Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (1)

Ayetullah Kemal Haydari: Menzile Hadisi (1)
Mezkûr rivayet, İslam âlimleri nezdinde sened açısından herhangi bir tartışmaya konu olmamıştır. Senedin sağlamlığı hem Şiî hem de Sünnî ulema tarafından ifade edilmiştir. Bahsettiğimiz hadis, herkesin bildiği ve işittiği “Benimle, Harun’un Musa’yla olan konumunda olmayı istemez misin?” şeklinde bilinen ‘‘Menzile Hadisi’’dir.

 

 

Sunucu: Değerli izleyicilerimiz sizleri en güzel duygularla selâmlıyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhû. Allah-u Teâlâ bu faziletli ayda amellerinizi ve oruçlarınızı kabul eylesin.

 

Bu akşamki programımızın konusu Menzile Hadisi olacak Sizin adınıza değerli konuğumuz Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'i selâmlıyoruz. Seyyidim doğrudan konuya geçelim. Önceki programda sunduğunuz bilgileri tamamlayıcı açıklamalarda bulunacak mısınız? Yani İnsan Suresi ile ilgili olarak bir şüphe söz konusu idi. İbn Abbas'tan aktarılan bazı hadislerde surenin Medenî değil Mekkî olduğu görülüyordu. Bu problemi nasıl çözüyorsunuz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve Rahman Rahim olan adıyla ve O'nun yardımıyla programımıza başlarım. Salat ve selâm Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve tertemiz Âl'ine olsun.

 

İnsan Suresini bitirmek gayesiyle bu surede bulunan iki konuya işaret etmek istiyorum.

 

İlk konu bu surenin Mekkî mi yoksa Medenî mi olduğudur. Bir an bu surede bulunan birtakım ayetlerin Ali (a.s.) ve Ehl-i Beyt hakkında nazil olduğunu göz ardı edelim ve sadece surenin Mekkî mi Medenî mi olduğunu araştıralım.

 

İkinci konu; ister bu sure Mekkî olsun ister Medenî olsun, fark etmez. Mekkî surede Medenî ayet Medenî surede Mekkî ayet bulunamaz mı? Şimdilik tahkik sonucu elde edilebilecek bir konunun detaylarına girmek istemiyorum. Bu konu Kur'an ilimleriyle ilgilidir. Esasında sure Mekkîdir dediğimizde bu içinde Medine dönemine ait ayetler yoktur anlamına mı gelmektedir? Böyle bir şeyin olması mümkündür. Yani Hz. Peygamber'in hayatının son dönemlerinde Mekkî sure olması mümkündür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.a.) hayatının son dönemlerinde haccetmek üzere Mekke'ye gitmiştir. Bu dönemde bazı ayetlerin veya bazı surelerin inmesi mümkündür. Bunda herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Bu meseleye girmek istemiyorum.

 

Belirtmek istediğim husus şudur: İmam Ali, Hz. Fatıma ve Hasaneyn (a.s.) ile ilgili ayetleri göz ardı edelim. Bu surenin Mekkî mi Medenî mi olduğu tartışmalıdır. Biz Şeyh İbn Teymiyye'nin “Tefsir ehli bu surenin Mekkî oluşunda ittifak etmiştir” şeklinde bir iddiası olduğunu belirtmiştik. İbn Teymiyye'ye göre surenin Medenî olduğunu söyleyen hiçbir âlim de yoktur. Öte yandan bu surenin Mekkî olduğu iddiası ümmetin büyük âlimi İbn Abbas'a da dayandırılmaktadır. Sizler de biliyorsunuz ki İbn Abbas'ın görüşü belirli bir saygınlığa sahiptir. Özellikle de onun Emirü'l-Müminin Ali b. Ebî Tâlib'in (a.s.) öğrencisi olduğunu göz önüne alırsak bu saygınlık daha da artar, hatta bu görüş Hz. Ali'den de alınmıştır, denilebilir. Böyle bir iddia söz konusu, şimdi bu iddianın doğru olup olmadığını inceleyelim.

 

Ben bu meselenin tahkikine girmek istemiyorum. Ancak bizim için önemli olan İbn Abbas'ın bu surenin Medenî olduğunu belirttiği sahih isnad zincirli rivayetlerin mevcudiyetidir. Nitekim biz İmam Süyûtî'nin el-İtkân adlı eserine işaret etmiştik. İmam Süyûtî bu eserinde şöyle der:

 

Ebu Cafer en-Nahhas en-Nâsih ve'l-Mensuh adlı kitabında şöyle der: Bana Yemut… O da Yunus b. Habib'den rivayet etmiştir. O da Ebu Amr b. Ala'nın şöyle dediğini işitmiştir: Mücahid'e Mekkî ve Medenî ayetleri birbirinden ayırt edebilme hususunu sordum.

 

O da şöyle cevap verdi: Ben de bu konuyu İbn Abbas'a sormuştum. O da cevaben şöyle dedi: En'âm, Ankebût, Sebe sûreleri… Bu surelerin hepsi Mekkîdir… Müddessir sûresinden Kur'ân'ın sonuna kadar olan sûreler ise Medenîdir.[1]

 

Buna göre Mücahid, İbn Abbas'tan Müddessir sûresinden Kur'ân'ın sonuna kadarki sûrelerin Medenî olduğunu nakletmektedir. Bu açıdan bakılırsa bir insan en azından şunu söyleyebilir: İbn Abbas'ın İnsan sûresinin Mekkî olduğu şeklinde bir görüşe sahip olduğu iddiası doğru değildir.

 

Şöyle devam etmektedir:

 

Nahhas rivayeti bu şekilde tahric etmiştir. Bu rivayetin senedi de sağlamdır. Râvîlerin hepsi meşhur Arap ulemasından sika kimselerdir.[2]

 

Pasaja göre rivayetin hem senedi sağlam hem de içeriği makbuldür. Pasaja göre rahatlıkla İbn Abbas'ın bu surenin Medenî olduğu görüşünde olduğunu anlayabiliyoruz.

 

Sunucu: Bu gecenin programı Şeyh İbn Teymiyye'nin Hz. İmam Ali'nin faziletlerinin reddinde dayandığı en önemli konulardan biri üzerine olacak. Bu da nebevî nassın içeriğini boşaltılmaya çalışmak, İmam Ali'nin faziletlerine başkasını da katmak yani o faziletlerde başkasını da ortak kılmaya çabalamak demektir. Bu iddianıza delâlet eden kanıtlar nelerdir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: İnşallah bu ve bundan sonraki programda Hz. Peygamber'in mübarek dillerinden dökülen ve en önemli kabul edilen hadislerinden birini ele alacağız. Bu hadis İslam âlimlerini günümüze kadar meşgul etmiştir. Başka bir ifadeyle bu hadis ikincil veya tali rivayetlerden değildir. Bu hadis Sekaleyn Hadisi ve “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır” hadisleri seviyesindedir. İslam düşüncesinde ve dinî maarif düzleminde imâmet makâmıyla ilgili hadislerdendir.

 

Mezkûr rivayet, İslam âlimleri nezdinde sened açısından herhangi bir tartışmaya konu olmamıştır. Senedin sağlamlığı hem Şiî hem de Sünnî ulema tarafından ifade edilmiştir. Bu şahıs ister Ümeyyeci bir din anlayışını benimsemiş olsun ister olmasın durum fark etmemektedir. Çünkü Ehl-i Sünnet'in tamamını aynı çatı altında toplayamayacağımızı belirtmiştik. Ümeyyeci din anlayışı ile Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ulemasının genelinin temsil ettiği anlayışı birbirinden ayırt etmemiz gerekmektedir.

 

Bahsettiğimiz hadis, herkesin bildiği ve işittiği “Benimle, Harun'un Musa'yla olan konumunda olmayı istemez misin?” şeklinde bilinen ‘‘Menzile Hadisi''dir. Sekaleyn ve Velâyet Hadisi gibi... Ayetler de bu türdendir. Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetleri bildiğiniz gibi bazı isimler ile anılmaktadır. İtaat ayeti, velayet ayeti, iblağ ayeti gibi… Şimdilik tarihi olarak bu konuya girmek istemiyorum. Ümeyyeci din anlayışı tarafından tarih sahasında oynanan oyunları görebilmek için sizinle Hz. Peygamber'in yolculukları ve hareketlerini ele almak istiyoruz. Bu mesele açıktır ve özel hesapları bulunmaktadır. Aziz dostlarım Peygamberimizin bu haccı, “Veda Haccı” olarak isimlendirilmektedir. Veda Haccı eski kitaplarda ve Emevici din anlayışı tarafından değiştirilmeyen kaynaklarda ‘‘Haccetü'l-Belağ'' (bildiri, tebliğ) olarak geçmektedir. Gerçi ‘‘haccetü'l-veda ve'l-belağ'' olarak da geçiyor. Ancak bu hacca, belağ haccı denilecek olursa bir işaret söz konusu olacaktır. Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu hacda neyi tebliğ etmek istedi?

 

Bir diğer oyuna dikkat çekelim. Hilafetin Muaviye'ye teslim edildiği ve onun halife olduğu yıla “cemaat yılı” denmiş ve “Allah-u Teâlâ'nın eli cemaatle birliktedir” denilerek de olumlu bir algı oluşturulmaya çalışılmıştır. Çünkü Ümeyyeoğulları bu yıldan önce bir ayrılık, bir bidat varmış gibi bir algı yaratmak istiyorlardı. Bir diğer ifadeyle Ali b. Ebu Tâlib'in başta olduğu yıllar ayrılık yıllarıdır, imajı oluşturulmak istenmiştir. Ama azgın ve taşkın topluluğun imamının başa geçtiği sene ise cemaat ve vahdet yılı oluvermiş! Her halükârda bu meseleleri kendi özel konumunda ele alacağız. Bundan dolayı bu hadisin isnad zincirine ilişkin açıklamaları uzatmayacağım.

 

İlk kaynağımız Sahihü'l-Buharî'dir.

 

Rivayet şöyledir:

 

Resûlullah (s.a.a.) Tebük Gazvesine çıkınca yerine Hz. Ali'yi bıraktı.

 

Hz. Ali bunun üzerine “Beni kadınların ve çocukların arasında mı bırakıyorsun?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.a.) “Konum olarak bana, Harun'un Musa'ya olan konumunda olmaya razı olmaz mısın? Sadece benden sonra peygamber yoktur” buyurdular.[3]

 

Bu bölüm, Sahihü'l-Buharî'de geçen ilk nastır.

 

İkinci nas Sahihü Müslim'dendir.

 

Rivayet şöyledir: … Amir b. Sa'd b. Ebî Vakkas'tan, onun da babasından rivayet ettiğine göre şöyle demiştir: Hz. Resûlul­lah (s.a.a.) İmam Ali'ye “Sen bana Musa'ya nisbetle Harun'un konumundasın. Şu var ki ben­den sonra Peygamber yoktur” buyurdular.

 

Said dedi ki: “Bunun üzerine bunu Sa'd'ın bizzat ağzından dinlemek i­stedim ve Sa'd ile görüşerek bana Amir'in rivayet ettiğini kendisine an­lattım.”

 

Sa'd “Ben bunu duydum” dedi.

 

Ben de “Onu sen mi işittin?” diye sordum. İki parmağını kulaklarına koyarak “Evet! Yoksa bunlar sağır olsunlar!” dedi.[4]

 

Konunun açık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Sa'd b. Ebu Vakkas onlara göre ‘‘aşere-i mübeşşere''dendir (cennetle müjdelenen on sahâbî).

 

Hadisin isnadında herhangi bir sorun yoktur. Bundan dolayı Şeyh İbn Teymiyye'nin hadisin isnadı hakkında bir tartışmaya girdiğini görmüyoruz. Önceki rivayetler hakkında “Bu hadis uydurmadır”, “Bu hadis zayıftır”, “Ana hadis kaynaklarında vârid olmamıştır”, “Muarızı vardır” şeklindeki itirazlarına vâkıfız. Dolayısıyla bu durum hadisin, sened açısından herhangi bir tartışmanın bulunmadığı rivayetlerden olduğunu ortaya koyuyor.

 

Şeyh İbn Teymiyye bu hadise ilişkin eleştirel değerlendirmelerini metin ve içerik noktasında ortaya koymaktadır. Ancak bundan önce Şeyh İbn Teymiyye'nin hadisin metniyle ilgili uygulamalarına değinmek istiyor ve aziz dostların bu açıklamalarıma dikkat etmelerini istirham ediyorum. Şimdi belirteceğim hususta, çok üzgünüm ki, karışıklığa ve yanlışlığa hem Ehl-i Sünnet'ten hem de Ehl-i Şia'dan çokça düşüldüğünü görüyoruz. Hatta bu konuda televizyon kanallarına çıkan simaların veya internet sitelerinde değerlendirme yapanların çokça yanlışlığa düştüklerini görüyoruz.

 

Azizlerim bu mübarek hadis bizzat Resûlullah'ın (s.a.a.) mübarek dillerinden dökülmüştür, mütevatirdir ve lafzî bir tevatüre sahiptir. Yani Resûlullah'ın bu lafızları bize mânen nakledilmiş değildir. Bir diğer ifadeyle hadisin lafızlarında bir tasarruf söz konusu değildir.

 

Bu mukaddimede işaret etmek istediğim iki konu bulunmaktadır.

 

Evvelen; bu hadis Hz. Ali'ye (a.s.) diğer sahâbîlerden ayrı olarak bir hususiyet ve üstünlük vermekte midir?

 

Sunucu: Soru güzel.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu hadisle Hz. Ali'nin Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra halife olması gerektiğine dair istidlali şu an göz ardı edelim. Aslında biz bu hadisin hilafet konusuna delâlet edip etmediği tartışmasına girmek istemiyoruz.

 

Sorumuz bu hadisin Hz. Ali'yi diğer sahâbîlerden ayırt eden bir menkıbe ve fazilete delalet edip etmediğidir. İkinci Halife Ömer'in Sahihü'l-Buharî'de geçen “Bizim kıraat sahasında en bilgilimiz Übey, hüküm verme noktasında en bilginimiz Ali'dir” şeklindeki sözleri gibi bir ayrıcalık ve övgüye delâlet etmekte midir? Bir diğer ifadeyle Hz. Resûlullah (s.a.a.) bu buyruğuyla İmam Ali'ye O'nu diğer sahâbeden ayırt eden bir fazilet vermiş midir?

 

Saniyen; bu hadis Hz. Ali'nin Resûlullah'ın (s.a.a.) halifesi olduğuna delil gösterilebilir mi? Dikkat ediniz! Sizler marifet, ilim ve dikkat ehlisiniz. Birinci konu ile ikinci konuyu birbirine karıştırmayınız. Çünkü bazıları bu hadisin Hz. Ali'nin hilafetine delâlet ettiğini inkâr etmekle ilk boyutunu da inkâr ettiğini zanneder. Genelde değerli izleyicilere özelde ise ilim ve tahkik erbabına ikinci konunun Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia arasında tartışma konusu olduğunu söylemek istiyorum. Şia bu hadisi Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) ardından halifenin doğrudan Hz. Ali oluşuna delil sayarken Ehl-i Sünnet genel olarak bu hadisin hilafete yönelik bir kanıt içermediğini söyler. Şiiler “menzile hadisi”nin Resûlullah'tan (s.a.a.) sonraki hilafete delalet ettiğini söyler, Sünniler ise bu iddiaya karşı çıkarlar. Bu ayrı bir konu olup şimdilik buna girmek istemiyoruz.

 

Buna göre Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia arasında, bu nassın Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra Ali'nin halifeliğine delil olup olmadığı noktasında bir anlaşmazlık bulunmaktadır.

 

Diğer konunun ise böyle bir boyutu yoktur. Burada Ehl-i Sünnet kendi içinde tartışmaktadır. Şöyle ki onların bir bölümü bu hadisin büyük bir menkıbeye ve temayüze (sahabenin geri kalanı bu imtiyaza sahip değildir) delâlet ettiği görüşünde iken diğerleri ise İmam Ali'ye ait bir fazilete delâlet etmediğini söylerler. İlk grup Resûlullah'ın (s.a.a.) hiçbir sahâbî hakkında böyle bir söz söylemediğini kabul etmektedirler. Onlara göre bu hadis Hz. Ali'nin halifeliğine delâlet etmese de O'nun büyük bir fazilet ve imtiyaza sahip olduğuna delildir. Diğer grup ise her iki konuyu da olumsuzlamaya çalışmaktadır.

 

Biz bu ve bundan sonraki programda bu hadiste Ali'yi (a.s.) diğer sahâbeden ayırt eden, ona özgü bir faziletin bulunup bulunmadığını incelemeye çalışacağız. “Bu konunun yararı nedir?” şeklinde bir itiraz gelebilir. Bu itiraza önceki programda şöyle cevap vermiştik: Bu faziletler bir şahısta toplanacak olursa o kişinin Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra hilafete daha layık, yeterli, kadir ve daha öncelikli olduğu kesin bir şekilde görülecektir.

 

Sunucu: Nas üzerine nas…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Yani karineler toplamı ve olasılıklar toplamı nazariyesi. Bir diğer ifadeyle ilk nas %50, ikinci nas %10 delâlet etmektedir diyelim. Büyük âlimler bunun için “mütâbaât ile sıhhat” ifadesini kullanırlar. Yani bir hadisin senedine bakıldığında tek başına sahihliğe delâlet etmeyebilir. Ancak bu hadisin başka isnad zincirleri eklenecek olursa bunlar birbirlerini destekler ve kimi hadislerdeki bazı zayıflıklar giderilmiş olur. Bizler bunu metin ve delillendirme için kullanmak istiyoruz.

 

Konumuz bu nassın Hz. Resûlullah'tan (s.a.a.) sonra hilafete delâlet edip etmediği değildir. Evet bunu ifade edeyim ki yarın birileri televizyon kanallarına veya internet sitelerine çıkıp da “Seyyid Haydarî bu hadisin hilafete delil olduğunu söylemekte ancak nasıl delâlet ettiğini açıklamamaktadır” demesinler. Ben sadece bu hususun özel bir fazilet mi yoksa diğer sahâbenin de sahip olduğu genel bir fazilet mi olduğunu ortaya koymaya çalışacağım.

 

Azizlerim, bu konu çerçevesinde iki yaklaşım mevcuttur.

 

İlk yaklaşıma İbn Teymiyye ve bağlıları sahiptir. Bu yaklaşımın içinde Vehhâbîler ve onların dışındaki bazıları bulunmaktadır.

 

Peki Şeyh İbn Teymiyye bu hadise nasıl yaklaşıyor? Azizlerim, kendisi önceki stratejisini dikkatli bir şekilde bu hadise de uygulamaya çalışır. Çünkü o bu hadisin imamet meselesinde merkezî bir öneme sahip olduğunu bilmektedir. Var gücüyle ve bütün ilmî kudretiyle bu hadisi sened açısından değil de içerik ve muhteva açısından ölçüt olma vasfından düşürmeye çalışır.

 

Uyguladığı adımlar şöyledir:

 

İlk adımda hadisin içeriğini boşaltmaya çalışır. Hadisi öyle bir şekilde yorumlar ki okuyucunun zihninde rivayetin menkıbe ve övgüden daha çok yergiye yakın olduğu algısı uyandırmaya çalışır. Bu yönde birçok şahit sunmaya çalışır. Sunduğu şahitlerden biri şudur: “Hz. Peygamber (s.a.a.) Ali'yi kendi yerine geride bırakınca O (a.s.) ağlamıştır. Eğer bu bir övgü olsaydı Hz. Ali'nin ağlamak yerine sevinmesi gerekirdi. Bu durum da hadiste O'nun bir eksikliğinin olduğunu hissettirmektedir!” Bu kabilden birçok detaya girer. Biz bunlara işaret edeceğiz. Gerçi eksiklik ve kusur olduğunu açıkça belirtmez. Ama vermek istediği genel havayla bu hadisin övgüden daha çok yergiye yakın olduğunu ihsas ettirmeye çalışır.

 

Kullandığı ikinci adımda şöyle der: “Haydi bir fazilet ve övgü olduğunu kabul edelim. Ancak bu hadis O'nun diğerlerinden daha faziletli veya diğerleriyle eşit oluşuna delâlet etmez. Aksine bu hadis İmam Ali'nin diğerlerinden daha zayıf olduğuna delâlet etmektedir!”

 

Dikkat ediniz. İkinci adım ile üçüncü adımın birbirinden ayırt edilmesi gerekmektedir. Çünkü başkası O'ndan daha iyi ve daha üstündür demiyor, “Ali diğerlerinden daha zayıftır” demeye çalışıyor. Yine yergi kokusu gelmektedir. Bir kimse “Ona sevgisi vardı, sevgi de kör ve sağır eder” diyebilir. Allah aşkına bir şahıs hakkında “daha zayıf” ibaresini kullanıyorsa bu ibare övgü mü ifade eder yoksa yergi mi? Elbette ki yergi belirtir.

 

“Velev ki İmam Ali'ye ait bir fazilet olduğunu varsayalım. Bu haslet dokuz veya onuncu dereceden bir fazilettir, diğer faziletlerden daha düşüktür” der.

 

Üçüncü adımda bakın ne yapıyor, stratejisi oldukça kuvvetli ve muhkemdir. Şöyle der: Haydi bu rivayette Hz. Ali'ye ilişkin bir faziletin olduğunu kabul edelim. Ancak Ebubekir ve Ömer'de bundan daha üstün hasletler bulunmaktadır. Geçen programda işaret ettiğimiz stratejinin aynısı. Yani Ali'ye (a.s.) hiçbir ayrıcalık vermemektedir. Sahâbeden herhangi birisinin önüne geçecek bütün imtiyazların önünü kapatmaya çalışır.

 

Sunucu: Birinci ve ikinci halifeyi niçin sürekli olarak öne geçiriyor?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Hilâfet noktasında birinci ve ikinci halifenin Ali'den öncelikli olduğu ispatlanmalıdır. Yani şunu demeye çalışıyor: Birinci ve ikinci halifenin hilâfete önce geçmelerinin nedeni, onların bu makama daha müstahak oluşlarından, daha faziletli, bilgili ve cesur olmalarından kaynaklanmaktadır. Yani ilk iki halife Hz. Resûlullah'a daha yakın idiler. Yani önceki programda Minhâcü's-Sünne adlı eserden okuduğumuz delilin aynısı. Peygamberin halifesi dediğimizde insanların içinde Peygamber'e en çok benzeyen kimseyi kastederiz. Buna göre ilk iki halifeyi daha bilgili ve daha faziletli göstererek Allah Resûlü'ne daha yakın olduklarını söylemeye çalışıyor…

 

Yani olması gereken şeyi davasının sahihliğinin delili olarak ileri sürer.

 

Şeyh İbn Teymiyye'nin ‘‘hadisin içini boşaltmak'' şeklindeki amacına ulaşmak için uyguladığı üç adım budur. İbn Teymiyye'nin, Vehhâbîlerin ve modern Emevi yönelişinin karşısında aziz dostlara sesleniyorum. Şu televizyon kanallarına çıkanlara, internet sitelerinde kalem oynatanlara baktığınızda İbn Teymiyye'nin sözlerini papağan gibi tekrarladıklarını görürsünüz.

 

Sunucu: Bu davranış Ehl-i Sünnet ulemasını küçük görmedir. Sanki bir gemiye binmişler de bu gemide İbn Teymiyye'den başka Ehl-i Sünnet âlimi yokmuş gibi hareket ediyorlar.

 

Seyyid Kemal Haydarî: İkinci yönelişe geçelim. Bunlar şöyle derler: Biz bu hadisin doğru olduğunu kabul ederiz. Ancak bu hadis Ali'nin Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) halifesi olduğuna delil değildir. Biz böyle bir iddiayı kabul edemeyiz. Beri taraftan bunun İmam Ali'ye ait büyük bir menkıbe ve fazilet olduğunu inkâr etmeye çalışan kimseden de yüz çeviririz.

 

Bu görüşte olan âlimlerden biri Rûhu'l-Meânî adlı tefsirin yazarı Allame Âlûsî'dir. O bu eserinde şöyle der: Evet, bunda Ali'nin (kerremellâhu vecheh) faziletinin çokluğuna dair gizlenemeyecek bir delâlet mevcuttur.[5]

 

Yazar ilk önce rivayeti zikrediyor. Daha sonra rivayetin İmam Ali'nin halifeliğine delâlet etmediğini söylüyor. Hz. Ali'nin fazileti yerine “faziletinin fazlalığı” ifadesini kullanıyor. Yani bu hadiste büyük bir hususiyet tecelli etmiştir. İşte bize enteresan gelen nokta burasıdır. Bu faziletin güneş gibi açık olduğunu da belirtiyor. Ancak kalbinde hastalık olan kimse bu hakikati göremez.

 

Bu açıklamalar ışığında değerli izleyicilerin bu hadisle ilgili olarak iki meselenin olduğunu anladıklarını düşünüyorum.

 

İlk konu bu hadisin hilafete delâlet edip etmediğidir. Bu mevzu Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia arasındaki tartışmayı oluşturmaktadır. Ancak biz bu tartışmaya girmek istemiyoruz.

 

İkinci mevzu bu hadis ve nassın Ali'yi (a.s.) diğer sahâbîlerden ayırt eden büyük bir fazilet ve hususiyete delâlet edip etmediğidir.

 

Şeyh İbn Teymiyye ve bağlıları bu hadiste herhangi bir fazilet bulunmadığını kabul etmektedirler. İslam âlimlerinin çoğunluğunun yaklaşımı ise bu hadisin Ali (a.s.) için büyük bir fazilet içerdiği yönündedir.

 

Sunucu: Sormamız gereken soru şu: İbn Teymiyye'nin bu hadisle ilgili değerlendirmeleri çerçevesinde belirttiğiniz hususlara delâlet eden karineler ve kanıtlar var mıdır?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bizler Şeyh İbn Teymiyye'nin bu hadise ilişkin işaret ettiğimiz adımları kullandığını belirtmiştik. O'nun bu hadiste Hz. Ali (a.s.) için üstün bir meziyeti ortadan kaldırmak için kullandığı üç adıma dair kanıtlarımız nelerdir?

 

İlk adım; biz onun hadisin içini boşaltma eylemini ve bu hadisin anlamının övgüden çok yergi barındırdığı görüşünde olduğunu belirtmiştik. Buna ilişkin birkaç kanıt ortaya koymaya çalışacağım.

 

İlk kanıt: O şöyle diyor: Resûlullah (s.a.a.) O'nu Medine'de bıraktığında O ağladı. Bu da şuna delâlet etmektedir: Eğer bu geride bırakmada bir fazilet ve meziyet olmuş olsaydı ağlaması yerine Resûlullah'a (s.a.a.) teşekkür etmesi ve sevinmesi gerekirdi. O Minhâcü's-Sünne adlı eserinde şöyle yazar:

 

Bundan dolayıdır ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) sefere çıkınca Hz. Ali ağlayarak “Beni kadınlarla ve çocuklarla birlikte geride mi bırakıyorsun?” dedi.[6]

 

Başka bir eserinde (Mecmûu'l-Fetâvâ) ise şöyle der:

 

Bilinmektedir ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) O'ndan önce de başkalarını yerine bırakmıştır. Onlar da bu konumda idiler. Dolayısıyla bu O'nun faziletlerinden değildir… Eğer bu halife bırakma başkasından daha faziletli olduğu anlamına gelseydi bu anlam O'na gizli olmayacağından ağlamaması gerekirdi.[7]

 

Yani bu geride halife bırakma İmam Ali (a.s.) için ayırt edici bir hususiyet olmuş olsaydı buna sevinirdi. Hâlbuki Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) sefere çıktığında O'nun ağladığını görmekteyiz. Dolayısıyla bu geride bırakma bir fazilet değil bir yergidir. İşte ilk adımın ilk şahidi.

 

İkinci şahit; lütfen ibarelere dikkat edelim. İbarelerde doğrudan dokundurmalı bir eleştiri ve ta'n söz konusudur. O Minhâcü's-Sünne adlı eserinin bir başka yerinde şöyle der:

 

Melikler ve komutanlar bir gazveye çıktıklarında beraberlerinde kendilerinden yararlanacakları, değer verdikleri ve hürmet gösterdikleri kimseleri götürürler. Bu götürdükleri kimseler kendilerine yardımcı olurlar. Melikler bu kimselerle müşavere eder, onların reylerinden, dillerinden ve kılıçlarından yararlanırlar.[8]

 

Yani melikler âtıl ve değersiz olan kişileri değil yararlı ve faydalı olanları kendileriyle götürürler, demeye çalışıyor.

 

Pasajdaki açıklamalar ışığında sorumuzu soruyoruz: Ali (a.s.) Hz. Resûlullah (s.a.a.) ile savaşa çıktı mı çıkmadı mı? Çıkmadığına göre İmam Ali hâşâ görüşü, dili ve kılıcı yararlı olmayan bir kişidir!

 

Allah aşkına… Diğer bir şekilde söyleyelim. Şayet Hz. Peygamber (s.a.a.) geriye Ömer'i bıraksaydı ve ona “Sen bana Musa'ya nispetle Harun konumundasın” buyursaydı, biz de hakkında bu hadis söylenen kişinin dil ve görüş sahibi olmadığına dair bir delil olarak bu rivayeti sunsaydık… Siz ‘‘bu ifadeleriniz sahâbeye yönelik bir saygısızlık ve hakarettir'' der miydiniz demez miydiniz? Yani biz bu ifadeleri birinci ve ikinci halife hakkında söyleseydik… Yani varlığıyla yokluğu belli olmayan şahsiyetlerdir deseydik. Sizler bunun Ebubekir ve Ömer için övgü olduğunu söyleyebilir miydiniz? Sizler bize Ebubekir ve Ömer'i yeriyorsunuz, diye karşılık verirdiniz. Ama konu Ali (a.s.) olunca yergi nerededir diyorsunuz?

 

Dahası var. Bakınız bu şahıs ne diyor? Ben hayatımdaki tüm mütalaalarım boyunca ve İslam âlimlerine ait okumalarım arasında böyle bir cümleyle karşılaşmadım. Hatta İmam Ali'ye hınç duyan ve düşmanlık besleyenler arasında bile Ali ve Ehl-i Beyt'ine İbn Teymiyye'den daha garazkâr birini görmedim.

 

Bakınız ne diyor:

 

Resûlullah (s.a.a.) O'nu sa'y ve içtihada gerek duyulmayan yerlerde bırakmıştır. Hz. Peygamber'in sözü bu geride bırakmanın eksiklik ve kusur olmadığını açıklama anlamı taşımaktadır.[9]

 

Yani bu geride bırakma bir eksiklik değildir. Resûlullah bu sözüyle geride bırakmanın bir eksiklik ve kusur kaynaklı olmadığını açıklamak istemiştir. Dolayısıyla İmam Ali'ye ait bir fazilet beyanı da söz konusu değildir!

 

İbarelere dikkat edelim. Bir insana “Sen yalancı değilsin” demek ile “Sen sadık bir kişisin” demek arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Sen yalancı değilsin, demekle o şahıstan kusuru, kabahati gidermek istiyorsun. Ama sen sadık birisisin, sözüyle o şahsa bir fazilet atfediyorsun. Bu da ikinci kanıt. Şimdi bu ifadeler yergiye mi daha yakındır övgüye mi?

 

Üçüncü kanıt Şeyh İbn Teymiyye'nin şu sözleridir:

 

Hz. Peygamber'in Tebük Gazvesinde Hz. Ali'yi Medine'de bıraktığında buyurmuş olduğu “Konum olarak bana, Harun'un Musa'yla olan konumunda bulunmaya razı değil misin?” ifadesine gelince, denilmiştir ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ali'ye duyduğu kinden dolayı onu yerine bıraktı. Hz. Resûlullah'ın (s.a.a.) diğer gazalardaki istihlaflarında Medine'de geride kalanlar arasında kudret sahibi müminler var idi. Ancak Tebük Gazvesine gelince kimseye izin vermedi. Özürlü ve asi kimselerden başka Medine'de kimse geride kalmadı.[10]

 

Paragrafta geçen “Ali'ye duyduğu kinden dolayı…” şeklindeki ifadeler münafıkların sözleridir. İbn Teymiyye münafıkların sözlerini nakletmektedir. Bunu aktarmasının nedeni münafıkların bu sözlerini reddetmek değildir. Yani Hz. Resûlullah (s.a.a.) Ali'nin yanında bulunmasını istemiyordu demeye çalışıyor. Sanki Resûlullah (s.a.a.) “Kim Ali'ye buğzederse bana buğzetmiş olur”, “Ey Ali, sana ancak münafık buğzeder” hadislerini hiç söylememiş gibi.

 

Pasajın son cümlesi hasr-sınırlama ifade eden lafızlarla kurulmuştur. Yani bu savaşta geride kalan yegâne kişiler ya kadınlar ve çocuklar gibi mazur kişilerdir yahut da asiler. Şimdi İmam Ali nerede yer alıyor?

 

Sunucu: İsyankârlarla birlikte…

 

Seyyid Kemal Haydarî: Bu ifadeler karşısında ne diyeceğimi ve bu cümleleri nasıl değerlendireceğimi bilemiyorum. Bu ifadelere rağmen programa bağlanan bazı kardeşler “İbn Teymiyye Ali'yi nerede yeriyor?” demektedirler. “Onun İmam Ali'ye karşı hınç beslediğine dair ifadeler nerede geçiyor?” diye soruyorlar. Eğer bu pasajda da buğza, düşmanlığa, nasıbîliğe, hakarete delâlet eden bir ifade yoksa artık varın dilediğinizi söyleyin. Bu ifadeler hınca değilse başka neye delâlet ediyor?

 

Aziz dostlarım gördüğümüz üzere ilk adımı bu hadisi övgüden daha çok yergiye yaklaştırmaktır.

 

İkinci adımı başkasını da buna ortak kılmaktır. “Resûlullah'ın yerine halife bıraktığı ilk kişi Ali değildir ki! Ali (a.s.) dışında başka kimseleri de Medine'de bırakmıştı. Onların bu istihlafı İmam Ali'ninkinden daha kuvvetlidir!”demektedir.

 

Sunucu: Bunun delili nedir?

 

Seyyid Kemal Haydarî: Delile işaret edeyim. İbn Teymiyye Minhâcü's-Sünne adlı eserinde şöyle demektedir:

 

Malumdur ki Hz. Resûlullah (s.a.a.) Medine'den çıktığında muhakkak yerine birisini bırakırdı. İmam Ali'yi kendi yerine bırakması diğer yerine bırakılma eylemlerinden daha zayıftır.[11]

 

Gerekçesini de şöyle açıklıyor: Çünkü Medine'de geriye münafıklar, kadınlar ve çocuklardan başka hiç kimse kalmadı. Ancak diğer yerine bırakılma olaylarında müminlerden bir topluluk da mevcut idi. İnsanın müminlerin de içinde bulunduğu bir topluluğa emir olması sadece münafıklardan, kadınlar ve çocuklardan oluşan bir topluluğa emirliğinden daha faziletlidir.

 

Sunucu: Bu delilin reddedilmesi mümkündür.

 

Seyyid Kemal Haydarî: Elbette ki bütünüyle reddedilebilir. Ben bu adamın düşünme metodunu açıklamaya çalışıyorum, yoksa bu delilin reddiyle uğraşmıyorum. Yani açık şeyleri dahi inkâr etmeye çalışma yolunu ortaya koymaya çalışıyorum.

 

Üçüncü adıma sadece işaret etmekle yetineceğim. O şöyle diyor:

 

Sizler rivayette Ali'nin Harun'a (a.s.) benzetildiğini söylüyorsunuz. Harun (a.s.) ulu'l-azm peygamberlerden değildir. Ancak elimizde Buharî ve Müslim'de geçen, Ebubekir'in İbrahim ve İsa'ya, Ömer'in Hz. Nuh ve Hz. Musa'ya benzetildiğini gösteren rivayetler vardır. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Nuh ulu'l-azm peygamberlerdendir. Hz. Harun (a.s.) ise ulu'l-azm peygamberlerden değildir.

 

İlk üç adımı bu hadise de tatbik etmiştir. Bu konunun detayını önümüzdeki programa bırakıyoruz.

 

Sunucu: Suudî Arabistan'dan İbrahim kardeş hatta, buyurunuz.

 

İbrahim: Es-selâmu aleykum. Geliniz Allah'ın Kitabına ve Resûlünün Sünnetine müracaat edelim. İcma da kanıt olsun. Sizden icmanın hangi konuda kanıt olduğunu açıklamanızı istiyorum. Bu birinci konu. İkinci konu ise ben Ebu Bekir'in halifeliği konusunda icmanın gerçekleştiğine inanmaktayım. Üçüncü olarak da Müslümanların %95'i… sorum şu: Siz dün icmanın kanıt olduğunu söylediniz. Peki neyin üzerinde icma edeceğiz?  

 

Sunucu: Soru son derece önemli.

 

İbrahim: İkinci soru. Hz. Resûlullah'ın hadisinde Halid b. Velid için ‘‘Allah'ın kılıçlarından bir kılıçtır'' ifadesi geçmektedir. Sizler Halid b. Velid'in bu faziletini niçin inkâr etmektesiniz?

 

Seyyid Kemal Haydarî: İbrahim kardeşin sorularına cevap vermek istiyorum. Çünkü soruları önemli. Aziz dostum ben dün icmanın kanıt olduğunu söylerken muradım Müslümanların %75'in veya %90'nın icması değildi. Muradım İslam âlimlerinin kitaplarında geçen sahih, sarih ve açık nasların üzerinde icma gerçekleşenleriydi. Yani hangi nassa dayanacağız? Sizler Halid b. Velid hakkında bir rivayete değindiniz. Allah aşkına şimdi bu hadis çerçevesinde meseleye değinelim.  İlk önce sizin nezdinizde ve kaynaklarınızda bunun sahih rivayet olup olmadığına bakılır. Daha sonra bu konu ile ilgili olarak bizde sahih ve sarih rivayet var mı ona bakılır. Eğer her iki kanaldan da böyle bir hadis gelmiş ise bu Halid b. Velid için bir fazilet olmuş olur.

 

Niçin Halid b. Velid'e, ilk üç halifeye başvurmayalım. Ehl-i Sünnet uleması ile Ehl-i Beyt Okulunun âlimlerinin ittifak ettiği hangi fazilet ve menkıbe varsa kabul edilir. Müslümanlar ittifak etmişlerdir dediğimizde kastımız sadece onların hadis mecmualarında geçenler değildir. Bir hadis onların hadis mecmualarında geçer ve kabul ederlerse ve âlimleri de bu hadisin sened ve metninin sahih ve makbul olduğunu söyler, diğer grup da buna muvafakat ederse bu hadis herkes için bağlayıcı nitelik ve kanıtlık özelliğine sahip bir nakil olur.

 

Eğer benim Ehl-i Sünnet ulemasının kaynaklarından bu menkıbeleri anlatma noktasında ısrar ettiğimi görürseniz ve bu içerikler bizim kaynaklarımızda da geçiyorsa icmanın gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Buna göre kimse bana “bu hadis Sahihü'l-Buharî'de veya Sahihü Müslim'de mevcuttur” demesin. Zira rivayetin bu kaynaklarda geçiyor olması o hadisin senin için hüccet olmasını gerektirir. Nitekim bizim kaynaklarımızda geçen hadisler de bizim için kanıttır. Herkesi bağlayacak bir kanıt istiyorsak hepsinin ittifak ettiği hadisleri ortaya koymamız gerekmektedir.

 

Sunucu: Ayetullah Seyyid Kemal Haydarî Bey'e teşekkür ediyoruz. Sizleri Allah'a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

 

 

Çeviri: Cevher Caduk

 

 

Medya Şafak

 

 

 



[1] İmam Süyûtî, el-İtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân, c. 1 s. 56-57 Tahkik: Fevvaz Ahmed Zemirlî.   

[2] A.g.e., a.g.y.

[3] Sahihü'l-Buharî, Hadis No: 4416, Kitabü'l-Meğazî, Tebük Gazvesi Bâbı, Tahkik: Allame Şuayb el-Arnavut, er-Risaletü'l-Alemiyye.

[4] Sahihü Müslim, c. 4, s. 212, Kitâbu Fezâili's-Sahâbe, Ali b. Ebî Tâlib'in Faziletleri Bâbı, Tahkik: Mahmud Osman es-Selefî el-Eserî, Dârü'l-Hayr.

[5] Ebu's-Sena Şihabuddin Mahmud el Âlûsî, Rûhu'l-Meâni fi-Tefsiri'l Kur'âni'l Azim, c. 16, s. 293, Tahkik: Mahir Habuş, Müessesetü'r-Risale, 1431, 1. Basım.

[6] İbn Teymiyye, Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 261 Tahkik: Doktor Muhammed Reşad Salim, Dârü'l-Fazilet.

[7] İbn Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, c. 4, s. 417.

[8] Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 262.

[9] A.g.e., a.g.y.

[10] Mecmûu'l-Fetâvâ, c. 4, s. 416.

[11] Minhâcü's-Sünne, c. 4, s. 261.