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve seni çokça analım seni.” Tesbih ve ilahî zikirde de Ali (a.s.) Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağıdır.

 

“Şüphesiz sen bizi görmektesin.”

 

“Allah: Ey Musa! dedi, istediğin sana verildi.” Yani bütün bu sıfatlar sana verildi.

 

Gerçi “Dilimden (şu) bağı çöz” duasında durum farklıdır. Çünkü Arapçayı en mükemmel bir şekilde konuşan Hz. Resûlullah'tır (s.a.a.).

 

Bu ayetlerin detaylarına girmek istemiyorum. Allah'a kasem ediyorum ki bu ayetlerin tefsirini ele alacak olsaydım Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra Emîrü'l-Müminîn Ali'nin makamlarını açıklamak için ihtiyaç duyduğumuz bütün şeylerin bu ayetlerde olduğunu gösterirdim. Başka bir nas bulunmasaydı dahi bu ayetler bize yeterli gelirdi.

 

“Ve onu işime ortak kıl.” Bu nassın ifade ettiği anlam nedir? Yani Hz. Resûlullah'a ait olan bazı hususiyetler vardır ki Ali (a.s.) da bunlarda ortaktır. Buradan bizim için 1.000 kapı değil 1.000.000 kapı açılır. Allah-u Teâlâ'nın peygamberine özgü kıldığı ve İmam Ali'nin de ortak olduğu bu hususiyetleri görebilmek için sadece Kur'ân-ı Kerim'e müracaat edelim. Bu konu oldukça geniştir. Müfessirlerden veya kelam bilginlerinden buna değinen hiç kimseyi göremedim. Gerçi ulema arasında Menzile hadisini nakledip de hadis hakkında açıklamalarda bulunanlar var ama onlar da bu nükteye işaret etmemektedirler.

 

Kur'ân-ı Kerim'de geçen, Hz. Peygamberin (s.a.a.) özel sıfatlarına (hususiyetlerine) kısaca değinmek istiyorum. Bununla ilgili olarak Seyyid Haydar el-Âmûlî'nin Tefsirü'l-Muhiti'l-Azam adlı eserinden bir pasaj aktaracağım. Ama daha öncesinde müellifin tercüme-i hâlini kısaca sunmak istiyorum.

 

Es-Seyyid Haydar b. Ali b. Haydar b. Ali el-Alevî el-Huseynî el-Âmûlî el-Mazenderanî; meşhur sûfî.

 

Er-Riyâd adlı eserde şöyle geçmektedir:

 

Fâzıl, âlim, celâl sahibi, müfessir, fakih ve muhaddis. İmâmiyye'nin büyük bilginlerinden ve sûfî ulemanın fazıllarındandır.[8]

 

Merciiyeti oldukça kapsamlıdır. İşte İmâmiyye uleması bu seviyededir. Bu şahıs mezhep olarak İmâmî'dir ve ayrıca sûfîdir.

 

Sadece büyük bilgin Allâme Hıllî'nin Seyyid Haydar el-Âmûlî hakkındaki sözlerini aktarmakla yetineceğim.

 

Mesâilü'l-Medaniyyat mea Cevabatiha adlı eserinde Seyyid Haydar el-Amulî'ye işaret ettiğini görüyoruz. Bu eser Allâme Hıllî'nin oğlu Fahrüddin eliyle kaleme alınmıştır:

 

Bismillahirrahmanirrahim. Bu eser babama sorulan birtakım meselelerden ve sahih cevaplarından oluşmaktadır. Ben bunu babama (k.s.) okudum ve ondan rivayet ettim. Rivayet etmek için de icazet aldım. Ben de bunun için mevlâmız Seyyid, el-İmam, âlimü'l-muazzamü'l-mükerrem, âlimlerin en fazılı, fazılların en bilgilisi, ilim ve ameli kendisinde toplayan, Âli'r-Resûl'un şerefi, Betül'ün evlâdının medar-ı iftiharı, Itret-i Tahire'nin seyyidi, din, millet ve hakkın rüknü es-Seyyid Haydar İbn Seyyid Said Rüknüddin İbn…'e icazet verdim. Allah-u Teâlâ onun faziletlerini devam ettirsin. Benden rivayet etmesi benim de babamdan rivayet etmem ve bununla amel edilip fetva verilmesi için faziletleri her tarafı kapsasın. Muhammed b. el-Hasan b. Yusuf b. Ali el-Mutahhar el-Hıllî (h. 761) bunu yazmıştır.[9]

 

Seyyid Haydar, Allâme Hıllî'nin oğlu Fahrüddin'in öğrencilerindendir… Ben Allah-u Teâlâ'dan kıyamet gününde onun şefaatinin beni kapsamasını ümit ediyorum. Allah-u Teâlâ ömrünü uzatsın, bereketiyle bizi rızıklandırsın. Tertemiz ecdadının yanında bizi şefaatine nail eylesin.[10]

 

Yani Fahrüddin, Seyyid Haydar'ın şefaatini ümid ediyor.

 

Sunucu: Öyleyse Seyyid Haydar el-Amulî büyük bir makama sahip.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Azizler Fahrüddin'in veya babası Allâme Hıllî'nin İmâmiyye fukahasının büyüklerinden olduğunu bilirler. Seyyid Haydar el-Âmûlî İmâmiyye'nin âriflerinin büyüklerinden olup vahdet-i vücud görüşüne sahiptir. Ancak O, Hâlik ile mahlûku birbirinden ayırt eden sahih ve sağlıklı bir vahdet-i vücud anlayışına sahiptir. Yoksa bazı cahillerin ve düşünsel olarak apışıp kalan hiçbir şey bilmeyenlerin tasavvur ettiği vahdet-i vücudu kastetmiyoruz. Aslında bunlar hakikatleri de anlamamaktadırlar. Yoksa işte bu Şiî sûfîlerin beriki ise fukahanın imamlarındandır! Allâme, Seyyid'in mertebesine ulaşmayı ümid ediyor.

 

Tertemiz ve pak bir bağ. Fahrü'l-Muhakkikin ben vahdet-i vücud nazariyesini benimseyemiyorum, diyor. Elbette böyle bir görüşe sahip olma hakkı vardır. Ancak bu düşüncesi ona olan sevgisine hiç de halel getirmiyor. Sevgi, saygı ve karşı tarafa ihtiram göstermek olduğu gibi duruyor. İşte istediğimiz davranış da budur. Bizler görüşlerini benimsemediğimiz kimselere saygı göstermeli ve onları olduğu gibi kabul edebilmeliyiz. Onun mukaddeslerine saygı duymalıyız. Aynı şekilde görüşlerimize saygı duyulmasını isteme hakkımız da vardır.

 

Geliniz şimdi Tefsirü'l-Muhiti'l-Azam adlı eserden Peygamber-i Ekrem'in hususiyetlerine bir bakalım.

 

O şöyle der:

 

“Kendisi en yüksek ufukta iken. Sonra (Muhammed'e) yaklaştı, (yere doğru) sarktı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi.  (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız?” (Necm, 7-12). “O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz.” (Nahl, 89) [11]

 

Âriflerin dediği gibi bahsedilen makam kemâle yolculuktaki hâtemiyet makamıdır. Hz. Ali (a.s.) da bu makamda Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağıdır. Bu makamın detaylarına girmek istemiyorum. Çünkü bu makam büyük âriflerin de dediği gibi “cemü'l-cem” makamıdır. Bu makama ancak kutbu'l-azam, hâtemü'l-enbiyâ Hz. Resûlullah (s.a.a.) ulaşabilir. O seyr-ü sülûkta bu makama ulaşmıştır. Gerçi Hâtemü'l-Enbiyâ denince kastımız seyr-i ilallah'ın bütün mertebelerini sonlandırmaktır. Yoksa zamansal olarak peygamberlerin sonuncusu olmak değildir. Gerçi O'nun zamansal hâtem olduğu da doğrudur. Ama Hz. Peygamber'in (s.a.a.) böyle bir şeye sahip olmasının ne gibi bir kıymeti vardır ki! Falanca önce veya sonra dünyaya gelmiş bunun ne önemi var? Dolayısıyla Hâtemü'l-Enbiyâ'dan kasıt, sülûkî mertebeleri ve kurb-u ilâhînin varlıksal mertebelerini sonlandıran demektir.

 

Nahl Sûresi'nde geçen ayetle ilgili olarak bazıları Resûlullah'ın (s.a.a.) ümmet üzerinde şahitlik yapacağını düşünmektedir. Hayır, ayette ümmet kelimesi geçmemektedir. Resûlullah'ın şahitliği kendisinin dışındaki bütün şahitlere yöneliktir. Yani Resûlullah (s.a.a.) şahitlere şahitlik yapacaktır. Kıyamet gününde her peygamber ümmetine yönelik mührünü ve takririni takdim edecektir. Ancak bu takriri Resûlullah (s.a.a.) mühürleyecektir. İşte hâtemiyetin anlamlarından biri budur. Yani peygamberlerin şehadetlerini mühürlemek.

 

Yani Hz. Resûlullah (s.a.a.) sadece kendi ümmetinin şahidi değil ümmetlerin şahitlerinin şahididir. İşte bu şahitlikte İmam Ali (a.s.) de O'nunla birliktedir.

 

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır.” (Ahzâb, 6) 

 

“Müslümanların ilki olmakla emrolundum.”

 

“Kuşkusuz sen yüce bir ahlak üzeresin.”

 

“And olsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe, 128)[12]

 

Azizlerim Kur'ân-ı Kerim'in başından sonuna kadar bütün peygamberler için “mine'l-Müslimine” (Müslümanlardan olmak) ifadesi geçmektedir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.a.) için iki yerde “evvelü'l-Müslimine / Müslümanların ilki” ifadesi geçmektedir. Bu evveliyeti kimileri kendi ümmetinin içinde ilk Müslüman olarak algılamakta ve böyle tasavvur etmektedir. Bu tasavvur yanlıştır. Çünkü bütün peygamberler kendi ümmetinde evveldirler zaten. Bu meseleyi inşallah ileride ele alacağız.

 

Resûlullah'ın yararlandığı yüce ahlakta İmam Ali (a.s.) de O'nun ortağıdır.

 

Tevbe Sûresi'nde geçen Resûl oluş Hz. Peygamber'e özgüdür. Ancak “sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir” ifadesi Resûlullah'a (s.a.a.) özgü değildir. Bu hususiyette ve müminlere karşı çok merhametli oluş sıfatında İmam Ali (a.s.) O'nun ortağıdır.

 

Sunucu: İnsanların bir bölümü normal rivayetleri anlamaktan acizdirler, ortaya atmış olduğunuz bu konuları nasıl anlayacaklar?

 

Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber-i Ekrem'in makamlarını ve hakikatlerini açıklamamızı bizden isteyen birçok aziz dost var. İnşallah önümüzdeki hafta bu meselelere bir nebze olsun açıklık getireceğim.

 

Seyyidim anlatmış olduğunuz irfanî konu yarıda kaldı.

 

Haklısınız. Konunun bağlamı bizi bazı şeyleri söylemeye itti. Yoksa özel bir sahanın terimlerini kullanmak âdetim değildir. Çünkü her ilmin kendine özgü bir terminolojisi vardır.

 

Azizlerim cemü'l-cem, kurbu'n-nevâfil, kurbu'l-ferâiz, kurbu'l-feraiz ve kurbu'n-nevafil-i cem makamı, vahidiyet ve ehadiyet makamı, isimlerin ve sıfatların lazımesi olan ayan-ı sabite makamı ve daha onlarca terim… Bu saha ile ilgili onlarca eser telif edilmiştir. Ben işaret ettiğimiz bu hususları ve anlamları bilen ve bunlardan hoşlanan kimselerin var olduğunu düşünüyorum var. Özellikle de Asya, Afrika ve çeşitli İslam ülkelerindeki milyonlarca sûfî. Kullandığımız terimlerin ifade ettiği gerçek anlamı Tasavvuf ehli ve ârifler bilmektedirler.

 

Kur'ân'da ve rivayetlerde geçen Hz. Peygamber'in ve O'nun Ehl-i Beyt'inin makamlarının çoğuna ancak irfan ışığında vâkıf olmak mümkündür, ben böyle düşünüyorum.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak   

 



[1] Seyyid Haşim el-Bahranî, Ğâyetü'l-Merâm ve Hüccetü'l-Hisam fi-Tayini'l-İmam min Tariki'l-Hassi ve'l-Âmm, s. 23-71, tahkik: Allame es-Seyyid Ali Aşur, Müessesetü't-Tarihi'l-Arabî, Beyrut, Lübnan, 1422. 1. basım.

[2] A.g.e., a.g.y.

[3] A.g.e., s. 72-143.

[4] Seyyid Şerif el-Murtaza, eş-Şâfî fi'l-İmâme, c. 3 s. 8, Müesessetü's-Sadık.

[5] Muhammed b. Abdülberr, el-İstîâb li-Mârifeti'l-Ashâb, c. 3, s. 1097.

[6] İmam Ebubekir Ahmed b. Muhammed b. Harun b. Yezid el-Hallal (h. 311), es-Sünne, c. 2, s. 247, hadis no: 460, tahkik: Doktor Atiyye b. Atîk ez-Zehranî, Dârü'r-Raye.

[7] İmam Ahmed İbn Hanbel, Fazâilü's-Sahâbe, c. 2, s. 843, hadis no: 1158, tahkik: Vasiyullah Muhammed b. Abbas, Dârü İbn Cevzî.

[8] Muhsin el-Emin, A`yânü'ş-Şia, c. 6, s. 271, tahkik ve tahric: Hasan el-Emin, Dârü't-Teâruf, Beyrut.

[9] A.g.e., c. 6, s. 272.

[10] A.g.e., a.g.y.

[11]Seyyid Haydar el-Âmûlî, Tefsirü'l-Muhiti'l-Azam ve'l-Bahrü'l-Hidem fi-Tevili Kitâbi'l-Azizi'l-Muhkem, c. 1, s. 147.

[12] A.g.e., a.g.y.