Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (10) (SON)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (10) (SON)
Allâme Albanî Fetâvâ adlı eserinde şöyle der: Çoğunluğun tercih unsuru olduğuna dair sabit bir veri yoktur. Çoğunluğun yanılgı içerisinde olabileceği ve azınlığın haklı olabileceği bir mesele mümkündür. Nitekim İbn Mesud “Tek kişi olsa dahi hak cemaatle birliktedir” demektedir.

 

 

Sunucu: Rahman Rahim Allah'ın adıyla, hamd Allah'a özgüdür. Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

Resûlullah'taki (s.a.a.) kendisine itaatin zorunluluğu, masumiyet, unutmama, yanılmama ve gaflete düşmeyiş gibi sıfatların tümünün Ali (a.s.) için de geçerli olduğunu görmüştük. Aksi takdirde Resûlullah (s.a.a.) tarafından gerçekleştirilen bu görevlendirmenin hiçbir kıymeti bulunmazdı.  Yani vahyi ulaştırmanın kıymeti, görevlendirilen şahsın kıymetinin Resûlullah'ınkine (s.a.a.) benzer olması durumunda söz konusu olabilir. Görevlendirilen şahsın sözü Allah Resûlü'nün sözü, açıklaması O'nun açıklamasıdır. Ancak bu açıklamayı bazen Resûlullah'ın kendisi yerine getirirken bazen de Hz. Ali'yi görevlendirmektedir. Bütün imamlarımızın “Sözlerimiz Allah Resûlü'nün hadisleridir. Kendi nezdimizden bir şey söylemiyoruz.” şeklindeki açıklamalarını da böylece anlayabiliyoruz. Ali b. Ebû Tâlib'in hadislerinin böyle bir kıymeti olmamış olsaydı Resûlullah'ın ortağı olmasının da hiçbir anlamı bulunmazdı.

 

Hafız İbn Hacer el-Askalanî Fethü'l-Bârî adlı eserinde İbn Sa'd kanalıyla sahih bir isnadla İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmektedir: Sika bir kişi bize Ali'den (a.s.) bir fetva nakledecek olursa biz artık bunu atlayıp da başka bir şey aramayız.[1]

 

Çünkü Ali'nin (a.s.) hadisleri Allah Resûlü'nün hadisleridir. O (a.s.), Allah Resûlü'nün emriyle ilahî vahyi ulaştırmak noktasında O'na ortaktır. Bundan dolayıdır ki önceki programda “Ali'ye ait olduğu kesin olan bir söze kimse muhalefet edemez” demiştik.

 

Rivayet “Allah'ın eli cemaatle birliktedir” demektedir. Cemaatten murat, azınlığın mukabili olan çoğunluk değildir. Cemaatten murat bâtılın ve yanlışın karşıtı olan haktır. Allâme Albanî Fetâvâ adlı eserinde şöyle der:

 

Çoğunluğun tercih unsuru olduğuna dair sabit bir veri yoktur. Çoğunluğun yanılgı içerisinde olabileceği ve azınlığın haklı olabileceği bir mesele mümkündür. Eğer hak çoğunlukla birlikte olmuş olsaydı ümmet dalalet üzere toplanmazdı. Hak tek bir kişinin görüşünde de olmuş olabilir. Nitekim İbn Mesud “Tek kişi olsa dahi hak cemaatle birliktedir” demektedir.[2]

 

Kimse bize çoğunluğun haklı olduğunu dayatmasın. Biz bir milyar Müslümanız, öyleyse biz haklıyız, demesin. Haklılığın ölçütü sayı değildir.

 

Şu açık hakikate değerli izleyicilerin dikkatini çekmek istiyorum. Ümmet liderleriyle, ulemasıyla, imamlarıyla ve bilginleriyle bir noktada toplanacak ve bir görüşte birleşecek olursa o görüş “Ümmetim dalalet üzere toplanmaz” hadisinden dolayı haktır. Ama ümmet ikiye bölünecek olursa kimse bize sahâbenin çoğunluğunun bir görüşte olmasını haklılık olarak dayatmasın. Çünkü hak çoğunluğa göre değil Ali'ye (a.s.) göre şekillenmektedir. İmam Ali (a.s.) Resûlullah'ın şeriki olduğundan dolayı ancak hakkı söyler. Bu makam ve fazilet başka hiçbir sahâbîye nasip olmamış yüceliktedir. İmam Ali dışında başka bir sahâbînin bu fazilete sahip olduğunu iddia ediyorsanız delilinizi getiriniz.

 

İşte buradan hareketle “Ali'yi seven beni sever, O'na buğzeden bana buğzetmiş olur. Ali'ye söven bana sövmüştür” şeklindeki hadisleri daha iyi anlıyoruz. Zira İmam Ali (a.s), Allah Resûlü'nün ortağıdır.

 

Bu husus açıklığa kavuştuğuna göre İmam Ali sevgisinin iman, O'na buğzun nifak olduğu daha belirgin bir şekilde anlaşılmış olur. “Habibim Allah Resûlü beni ancak müminin seveceğine, bana ancak münafığın buğzedeceğine ahdetti.” Bu genel atmosfer “Onu işimde ortak kıl” ayetinden kaynaklanmaktadır. Sened açısından kesin olan Menzile hadisini Kur'ânî içerikle açıkladık. Çünkü biz “Onu işimde ortak kıl” ayetinin Menzile hadisinde geçmeyip Kur'ân nassında geçtiğini belirtmiştik.

 

Sunucu: “Benim sorumluluğumu ya ben ya da Ali eda edebilir” hadisine geçelim. Resûlullah'ın aslî ilke olarak ortaya koyduğu bu hususun başka uygulamaları da var mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bizler uygulamalarından bir bölümüne işaret etmiştik. Ancak ben Allah Resûlü'nün hadislerinde geçenleri incelemek istiyorum.

 

Sunucu: Ben İmam Ali'nin makamını ifade etmek istiyorum. Yoksa bu bir fazilet veya hususiyete ilişkin bir talep değildir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ben ise bunun bir makam, fazilet ve menkıbe olduğunu söylüyorum. Bu öyle bir makamdır ki hiç kimse ona ortak olmadığı gibi bundan sonra da kimse olamayacaktır. Ancak delilin ortaya konulması durumu müstesnadır. Aşere-i mübeşşereden veya halifelerden biri olsun hiç kimse hakkında “Sen bana Harun'un Musa nezdindeki konumundasın” benzeri bir hadis bulunmamaktadır. Önceki programlarda işaret ettiğimiz gibi İbn Teymiyye dahi bu hadisin senedine ilişkin bir eleştiri ortaya koyabilmiş değildir. O bütün çabasını hadisin delaletine tahsis etmiştir.

 

“Benim sorumluluğumu ya ben veya Ali eda edebilir” kaidesinin diğer tatbikatlarına geçelim.

 

Resûlullah'ın müminlere kendi nefislerinden daha evla olduğu sabit hususlardandır. Bu da “Onu işimde ortak kıl” ayetinin tatbiklerindendir.

 

Soru: Ali b. Ebû Tâlib bu hususta da Allah Resûlü'nün ortağı mıdır?

 

El-cevap: Evet. Bu konudaki rivayetler açıktır. Bu ayet-i kerime gereğince Allah Resûlü (s.a.a.) şöyle diyor:

 

Ben müminlere kendi nefislerinden daha evlayım. Ölüp de borç bırakan ve borcunu eda edebilecek malı olmayan kimsenin borcunu ben öderim.

 

Ayet-i kerime evleviyeti ele almaktadır. Ancak bu sadece bir imtiyaz değil bir mesuliyeti yüklenmektir de. Yani “Sen de ey Ali! Müminlere kendi nefislerinden her -iki boyutuyla da- daha evlasın''.

 

El-Câmiü's-Sahih'te şöyle bir hadis geçmektedir.

 

Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) “Kim bir mal bırakacak olursa ehline aittir” buyruğu bâbı.

 

Hz. Peygamber'den aktarıldığına göre O “Ben müminlere kendi nefislerinden daha evlayım. Kimin ödemesi gereken bir borcu bulunup da ödeyemez ve bu şekilde vefat ederse onun ödemesi bize aittir. Kim de bir malı miras bırakırsa varislerine aittir.” buyurdu.[3]

 

Yani böyle bir kişinin borcunu veliyyü'l-emr öder. Müteveffanın miras olarak bıraktığı mal ise varislerinindir.

 

Soru: Resûlullah (s.a.a.) borçlu bir şekilde vefat edecek olursa onun borcunu kim ödeyecektir? Müminlere nefislerinden daha evladır, buyruğunun tatbikiyle ‘‘Ali (a.s.) ödeyecektir'' diyoruz. Resûlullah (s.a.a.) “Borçlu olarak vefat eden bir müminin borcunu veliyyü'l-emr üstlenir ve ödemeyi o yapar” diyor.

 

Sunucu: Hem de hanımları ve akrabaları olduğu halde…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Allame Albanî Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahiha adlı eserinde şöyle diyor:

 

Ali'nin (a.s.) hususiyetlerinden (Başlık)

 

Ali borcumu öder.[4]

 

Yani bu özellik sadece İmam Ali'ye aittir ve hiç kimse bu hususta O'na ortak değildir. Resûlullah'a (s.a.a.) Ali'den daha yakın olanlar bulunmaktaydı. Kızı ve hanımları da vardı.

 

Sunucu: Niçin ey Allah'ın Resûlü!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Çünkü O müminlere kendi nefislerinden daha evladır. “Onu işimde ortak kıl.” Sahihü'l-Buharî'de geçen bu hadisi az önce aktardık. Hz. Peygamber (s.a.a.) müminlere kendi nefislerinden daha evla ve Ali (a.s.) da O'nun ortağı ise Ali Resûlullah'ın borcunu Hz. Ali öder.

 

Allâme ilerleyen sayfalarda şöyle diyor: Ben derim ki: Bu hadisi kendisinden önceki hadisle birlikte ele aldığımızda hasen hadis derecesine yükselir.[5]

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla şu sonuca ulaşıyoruz: Ali'nin (a.s.) sahip olduğu bu makamda sahâbeden hiç kimse O'na ortak değildir.  Allame Albanî'nin de belirttiği gibi bu husus İmam Ali'nin özel derecelerindendir.

 

Hafız en-Nesâî de el-Hasâis adlı eserinde, Menzile hadisinin Hz. Ali'nin hususiyetlerinden olduğunu söyler. Menzile hadisi “Onu işimde ortak kıl” makamına işaret etmektedir. Bu makam da sadece Ali'ye ait olup hiçbir sahâbî bunu O'nunla paylaşmamaktadır. Kimse İmam Ali'ye yaklaşamadığı gibi esasında O'nunla diğer sahâbe arasında da dağlar kadar fark mevcuttur.

 

Soru: Ali (a.s.) dışında sahâbe içinde Allah Resûlü'nün makamına yaklaşan bir sahâbî var mıdır? Kim falanca veya filanca sahâbînin Allah Resûlü'nün makamlarına yaklaştığını söyleyebilir! Süreyya yıldızı nerede, toprak nerede? İmam Ali (a.s.), Resûlullah'ın (s.a.a.) makamına yaklaşmakla kalmamış O'nun ortağı da olmuştur!

 

Soru: Ehl-i Beyt Okulunun delilleri ve mantık örgüsüyle konuşmak istemiyorum. Ben Ehl-i Sünnet ulemasının dilini kullanmak istiyorum. Ehl-i Sünnet Resûlullah'tan sonra imamet, hilafet ve velayete müstahak olan kimsenin en faziletli şahıs olduğunu kabul etmektedir. Bunu İbn Teymiyye Minhâcü's-Sünne adlı eserinde açıkça dile getirmektedir.

 

İbn Teymiyye'nin kendisi bu mantığı Minhâcü's-Sünne'de kullanmaktadır.

 

O bu eserinde şöyle der:

 

İmâmiyye nezdinde en faziletli olan kimse imamete en müstahak olandır. Bu görüş aynı zamanda Ehl-i Sünnet cumhurunun da görüşüdür.[6]

 

Yani sahâbenin en faziletlisi diğerlerinden daha çok imamete müstahaktır. Fakat bu ehakkiyet (en müstahak oluş) tayinî ehakkiyettir. Yoksa diğerlerinin de hakkı olduğu anlamına gelmemektedir. Aslında diğerlerinin hakkı yoktur. Bir diğer ifadeyle İmâmiyye “Diğerlerinin hilafete hakkı olsa da Ali (a.s.) diğerlerinden daha çok hak sahibidir” görüşünü değil de “Hilafete hak sahibi olan Ali'dir, diğerleri hiçbir şekilde hak sahibi değildir” görüşünü benimser. İmâmiyye'nin bu görüşü “Çeşitli ilahlar mı daha hayırlıdır yoksa Vahidü'l-Kahhâr olan Allah mı?” ayetinde mana gibidir. Tevhid şirkten daha faziletlidir, şirkin hiçbir fazileti yoktur. Bu ayet ‘‘şirk faziletlidir ama tevhid ondan daha faziletlidir'' anlamına gelmemektedir.

 

Ehl-i Sünnet'in cumhuru, sahâbenin en faziletlisinin hilafete atandığı görüşündedir. İbn Teymiyye sayfanın son bölümünde bu görüşü şöyle şerh eder:

 

Hz. Peygamber (s.a.a.) varlıkların en faziletlisidir. O'na en çok benzeyen böyle olmayandan daha faziletlidir. Hilafet peygamberliğin halifeliği olduğuna ve meliklik olmadığına göre Peygamber'in halifesi olan ve O'nun makamına geçen de O'na en çok benzeyen olmalıdır. O'na en çok benzeyen ise en faziletli şahıstır. Halifesi olan kimse O'na diğerlerinden daha çok benzer. [7]

 

Resûlullah (s.a.a.) varlıkların en faziletlisidir. O'nun halifesi de O'na benzemelidir. “İşimde O'nu ortak kıl” ayetinden de zaten biz bunu anlıyoruz. Ali (a.s.) O'na en çok benzeyendir.

 

Pasaj Resûlullah'a (s.a.a.) en çok benzeyen kimsenin en faziletli insan olduğunu söylüyor.  Dostlar, Menzile hadisinin ve Kur'ân ayetinin mazmunuyla Ali'nin (a.s.) yaratılış ve ahlak bakımından Allah Resûlü'ne en çok benzeyen kimse olduğunu bilmelidirler. Dahası Ali (a.s.), Allah Resûlü'nün ortağıdır. Bu makamlar korunduğu müddetçe başka bir kişi için hilafet iddiasında bulunabilecek birinin çıkacağını düşünemiyorum. Bu hadisle de Hz. Ali'nin (a.s.) sahâbenin en faziletlisi olduğu kesinleşiyor.

 

Sunucu: İbn Teymiyye bu meselede çoğu defa aldatmaya gider.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bizler onların çoğu defa uyarlanması gereken şahsı değiştirdiklerini ve ilk üç halifenin en faziletli kişiler olduklarını dile getirdiklerini belirtmiştik. Bizler şu anda onların mantıklarını ele almaya çalışıyoruz. Onlara diyoruz ki: En faziletli olanın hilafete en çok layık olduğu hususunda sizlerle görüş birliği içindeyiz. Geliniz sahih, açık ve üzerinde ittifak bulunan rivayetleri araştıralım.

 

Sunucu: Hüccet ister Kur'ân ister Sünnet olsun, ikisi de vahiydir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: ‘‘Sahihü'l-Buharî'de birinci halifenin en faziletli sahâbî olduğuna dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır'' şeklinde bir itiraz gelecek olursa ‘‘Bu sizin için kanıttır, bizim için değil'' deriz. Kanıt; sahih, açık ve icmâ bulunan rivayetlerdir. Menzile hadisi bu özelliklere sahiptir.

 

“Seyyidim İmam Ali'nin halifeliğinin ispatı için neden Menzile hadisini ele aldınız?” diye bir soru gelecek olursa da şöyle deriz: Bu konu ve mantık Ehl-i Sünnet tarafından da kabul görmektedir. “Nübüvvet nasla olduğu gibi imamet de nas iledir” diyecek olursam onlar “Hayır biz bu görüşü kabul etmiyoruz” derler. Ama ben sadece en faziletli olanın hilafete en müstahak olduğunu söyleyecek olursam bunu onlar da kabul etmekteler. İmam Ali'nin (a.s.) Allah Resûlü'yle ortak olduğunu ve Menzile hadisini ispat ettiğimizde hilafetin doğrudan Hz. Ali'ye ait olduğunu da ispat etmiş oluyoruz. Önceki programlardan birinde “Elimizde, Menzile hadisi kanalıyla Ali'nin hilafetini ispat eden çok bilindik olmayan bir yol da var” dediğimizde kastımız buydu. Zira bu yol hakkında Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia ittifak halindedir. Sahâbe içerisinde Ali'den (a.s.) daha faziletlisinin bulunduğuna inanan ve bu konuda bir kanıta sahip kimse bunu sunsun. Ancak sunacağı kanıt yukarıda belirttiğimiz şartları taşımalıdır. Bizler Ali'nin (a.s.) makamını ispat için Menzile hadisinin nassını sunmuştuk. Eğer bu makama sahip başka birinin var olduğu görüşündeyseniz siz de kanıtınızı getiriniz.

 

Sunucu: İmam Ali'nin, sahâbenin en faziletlisi olması dolayısıyla velayetini, hilafetini ve bu işe en müstehak kimse olduğunu ispatladınız. Bu makam, İmam Ali'nin zürriyetinden gelen diğer 11 İmama (a.s.) da ait midir yoksa sadece Ali'ye (a.s.) mi özgüdür?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Vahyin ibtidâî iblağının “Onu işimde ortak kıl” ayetinin sonuçlarından biri olduğunu belirttik. İbtidâî iblağ, Resûlullah'a (s.a.a.) gelen vahyî bildirilerin O'nun tarafından tebliğ edilmesidir. Bu hususta O'nun bazı meselelerde vekil kılma ve tefviz (işi birine bırakma) hakkını kullandığına işaret etmiştik.

 

Acaba bu vahyin ibtidâî iblağı makamında sadece Ali (a.s.) mı Allah Resûlü'nün ortağıdır yoksa diğer İmamlar da bu hakka sahip midirler?

 

Bu konuyu ele almamızın iki gerekçesi bulunmaktadır:

 

Birincisi, Ehl-i Beyt Şiîleri ve bu programı takip edenlerin bu makamın sadece Ali'ye (a.s.) özgü olup olmadığını ve Ehl-i Sünnet Müslüman kardeşlerimizin bizim inanç ilkelerimizi öğrenmelerini istememizdir. Onlar inanç ilkelerimizi öğrendikten sonra bunları benimseyip benimsememekte özgürdürler. Çünkü Şia'yı “Şiîler İmamlara vahyedildiğine inanıyorlar” diyerek itham ediyorlar. İleride de ortaya konacağı üzere bizim Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra vahiy ve nübüvvet kapısının kapalı olduğuna ve İmamlara vahiy gelmediğine inandığımız görülecektir.

 

Ben diyorum ki; Resûlullah (s.a.a.) hayatında bütün dinî maarifi bir defada mı yoksa iki dönemde mi açıklamıştır? Hiç kuşku yoktur ki ilahî maarif Resûlullah'a (s.a.a.) Mekke'de inmeye başladı ve sonrasında da Medine'de devam etti. Gelen hükümlerin bir bölümü Mekke'de, bir bölümü ise Medine'de inmiştir.

 

Soru: Niçin bir defada nazil olmamıştır?

 

El-cevap: Hükümler ve maarif insanların ihtiyaçlarına göre nazil olmaktaydı. Vahiy, mekânsal ve zamansal koşullar doğrultusunda, insanların gücü ve kudreti ölçüsünce nazil oluyordu. Bundan dolayıdır ki vahyin inişi 20 yılı aşkın bir süre devam etmiştir.

 

İlk olarak Ehl-i Beyt sevdalılarına hitap ediyoruz: Ey Âl-i Muhammed'in bağlıları! Bizler Muhammedî risaletin usûlü ve fürûsunun Hz. Peygamber'in (s.a.a) kalbine tamamen nazil olduğuna inanmaktayız. Resûlullah (s.a.a.) ile vahiy sona ermiştir. O'nun vefatıyla vahiy kesilmiştir. Hâlbuki diğer peygamberlerde böyle bir durum söz konusu değildi. Resûlullah (s.a.a.) “benden sonra nübüvvet yoktur” buyurmuştur. Peki Ali'nin (a.s.) gelen ilahî maarifin ve hükümlerin bir bölümünü açıkladığı görüşünü niçin benimsiyoruz?

 

El-cevap: Zira Resûlullah (s.a.a.) bunu açıklamış ve ümmete tebliğ etmiştir. Beyan edilme vakti gelmeyen ilkeleri Ali (a.s.) beyan eder. Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ali'ye (a.s.) “Uygun zaman ve koşullarda diğer hükümleri beyan et” demiştir. Peki Ali (a.s.) tümünü tebliğ etmiş midir? Bizler Hz. Ali'nin geriye kalan bütün bilgileri beyan etmediğine inanmaktayız. Çünkü bazı hükümlerin beyan edilmesinin vakti henüz daha gelmemişti. Hükümlerin bir bölümünü İmam Hasan, bir bölümünü İmam Hüseyin, bir bölümünü İmam Seccâd beyan etmiştir. Bizler Resûlullah'ın (s.a.a.) kalbine nazil olduğu halde günümüzde dahi açıklanmayan ve açıklanması için şartların olgunlaşmadığı hükümlerin var olduğuna inanıyoruz. İşte bu hükümleri de 12. İmam Mehdi (a.f.) açıklayacaktır.

 

Ne demek istiyoruz? Hz. Ali ve Ehl-i Beyt İmamlarının dile getirdikleri bütün sözler Resûlullah'ın (s.a.a.) hadisleridir. Bunlar Hz. Hâtem'in kalbine inen vahiylerdir. Ancak Ali (a.s.) ve evlatları ibtidâî vahyin iblağı noktasında Hz. Hâtem'in ortaklarıdır.  Uygun vakitte bunları açıklamış ve açıklayacaklardır. Bu açıklamalar ışığında Ehl-i Beyt İmamlarının açıklamış olduğu bu maarifin vahiy ile nazil olup olmadığının cevabını vermiş oluyoruz. Bu esasa göre Ehl-i Beyt İmamlarının açıklamaları vahiyde geçmektedir. Ancak Resûlullah (s.a.a.) şartların olgunlaşmamasından dolayı bunları ümmete açıklamamıştır.

 

Eğer “Resûlullah (s.a.a.) vahyi gizledi mi?” diye itiraz edecek olursanız deriz ki “Hayır, Resûlullah (s.a.a.) vahyi gizlemedi. Ancak açıklanması için koşullar uygun değildi.”

 

Sunucu: Bu oldukça önemli bir mesele. Ben öyle düşünüyorum ki bir Müslüman dile getirdiğiniz açıklamaları dikkatlice anlayacak olursa sorun çözülür ve Ehl-i Beyt Okulunun birçok hakikatini anlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ehl-i Beyt Mezhebi aslında açıktır. Örneğin İmam Sâdık (a.s.) on binlerce hadis nakletmiştir. Gerçi bazı televizyon kanallarında “Bu hadisler bize Resûlullah'tan (s.a.a.) aktarılmamıştır” diyerek itiraz ettiklerini duyuyoruz.

 

Biz diyoruz ki Resûlullah (s.a.a.) bunları Hz. Ali'ye tebliğ etmiş, Hz. Ali (a.s.) de İmam Hasan'a, O da İmam Hüseyin'e tebliğ etmiş. Böylece her bir İmam'a sırasıyla ulaşmıştır. Bu hükümlerin bir bölümü İmam Mehdi (a.s.) döneminde açığa çıkacaktır. Bu açıklamanın bana ait olduğunu düşünmeyin. Bu görüş Ehl-i Beyt Okulunun büyük bilginlerinin görüşüdür. Ben bu programda bunlardan birine, Seyyid Huî'ye (k.s.) işaret edeceğim. Şiiler Ayetullah Huî'nin Şia'nın çağdaş büyük âlimlerinden birisi olduğunu bilirler. Ben bunu Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz için söylemekteyim.

 

Seyyid Huî (k.s.) Müstenedü'l-Urveti'l-Vuskâ adlı eserinde şöyle der:

 

Hükümlerin tedriciliği ve teşri asrından sonra tebliğ edilmesinin caizliği şeklindeki görüşümüzden… Zira uygun koşulların oluşması anında hükmün beyanı İmam'a bırakılmıştır. Hükmün açıklanmasına ilişkin uygun zamansal maslahatların… Hatta kimi naslardan anlaşıldığına göre hükümlerin ve dinî maarifin bir bölümü şu ana kadar açıklanmamıştır. Bu hükümlerin açıklanması Veliyyü'l-Asr'a (a.f.) bırakılmıştır. O zuhur ettiğinde ve yeryüzünü adalet ve hakkaniyetle doldurduğunda bunları tebliğ etmekle görevlidir.[8]

 

Hükmün tebliğinin teşri edildiği andan çok sonralarına ertelenmesi caizdir. Teşri asrı Resûlullah (s.a.a.) ile sona ermiştir. Ancak iblağı ya Resûlullah (s.a.a.) ile bağlantılıdır ya da sonrasıyla.

 

Soru: ‘‘Hükümlerin tamamı niçin Resûlullah (s.a.a.) tarafından tebliğ edilmiyor da sonraya kalıyor?'' şeklindeki soruya Hz. Peygamber'in bu görevi İmama bıraktığını söyleyerek cevap veriyoruz. Birtakım hükümlerin İmam Mehdi (a.f.) ile tebliğ ve tebyinini inşallah Utruhatü'l-Mehdeviyye adlı programımızda inceleyeceğiz.

 

Soru: İmam Mehdi (a.f.) bu hükümleri ve maarifi nereden almıştır? Vahiy ise vahiy kesilmiştir. Cevaben şöyle deriz: İmam Mehdi (Allah zuhurunu yakınlaştırsın) bunları ataları kanalıyla ceddi İmam Ali'den almıştır. Hz. Ali'nin hadisleri de Resûlullah'ın (s.a.a.) hadisleridir.

 

Azizlerim buna dair bir değini var mıdır?

 

Bu sahadaki en önemli kaynaklarımızdan sayılan Usûlu'l-Kâfî adlı eserde buna dair bahisler bulunmaktadır.

 

Rivayet şöyledir:

 

Bir adam İmam Sâdık'a bir soru sordu, O da bu soruya gereken cevabı verdi. Sonra adam şunları söyledi: Sence şöyle olursa, o zaman nasıl bir görüş belirtmek gerekir?

 

İmam (a.s.) “Yavaş ol! Sana bir cevap vermişsem bu Resûlullah'tandır. Bizde bir şey hakkında ‘Bence şöyledir' demek yoktur.” buyurdular. [9]

 

Biz bir şey söyleyecek olursak o Allah Resûlü'ndendir ve O'nun hadisidir.

 

İmam Sâdık (a.s.) sözlerim atalarım kanalıyla Allah Resûlü'nden alınmadır, demek istiyor. Bu aynı zamanda bize vahiy inmiyor anlamına gelmektedir.

 

Bu hadisin şerhinde, Allame Meclisî'nin Miratü'l-Ukûl adlı eserinde şöyle dediğini görmekteyiz:

 

“‘Sence şöyle şöyle olursa…” şeklindeki ifadeden murat, İmam Sâdık'ın kişisel görüşünün sorulmasıdır. Soruyu soran İmam Sâdık'ın kişisel ictihâdıyla ve zannıyla cevap verdiğini sanmaktadır. İmam Sâdık (a.s.) onu böyle düşünmekten ve bu sanıdan alıkoymuştur. İmam Sâdık (a.s.) “Ancak yakin ve kesinlik üzere söz söylediklerini, sözlerinin Seyyidü'l-Mürselin'den kendilerine ulaştığını” dile getirmiştir.[10]

 

Bu konudaki hadisler oldukça fazla olduğundan bunların sened tartışmasına girmiyoruz. Çünkü hadisler birbirini desteklemektedir.

 

Besâirü'd-Derecât adlı eserde geçen şu hadis bunlardandır. Eserin yazarı Ebû Cafer es-Saffar (h. 290) İmam Hasan-ı Askerî'nin ashabından olup Gaybet-i Suğra dönemini idrak etmiş birisidir.

 

O, Ebû Cafer'den (a.s.) şöyle rivayet etmektedir:

 

Eğer size kişisel reyimizle bir hadis söyleyecek olursak bizden öncekilerin saptığı gibi biz de sapmış oluruz. Ancak biz, Rabbimizden bir beyyine ile hadis rivayet ediyoruz. Rabbimiz Peygamberine, Peygamberimiz de bize açıklamıştır.[11]

 

Sunucu: Bütün maarif Peygamber'e indirilmiş ve ümmete nakledilmiştir.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Ancak tedricî iblağ ile. Hükümler Resûlullah'ın kalbine inmiştir.

 

Sunucu: Burada ara ara sorulan bir konuyu açmak istiyoruz.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elimizde başka rivayetler de bulunmaktadır.

 

Sunucu: Rivayetlere geçmeden önce bu soruyu sorayım. Belki sorumuzun cevabı sunacağınız rivayetlerde olabilir. “Bugün dininizi size kemâle erdirdim” buyurmaktadır Allah-u Teâlâ.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Anlaşıldı. Resûlullah (s.a.a.) ile ikmâl olmuş ve onu emanet olarak bırakmıştır Yoksa din nakıstı da İmam Ali ve Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) ile kemâle erdi, anlamını kastetmiyoruz. Resûlullah (s.a.a.) ile din kemâle erdi, ancak izharı uzun bir zaman alıyor.

 

Bu önemli bir husustur. Fıkh-ı ekberi ve fıkh-ı asgarıyla, akaid, helal ve haram gibi bütün maarifiyle dinin kemâle ermesi gerçekleşmiştir. İnsanın Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak için kendisine ihtiyaç duyduğu her şeyi Rûhu'l-Emîn Cebrail, Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a.a.) kalbine indirmiştir. Hz. Hâtem'in kalbine indirilmeyen hiçbir şey yoktur. Bu şey daha sonra İmam Ali'den başlayarak diğer Ehl-i Beyt İmamlarının da kalbine inmiştir. Din kemâle ermiş, nimet tamamlanmıştır.

 

Dinin kemâle ermesi sorusuna geçelim. Evet, din kemâle ermiştir. Hz. Resûlullah (s.a.a.) hilafeti İmam Ali'ye ait kılmasaydı, dinin bir bölümü açıklanmamış olacaktı.

 

Vakıa dinin Hz. Hâtem'in kalbine indirildiğini ve tebliğ edildiğini göstermektedir. Ancak bu tebliğ ümmetin tümüne tebliğ edildiği anlamına gelmemektedir. Dinin tümünü Hz. Hâtem (s.a.a.) Ali'ye tebliğ etmiş ve Ali (a.s.) de ümmete tebliğ etmesi için İmam Hasan'a tebliğ etmiştir. Böylece 11. İmam Hasan-ı Askeri'ye kadar devam etmiştir. 11. İmam Hasan-ı Askeri de bütün bu ilimleri 12. İmam'a emanet etmiştir.

 

Bir diğer rivayet şöyledir:

 

Ebû Abdullah es-Sâdık'tan şöyle buyurduğunu işittim: Bizler kişisel reyimizle ve hevamızla insanlara fetva verecek olursak kuşkusuz helâke düşenlerden olurduk. Bizim söylediklerimiz Resûlullah'ın eserlerinden ve birbirimizden miras aldığımız ilmin asıllarındandır.[12]

 

Bizler Resûlullah'ın (s.a.a.) eserleriyiz. Bazı cahiller Ehl-i Beyt'in makamları Resûlullah'ın (s.a.a.) makamları gibidir, demeye çalışıyorlar. Asla, Ehl-i Beyt “Biz Resûlullah'ın eserlerinden bir eseriz. Bizler bu tertemiz ağaçtan bir mübarek meyveyiz” diyor.  “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). (O ağaç), Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir.” (İbrahim 24) Böyle bir ağacın ürünleri hiçbir zaman kesilmez. Hz. Resûlullah'tan (s.a.a) sonra masum bir varlığın zorunluluğunun ispatına ilişkin delillerimizden biri de budur. Bu delili inşallah ileride inceleyeceğiz.

 

“Seyyidim bu müctehid için de mi geçerlidir?” şeklinde bir soru gelebilir.

 

Asla! Müctehidler ihtilaf edebilirler. Bizler hiçbir görüş ayrılığının gerçekleşmediği katışıksız saf meyveyi kastetmekteyiz.

 

Hadisin son cümlesi sözlerin miras yoluyla alındığını ve kişisel görüşün olmadığını ortaya koymaktadır.

 

Bir diğer rivayet:

 

Bir adam İmam Sâdık'a bir soru sordu, O da bu soruya gereken cevabı verdi. Sonra adam şunları söyledi: Sence şöyle şöyle olursa, o zaman nasıl bir görüş belirtmek gerekir?

 

İmam (a.s.) “Yavaş ol!  Sana bir cevap vermişsem bu Resûlullah'tandır. Biz kişisel görüşümüzle bir şey söylemeyiz” buyurdular.[13]

 

Sunucu: Buna göre onların görüşlerine kimsenin görüşü yetişemez.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Biz bunu Allah-u Teâlâ'nın “İşimde Onu ortak kıl” ayetinden çıkarmıştık. Evet, Ehl-i Beyt İmamları (a.s.) Allah Resûlü'nün (a.s.) ortaklarıdır.

 

Bir diğer rivayet şöyledir:

 

İmam Sâdık'tan (a.s.) rivayet edildiğine göre O “Biz Rabbimizden bir beyyine üzereyiz. Bu beyyineyi Rabbimiz Peygamberine, O da bizlere açıklamıştır” buyurmuştur.

 

Yani İmam Sâdık'ın (a.s.) Allah-u Teâlâ ile irtibatı bu şekildedir. Değerli kardeşler şunu bilsinler ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) diri olsun vefat etmiş olsun her zaman ilahî feyzin vasıtasıdır.

 

Aziz dostlar! Biz Hz. Peygamber'in hayatta olmasıyla vefat etmiş olması arasında herhangi bir fark bulunmadığını açıklamaya çalışacağız. Bizler kişinin vefat etmesiyle dünya ile bağının kopmadığı görüşünü benimsemekteyiz. Bu bağ hayatta olduğu dönemden daha kuvvetli olmasa da daha zayıf değildir. Kişinin bu dünya ile bağının devam ettiğine dair delilimiz ileride gelecektir. O feyiz vasıtasıdır. Bu âleme gelecek olan her şey ilk önce Hz. Resûlullah'a (s.a.a.) uğrar. İlerleyen programlarda İmamların (a.s.) ilmi konusunu ele almaya muvaffak olursak orada şöyle bir hadisi konu edineceğiz. İmamlara “Kadir Gecesinde indirilen bazı maarifi Resûlullah (s.a.a.) da biliyor muydu?” şeklinde bir soruya şöyle cevap vermişlerdir: “Bize inen hiçbir şey yoktur ki Resûlullah (s.a.a.) ile başlamasın.”

 

İmamların ilmi aldıkları kanal ilk önce Resûlullah sonra İmam Ali sonra İmam Huseyin şeklinde devam eder. Bunun gerekçesini ise “ta ki en sonuncumuz ilkimizden daha bilgili olmasın” sözleriyle belirtir. Eğer bize inen bir şeyi Resûlullah (s.a.a.) bilmeyecek olursa bu bizim Resûlullah'tan (s.a.a.) veya Ali'den (a.s.) daha bilgili oluşumuzu gerektirir. Bir şahıs nasıl Resûlullah'tan (s.a.a.) ve Emirü'l-Müminin'den daha bilgili ve faziletli olabilir ki!

 

Ebu'l-Eimme Ali (a.s.) “Sen mi daha üstünsün Hz. Peygamber mi?” şeklinde bir soru ile karşılaşınca “Yazıklar olsun sana. Ben Muhammed'in (s.a.a.) kölelerinden bir köleyim!” diye cevap vermiştir.

 

Sunucu: Gerçi bazı kimseler şöyle diyorlar: Şiiler Cebrail'in ihanet ettiğini söylemektedir!

 

Seyyid Kemal Haydarî: Usûl-u Kâfî'de şöyle bir rivayet geçmektedir.

 

Ebû'l-Hasan el-Mavsılî, Ebû Abdullah'tan şöyle rivayet etmektedir: Yahudî din bilginlerinden biri Emirü'l-Müminin'in yanına geldi ve dedi ki: Ey Müminlerin Emiri! Rabbin ne zamandan beri vardır?

 

Hz. Emir (a.s.) buyurdu ki: Yazıklar olsun sana! Daha önce var olmayan bir şey için ne zamandan beri vardır, denir; fakat hep mevcut olan şey için ne zaman oldu, denmez. Allah önceden önce, öncesiz ve sonradan sonra, sonrasız ve sonsuz vardır. Sonu olmayan sondur.

 

Yahudi O'na “Yoksa sen nebi misin?” diye sorunca İmam (a.s.) “Anan sessiz kalasıca! Ben ancak Resûlullah'ın kullarından bir kulum!” dedi.[14]

 

Bu maarif sıradan bir insanın bilgileri değildir. Ben O'nun semeresiyim ve bu Şecere-i Tayyibe'den bir meyveyim. İmamların Efendisi ve Vasilerin Seyyidi olan Ali b. Ebû Tâlib'in durumu bu şekilde ise diğer İmamların durumunu var sen düşün!

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere de teşekkür ediyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak  

  

 



[1] İbn Hacer el-Askalanî, Fethü'l-Bârî bi-Şerhi Sahihi'l-Buharî, c. 8, s. 424, talik: Allâme Abdurrahman İbn Nasır el-Berrak, Dâru Taybe.

[2] Fetâvâ eş-Şeyh el-Allâme Muhammed Nasırüddin el-Albanî fi'l-Medineti ve'l-İmârât, s. 47, derleme ve şerh: Ömer Abdülmunim Selim, Dârü Âlemi'l-Fevâid, 1. baskı, 1427, Mısır, Dârü'd-Diya.

[3] El-Câmiü's-Sahih, c. 4, s. 616, Kitâbü'l-Ferâiz, 82, er-Risâletü'l-Âlemiyye.

[4] Allâme Muhammed Nasırüddin Albanî, Silsiletü'l-Ehâdisi's-Sahiha, c. 4, s. 631, 1980 no.lu hadis. 

[5] A.g.e., s. 633.

[6] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünneti'n-Nebeviyye, c. 4, s. 513, tahkik: Muhammed Reşad Salim, Dârü'l-Fazilet.

[7] A.g.e., a.g.y.

[8] Seyyid Huî, Müstenedü'l-Urveti'l-Vuskâ, Kitâbu'l-Hums, s. 196.

[9] Kuleynî, Usûlu'l-Kâfî, c. 1, s. 148, Bâbü'l-Bidei ve'r-Reyi ve'l-Mekayis, hadis no: 21, tahkik: Kısmu İhyâi't-Turâs.

[10] Allâme Meclisi, Miratü'l-Ukûl fi-Şerhi Ahbâri Âli'r-Rasul, c. 1, s. 201, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye.

[11] Ebû Cafer Muhammed İbn el-Hassan es-Saffar, Besâirü'd-Deracâti'l-Kübrâ fi-Fezâili Âli Muhammed (s.a.a.), c. 2, s. 71, tahkik: Muhammed es-Seyyid Hüseyin el-Muallim.

[12] A.g.e., a.g.y., c. 2, s. 72, hadis no: 1068.

[13] A.g.e, a.g.y., c. 2, s. 73, hadis no: 1073.

[14] Usul-u Kafî, c. 1, s. 227, hadis no:245