Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (5)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (5)
Biz Allah’ın Resûlü “Halifem” demiş diyoruz, onlar hayır yetmez, diye cevap veriyorlar! “Velim ve vezirim” demiş, onlar yetmez diyorlar! Allah aşkına Allah Resûlü bu hakikati ispat etmek için daha hangi sözcüğü kullansın?

 

Sunucu: Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Programa başlarken Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e hoş geldiniz diyoruz. Efendim ilk önce geçen programın bir özetini sunalım, sonrasında da programın büyük bir bölümünü değerli izleyicilere ayıralım.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Geçen programın özeti olarak şu hususa işaret etmem gerekiyor: Bu programda ele aldığımız bu nebevî hadis metninin hakikatini işlemeye muvaffak olamayabilirim. Ancak bu hadisin sened ve içerik açısından en önemli ve en ulu naslardan olduğunu belirtmem gerekiyor. Bu hadisin taşıdığı ulvî içerikler açısından Gadir hadisinden daha önemli olduğunu söyleyecek olursam abartmış olmam. Önceki programlarda bu hadisin senetsel kuvvetini ortaya koyma noktasında; hasen, sahih ve muteber rivayetleri inkâr eden kişilerin bile bu naklin sıhhatinden kuşku doğuramadıklarına değinmiştik. Ayrıca Şeyh İbn Teymiyye'nin sahih ve hasen rivayetlerde kuşku oluşturmaya çalıştığını söylemiştik. Sizler de bu açıklamalarımızı hatırlayacaksınız. Nitekim İbn Hacer gibi âlimler İbn Teymiyye'nin bu tavrını belirtmişlerdir. Ancak İbn Teymiyye bu hadisi inkâr edememiş ve sahihliğinde herhangi bir kuşku oluşturamamıştır. İbn Abdülberr de “Bu hadis rivayetlerin en sağlam ve sahihlerindendir” demiştir.[1]

 

İçerik noktasına gelince, kanaatimizce bu hadisin muhtevasının anlaşılması noktasında sıkıntı bulunmamaktadır. Önceki programda işaret ettiğimiz gibi Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ali'nin (a.s.) kendisi nezdindeki konumunun Hz. Harun'un, Musa Peygamber (a.s.) nezdindeki konumu gibi olduğunu açıklamıştır. Hz. Harun'un (a.s.) Hz. Musa (a.s.) nezdindeki konumunu öğrenebilmemiz için Kur'ân-ı Kerim'e müracaat etmemiz gerekiyor. Bu konumun sınırlarına vâkıf olunca Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) da bu hadisten neyi murad ettiğini anlamış oluruz. Değerli izleyiciler Tâhâ Sûresi'nin bu anlama işaret ettiğini belirttiğimizi hatırlayacaklardır: “Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Onun sayesinde sırtımı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni.  Şüphesiz sen bizi görmektesin. Allah: Ey Musa! dedi, istediğin sana verildi.” (Tâ'hâ, 28-36)

 

İlginç olan nokta şudur ki rivayetlere göz attığımızda Resûlullah'ın (s.a.a.) da ayette geçen bu hususları İmam Ali (a.s.) için Allah-u Teâlâ'dan istediğini görmekteyiz. Evet, Tâhâ Sûresi'nde geçen bu hakikatleri Allah'ın Resûlü, Hz. Ali için talep etmektedir. Gerçi bu tür rivayetler olmasaydı dahi bu çıkarsama ihtiyacımızı karşılamaktadır. Bu rivayetlerin sened açısından muteber olmaması dahi çıkarsamamız noktasında hiçbir etkiye sahip değildir. Belki bu rivayetler ayet-i kerimeler için bir kanıt ve teyit edici birer unsur olarak görülebilir.

 

İmam Ahmed İbn Hanbel, Fazâilü's-Sahâbe adlı eserinde şu rivayeti aktarmaktadır.

 

Hasam kabilesinden bir adamdan işittim ki şöyle diyordu: Ben Esma bint Umeys'in şöyle dediğini duydum: Resûlullah (s.a.a.) şöyle diyordu: Allah'ım! Ben de kardeşim Musa'nın (a.s.) dediği gibi diyorum. Allah'ım! Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Ali'yi. Onun ile sırtımı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni.  Şüphesiz sen bizi görmektesin.[2]

 

Dikkatinizi bir hususa çekmek istiyorum. Rivayette Hz. Peygamber'in Tâhâ Sûresi'nde geçen ayetleri olduğu gibi okuduğunu ve sadece Harun yerine “Ali” ismini eklediğini görüyoruz. Şimdi Resûlullah (s.a.a.) Kur'ân-ı Kerim'i tahrif etti mi diyeceğiz? Şia kaynaklarında imamın geçtiği rivayetlerin çoğunluğu da bu türdendir. Dolayısıyla bu bir tür tahrif değildir ki ‘‘Şiiler tahrife inanıyor'' denilsin.

 

Dipnotta şu ifadeler geçmektedir: 34. ayette bir uyarlama (tatbik) söz konusudur.[3]

 

Allâme Âlûsî de Ruhu'l-Meânî adlı tefsirinde şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.a.) de bu tür bir duada bulunmuştur. Ancak O (s.a.a.) Harun yerine Ali ismini zikretmiştir.[4]

 

Yukarıda dediğimiz gibi böyle bir rivayete ihtiyaç duymamaktayız. Çünkü Menzile hadisi zaten bu anlamı ispat ediyor. Sadece bu anlam, rivayetten böyle bir çıkarsamanın doğruluğuna dair bir kanıttır.

 

Değerli izleyiciler tarafından Menzile hadisi ışığında Ali'nin (a.s.) ne tür makamlara sahip olduğunun anlaşıldığı kanaatindeyim. Buna göre Ali (a.s.) vezirlik, Resûlullah'a destek olma, Allah Resûlü'nün risâletine ortaklık gibi makamların sahibidir. Burada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Ayet-i kerime “ve eşrikhu fi'l-emr / işte onu ortak kıl” değil “ve eşrikhu fi emrî / işimde onu ortak kıl” diyor. Hz. Emîrü'l-Müminîn'in Allah Resûlü'nün emrinde ortak olduğunu anlayabilmek için Hz. Musa için kullanılan “emrim” ilahî buyruğunun neyi ifade ettiğini kavramamız gerekiyor. Bu noktayı önemsiyorum. Çünkü “emrî / emrim” ilahî lafzında geçen “benim” ifadesi “benim kitabım” ifadesinde geçtiği gibi ihtisasa (hasretme, özel kılma) delalet etmektedir.

 

Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) ait olan hususiyetin ve İmam Ali'nin (a.s.) bu hususta O'nunla ortaklığının neyi ifade ettiğini kavramamız gerekiyor.

 

Ayet-i kerimenin nassı ve bu rivayetler gereğince elimizde bir şahit bulunmaktadır. Rivayetin sahihliğini ele almıyoruz. Rivayet sahihtir, demiyorum. Ama İmam Ahmed'in Fazâil'inde geçen rivayet bu çıkarsamanın kanıtıdır, diyorum. Ancak İbn Teymiyye Minhâcü's-Sünne adlı eserinde demagoji yapıyor ve şöyle diyor:

 

Menzile hadisinde de aynı durum söz konusudur. Hz. Ali'nin Hz. Harun'un konumunda bulunuşu rivayetin bağlamının da delalet ettiği gibi Hz. Peygamber'in olmadığı durumda O'nun yerine geçmesi anlamına gelmektedir. Nitekim Hz. Musa, Hz. Harun'u istihlaf etmiştir. İstihlaf (kendi yerine başkasını tayin etme) Ali'ye (a.s.) özgü olan şeylerden değildir.[5]

 

İbn Teymiyye'nin bu çıkarımı Kur'ân ayetlerinin nassına aykırıdır. Çünkü Hz. Harun'un Hz. Musa'ya göre konumu sadece istihlaf (yerine geçme) değil; vezirlik, destek olma ve işte ortaklıktır.

 

Sunucu: İstihlaf ikincil bir meseledir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İstihlaf zaten bu makamın zımnında bulunmaktadır. Ancak bu makam istihlaf ile de sınırlı değildir. “Nitekim Hz. Musa Hz. Harun'u istihlaf etmiştir” ifadesi de gerçeği yansıtmamaktadır. Hz. Musa (a.s.) asla Hz. Harun'u istihlaf etmemiştir. Aksine Allah-u Teâlâ'dan O'nu işine ortak kılmasını ve veziri olmasını istemiş, Allah da Kur'ân-ı Kerim'de “Ey Musa isteğin sana verildi” demiştir. İstihlaf sadece İmam Ali'ye (a.s.) ait olan özelliklerden değildir. Tamam, dediğinizi kabul edelim ve istihlafın İmam Ali'ye özgü olmadığını kabul edelim. Peki işte ortaklık da Hz. Harun'un hususiyetlerinden değil midir? İşte / risâlette ortaklık Hz. Harun gibi İmam Ali'nin (a.s.) de özellikleri arasındadır.

 

Meselenin gün gibi açık olduğunu düşünüyorum. Eğer Menzile hadisinin içeriğine vâkıf olmak istiyorsak Hz. Harun'un, Hz. Musa nezdindeki konumunu detaylı bir şekilde öğrenmemiz gerekiyor. Bu makama vâkıf olunca Hz. Ali'nin (a.s.) Resûlullah (s.a.a.) nezdindeki konumunu kavramış oluruz.

 

Sunucu: Ümeyyeci din anlayışının bu nebevî nas hakkında yaptığı açıklamaları birkaç programdır ele alıyoruz. Ehl-i Sünnet Müslüman kardeşlerimizin âlimlerinin hadisin içeriğine ilişkin ne tür açıklamalarda bulunduğunu öğrenmek istiyoruz. Onlar bu hadis hakkında ne diyorlar?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Azizler, konuyla ilgili olarak üç âlimin açıklamalarıyla yetineceğim.

 

İlk bilginimiz el-Müşkilü min-Hadisi's-Sahihayn adlı eserin müellifi İbnü'l-Cevzî'dir (h. 597). Yazarımız sözü uzatmadığı gibi açıklaması çok güzeldir:

 

Hz. Resûlullah (s.a.a.) Tebük Gazvesinde Hz. Ali'yi yerine bırakınca O (a.s.) “Beni kadınların ve çocukların arasında mı bırakıyorsun?” dedi. Hz. Peygamber (s.a.a.)Konum olarak bana, Harun'un Musa'yla olan konumunda bulunmaya razı olmaz mısın? Sadece benden sonra peygamber yokturbuyurdular.

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) bu yerine bırakmayı Hz. Musa'nın Hz. Harun'u yerine bırakmasına benzetmiştir. Hz. Resûlullah Hz. Ali için peygamberlik iddiasında bulunulmasından korktuğu için tevil de etmiştir (sözüne açıklık da getirmiştir).[6]

 

Buna göre Hz. Harun'un Hz. Musa'ya nispetle sahip olduğu şeylere Resûlullah'a nispetle Hz. Ali (a.s.) da sahiptir. Hadis Hz. Harun'un söz konusu olan bütün şeylerin Ali (a.s.) için de sabit olduğunu göstermektedir. Bu durumda nübüvvet de buna dâhil olur. Dolayısıyla Menzile hadisi has değil geneldir. Hadis mutlak olduğuna göre takyide / sınırlandırılmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Hadis has olsaydı manasını daraltmaya ihtiyaç duyulmazdı. Hadis, İbn Teymiyye'nin dediği gibi olsaydı Resûlullah'ın (s.a.a.) “Sadece benden sonra peygamber yoktur” buyruğu anlamsız olurdu. Dediğiniz gibi hadis sadece özel bir vakıa ile bağlantılı olsaydı ve umumluğu bulunmasaydı bu kadar korkulmazdı. Resûlullah'ın bu istisnası “müstesna minh”in (istisna edilenin) genel olduğunu ve bütün menzil ve makamları kapsadığını ortaya koymaktadır. Hadis genelliği ifade ettiğinden dolayıdır ki Resûlullah (s.a.a.) nübüvveti istisna etmek zorunda kalıyor.

 

Gerçi işaret ettikleri ve cevaplandırılması gereken bir şüphe veya bir soru kalıyor. Onlar diyorlar ki Hz. Musa'nın yaşamında Hz. Harun'un halifeliği özel bir vakitle sınırlıdır. Onlar Harun'un (a.s.) Hz. Musa'dan önce vefat ettiğini varsayıyorlar. Bunu da kitaplarında tekrarlayıp durmaktadırlar. İnşallah Musa (a.s.) ve Harun'dan (a.s.) hangisinin önce vefat ettiğine ilişkin tarihî verilere daha sonra değineceğiz. Denildiği gibi Hz. Harun (a.s.) Hz. Musa'dan (a.s.) önce vefat etmişse O'nun imameti Hz. Musa sonrasını kapsamaz. Ama hayır gerçek bunun tersi ise -nitekim ulemanın çoğunluğu, mesela Beydâvî (tefsirinde vurguladığı üzere) bu görüştedir-… Bu konuyu ileride ele alacağız.

 

İkinci kaynak Allâme ez-Zerkânî'nin (h. 1122) Şerhü'l-Mevâhibi'l-Ledüniyye adlı eseridir. O bu eserinde bazı nüktelere işaret etmektedir.

 

O şöyle der:

 

Tayyib der ki: Ente minnî (sen benim nezdimde); minnî mübtedanın haberi olup ittisâliyedir… Sizin iman ettiğiniz gibi iman edecek olurlarsa… O (s.a.a.) “Ey Ali (a.s.) senin benim nezdimdeki konumun, Hz. Musa nezdinde Hz. Harun'un sahip olduğu konuma bitişiktir.” Hz. Peygamber'in bu buyruğunda bir teşbih / benzetme söz konusudur. Ancak benzetme yönü belirsizdir. Hz. Peygamber “Ancak benden sonra peygamber yoktur” diyerek bunu açıklamıştır. Bununla da Hz. Ali ile Hz. Peygamber (s.a.a.) arasındaki mezkûr ittisâlin nübüvvet olmadığı, ondan daha alt seviye olan hilafet yönüyle olduğu anlaşılmaktadır. Müşebbehun bih (kendisine benzetilen) ancak Hz. Musa'nın hayatındaki Hz. Harun'un halifeliğidir… Beydâvî'nin iki görüşünden birine göre ise Hz. Musa (a.s.) Hz. Harun'dan daha uzun yaşamış ve Hz. Harun daha önce vefat etmiştir.[7]

 

İttisâliyyenin ne anlama geldiğini birazdan açıklayacağız. Resûlullah'ın (s.a.a.) Ali'ye (s.a.a.) söylediği buyrukta geçen “minnî” (benden) ifadesi ittisâl olarak tefsir edilmiştir.

 

Benzetme yönünün belirsiz olduğuna dair yazarın tespiti demagojiden öte bir şey değildir. Çünkü biz benzetme yönünün Kur'ân-ı Kerim tarafından Tâhâ Sûresi'nde açıklandığını belirtmiştik. Benzetme yönünün belirsiz olduğunu kabul etsek dahi nübüvvetin altındaki makam olan hilafetin İmam Ali'ye ait olduğu sonucuna yine ulaşılmaktadır.

 

Özetle benzetme yönü belirsiz olsa dahi nübüvvet makamı istisna edilmiştir. Geriye kalan tüm makamlar Ali'ye (a.s.) özgüdür. Yazar bu benzetmenin Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafete delalet etmediğini söylemeye çalışıyor. Ancak Beydâvî'nin görüşü bu çabasını yerle yeksan etmektedir. Beydavî'nin görüşüne göre Hz. Ali (a.s.) Hz. Resûlullah'tan sonraki halife olmuş oluyor. İşte biz de Ali ve Ehl-i Beyt (a.s.) hakkında bunu dile getirmekteyiz.

 

Detayını ileride sunmak istediğim, şimdilik sadece işaret etmekle yetineceğim bir husus var. Allâme Âlûsî Rûhu'l-Meânî adlı eserinde buna işaret ederek şöyle demektedir:

 

“Kim bana tâbi olursa bendendir” (İbrahim, 36) ayetinde geçen “min” harf-i cerri baziyet (bir kısma işaret etme) anlamında olabilir. Yani kim bana tâbi olursa benden bir cüzdür. Yani benim bir parçam gibidir. “Min” harf-i cerri ittisâliyye anlamında da olabilir. Nitekim Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Hz. Ali hakkında “Senin bana göre konumun Harun'un Musa'ya göre konumu gibidir” buyurduğu hadiste de bu anlam söz konusudur. Yani sen, benden din konusunda hiçbir zaman ayrılmayacak şekilde benimle birsin, bitişiksin.”[8]

 

Demek ki ayette geçen “minnî” ifadesi hakkında iki ihtimal vardır. İlkinde “baziyet” ikincisinde ise “ittisâliyye” anlamı mevcuttur. İttisâliyye bitişik olma manasındadır. Hz. Peygamber (s.a.a.), hiçbir sahâbî hakkında böyle bir ifade kullanmış değildir.

 

Sunucu: Yani İmam Ali'nin yaptığı her ne varsa hepsi bendendir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani ifade ya “baziyet” anlamındadır ki bu durumda Resûlullah'tan bir cüz ve bir parça olmuş olur, yahut da “ittisâliyye” murad edilmiştir. Bu açıklamalar ışığında “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim” hadisinin de ne anlama geldiği anlaşılmaktadır. Yani bitişiktir. İşleri benim işlerimdendir. Bir şey başka bir şeyden ayrılmayacak şekilde ona bitişik ise “Şu şey falanca şeye bitişiktir” denilir. Ancak delille istisna edilen şeyler hariç. Menzile hadisinde “ancak benden sonra peygamberlik yoktur” ifadesiyle nübüvvet delille istisna edilmiştir.

 

Bu açıklamalar ışığında İslam âlimleri arasındaki meşhur görüşün şu olduğu anlaşılmaktadır: Delille istisna edilen şeyler hariç hadiste söz konusu edilen Menzile, umum anlamdadır.

 

Sunucu: Hz. Peygamber'in (s.a.a.) buyruğunda geçen işrak / ortaklık nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Özetle cevap vermeye çalışalım. Hz. Harun için yapılan, Hz. Musa'nın duasında geçen “İşimde onu ortak kıl” buyruğu müfessirlerin çoğunluğu tarafından “nübüvvet ve risâlet konusunda onu ortak kıl” diye anlaşılmıştır. Allah-u Teâlâ da Hz. Musa'ya isteğini vermiştir. Ancak ayetin bu anlamını Hz. Ali (a.s.) hakkında kabul edemeyiz. Çünkü nübüvvet sona ermiştir. “Ancak benden sonra nebi yoktur.” Peki bu durumda Ali'nin (a.s.) bu işteki ortaklığı nedir?

 

Detayını ileride sunmak üzere bir noktaya işaret etmek istiyorum. “Ve eşrikhu fi emrî / işimde onu ortak kıl!” Ayette “fi'l-emr / işte” ifadesi geçmiyor. Öyleyse burada bir özellik / ayrıcalık bulunmaktadır. Bizler Hz. Resûlullah (s.a.a.) ve Ali (a.s.) hakkında konuşuyoruz. Menzile hadisinin genel anlamda oluşunu, kapsayıcılığını ele alıyoruz. Resûlullah'ın (s.a.a.) Allah-u Teâlâ'dan Ali (a.s.) için talep ettiği, O'na has bazı şeyler vardır ki Ali (a.s.) bu kendine mahsus sıfatlarda O'nun ortağıdır. Yoksa ayet genel şeylerde ortağıdır, anlamına gelmiyor. Genel şeyler bütün Müslümanlar için söz konusudur. Hz. Musa (a.s.) ne istedi? O, Hz. Harun'un (a.s.) “kendi emri” hususunda kendisine ortak olmasını istedi.  Hz. Harun için ele aldığımızda bu nübüvvet olur. Ama bizim bu nübüvveti Ali (a.s.) için kabul etmemiz olası değildir. Çünkü nübüvvet sona ermiştir. Öyleyse Resûlullah'a (s.a.a.) özgü olup da Ali'nin (a.s.) ortağı olduğu bu şeyler nelerdir? Bunlardan sadece üç veya dört tanesine işaret edeceğiz.

 

İlk şey: Hz. Peygamber'in özelliklerinin en önemlilerinden biri hakkında Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır: “Peygamber müminlere nefislerinden daha evlâdır.” Bu özellik sabittir. Müminlere nefislerinden öncelikli oluş olgusu Resûlullah'a (s.a.a.) özgü bir durum olduğuna göre Ali b. Ebî Tâlib de bu mahsus evleviyette ortaktır. El-Gadir hadisinin nassı da bunu açıkça ortaya koymaktadır. “Ben kimin için nefsinden daha evlâ isem Ali (a.s.) da o kişi için kendi nefsinden daha evlâdır!” Yani elde ettiğimiz bu neticenin doğruluğuna ilişkin birçok nas bulunmaktadır. Kısaca, Kur'ân-ı Kerim'de geçen, Resûlullah'a (s.a.a.) ait ilk hususiyet müminlere nefislerinden daha evlâ olmasıdır.

 

İkinci hususiyet: Kur'ân-ı Kerim “Allah'a itaat edin ve Resûl'e itaat edin” buyurmaktadır. Bu husus da Resûlullah'a özgüdür. “İşimde onu ortak kıl!” Öyleyse bana özgü olan bu itaate Ali (a.s.) da ortaktır. “Kim Resûle itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.” Yani kim Hz. Ali'ye (a.s.) itaat edecek olursa bana itaat etmiş olur. Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur.

 

Üçüncü hususiyet; Resûlullah'tan (s.a.a.) sâdır olan her şey haktır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim “O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahiyden başka bir şey değildir” (Necm, 3-4) buyurmaktadır. Ali'nin (a.s.) de sadece vahiy ile hareket ettiğini kabul etmemiz gerekmiyor. Çünkü Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra vahiy yoktur. Vahiy ile hareket etme, hareketlerinin vahiy kaynaklı olması hususunda Ali'nin (a.s.) Resûlullah'ın (s.a.a.) şeriki olmadığına dair delil mevcuttur. Ama arzusuna göre konuşmamaya gelince, Ali (a.s.) Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağıdır. Ali (a.s.) heva ve hevesinden konuşmayacağına göre masumdur ve masumiyet noktasında Ali (a.s.) Resûlullah'ın ortağıdır.

 

Sunucu: Kur'ân-ı Kerim'de ve Sünnet'te bunu ispat eden hususlar vardır.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Menzile hadisinin her bir bölümü hakkında bağımsız delilin olduğunu söylememizin nedeni de budur. Buradan hareketle de Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Kim Ali'yi severse muhakkak beni sevmiş olur. Ali'ye buğzeden bana buğzetmiş olur. Ali'ye hakaret ve sövgüde bulunan bana hakaret etmiş ve sövmüştür!” buyruğunu neden söylediğini de anlamış oluyoruz.

 

Dördüncü hususiyet: Vahyin ilk tebliğidir. Hz. Peygamber'e ve risâlet makamına mahsus en önemli özelliklerdendir. Resûlullah (s.a.a.) kendisine gelen vahyi insanlara tebliğ etmekle yükümlüdür. İnsanlara tebliğ ettiğinde de şâhid olanlar gâip olanlara bu vahyi ulaştırırlar. Yani nebevî tebliğ insanlara ulaşınca insanlar da kendi aralarında bunu tebliğ ederler. Bu ibtidâî tebliğ hususunda İmam Ali (a.s.) Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağıdır. Yani peygamberlik makamına özgü olan, tebliğ edilmesi gereken bazı ilkeler vardır ki bunu ancak Peygamber'in kendisi veya O'nun Ehl-i Beyt'inden birisinin yapması gerekmektedir. Nitekim Berae (Tevbe) Sûresi'nde de bu durum söz konusudur. Berae Sûresi için söz konusu olan bu iblağ, ibtidâî iblağdır. Bu tür tebliğleri ya Resûlullah'ın (s.a.a.) kendisi ya da O'nun yerine geçecek şahıs yapabilir. “Ya sen Medine'de kalmalısın yahut da ben” hadisinde de bu belirtiliyor. Kur'ân-ı Kerim'in konu edindiği, Menzile hadisinin ihtisaslarından sayılan onlarca makam… Bütün bu makamlarda Ali (a.s.), Resûlullah'ın (s.a.a.) ortağıdır. Ama Resûlullah (s.a.a.) köktür ve bu mübarek kökten çıkan dallar vardır.

 

Sunucu: Telefon bağlantılarına geçmeden önce Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî'nin Meâlimü'l-İslâmiyyi'l-Emevî adlı eserinin Dârü'l-Murtaza tarafından basıldığını duyurmak istiyorum.

 

Suudî Arabistan'dan Ali kardeş hatta, buyurun.

 

Ali: Es-selâmu aleykum. Seyyidim bir sorum var. Hz. Peygamber'in (s.a.a.) “Ancak benden sonra peygamber yoktur!” sözü hakkında araştırma yapılabilmesi için Hz. Harun'un Hz. Musa'dan (s.a.a.) önce veya sonra vefat etmesi bize yeterli gelmiyor mu?

 

Sunucu: Suudî Arabistan'dan Ebu Ahmed kardeş hatta, buyurun.

 

Ebu Ahmed: Es-selâmu aleykum. Hz. Ali'nin (k.v.) istihlafıyla ilgili cevaplandırılması gereken bazı sorular var. Bizler biliyoruz ki Caferîlik imametin imanın rükünlerinden olduğunu söyler. İmamet bu kadar büyük bir makam ise neden açıklanmamış ve beyan edilmemiştir? İspatı noktasında neden sarih bir delil yoktur? Sizler bu tür delillerin yeterli olduğunu söylüyorsunuz. Ama neden beyan edilmemiştir?

 

İkinci olarak: Herkesin istifade edebilmesi ve bütün bu şüphelere cevap verilebilmesi için bu programlar konuların uzamasına ve etrafında münakaşaların çoğalmasına ihtiyaç duymaktadır. Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflar, gruplar arasındaki ayrılıklar, dahası birbirlerini tekfir etmeler ve her bir fırkanın kendi kendisini Sırat-ı Müstakim üzere sayıp diğerlerini -Allah korusun- cehennemlik olarak kabul etmeleri… Bu ortamda Müslümanların ittifak etmeleri ve birbirlerine merhamet göstermeleri mümkün müdür? İmanın özünün Lâ ilahe illallah ve bilinen beş şartta toplanması mı yoksa imamet konusunda bölük pörçük olmaları mı? Cevaplandırılmasını istediğim sorular bunlar.

 

Sunucu: Sorular güzel. Özellikle de tekfir meselesi ve Müslümanların birbirine merhamet göstermesi ile ilgili soru. Çünkü siz ve bütün izleyiciler şunu biliniz ki dostluk kurmanın yolu tanışmadan geçer. Yani birbirimizden uzaklaşacak olursak birbirimizi tanıyamayız. Şiî, Ehl-i Sünnet'i olduğundan farklı bir şekilde tanıyacağı gibi Sünnî de Şiî'yi ayrı bir şekilde tanıyacaktır. Vehhâbî için de aynı durum söz konusudur. Ancak sıla-i rahim yapar, dostluklar kuracak olursak İslam bizi kendi şemsiyesi altında toplayacak genişliktedir. Cennet ve cehennem meselesine gelince ise programa bağlanan kardeşlerden isteğimiz bu meseleyi Rabbü'l-Âlemin'e bırakmalarıdır. Bu bizim olmazsa olmazlarımızdan değildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Dahası var. Bizler imamete inanmayan herkesin cehennemde olduğunu söylemiyoruz ki! Azizim bu meseleyi açıklarken insan-ı mukassır konusunu da ele alıyoruz. Yani hakikati ayan beyan görüp de bilerek inadından dolayı inkâr eden kimse cehennem ehlindendir. Bu hüküm imamete de özgü değildir. Aksine dinin bütün hakikatleri için geçerlidir. Ama bir şekilde hakikati ayan beyan göremeyen kimsenin hükmü ayrıdır. Bu konunun detayları ileride gelecektir.

 

Sunucu: Sizin araştırmalarınıza kulak veren kimseler için hüccet tamamlanmış mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Programlarımızı kimler dinliyor sorusunun sorulması gerekiyor. Kanaatimizce sunulan deliller bir inancın ispatı ve diğerinin olumsuzlanması için yeterli düzeydedir. Yani bu “Eğer doğru kimselerden iseniz kanıtınızı getirin” ayetine uygundur. Değerli izleyiciler, bu nazariyeyi (Şiiliği) benimsemeyenlerin kaynaklarından kendilerine sunduğumuz bilgilerin dâhi yeterli olduğunu düşünüyoruz.

 

Sunucu: Hz. Harun'un Hz. Musa'dan sonra vefat etmesi halinde sorun çözülüyor mu, sorusu hakkında ne dersiniz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bir an bu vefat meselesini göz ardı edelim. Hadisin içeriğini tarihsel bir meseleyle bağlantı kurarak açıklamak istemiyorum. Ben bu hadisin içeriğinde Hz. Ali'nin (a.s.) hangi sahâbî olursa olsun hepsine takdim edilmesi gerektiğine dair yeterli bir açıklama bulunduğuna inanıyorum. Hz. Harun'un Hz. Musa'dan sonra mı önce mi öldüğünü göz önüne almayalım. Menzile hadisinin bu ulu ve yüce içeriğini tarihî bir meseleye bağlamak mümkün gözükmüyor. Bize Kur'ân penceresinden Menzile hadisinin genelliği yeterli gelmektedir. İşte ortaklık sabit olduğuna göre masumiyet de Ali'nin (a.s.) makamlarından biridir. Şimdi Hz. Ali (a.s.) masum olunca tüm sahâbeye öncelenmesi gerekir.

 

Sunucu: İmamet bu kadar önemliyse Hz. Resûlullah (s.a.a.) İmam Ali'nin halifeliği hakkında neden tek bir kelime söylemedi?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ben Menzile hadisinden daha açık bir nas bulunabileceğine ihtimal vermiyorum. Aziz dostlar Menzile hadisi Hz. Ali'nin konumunu Hz. Harun'un konumuna benzetiyor. Geliniz Kur'ân nassına bakalım. Kur'ân-ı Kerim'in nassını araştırmıyor musunuz? Sizler “Bize Allah'ın Kitabı yeter” diyorsunuz.

 

Kur'ân-ı Kerim “Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Kavmim arasında halifem olsun. Ve onu işime ortak kıl.” diyor. Ayrıca size ileride okuyacağımız “Sen benden sonra her mümin hakkında benim halifemsin” şeklindeki hadisleri de buna eklememiz gerekiyor. Resûlullah (s.a.a.) daha ne desin? Resûlullah'ın (s.a.a.) daha ne diyecekti bilemiyorum! Hakikati talep eden kardeşlere bir sorum var. Gelin Resûlullah (s.a.a.) kendisinden sonra halife ve imam olarak Hz. Ali'yi tayin etmek isteseydi şunu derdi diye bize söyleyin! Biz de rivayetlere gidelim ve Resûlullah (s.a.a.) o sözü söylemiş mi söylememiş mi bir bakalım. Biz Allah'ın Resûlü “Halifem” demiş diyoruz, onlar hayır yetmez, diye cevap veriyorlar! “Velim ve vezirim” demiş, onlar yetmez diyorlar! Allah aşkına Allah Resûlü bu hakikati ispat etmek için daha hangi sözcüğü kullansın?

 

Şaşkınım açıkçası. Hangi lafzı istiyorsunuz? Bize onu söyleyin ki biz öyle rivayetlere ve Kur'ân ayetlerine gidelim. İmam Ali'nin halifeliğini kabul etmek için Resûlullah'ın (s.a.a.) hangi tabiri kullanması gerektiğini O'na sorun. Resûlullah (s.a.a.) “Ben kime evlâ isem Ali de ona evlâdır”, “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır”, “Ali halifemdir”, “Ali benden sonra velidir” buyurmaktadır.  “Kim O'nu severse beni sevmiş olur. Kim O'na buğzederse bana buğzetmiştir”, “O'nun bana konumu Harun'un Musa'ya konumu gibidir!” demiştir. Resûlullah (s.a.a.) daha ne desin? Resûlullah (s.a.a.) Hz. Ali hakkında niçin “Melikü'l-muazzam hazretleri” ifadesini kullanmamıştır demek istiyorsunuz galiba? Azizlerim biraz düşünün lütfen! Resûlullah'tan bu hakikati ispat eden başka hangi lafzı kullanmasını istiyorsunuz?

 

Sunucu: Sizleri Allah'a emanet ediyorum. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuh.

 

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

   

 



[1] İbn Abdülberr, el-İstiâb, c. 3, s. 1097.

[2] İmam Ahmed İbn Hanbel, Fazâilü's-Sahâbe, c. 2, s. 844, hadis no: 1158, tahkik: Vasiyullah Muhammed İbn Abbas.

[3] A.g.e., a.g.y.

[4] Ebu's Sena Şihabuddin Mahmud el Âlûsî, Rûhu'l Meânî fi-Tefsiri'l Kur'âni'l Azim ve's-Sebi'l-Mesânî, c. 13, s. 293. 

[5] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 263, tahkik: Muhammed Reşad Salim.

[6] İmam Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî (h. 597), el-Müşkilü min-Hadisi's-Sahihayn, c. 1, s. 326, hadis no: 169/190, tahkik: Ali Hüseyn el-Bevvab, Darü'l-Vatan. 

[7] Allame ez-Zerkânî, Şerhü'l-Mevâhibi'l-Ledüniyye bi'l-Minehi'l-Muhammediyye li'l-Âllame el-Kastallânî, c. 4, s. 80, zabt ve tashih: Muhammed Abdülaziz el-Halidî, Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut.

[8] Rûhu'l-Meânî, c. 13, s. 318.